Полная версия:
Zodyak Karşısında
Rehberim daha sonra beni yastıklar arasında bir yere oturttu ve bir süre dikkatlice ve cesurca yüzümü inceledi, ancak tavırlarında rahatsız edici ya da tehditkâr herhangi bir ifade yoktu. Bana karakterini ve belki de misafirinin düşüncelerini okumak istiyormuş gibi gelmişti. İncelemesi onu tatmin ediyor gibiydi. Sol elini uzattı ve benimkini kavradı, kalbinin üzerine koydu ve sonra elimi götürüp kendi göğsünün üzerine yerleştirdi. Daha sonra, anlamını tahmin edemediğim kelimelerle konuştu, ama ses tonu sanki beni sorguluyormuş gibiydi. En çok sorulması gereken soru karakterim ve nereden geldiğim ile ilgiliydi. Ona yine açıklamada bulundum ve tekrar yukarı baktım. Şüpheli veya şaşkın görünüyordu ve çizimin açıklamaya yardımcı olabileceği aklıma geldi; çünkü kabartmalar ve oymalardan, sanatın Mars’ta evrensel mükemmelliğe taşınmış olduğu açıktı. Bu nedenle, ilk etapta, Dünya’yı temsil eden bir daire çizdim, Güneş’in etrafındaki yörüngesini izledim ve Dünya’ya doğru yolunu belirten küçük bir mesafeye hilal şeklinde Ay’ı yerleştirdim. Rehberimin ifade etmeye çalıştığım şeyi anladığı belliydi, Dünya’nın biçimini bir hilal olarak, sık sık ana teleskopumdan baktığımda gördüğüm şekliyle işaretlediğimde daha net olarak algılamıştı. İlk çıkıştan son inişe kadar, yolculuğumun kabaca farklı aşamalarını gösteren taslaklar, gerçekliğim olmasa da rehberimin giderek daha fazla tatmin olduğunu gösteriyor gibiydi. Olduğum yerde kalmam için bana işaret etti ve odadan çıktı. Birkaç dakika içinde tarlalarda gördüğüm garip sincap benzeri hayvanlardan biri ile birlikte geri döndü. Yaratığın başparmağının olmadığını tahmin etmekte haklı çıkmıştım; ancak taşıma gücü bakımından şimdiye kadar çok az yaratıcılık gösterdiğimi fark etmiştim. Her bir bileğinde asılı duran küçük zincirler vardı ve bunlara çeşitli meyveler ve çeşitli malzemelerin tadımlık parçalarının konduğu bir tepsi asılıydı. Rehberim bu meyvelerden birini alarak, görünüşe göre gümüş olduğunu anladığım bir bıçakla kabuğunu kırmış ve sonrasında tadına bakmam için bana uzatarak, yemem için işaret etmişti. Görevli tepsiyi bir masaya koymuş, zincirleri çıkarmış ve ortadan kaybolmuştu; görünüşe göre kapıların açılıp kapanması, rehberimin zemindeki bazı yerlere ağırlığını vererek basması suretiyle gerçekleşiyordu.
Bana sunulan yiyecek gerçekten çok lezzetli ve çok farklı bir tada sahipti. Rehberim sert kabuklu meyvelerin üstünü nasıl kesebileceğimi, çok leziz olan aromalı meyve suyunu nasıl bir bardağa doldurmam gerektiğini anlattı, meyvenin tüm özü, Dünya üzerindeki bazı yarı yapılandırılmış kültivatörlerin aşina olduğu bir işlemle sıvı şuruba indirgenmişti. Yemeğimi bitirdikten sonra rehberim, ıslık çalarak görevliyi yeniden çağırmış, o da gelip tepsiyi götürmüştü. Efendisi ona aynı zamanda bir şey konusunda kesin emirler de vermişti, iki kez tekrarladığı kelimeleri sert bir tonlama ve ciddi bir ifadeyle söylemişti. Küçük yaratık, görünüşte bir zekâ belirtisi olarak başını eğdi ve birkaç dakika içinde bir kalem veya divit ve yazı malzemeleri gibi görünen şeylerle ve gümüş benzeri çok tuhaf bir kutu ile geri döndü. Kutunun bir tarafına, daire şeklinde bir kâseyle genişleyen kesik koniden oluşan bir çeşit ağızlık takıldı. Koninin daha geniş ve dış ucuna yaklaşık üç inç çapında bir zar veya diyafram gerildi. Kabın ağzına, diyaframdan iki veya üç inç uzakta, rehberim tek tek bir dizi eklemli ama tek sesli sesler çıkararak konuşmaya başladı: “â, a, aa, au, o, oo, ou, u, y” veya “ei” ile başlayıp (uzun), “i” (kısa), “oi, e” ile devam etmişti, daha sonra bunun dillerinin on iki sesli harfi olduğunu öğrendim. Böylece kırk farklı ses çıkardıktan sonra, enstrümanın arkasından altın yaprak gibi bir şey çekip çıkardı, üzerinde kıpkırmızı renkte çok garip eğriler ve açısal figürler vardı. Bunlara art arda işaret ederek sesleri sırayla tekrarladı. Söz konusu rakamların enstrümana söylenen sesleri temsil ettiğini ve kalemimi çıkarıp bunları not aldığımda, Roma alfabesinin her birinin eş değeri karakterini işaretlediğini, burada kabul edilmeyen ancak diğer Aryan dillerinden ödünç alınan bazı harflerle desteklendiğini ortaya çıkardım. Bunları yaparken rehberim beni ilgiyle izledi ve sonrasında onaylarmış gibi başını eğdi. İşte bu sayede onların temel dillerinin alfabesini -tam anlamıyla bir alfabe olmasa da aslında temsil ettiği vokal sesler tarafından üretilen harflerdi- ortaya çıkarabilmiştim! Ayrıntılı makineler, sadece hava titreşimleri tarafından izlenen kaba işaretleri değiştiriyordu; ancak her karakter, konuşulan sesin gerçek bir fiziksel türü, görsel bir imgesiydi; bir konuşmacının sesi, öfkesi, aksanı, cinsiyeti fonografik kayıtlardan tanımlanabiliyordu. Enstrüman, tabiri caizse, sesimin ve Esmo’nun sesinin altında yatan farklı imaları anlayabiliyordu ve onu tanıyanlar, onun ses tanım birimini, tıpkı benim dostlarımın el yazımı tanıdıkları gibi tanıyabiliyorlardı. Bu şekilleri ve hafızamdaki ilgili sesleri düzeltmek için bir süre çalıştıktan sonra rehberim pencereye doğru ilerleyerek beni iç bahçeye götürdü; tahmin ettiğim gibi burası evin etrafına inşa edilmiş merkezî bir avlu türüydü.
Evin yapısı buradan çok daha net biçimde görülebiliyordu. Bahsettiğim daire, galeriye bölünmüş binanın ön cephesindeydi, cephenin bir tarafında tüm odalar, ilk girdiğim odadaki gibi dış kasaya bakıyordu; diğer tarafta ise bahsi geçen iç bahçe ya da sütunlu avlu yer alıyordu. Bunların hemen arkasına düzenlenmiş olan bir dizi tekli oda kadınların ve çocukların kullanımına uygun biçimde ayarlanmıştı. Avlunun dışını kaplayan pencerelerin üzeri yarı saydam çatı malzemesinden inşa edilmişti. Yaklaşık 360 fit uzunluğunda ve 300 fit genişliğindeydi. Her iki uçta da tamamen çatı ile aynı malzemeden yapılmış odalar vardı, bunlardan biri ev hizmetinde ya da tarımsal işlerde kullanılan çeşitli kuş ve hayvanların malzemelerini, diğeri ise evlerde yaşayanların çeşitli ev eşyalarını istifledikleri depo görevini görüyordu. Bunların önünde, evin duvarlarıyla aynı malzemeden iki eğimli zemin, çatının birkaç bölümüne çıkmaya olanak tanıyordu. Avlu geniş beton yollarla dört bahçeye bölünmüştü. Her birinin merkezinde bir su havzası ve üzerinde bir çeşme vardı, bunun üzerindeki çatıda yirmi fit karelik bir açıklık bulunuyordu. Her bahçe, tabiri caizse, papatya köklerinden daha küçük olan ve İngiliz çimlerinden daha fazla toprağı kaplayan küçük bitkilerle örtülüydü. Bu bitkilerin de hepsi farklı renklerdeydi -zümrüt, altın ve mor- hepsi şeritler hâlinde düzenlenmişti. Bu çim, görünüşte başlıca favoriler olan hilal, daire ve altı gözlü yıldız gibi tüm şekillerden birkaç yatak oluşturacak biçimde bölmelere ayrılmıştı. Bu bölmelerin küçük olanları bir veya ikisi, farklı cinste birkaç çiçekle doldurulmuştu; daha büyük, farklı renklerde çiçekler genellikle dışarıdan merkeze doğru yükselen ve toprağın tek bir aralıkta görülmesine izin vermeyen desenlerle yerleştirilmişti. Renklerin ve renk tonlarının karşıtlığı takdire şayan bir şekilde sıralanmıştı; çiçeklerin boyutu, formu ve yapısı harika çeşitlilikte ve zarif bir güzelliğe sahipti. Gümüş ve altının kesin tonları sıktı ve özellikle tercih edilmişti. Her bahçenin her köşesinde içi boş bir gümüş sütun vardı, muhteşem boyut ve güzellikteki çiçekler ile çeşitli sarmaşıklar ve çiçeklerinki kadar çarpıcı tonların yeşillikleri, bahçeyi yürüyüş alanlarından ayırmak için inşa edilmiş olan süslü kemerlerin tepelerini muazzam bir şekilde sarmıştı. Her havuzda, renk parlaklığı ve biçim güzelliği dünyevi denizlerde veya nehirlerde gördüğüm her şeyi aşan görsellikteki balıklarla doluydu.
Dört çapraz yolun birleştiği alanda, odamdakilere benzer şekilde yastıklar ve desenli yumuşak bir dokuma halı ile kaplı geniş bir alan vardı. Birkaç bayan, ailenin başı onlara doğru yaklaşınca uzandıkları yerden kalktılar. Hanımı gibi davranan ve genç arkadaşlarından bazılarına benzeyen biri, yani ailenin annesi, kafasına bir tür altından yarım açık bir kask takmıştı ve bunun üzerinde, beline kadar uzanan, koyu kırmızı bir örtü vardı, görünüşe göre başını ve boynunu gizlemenin dışında, güneşten korumak için tasarlanmıştı. Yüzü kısmen açığa çıkıyordu. Renk ve belirli süslemeler ve eklemeler dışında hepsinin kıyafeti aynıydı. Muhtemelen iç çamaşırı giymeyi çok az tercih ediyor olmalıydı. Kollarının derisi hiçbir suretle görünmüyordu, en kaliteli Parisli çocuk eldivenlerine benzeyen, ancak çok daha yumuşak ve daha ince dokunmuş hassas bir malzemeden yapılma kollukları vardı. Hepsinin dışında, üzerlerinde neredeyse belli bir şekli olmayan, bedenlerinin doğrudan şeklini almış, geniş bantları sayesinde, omuzlarından mücevherli bir tokayla üzerlerinde asılı gibi duran bir elbise giyiyorlardı, boyu neredeyse ayak bileklerine kadar uzanıyor ve bellerine taktıkları aksesuarla toplanıyordu. Bu giysi onların boynu, omuzları ve göğüslerinin üst kısmını açığa çıkarıyordu; ancak başlarının üzerindeki peçe kafalarını tam olarak kapatmasa da yuvarlak yüz hatlarının etrafını tamamen sarıyor ya da sadece iki ayrı şerit hâlinde kulaklarının arkasından sarkıyordu, hepsinin kıyafetleri Avrupalı erişkin ve gençlerin “düşük kalite” dedikleri tarzdan kumaşlarla yapılmış olmasına rağmen, tasarımı onları çok daha süslü hâle getirmeyi başarmıştı. Ayak bilekleri ve ayaklar tamamen çıplaktı, ayak parmakları için işlemeli kadife kaplamalı sandaletler ve ayak bileklerinin etrafına bağlanmış gümüş bantlar vardı. Aralarındaki en yaşlı hanımefendi, ince ancak çok hafif ipeksi bir görünüme sahip olan kumaştan yapılma, soluk yeşil bir elbise giyiyordu. Üç genç bayan, birbirlerine benzer renkte pembe renkten kıyafetleri giymişlerdi, gümüş başlıkları ve peçeleri, gözleri dışında her şeyi gizliyordu. Tüm bunların, aynı kumaştan eldivenlerle biten bileğe uzanan kolları vardı. İki genç kız, beyaz tülbent benzeri kumaştan birer elbise giymişlerdi, her ikisinin de kulaklarının üzerinde bağladıkları, gümüş rengi çok hafif tülbent bezinden peçeleri vardı; kolları neredeyse omuzlarından birkaç santim aşağıya kadar çıplaktı; parlak yumuşak yüzleri ve arkalarına serbestçe düşmüş, burada ve orada neredeyse görünmez gümüş tokalar veya bantlarla zarif bir düzende toplanmış uzun saçları tamamen ortaya çıkarılmıştı. “Bekâr bir kızın…” derdi atalarımız. “Zarafetinden en iyi şekilde yararlanılabilmelidir; bir eşin güzelliği efendisinin münhasır hakkıdır.” Rehberimin kızları olan bu genç kızlardan biri, babasından miras kalan zengin, yumuşak, kahverengi saçlarını neredeyse tüm bedenini örtecek kadar serbest bırakmıştı, saçları üzerine yansıyan ışığın altında altın rengi ışıltılar saçıyordu. Koyu menekşe rengi gözleri, kopkoyu gür kirpiklerle gölgelenmişti, kirpikleri öylesine uzundu ki gözlerini kapattığında her iki yanağının üzerinde gayet belirgin birer gölge oluşturuyorlardı. Diğer genç kızın saçları, tıpkı annesi olduğunu düşündüğüm kadınınki kadar açık renkteydi -muhtemelen onunki de olgunlaşma çağına girdiğinde altın sarısı rengini alacak olmalıydı- ve sanırım bu mavi ya da gri göz rengi, bu ırkın en büyük karakteristik özelliğiydi. Rehberim, hanımıyla iki ya da üç kelime konuşmuş, zarif bir el hareketiyle beni işaret etmişti, o da saygılı bir ifadeyle başını eğerek, elini daha önce rehberimin yaptığı gibi kalbinin üzerine koymuştu. Diğerleri de onun arkasından, başlarını eğerek selamlamaya benzer bir harekette bulunmuşlardı, hemen ardından da rehberim ve ben oturduktan sonra hepsi yerlerine geçerek oturmuşlardı. Genç bayanlardan biri sol eliyle düzenlediği bir yastık grubunun yanına oturmam için işaret etmişti, bu zamana kadar onların sol ellerini kullandıklarını çok nadir görmüştüm, geleneksel olarak bizim de şeref konuklarımıza sol tarafımıza oturtarak ağırlamamız gibi muhtemelen onlar da aynı düşünceye sahip olduklarından sol tarafı tercih etmişlerdi.
Avlunun başka bir bölümünde üç ya da dört çocuk oyun oynuyorlardı. Bir istisna dışında hepsi, son derece güzel ve sağlıklı görünüyordu, biçim ve hareket açısından kendi dünyamızdaki en mutlu ve en güzel çocuklardan kesinlikle daha az zarif değillerdi. Ses tonları yumuşak ve nazikti ve birbirlerine karşı davranışları da oldukça kibar ve düşünceliydi. Aralarında bulunan talihsiz bir yaratık, her bakımdan diğerlerinden farklıydı. Biraz aksıyor, garip olmaktan ziyade biçimsiz bir bedene sahip gibi görünüyordu ve kötü sağlığından dolayı hem kötü hem de öfkeli bakışları vardı. Onun konuşma tarzı da diğerlerine göre farklıydı, ses tonu huysuz, keskin ve sert, eylemleri ise fazlasıyla kaba ve aceleciydi. Onun bu tavırlarını, annesinin hastalıklı çocuğu olarak fazlasıyla hassas yetiştirilmesinden kaynaklı, bedensel biçimsizliğini baskılamak için geliştirmiş olduğu karakterine bağlamıştım. Onları kısa bir süre izleyerek, küçük yaratığın, kötü huylu, aşırı şımartılmış, doğuştan itibaren kötü yönetilen bir ailenin özelliklerini tüm hareketlerinde tekrar tekrar sergilediğini gördüm; sürekli olarak diğerlerinin oyuncaklarını ellerinden çekip alıyor, ara sıra onları tokatlıyor ya da sıkıştırmaya çalışıyordu. Ancak diğer çocuklar, canları ne kadar yansa da ya da ne kadar sinirlenseler de ona karşı hiçbir suretle kötü davranmıyorlar ya da ona karşılık vermiyorlardı. Kaprisleri artık dayanılmaz hâle geldiğinde arkadaşlarının çoğu geri çekilmişti; buna rağmen, çocuk hiçbir şekide hareketlerinden, ses tonundan ya da davranışlarından geri adım atmamıştı.
Gün batımından hemen önce, genç bir adam saygılı bir selamlamayla yanımıza gelmiş ve rehberimin önünde durarak, efendisinin kısık sesle söylediği sözleri dinlemeye başlamıştı; ailenin reisi kısa bir cümleyle ona bir şeyler söyledikten sonra, genç adam bir işaret yaparak sincap benzeri hayvanlardan ikisine dönmüş ve “ambau” diyerek onların kendisini takip etmesini sağlamıştı. Daha sonra bu yaratıklar mekiğimde kalan, küçük nesnelerden çoğunu içeren iki büyük sepet ya da altından örme fileleri bana getirmişlerdi. Bunları boşaltarak, gardırobumun tamamını ve amaçladığım hediyeler, kitaplar ve çizimlerden oluşan kişisel eşyalarımı, duvarlara sabitlenmiş raflara yerleştirmeye başladığımda, yaratıklar birkaç sepet daha getirmişlerdi. Gemimin hasar almamasına ya da parçalarına ayrılmamasına büyük özen gösterilmişti. Aslında geminin demirbaşlarından hiçbirini getirmemişlerdi ve getirilen eşyaların da hiçbiri ne kırılmış ne de hasar görmüştü. Onları tahsis etme niyetine veya fikrine sahip olmadıkları da aynı şekilde açıktı. Zarif bir ev sahibi olarak rehberim beni zahmete sokmamak için yeryüzünden gelmiş olan konuğunun eşyalarını ayağına kadar getirtmiş ve düzgünce teslim ettirmişti. Bu davranışlarından dolayı onlara teşekkür etmek amacıyla getirmiş olduğum oyuncaklar ve süslemelerden en değerli olanlarını hediye olarak rehberime sundum. En küçük ve en az değerli olanlardan birini kabul etti ve geri kalanını teklifimi reddetmekten ziyade ne olduklarını anlamadığından almaktan kaçındı. Eşyaları bana getiren kişi de aynısını yaptı. Sonrasında, rehberimin ellerine en seçkin mücevherlere dolu olan kutuyu yerleştirerek bunları hanımlara sunması için işaret ettim. Yaşlı hanımlar da rehberimin hareketini taklit ederek, kemerlerini süsleyecek ve elbiselerinin askılarını bağlayacak ya da peçelerini tutturabilecekleri muhteşem mücevherlerden çok daha az güzellik ve değere sahip bir veya iki zevkli kadınsı süslemeyi nezakete kabul ettiler. Beyaz elbiseli genç kızlar, kutu onların ellerine teslim edilene kadar utangaç bir şekilde geride kaldılar, her biri hanımlarının izniyle bazı küçük altın veya gümüş madalyon ya da zinciri seçtikten sonra her biri seçmiş oldukları hediyeleri, minnetlerini ve memnuniyetlerini bildirmek istermiş gibi doğrudan kıyafetlerinin üzerinde taşımaya başladılar. Vermiş olduğum böylesine değerli şeylerin onlar açısından ne kadar değersiz olduğunu gördüklerimden anlamış ve daha sonra bunu neden yaptıklarının tamamen farkına varmıştım. Akşamın gölgeleri düşmeye başladığında, çeşmelerin akışı kesilmişti, daha önce yanımıza gelmiş olan genç adam çatıdaki açıklıkları kapatmak için elektrik düğmesine basmıştı ve son olarak, küçük bir kolu döndürerek parlak bir ışığın tüm bahçeye ve kapılardan içeri açılan odalara yayılmasına neden olmuştu. Aynı zamanda daha sıcak bir hava yavaş yavaş binanın iç kısmına yayılmaya başlamıştı. Hepimiz yastıklar üzerinde uzanmaya devam ettiğimiz sıra, küçük tepsiler içerisinde yeniden yemek servisi yapılmış; bunun ardından da hanımlar dinlenmek için odalarına çekilmişti ve son olarak rehberim beni de odama bıraktıktan sonra, kendisi de dinlenmek için yanımdan ayrılmıştı. Efendisinin emriyle bu eşyaların odama taşınmasını sağlayan genç beyefendi; Kevima yönetiminde, kitaplarım ve eskizlerimin yanı sıra, dünyamızın yaşamını ve manzarasını tanımlamamda bana yardımcı olması için seçtiğim popüler baskıların portföyleri, gardırobum ve raflarımdaki eşyalarım, düzgün bir şekilde odama getirilmiş ve yerleştirilmişti. Portfolyolar bana zaman zaman rehberimin ailesiyle hoş bir ilişki ve kendi dillerinde rahatça konuşabilmemiz için bazı araçlar sunuyordu. Çocuklar, hiçbir zaman şımarıkça davranmadan ya da huzursuzluk çıkarmadan sık sık odama gelerek onlara hoşça vakit geçirmek için çıkarmış olduğum baskılara bakıyorlardı. Bayanlar, özellikle küçüklerin özel koruyucusu gibi görünen menekşe gözlü genç kız da onlara bakmak ve dinlemek için bana doğru yaklaşıyorlardı. Genç kız, odaya hiç girmemiş ya da doğrudan bana hiç hitap etmemiş olsa da kendisinden çok daha genç olan diğerlerine yapmaya çalıştığım kırık dökük açıklamalarımın anlaşılabilmesi için bana yardımcı oluyordu. Çocuklarla vakit geçirmekten gerçekten zevk alıyordum ve böylece özgüvenim de artıyordu, ancak onlar benimle aynı duyguları paylaşmıyorlardı çünkü kız kardeşlerinin ağzından, uzaydan gelen farklı alışkanlıklara ve karaktere sahip olduğu kadar, kendilerine çok tuhaf ve çok uzak bir varoluş sergileyen birini dinlemekten çekiniyorlardı. Belki de bu genç kız, onların nazik yönetimine karşın, dünya yaşamına saygılı olan ailenin diğer üyelerinden, kara ve su, hava ve uzaydaki kendi maceralarımdan daha fazlasını öğrenmek istiyor olabilirdi. Çünkü çocukların özgürlüğünü paylaşacak kadar çocuk olmasa da duyduklarını hemen hafızasına kazıyordu; akşam toplantılarımız sırasında, babası ve erkek kardeşi tarafından dillerini öğrenmek için aldığım dersleri sessizce dinliyordu. Bu nedenle, kendisini derinden ilgilendiren bilgileri edinme konusunda çifte fırsatlara sahipti ve bu bilgiler kendisine doğal olarak çok yeni ve varlığını kanıtladığı mucizelerin en harikası olan biri tarafından iletiliyordu. Anlattıklarımdan ya da söylediklerimden ne kadarını anlıyordu, tam olarak bilemiyordum. Annesi dışında, bayanlar çocuklarla konuşmamda doğrudan yer almıyordu ve çok nadiren, rehberim aracılığıyla, akşam bizi bir araya getirdiğinde çekingence birkaç soru soruyorlardı. Genç kızlar, teorik ayrıcalıklarına rağmen, yaşlılarından bile daha fazla ayrılmıştı ve koyu saçlı Eveena en sessiz ve utangaç olanıydı. Sonradan öğrendim ki hane halkı hanımları ile ilişki ayrıcalığı, olduğu gibi kısıtlanmış, tamamen istisnai bir durumdu ve bu ailede kesinlikle gerekli güvenlik sağlanmadığı sürece evden kimsenin çıkmasına izin verilmiyordu.
BÖLÜM V
DİL, YASALAR VE YAŞAM
Bana karşı çok büyük nezaket ve kibarlık göstermelerine rağmen, kısa süre sonra en azından şu an için bir mahkûm olduğumu anlamama neden olacak birkaç durumun farkına vardım. Ev sahibim ya da oğlu beni her gün dış bölümü ziyaret etmem için davet ediyordu ancak kasıtlı olarak orada yalnız kalmama müsaade edilmiyordu. Bir keresinde Kevima çağrıldığı için yanımdan uzaklaştığında, kapıya doğru yürüme girişiminde bulunmuştum, ev sahibimin çatıda oynayan en küçük çocuğu hemen arkamdan koşmuş ve henüz ayağımı dışarı atma fırsatı bulamadan kapıyı kavramış olan elimden beni yakalamıştı ve yüzüme öylesine bir bakış atmıştı ki bakışları ve mimikleriyle ifade ettikleri oldukça açıktı, bir anda herhangi bir itirazda bulunmadan ve direnmeden eve geri dönmek zorunda kalmıştım. Orada geçirdiğim zamanın büyük bir kısmında, aslında çok fazla yorgunluk çekmeden kendimi sadece onların dilini öğrenemeye adayabiliyordum. Bu, tahmin edilenden çok daha basit bir işti. Kısa süre içerisinde, herhangi bir dünyevi dilden farklı olarak, bu insanların dillerinin geçmişten geleceğe eğitilerek gelmediğini aksine kendi ihtiyaçları doğrultusunda yaratıldığını anlamıştım. Hafızayı mümkün olduğunca zorlamayacak ve büyük bir sadelikle, kasıtlı olarak belirlenmiş ilkeler üzerine inşa edilmişti. İstisnalar, usulsüzlükler ve birkaç gereksiz ayrım yoktu; kelimeler o kadar bağlantılı ve ilgili olsa da birkaç basit gramer biçiminin ve belirli sayıda kökün işlekliği, yeni bir kelimenin anlamını tahmin etmenizi ve rahatlıkla emin olmanızı sağlıyordu. Fiilin altı zamanı vardı, köke ünsüz eklenerek oluşturuluyor ve çoğul ve tekil, erkek ve dişi olmak üzere altı kişiliğe sahip olunuyordu.
Tekil. | Erkek | Dişi || Çoğul.| Erkek | Dişi |
Ben | avâ | ava ||Biz | avau | avaa
Sen olduğunda | avo | avoo || Siz olduğunda | avou | Avu
O | avy | ave || Onlar | avoi | avee
Sonlandırmalar, her biri on iki sesli harf karakterinden biri ile temsil edilen ve açıklanmayan isimler gibi kadınsı ve erkeksi, tekil ve çoğul olan üç zamirdi. Bir fiilin yalın hâli hemen takip ettiğinde, çoğul eki, kulağa hoş gelmesi istenmedikçe genellikle bırakılıyordu. Bu yüzden “bir adam kavga eder” dendiğinde “dak klaftas” deniyordu, ancak geçmiş zaman kullanılacak olursa çoğul eki kullanılmadan “dakny klaftas” deniliyordu. Geçmiş zaman n (avnâ: “Ben oldum.”), gelecek m: avmâ eklenmesi ile oluşuyordu. Emir kipi, avsâ; birinci kişide belirleme veya çözme için kullanılıyordu; avsâ, “ben olacağım” anlamına gelen kalıcı bir tonda konuşulurken, avno, tonlamaya göre sığ olsun ya da olmasın “olmak” ya da “olacaksın” anlamına geliyordu. R, koşulu oluşturuyor, avrâ ve koşullu geçmişi ren, avrenâ olarak değişiyordu: “Ben olmalıydım.” Pasif bir sese duyulan ihtiyaç, zamiri suçlayıcıya yerleştirmenin basit yöntemiyle önleniyordu; böylece, dâcâ “vuruyorum”, dâcal (bana vuruluyor) “vuruldum” anlamına geliyordu. Sonsuzluk avi; avyta, “varlık”; avnyta, “sahip olmak”; avmyta, “olmak üzere” olarak kullanılıyordu. Bunlar, altı şekli olan isimler gibi reddedilebiliyordu, â, o ve y’deki eril, a, oo ve e’deki dişil; çoğullar tam olarak fiilin çoğul eklerinde olduğu gibi oluşturulmaktaydı. Sadece kelime kökü, adın bir fille hiçbir bağlantısı olmadan kullanıldığı yerlerde, dünyadaki her dilde olduğu gibi kullanılabiliyordu. Böylece, rehberim sincap maymunlarına ambau (tekil ambâ) adını vermişti; ancak kelime şu şekilde değişebiliyordu:
–Tekil. Çoğul.
Nominal, ambâs ambaus
İsmin i hâli, ambâl ambaul
İsmin de hâli, da ya da içinde, Ambân ambaun
İsmin den hâli, ambâm ambaum
Diğer beş form da aynı şekilde değişiyordu, sadece son hecenin sesli harfleri farklıydı. Sıfatlar da isimler gibi değişiyor, fakat karşılaştırmalı ya da üstünlük derecesi olmuyordu; birincisi, yoğun heceli “ca” ön eki ile ifade edilirken, ikincisi, ela öneki tarafından kullanıldığında (nadiren) Wellington’un Grace’i The Duke’ün mükemmellik olarak adlandırıldığı, empatik bir anlamı işaret ediyordu. Edatlar ve zarflar t veya d ile bitiyordu.
İsmin her formunun, kural olarak, aynı kökün fiiliyle özel ilişkisi vardı: böylece dâc’ten, “grev”, dâcâ, “silah” veya “çekiç” ten türetiliyordu; dâca, “örs;” dâcoo, “darbe” veya “dayak” (alındığı gibi) ve dâke “dövülmüş bir şey”, her ikisi de dişiydi. Altıncı form, dâky, eril, bu durumda uygun bir anlam ifade etmez, istenmez ve kullanılmazdı. Bireysel harfler veya heceler, bir köke yeni ve hatta çelişkili anlamlar vermek için büyük ölçüde birlikte kullanılırdı. Böylece n, Latin’deki gibi “nüfuz etme”, “doğru hareket” veya basitçe “bir yerde kalma” ya da yine “kalıcılık” anlamına geliyordu. M, Latin ab veya ex gibi “hareketi” belirtiyordu. R, “belirsizliği” veya “eksikliği” ifade eder ve bir ifadeyi bir soruya veya göreceli bir zamiri sorgulamadan birine dönüştürmek için kullanılırdı. G, Yunan a veya anti gibi genellikle “muhalefet” veya “olumsuzlama” anlamına gelir; ca, yukarıda belirtildiği gibi yoğun ve örneğin, âfi’yi, “nefes almayı,” câfi’ye, “konuşmak” olarak dönüştürmek için kullanılırdı. Cr kendi başına bir nefret veya tiksinti kesişmesiydi; bileşimde sapma veya yıkımı gösteriyordu: böylece crâky “nefret” anlamına gelir; crâvi, “hayatın yıkımı” ya da “öldürmek” demek oluyordu. L çoğunlukla pasifliği gösteriyordu, ancak kelimedeki yerine göre farklı etkiye sahipti. Böylece mepi “hükmetmeyi”; mepil, “yönetilecek;” melpi, “kendini kontrol etmek”; lempi, “itaat etmek” anlamına geliyordu. Köklerin kendileri, ana ünlü veya ünsüzün bir modifikasyonu ile yani orijinali yakından ilişkili biriyle değiştirerek modifiye ediliyordu. Böylece avi, “var”; âvi, “ol”, bu ya da bu olmanın olumlu anlamında; afi, “canlı”; âfi, “nefes al” oluyordu. Z küçültme ekiydi; zin, “ile”, genellikle zn, “kombinasyon”, “birlik” olarak kısaltılıyordu. Dolayısıyla znaftau “bir araya getirilenler” veya “kardeşler” anlamına geliyordu.