Читать книгу Beyaz Kelebekler (Rahimcan Otarbayev) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Beyaz Kelebekler
Beyaz Kelebekler
Оценить:
Beyaz Kelebekler

4

Полная версия:

Beyaz Kelebekler

Danaya saldıran çakalı vurmak istediğinde ise çakal, kurt yada tilki gibi kaçmadı. Hiç hareket etmeden inadına duruyordu ki, kendisiyle “Ne yapabilirsin ki?” diye dalga geçer gibiydi. Sadece kedi gibi “miyav” yaptı. Kapar ise, kendi kendine “Ne demişler ‘Yolcu yoluna gerek!’ diyebilmiş. Arkanda Amerika gibi dayanak devletin varsa, mermiyi kim umursayacak ki?”

O gün ne olursa olsun bir çakalı vurdu. Derisini yüzdü. Etini çöpe atmak istemedi. Köpeğin tabağına attı. Kutjol ismindeki köpeği ise, burnunu ateş koruna dokundurmuş gibi ürperdi. Evden uzaklaşarak kaçtı. Birkaç gün gelmedi. Köpek de olsa, çok değerli hayvan, kötü koku alınca yada birşeyi hissedince, evini bile terk etti.

Demire gerilen iki çakal derisini atın eyerine bağlayarak Kanişken’e götürdü. Orada kurt derisine altı bin tenge verirler, çakala ise o miktarın yarısı. O da az değildi. Yine küçük bir deriyi kokan kulübenin içine girip uzattı. Daha birkaç gün önce deriyi kapmak için elalem buna saldırıyordu. Kulübe içindeki adam: “At bunu abiciğim!” dedi kendisine arka dönerek. Büyük bir felaketin olacağını hissetti o anda…

Allah’ın kulu, belâyı kendisi bulur. Derileri atmadan evine getirdi ve iyice işletti.

Öğleden sonra çay demledi. Birkaç kâse çay içti. İçinde kaldı bu çakal olayı. Dışarıya atamıyordu. Sonra, “Allah’tan kork, vazgeçtim!” diyerek mırıldandı ve yüzünü sıvazlayarak ayaklarını uzattı. Uzanınca gözüne yine tüfeği ilşti. Tam o esnada, “Allah belanı versin! Nerdeyse düşmanımla baş başa kalacaktım. Hatun da gelmedi!” diye yerinden fırladı. Güneş ufuğa doğru kaymış. Ahırda koyun kuzu meleştiler. Peline doyan kuzular susadılar. Kargalar uçuştular. Evin çatısına çıktı. Simsiyah yağ sürülmüş gibi baca vardı. Dumansız baca da garipmiş. Uzanan yola doğru baktı. Uzaktan birşeyin hareket ettiğini gördü. Hatice olmalı evine acele eden. Deriyi paltonun yakasına diktirmişti kadıncağız… Kanişken’de kim sahip çıkar ki? Yazması olan kağıda dayanır. Bebeklerine kadar televizyonun önünde uzanarak yatarlar. Onlara hava atmıştır herhalde… Düşmanları, koyunlar gibi melemiştir.

Ölmek istese can ciğerinden tatlı, gömülmek istese toprak taştan daha katı… Of çekerek etrafını izledi. İki çakalın kafası çatı üzerindeydi. Titremeye başladı. Soğuk ter döktü. Kafası zonkluyordu, çocukluk döneminden kalan radyonun anlamsız sesleri kulaklarını çınlatıyordu.

“Yaramaz çocuklar çatıya fırlatmışlar,” diye kafasını salladı. Ansızın bakışları bulandı, halsizlik üzerine çöktü. Kendisi topladı ve çakalların kafalarına göz atınca sanki ikisi de onu takip ediyor gibiydi. Ucubeler gibi göz dikmişlerdi. Hatta tırnaklarıyla toprağı kazan gulyabaniler gibi cehenneme doğru sürükleyeceklerdi sanki. “Merak etme Kapar! Afrikalıları götürdüğümüz gibi seni alırız! Miyav, miyav…” der gibiydi.

Canı sıkıldı. Sanki medet bekler gibi yolu izledi. Hatice evine varmakta acele ediyordu. Paltosunun yakası ateş koru gibi yanarak göze öyle batıyordu ki. Yaka değildi, sanki çakal boyununa sarılarak hiç bırakmıyordu. Gök yüzünde dolaşan kargalar mıydı, belli değil. Fakat gök yüzünü bulutlar kaplamış gibiydi. Radyo sesi kulakları öyle çınlatmıştı ki, helikopter sesi geliyordu.

“Allah Allah!” dedi çaresiz kalan avcı, bacaya dayanarak. “Pis çakallar gitsinler Amerika’nın milli zenginlikleri olsunlar. O zaman ben kimim? Devletin zenginliği miyim, yoksa… Biçare gezen sahipsiz birisi miyim? Bu dünyadaki kazancımla, öbür dünyanın imanıyla bir şeyler istemeye hakkım yok mu? Sağ el hain olsa, sol el imdada koşmaz mı? Bu devlet devlet midir, yoksa hayvanlar ahırı mı, lan!”

Gözleri yaşardı.

Batan güneş fani dünyanın güzelliğinden vazgeçmek istemez gibi her tarafı aydınlatıyordu.


ÇİN HEDİYESİ

İkindi ile akşam arasındaki gök gürültüsü, yeryüzüyle baharın göbek bağını kesmişti. Kış mevsiminin şiddetli soğuğundan zayıf düşen köylü, çişeleyen yağmuru seyredip, “Kudrete bak!” derken içleri umut ve sevinçle doluydu. Tarladan doymadan dönen hayvanlar bile gübre kokulu ahıra acele etmeden yavaş yavaş geliyorlardı. O esnada Bazargül siyah ineğini sağıyor, Ömırbay ise eline aldığı çubukla bir buzağıyı uzaklaştırıyordu.

“Bey, sen ne yapıyorsun? Şu akrabasının peşine düşüp sınır ötesine giden Takay var ya, meğer geri dönmüş. Bir sürü mal getirmiş,” dedi eşi memeyi çekerken. Memeyi sıkı tutan güçlü kadın kovaya süt akıtarak buzağıya dönüp baktı. “Geçen şu komşu kadın söyledi; fakirmiş ama maşallah gözü tokmuş.”

Ömırbay’ın gözleri fal taşı gibi açıldı. Belini doğrultamadan zor yürüyen eşine, hareketsiz duran siyah ineğine, memeye uzanmak isteyen buzağıya baktı. “Çeksene ayağını! Baksana şuna! Buzağıya süt vereceğine… Sanki son sağma sütü azmış gibi. Sen de içsene, hadi yapış!” dedi Ömırbay hayvanlara kızarak.

Bazargül’ün gözüne uzun boylu, kırpık bıyıklı bir adam ilişti. Yerinden hemen fırladı. “Çin’e kaçarken bitleri semirmişti, bak şimdi, adam olmuşlar,” diye düşündü.

Eşinin bu keskin sözleri Ömırbay’a çok dokundu. Dışarıdaki kapıyı sertçe kapatıp eve giren Bazargül’e de, sakız çiğner gibi ağız dolu köpüğünü akıtan buzağıya da dikkat etmedi. ‘Takay geri dönmüş’ sözü kulağında çınlıyordu.

Her tarafa sürükleyen dolu dizgin düşünceler, bir kâse çayı bile yudumlatmadı. “Hay, Allah! Zaten millet Çin’den gelen ucuz mallara çoktan doymuştur,” dedi içinden.

Yüzünde çizgilerin belirginleşmeye başladığı sarışın eşi, kaynayan semaverle birlikte adeta korsuz yanıyordu.

“Rengin solmuş, n’oldu?” diye sordu Bazargül şüphelenerek.

“Yok birşeyim” dedi Ömırbay.

“Beni dinle! Az önce Astana’dan arayan kızın ile damadın geleceklerini söylediler. Torunumuz Yerlan ‘Dede ile nineyi özledim’ demiş. Kurban olayım torunuma! Sabah şu kısır maryayı tarlaya gönderme. Torunumuz güzel bir çorba içsin.”

Bazargül’e seslenmek istediği anda kapı gıcırdadı. İçeriye Takay girdi. Elindeki bohçayı kapı önüne atarak yüksek sesle selam verdi.

“Hay, Allah! İki yanağına bak, kıpkırmızı, ne kadar gençleşmişsin! Yoksa yağ mı sürdün yüzüne?”

“Hadi yengeciğim, çay kaynatıver! Yağı da sürdüler, balı da. Boş ver, hadi sen işine bak!”

Ömırbay kardeşini sofranın başına oturtturdu. Kendisi ise ocağın dibine doğru kaydı. “Yağ sürmez ha!” diyebildi.

Bazargül , Takay’ın getirdiği emaneti istemeden aldı.

“Millet iyi mi?” diye sordu Ömırbay.

“Herkesin bol bol selamı var abi. Eskisi gibi rahatlık yok tabii ki. Ne yapalım zaman işte…” dedi Takay.

Ömırbay’ın gözüne biraz önceki hayal ilişti. Eşi ile kayınço arasındaki şakalaşmalara önem vermedi.

Yalnız kaldıkları zaman Bazargül Çin’den gelen hediyelere bakarak:

“Düşmanından da alsan, menfaatine derler ya… Al şunu! Çin’deki karın göndermiş,” dedi. Ömırbay elinde parlak mavi bir kumaşın olduğunu fark etti.

“Ne kadar güzelmiş!” diye hayret etti. “Küçücük teybi de göndermiş. Zavallı ne yapsın?!” diye mırıldandı Ömırbay.

Pelüş gibi yumuşak işlenmiş, boy posuna uygun biçilmiş siyah kürk Ömırbay’a çok yakıştı. Vücudunu öyle ısıtıyordu ki, çıkartmayı düşünmedi.

“Sana yakışmadı. İhtiyara ne yakışır? Astana çok soğuk. En iyisi damada hediye et! Şansa bak. Kızım için diyorum. Avuçlarını yalıyordu zavallı. Şu kumaşı alıp kendisine güzel elbise diktirsin. Şu teybi torunum görürse, çok sevinecek. Ne ise yatalım. Sabah hayvanları tarlaya erkenden sürmek lazım,” diyen Bazargül, sevincini gizleyemedi. Gerdek gecesini hatırlamış gibi yatağını acele etmeden düzeltti. Bembeyaz yorganını serdi. Kürk ile mavi kumaşı katlayarak dolabın içine koydu.

Her ne kadar vakit gece yarısını da geçmiş olsa da, Ömırbay gözlerini kapatamadı. Sarışın yüzlü eşi sağa sola dönerek derin nefes alıp uyuyordu. Ömırbay ise yorganı teperek kendisiyle mücadele ediyor gibiydi.

“Yengeciğimin iki güzel hasleti var: Uykusu taş, sözü ise zehir gibidir,” diye konuşan Takay’ı hatırladı.

Gözlerini nasıl kapatabilirdi ki? Vücudu yataktayken hayali Çin’de gezip dolaşıyordu. Tepeden tepeye dolaştıran o eski atını hatırladı. Neydi o günler…

***

Beyaz Çarlık’ın yerle bir olduğu, Kızıl askerlerin güç kazandığı o korkunç devirde Ömırbay’ın annesi ile babası iflas edince, sınıra yakın olan Çin’deki Kulja ilçesine göçmüşler. Geldiklerinde çok zorlanmışlar. Ömırbay ise ailenin tek oğlu olarak nazlı nazlı büyüyordu. O dönemde ilçede Çinliler pek yoktu. Sonraki dönemlerde bir gün içerisinde çoğalmışlardı. Çok mu özlemişlerdi vatanlarını? İlk günlerde akşamleyin ocağı yakarken geldikleri tarafa bakarak ağlarlardı. O zor dönemlerde hayatında ağzına haram lokma atmayan Kazak yaşlıların fareyi ateşte pişirip yemelerine hayret etmişti. Yetim çocukların savaş esnasında zamanın çıldırtıcılığına uyarak ellerine silah alıp bir anda asker üniformalarına bürüneceklerini kim aklından geçirebilirdi ki?

Ömırbay babasının istediği kızla evlenmişti. O günlerde Çinlilere karşı savaş ilan eden Osman dayısı vardı. Osman Batır daha önceki hukümetle yaka paça olmuştu. Bu sefer Kuomintang’a karşı baş kaldırmıştı. “Kim varsa, herkes atına binsin! Ezilmek isteyen Çinlilerin ayakları altında kalsın!” diye haykırmıştı.

Annesi bırakmıyordu oğlunu. Bir sürü bahaneler ileri sürse de, dinine bağlı olan babasına söz geçiremiyordu. “Git oğlum!” diyen babası, “Ruhun Allah’a emanet; nefesin kısmettir. Babayiğitlerin başıdır Osman. Milletin hayalidir Hürriyet. Osman’dan daha güçlü, hürriyetten daha mukaddes bir şey yoktur oğlum. Git!” demişti.

“Tek oğlumu nasıl savaşa gönderirsin? Fıtratı çok farklı. Korkaktır senin oğlun. Çocuğunun ölmesini mi istiyorsun? Çinliler peşini bırakmazlar oğlumun! Gelinim yapayalnız kalacak. Baksana, hamile haliyle kıvranıyor. Osman dayısı ise farklı, herşeyi gören bir insandır. Gerekirse bir hayvan için bile savaşacak fıtratı var onun.” diyerek hayatında nadiren konuşan annesi içini dökmüştü.

“Sus!!!” diye babası susturmuştu.

İşte o andan sonra dağları dolaşarak kayaların üzerinde yürümüştü. Düşmana karşı nice mücadele meydanlarında bulunmuştu.

“İt oğlu itlere bak ya! Eskiden asker ata binemezmiş. Bir askere bir atlı Kazak’ı verirlermiş. İki kişi ata binermiş. Asker tüfek tutar, Kazak arkadan askeri tutarmış. Tabii ki et yiyen Kazak’la denk olunur mu?” diye konuşurdu genç Ömırbay. “At koştururken bağırıp çağırın! Düşmanın nefesi kesilsin!” derdi.

Sovyetle savaşan Osman Batır, eninde sonunda Çinlilerin eliyle kurban oldu. Osman şehit düşünce Çinliler lidersiz kalan Kazak askerlerini Kulja ilçesindeki hapse attılar. Eskiden fareye dönüp bakmayan askerler, açlıktan fareyi bile bulamaz oldular. İşte Ömırbay, Tamuğun ateşinden zar zor kurtulabildi.

Yıllar geçti. Ömırbay’ın ikinci oğlu dünyaya gelmişti…

Herkes kendi gölgesinden korkarak baskılara alışmaya başladığı sırada, Sovyet Birliği yumuşamış, Çin-Sovyet sınırı açılmıştı. “Vatanlarını özleyenler için geri dönüş!” haberi ulaşmıştı. Millet paniklemişti. Herşey belirsizdi. Her kafadan bir ses çıkıyordu: “Müjde, sınır bir sene boyunca kapanmayacakmış… Hayır, bir ay açık kalacakmış… Sovyet askerleri kadın ile erkeği ayrı kabul edeceklermiş…. Çin’in bitine kadar herşeyi sayarız demişler….”

Ömırbay, eşi Asemay ile iki oğlunu Altay’da oturan kayınvalidelerin evine gönderdi. Kayınvalideler de sınırı geçeceklermiş. Kızla damadı bekliyorlarmış. Ömırbay ise Boztepe’nin eteğinde kalan annesi ile babasının mezarını ziyaret ederek sınıra gelecekti. Kayınvalidesi ile eşi Asemay sınıra gelene kadar büyük oğlu bir gün öncesinden sırayı bekleyecekti.

Sovyet Birliği’nin hangi şehrinde veya ilçesinde yerleşeceklerini sınırda haber vereceklermiş. Eğer akrabalar listeye dahil olmazsa, gözyaşına bakmadan herkesi her tarafa tespih taneleri gibi dağatacaklarmış. En çok da bu haber yürekleri hoplatıyordu.

Ömırbay sınıra vardığında sınır kapısı kapanmış, kendisi kalabalığı yararak son anda geçmiş, ailesi öte yanda kalmıştı.

***

Ömırbay düşüncelerinde boğuluyordu. Kalktı, sigara yaktı. Yatakta uzanan sarışın eşi kıpırdamadan uyuyordu. İçini yakan acı dumanı nefes vererek çıkarttı. Küllüğe el uzattığı anda Çin’den gelen küçük teybi fark etti. Yine uzandı. Yorganına büründü. Biraz sonra teybin düğmelerine elini uzatıp basınca o eski yıllara karışan Asemay’ın sesini duydu. Gelin olarak evine gelen Asemay’ın sesi ne güzeldi!

Perde arkasından utana utana çıkar, esmer yüzüne yakışan o güzel saçlarını eliyle tarar, anne ve babasına çay ikram ederdi. Gülümsediği zaman iki şirin gamzesi belirirdi. İşte o güzeller güzeli Asemay’ın sesi eskisi gibi değildi.

“Önünüzde eğilerek selam verdim! Bu, Allah’ın emriyle nikâhladığınız Asemay,” diye konuştuğunda Ömırbay titremeye başladı. Havasızdı. Yüreği ağzına geldi. Kaseti döndüren teyp yine çalışıyordu. “Bizi unutmadınız değil mi? Hiç olmazsa, sözümü duyasınız diye mektup yazdım. Ne yapalım, kader işte. Bizler Altay’dan yetişene kadar sınır kapısını açılmayacak şekilde kapatmışlar. Siz ise kalabalıkla birlikte geçmişsiniz. Hissetmiştim aslında, sınıra yaklaşana kadar rahat değildim zaten…”

Kendisini o an kaybetmişti. Gözünde o eski acı hatıralar canlandı. Sınır kapısının önünde yaşananlar gözünün önünden geçiyordu…

***

Dün kalabalıkla geçti dedikleri kayınvalidesi ile eşini ve iki evladını bulamadığı için takati bittiği anda:

“Ömırbay hayatta ise hemen gelsin,” demiş Çin sınırındaki asker komutanı.

Acı haberi duyan herkes üzülmüştü.

“Böyle olacağını biliyordum zaten.”

“Ne diyorsun sen? Belki ailesini bulmuştur.”

“Asemay ile iki evladına bakarak kapıyı açmazlar.”

“Sus! Osman Batır’la birlikte hükümete baş kaldıran adamı Sovyet Birliği’ne sokmayız, demişler.”

“Aldatıp bir şekilde Kulja’nın hapsine sokalım, demişler.”

“Sen ne diyorsun, elini ayağını bağlayın, dilini koparın, demişler.”

“Reddet kardeşim! Çocuk belindedir, eşin yolundadır.”

“Vatanımıza geldik” dediğimizde, yolumuzu hep sarhoş adamlar kesti. Nereye geldik?” diye kadın erkek herkes konuştu.

Bunlar olurken Ömırbay’ı Rus askeri götürmüştü…

***

Asemay’ın teypteki konuşması devam ediyordu.

“Gecikmeden Sovyet’teki bir güzelle evlenmişsiniz diye duyduk. Yakıştıysa problem yok. Fakir eşiniz ise hep eski hatıralarla yaşayıp ihtiyarladı. Sabaha doğru rüya gördüm. Saçlarım beyazlaşmış meğerse. Yanınıza eşinizi alarak bizlerden uzaklaştınız. Sonra dans ediyordunuz. Dansı bilirsiniz… Karajorğa! Sonra uyandım… Yahu şu ahmak kafaya bak, birini anlatırken öbürünü unutmuşum. Size kürk gönderdim. Sağlığınıza dikkat ediniz, Bey’im…”

Yüreğine hançer gibi saplanan o güzeller güzelinin sözünü kesmek istediyse de teybin düğmesine basamadı.

Meğer Asemay’ın haberi varmış. Evet, Ömırbay sınırı geçtikten sonra bir kızı olan dul bir kadına evlendi. Dul olan Bazargül’ün evi barkı vardı da ondan. Kendisinden 13 yaş küçüktü. Çocuk doğuramadı. Bazargül köydeki mağazada çalışıyordu. Kendisi ise postadaydı.

“İçimdeki ızdırap bitmiş değil, Bey’im. ‘N’olur kapıyı açınız! Kocama bırakın beni!’ diye yalvardım. Nikah ahdimizi içtik ama kâğıtla ne işimiz var? Sınırdaki asker, ‹Tamam, kağıdınız yoksa, en azından eşiniz gelsin, bu benim eşimdir.’ desin. O zaman açarız.’ demişti…”

Titrek elleriye yine sigara yaktı. Ağzından çıkan duman, adeta bir serap gibi belirdi…

***

Evet, bir Rus askeri götürmüştü Ömırbay’ı. Konuşmaları çok kısa geçti. Fakat Rus yalnız değildi. Bir Çinli askerle birlikteydi.

“Eşiniz olduğu doğru mudur?” dedi Çinli asker.

“Hayır, ne eşi? Osman Batır’ı görmedim bile.” demişti Ömırbay.

“Pekala, evlatlarınız var mı?”

“Kimseyi tanımıyorum. Hükümete karşı baş kaldırmadım.” dedi.

“Yalnız mısınız?”

“Evet.”

***

“Bey’im…” diye devam etti Asemay. ‘Evet, arkada Asemay ve iki oğlum kaldı.’ deseydiniz bizleri de sınırdan geçireceklerdi. Sizi sorgularken bizler yan tarafta duyuyorduk konuşmalarınızı. Bizi bırakmanız, bizleri feda etmeniz… Nasıl olur? Hani yüreğiniz yumuşaktı ya…”

Ömırbay hıçkırıklara boğuldu. Yorganı örttü. Sıcak gözyaşları yüzünü adeta yakıyordu. Teypteki ses durmadan yüreğinden vuruyordu. Asemay ete kemiğe bürünmüştü. Yorganını açmak istemedi. Utanıyordu. Asemay ağlamaya başlayınca nefes alamadı. Esmer yüzlü Asemay’dan çekiniyordu. Sesi o eski günlere karışan ney sesi gibi duyuldu. Ağlamaları ne kadar tatlıydı…

“Ne ise, sonra bizleri sınıra yakın olan köye götürdüler. Kış mevsiminde hayvanlarımıza baktık, yazın ot topladık. Şiddetli kışlarda donarak, sıcak yazların azabıyla iki evladınızı büyüttüm. Bilir misiniz tam size çekmişler keratalar… Kölsay’da ot toplarken şu sizin iki yaramazınız tepeye çıkıp, sınırın ötesinden sizi beklerlerdi. Bir siyah nokta görseler, ‘Baba geliyor, baba!’ diye velveleye getirirlerdi. Ben de onlara inanarak tepeye kadar tırmanıp çıkardım. Uzaktan siz geliyorsunuz diye türkü söylerdim. Hani ilk evlendiğimiz günlerde, Dolunayın altında ‘Kaz civcivi’ni söylerdik ya… Hatırınızda mıdır?

Bu ülke köyümüzdür bizim, At koşturduğumuz tarlamızdır bizim!

Gözümüze nur gibi ilişir, Sevgilimizle dolaştığımız yerlerimiz bizim!

A-h-a-uu! A-h-a-uu!

Uçurdum kaz civcivini…

Evlatlarınızla söylediğimiz bu türküyü duyabildiniz mi, Bey’im?!”

Üzerindeki yorganı atarak Ömırbay bağırdı:

“Sen beni diri diri gömdün Asemay! Civcivlerim benim!.. Affet beni! Affet!”

Yanında uzanan Bazargül yataktan fırladı: “Ne oldu! Uyutmuyorsun bile!”

Karanlık yavaş yavaş çekilerek duvarın dört bir köşesine saklandı.


BEYAZ KELEBEKLER

N’olur karıncaya dokunmayın,Onun aradığı tek şey, hayattır.Firdevsi

Yine beyaz kelebeklerin peşinde koşarak yorgun düştü, susamış haliyle uyandı.

* * *

Dümdüz caddenin sağ tarafında, birbirine çarparak yürüyen kalabalığın içinde düşe kalka yürüdü. Çarşının yolunu tuttu. Her gün aynı yol. Susuzluktu onu rahatsız eden…

Yürüyüşe alışan millet onun yavaş yavaş ilerleyişine önem vermiyor gibiydi. Sabahleyin sökülen şafak aydınlığa dönüşünce, güneş alnını ısıtırcasına ışık saçıyordu. Beyaz baret şapkasıyla alnını kapatarak yukarıya doğru baktı. Henüz tüyünü dökmemiş olan yetim deve gibi darmadağınık yapayalnız gezinen bulutlar vardı gökyüzünde. Ağustosun çiyiyle gagasını çalkalayan serçe kuşu da kalabalığa alışmış; zıplıyor, uçuyor, yerinde duramıyordu. Onun da pazardan nasibi olmalı. Birdenbire, “Devran geçti o devran!” diye yükselerek çıkan sese doğru döndü. Yerinde duran kimse yoktu. Ayakları şişen yaşlı nine yanından geçiyordu. Elinden tutarak hızına yetişemeyen genç kızına tavsiyede bulunuyor, birşeyler anlatıyordu sanki.

“Ben de öyleydim.” dedi nine.

Kızcağız şaşkın bakışlarıyla, uzun yolun karşı tarafını izliyordu. Kısa gömleğiyle eteğinin arasından tek göz gibi dikilen göbek çukuru, yürüyenlerin gözlerine batıyordu.

“Sen de benim gibi olursun…”

Nine ile kızcağız kaybolduktan sonra ayıldı. Düşüncenin derinliğinde dolaşan, endişeleri içine sindiremeyen, sonsuzluğun dipsiz karanlığına sürüklenen tek o değildi. Herkes…

Eskiden Devran, büyük şehrin kocaman çarşısında pantolon satardı. Zayıf kadıncağızın zor sığabileceği küçük bir yere sahipti.

Pantolonların her çeşit renginden asarak, “Ağabey, sana tam oldu… Ne güzel yakıştı… Amcacığım tam sana göre dikilmiş.” diye malını satmaya çalışırken kendisi de şaşardı.

Alıcıları da her yaştandı. Yerinde duramayan genci, toprakta sürünen ihtiyarı, uzun boylusu, topalı, bodur boylusu, herkes vardı… Paranın yüzüne bakmayan cömerti de, paranın mührünü yalayan cimrisi de eksik olmazdı.

“Hey gidi dünya!” dersin. Her ne ise, bu kıvırcık saçlı, zayıf sarı yüzlü delikanlının kazancı aylık ev kirasına, iaşesine, hatta Jarbay köyünde yalnız yaşayan annesine de yeter ve artardı. Kocasının yaptırdığı evini terk etmek istemeyen annesini ayda bir ziyaret eder, ihtiyaçlarını gidererek sevindirirdi. Ziyaretin sonunda dönmek zorunda kaldığında, “Yavrum!” diye karayoluna kadar uğurlayan annesi, etekleriyle gözyaşını silerek huzur dolu hislerle kalırdı. O ise şehre girer girmez çok yoğun, hatta rahatsız verici hayat tarzına alışarak geçirirdi günlerini… Ruhunu satacak kadar düşmezdi bu bataklığa… Onun bir Alima’sı vardı. Hani pazarın girişinde su satan, iki kaşının ortasında beni olan kız vardı ya… İşte o! Pantolonları satar satmaz, su içmek için yanına gelirdi.

“Kerbala çölünden mi geldiniz?” dedi bir gün gülemseyerek.

“Hayır, engin tuzlu topraklardan geldim.”

Cevaba güldü. Öylesine bir gülücük değildi. Sanki çini kırılarak havaya buharlaşmıştı. İşte o andan itibaren o, suyu değil, kırılan çininin sesini duymak için arardı. Yine o ses, havada kaybolan ses. Ağabey ile yengenin destekleriyle yaşayan yetim kızmış. Yüzünde bebekliğin, korkudan sığınmak isteyen bakışlarında ümidin izleri vardı. Heveslenerek içtiği hüzünlü gülüşünü bu ümide bağlamıştı…

“Sonbahara doğru düğün yaparız…” diye anlaşmışlardı.

“Jarbay’da yalnız oturan anneyi de evimize alırız…” demişlerdi. Fakat…

“Eski mezarlığı yerle bir ederek şu Nikah Salonunu yapmışlar. Sonumuz hayırlı olsun!” diyen tanıdık sese doğru dönüp baktı. Ayağı şişen o nineymiş. Biraz rahatlamış gibi.

“Bugün nikah kesenler o kadaaar çok ki.”

Göbeği açık kız “O kadar” kelimesini sakız gibi çiğneyerek çekti.

“Hayvanlar beslendiler. Sebze meyve pişti. Milletin şehveti uyanmaz da, kimin uyanır?”

Nineyi takip eden kızın duyguları coştu.

“Günümüzün gençleri kararsızdırlar. Gece verdikleri sözden sabah hemen dönerler… Şu pazar da nerede kaldı, ne kadar uzak!”

Dükkânları takip ederek kimseye yol vermemesi de nedir!

…Fakat!

Günlük pantolon ticareti kızıştığı anda, “Çarşı sahibi seni çağırıyor. Hemen yanına git!” diye haber almıştı. Şaşkın şaşkın baktı. Yüzü kırmızı kesilen mavi gözlü çarşı sahibiyle bazen karşılaşırdı. Sahip olduğu zenginliğiyle ilgili pazardaki kadınlar konuşa konuşa bitiremediler.

“Yahu ceketini günde iki kere değiştirirmiş.”

“Ceket te nedir kardeşim, haftada bir yeni arabaya biner.”

“Karısına Paris’te vila almış. Karısı ise, her kokuyu beğenmez, ‘Coco Chanel’ banyosu yaparmış.”

“Bir tek kızı var. ‘Jeep’ arabasından hiç ama hiç inmezmiş.”

“Deme ya… Arabadan inmez de kendisine koca arar belki de. Sen de deli karısın, o sen yada ben değil ki?”

“Saçmalama! Zenci bir erkek bulsun, bir kabile reisinin karısı olsun, sonra yurdundan kovulsun da bakalım. Çivi çakılmış gibi oturur mu?” diye arı yuvası gibi zıvır zıvır konuşmalar bitmezdi. Hatta tartışmaya girer, bazen kavga ederlerdi.

Bir eli yağda, diğer eli balda olan çarşı sahibi neden bununla görüşmek istemiştir ki? Yoksa çarşıda çalışmak isteyenlerin sayısı çoktur. “Küçücük yerimden olmasam keşke” diye korkmuştu. Annesi de her gittiğinde, “Yavrum, zirvelere çıkarım diye düşünme!” diye ikna ederdi. Pantolon satan oğlu sanki çarşının en şerefli yerini elde etmiş gibi konuşurdu. Titrek hareketiyle büyük odanın içine girdiğinde yüzü kırmızı kesilen mavi gözlü beyefendi yerinden gülümseyerek kalktı.

“Gel kardeşim, buyrun! Sen benim kardeşimsin, sana göz diktim.”

Şaşkın şaşkın yüzüne bakıyordu. Çarşı sahibi kurt gibiydi, başından ayaklarına kadar süzdü.

“Selamünaleyküm!” dedi yeniden ne konuştuğunu bilmeden.

“Aleykümselam. Otur kardeş. Sakin ol. Pantolonu ne yapacaksın? Boş ver! Bugünden itibaren danışmanım ol. Kızımla birlikte… Hem çok paran olur.”

“Satamadığım malım var…”

Çarşı sahibi kahkahaya bastı:

“Kardeşim, güzel kardeşim, kimse pantalonsuz kalmaz, korkma. Başkasına veririz.”

Devran bu görüşmeden sonra zor ayıldı…

Yürürken adeta düşüyor ve kalkıyordu. Çarşıya doğru yürüyordu. Her gün bu yönde hareket ederdi. Fakat zayıf düşüren susuzluktu… Sokaktaki insanların boş konuşmalarını dinliyerek geçiyordu. Harfleri yutarcasına konuşan bir dede, uzun boylu oğluna kızıyordu.

“Geçen sene büyüttüğüm öküzü satıp seni okumaya verdim. Öğretmenlerin şikâyet ediyorlar, ‘Senin oğlun bir harf bile öğrenemedi’ diye. Bak şu işe… Oğlum Yargıtay olacak diye annen gece gündüz çalışıyor. Bizler eskiden kitapları ezberlerdik. Sılkıbay denen adımı kirlettin, köpek oğlu köpek!”

“Baba n’olur, yeter artık!” der oğlu…

Çarşı sahibinin iki danışmanından biri, satış yapan kadınların çarşı sahibinden sonra çarşıyı sahiplenecek dedikleri Sırğalı idi. Elma yüzlü, erkek tenli, çok hareketli kadındı. Gözlerinin rengi babasının koyu renginden değil, gök rengindendi. Yüz yüze karşılaşırsan eğer, gövdesinden yüzün görünmez olur.

O gün Alima, “Başkanım bizim suyumuzdan tatarsa, ne güzel olurdu,” diye gülümsemişti.

“Senin su kaynağına bayılırım ben,” demişti Devran büyük bardağı çevirerek. “Güneş her tarafı yakıyor. Sahi, yarın tiyatroya gidelim, olur mu? Güzel bir oyun varmış diye duydum.”

bannerbanner