Полная версия:
Robin Hood
“Günaydın neşeli dostum.” dedi Robin. “Bu güzel sabahta pek neşeli görünüyorsun.”
“Evet, öyleyim.” dedi neşeli kasap. “Hem neden öyle olmayayım ki? Sağlığım sıhhatim yerinde. Üstelik Nottinghamshire’ın en güzel kızı ile birlikteyim. Ve son olarak, önümüzdeki perşembe günü güzel Locksley kasabasında onunla evleniyorum.”
“A-ha!” dedi Robin. “Locksley kasabasından mı geliyorsun? O kilometrelerce ötedeki güzel yeri iyi bilirim; oradaki her çalıyı, çakıllı dereleri ve hatta oradaki bütün parlak küçük balıkları iyi tanırım. Çünkü ben de orada doğup büyüdüm. Peki, şimdi etini almış nereye gidiyorsun, benim güzel dostum?”
Kasap: “Sığır ve koyun etimi satmak için Nottingham kasabasındaki pazara gidiyorum.” diye cevap verdi. “Peki, sen kimsin ki Locksley kasabasından geliyorsun?”
“Ben bir dağ gezginiyim, insanlar bana Robin Hood der.”
“Ah, kutsal Meryem adına!” diye bağırdı kasap. “Adını iyi biliyorum, yaptıklarının hem şarkılarda geçtiğini hem de konuşulduğunu birçok kez duydum. Ama Tanrı aşkına, benden bir şey alma! Ben oldukça dürüst bir adamım, şimdiye kadar ne bir erkeğe ne de bir kadına haksızlık etmişliğim var; size hiçbir zararım olmadığı gibi lütfen sizin de bana zararınız olmasın efendim.”
“Hayır, tabii ki Tanrı korusun.” dedi Robin. “Ben senin gibilerden bir şey almam neşeli dostum! Senden bir metelik bile almam çünkü senin gibi iyi kalpli Saksonları çok severim, özellikle de Locksley kasabasından geliyorsa ve üstelik gelecek perşembe günü güzel bir kızla evlenip ona sahip olacaksa. Ama gel, bana etini, atını ve arabanı kaça satacağını söyle.”
Kasap:
“Et, araba ve kısrağı dört mark karşılığında veririm.” dedi. “Ama bütün etimi satamazsam dört mark olmaz.”
Bunun üzerine Robin Hood, kuşağından bir kese çıkardı ve:
“İşte bu kesede tam altı mark var. Şimdi bir günlüğüne kasap olmak ve Nottingham kasabasındaki pazarda et satmak istiyorum. Benimle bir pazarlık yapıp kıyafetini de altı mark karşılığında bana verir misin?”
“Bütün azizlerin bereketi senin şu dürüst başına yağsın!” diye bağırdı kasap, sevinçle. Hemen arabasından atlayıp Robin’in uzattığı keseyi aldı.
“Ah, yapma.” dedi Robin, yüksek sesle gülerek. “Birçok kişi beni sever ve iyi dualar eder ama çok azı bana dürüst der. Şimdi sevgilinin yanına dön sevgili dostum ve ona benden güzel bir selam söyle.”
Böyle diyerek kasap önlüğünü giydi ve arabaya atlayıp dizginleri eline aldı; ormanın içinden Nottingham kasabasına doğru yola çıktı.
Nottingham’a geldiğinde, pazarın kasaplar için ayrılan bölümüne girdi ve bulabildiği en iyi yere tezgâhını kurdu. Sonra tezgâhını açtı ve etini güzelce üzerine yaydı. Satırını ve çelik bıçağını alıp birbirine vurarak neşeli, yüksek bir sesle şarkı söylemeye başladı:
Gel, en güzel eti benden al;Üç peni değerindeki etiBir peniye satıyorum, gel!Bir kuzu etim var ki güzel akarsu kenarlarında yetişenNergis ve tatlı menekşelerden başka bir şeyle beslenmeyenBir dişi koyunun emzirdiği.Bir sığır etim var ki en bereketli çalılıklardan otlanan;Koyun etim var yemyeşil vadilerde karnını doyurmuşVe bir de dana etim var kiAnnesinin bir nedime alnı gibiBembeyaz sütüyle beslenmiş.Bu yüzden, gelin bayanlar baylar, gelin!Etinizi benden alın.Üç peni değerindeki et bir peni,Böyle fiyat görülmedi!Böyle bağırırken etrafı kalabalıklaşmaya başladı. Herkes hayret içinde dinlerken Robin neşeyle bağırmaya devam etti. Sonra bu sözlerini bitirdiğinde, çeliği ve satırı daha da yüksek sesle şakırdatarak tekrar bağırdı:
“Şimdi kim satın almak ister? Söyleyin kim alacak? Dört farklı fiyat tarifem var. Üç penilik eti zengin keşiş ya da rahiplere altı peniye satarım çünkü onları sevmem ve paralarını da istemem. Varlıklı belediye meclis üyelerinden üç peni alırım çünkü alıp almamaları benim için pek de önemli değil. Olgun hanımlar için üç penilik etlerimi bir peniye satarım çünkü onları severim. Ama iyi kalpli bir kasaptan hoşlanacak güzel bir genç kızdan etimin karşılığında minik bir öpücükten başka bir şey istemem çünkü en çok onları severim.”
Bu sözleri duyan herkes daha da hayretle bakıp gülüşmeye başladı. Çünkü Nottingham kasabasında böyle bir satış daha önce hiç duyulmamıştı. Satın almaya geldiklerinde, Robin’in etleri gerçekten de söylediği gibi sattığını gördüler. İyi kalpli bir eşe ya da kadına, başka bir yerde üç peniye alabileceği eti bir peniye veriyordu. Dul ya da fakir bir kadın ona geldiğinde ise etini bedavaya veriyordu. Ancak neşeli ve güzel bir genç kız gelip ona bir öpücük verirse eti için bir peni bile almazdı. Gözleri bir yaz günündeki gökyüzü kadar mavi olduğu ve her müşterisine tam ölçü vererek etrafına neşe dağıttığı için tezgâhına birçok kişi geldi. Böylelikle etini o kadar hızlı sattı ki yakınında duran hiçbir kasap hiçbir şey satamadı.
Pazardaki diğer kasaplar aralarında konuşmaya başladılar. Bazıları: “Bu adam mutlaka arabayı, atı ve eti çalan bir hırsız olmalı.” dedi. Ama diğerleri: “Hayır olamaz, mallarını bu kadar rahat ve neşe içinde paylaşan bir hırsızı ne zaman gördünüz? Bu adam babasının topraklarını satmış ve parası olduğu sürece neşe içinde yaşamak isteyen bir mirasyedi olmalı.” dediler. Bu sonuncu fikre katılanlar daha fazla olunca, ötekiler de tek tek bu düşünceyi mantıklı buldular.
Sonra kasaplardan bazıları onunla tanışmak için yanına geldiler. “Gel kardeşim.” dedi hepsinin başı olan biri. “Hepimiz aynı meslekteniz, bizimle yemeğe gelmek ister misin? Şerif bugün tüm Kasap Loncası’nı Lonca Salonu’nda kendisiyle birlikte ziyafet etmeye çağırdı. Orada bol bol yiyecek ve içecek var; mutlaka hoşunuza gidecektir, yoksa yanılıyor muyum?”
Neşeli Robin: “Bir kasap dostumu geri çevirmek olur mu hiç.” dedi. “Tabii ki sizlerle birlikte yemeğe giderim, benim sevgili kardeşlerim. Elimden geldiğince çabuk toparlanırım.”
Bunun üzerine, tüm etlerini sattıktan sonra tezgâhını kapattı ve birlikte büyük Lonca Salonu’na gittiler.
Şerif, birçok kasap içeri girerken, çoktan oradaydı. Robin ve yanındakiler ise o sırada Robin’in anlattığı neşeli bir şakaya gülerek içeri giriyorlardı. Şerif’in yanındakiler kulağına eğilerek fısıldadılar:
“Şuradaki herif, delinin teki. Bugün bir peniye, bizim üç peniye satabileceğimizden daha fazla et sattı. Üstelik hangi neşeli genç kız ona bir öpücük verdiyse hiç para almadan ona et verdi.”
Diğerleri de şöyle dedi:
“Bu adam kesin, topraklarını altın ve gümüş karşılığında satmış, şimdi de hepsini neşeyle harcamak isteyen bir savurgan.”
Bunları duyan Şerif, Robin’i kasap giysisi içinde tanımadan yanına çağırdı ve sağ yanına oturttu. Çünkü zengin ve genç mirasyedileri severdi. Özellikle de o mirasyedinin kesesini, kendi kutsal kesesine indirebileceğini düşündüğü zaman. Bu yüzden Robin’e çok kıymet veriyor, onunla diğerlerinden daha çok gülüyor ve konuşuyordu.
Sonunda yemek servise hazırdı ve Şerif, Robin’e şükran duası etmesini söyledi. Bunun üzerine Robin ayağa kalktı ve şöyle söyledi:
“Tanrı hepimizi kutsasın, bu evde her zaman taze et ve dolu bir çuval olsun. Tüm kasaplar da benim kadar dürüst adamlar olsun, bu hep böyle gitsin.”
Bu sözlere herkes kahkahalarla güldü, en çok da Şerif güldü çünkü kendi kendine: “Bu gerçekten de saf bir mirasyedi. Belki de bu aptalın sağa sola savurduğu paranın bir kısmını kendi keseme boşaltabilirim.” dedi. Sonra Robin’e yüksek sesle:
“Sen ne kadar neşeli bir genç delikanlısın, seni çok sevdim.” dedi ve Robin’in omuzuna vurdu.
O an Robin de yüksek sesle güldü. “Evet.” dedi. “Neşeli delikanlıları sevdiğinizi biliyorum. Çünkü neşeli Robin Hood’u atış müsabakasına davet edip ona atışları için parlak, altın bir ok vermiştiniz değil mi?”
Bunun üzerine Şerif ve tüm kasap loncası ciddileşti. Öyle bir sessizlik oldu ki Robin’den başka kimse gülmedi, yalnızca bazıları birbirlerine sinsice bakışlar attı.
“Hadi, bize biraz içki koyun artık!” diye bağırdı Robin. “Geçici vaktimizi neşeli geçirelim derim. Sonuçta insan topraktan ibarettir; iyi kalpli Swanthold’un da dediği gibi, insanın yalnızca solucanlara yem olana kadar burada yaşayacak bir süresi vardır. O yüzden hayat neşeli geçsin. Hayır, dudağınızı bükmeyin lütfen, Bay Şerif. Kim bilir belki de daha az içki içip göbeğinizdeki yağlardan ve beyninizdeki uyuşukluktan kurtulursanız Robin Hood’u yakalayabilirsiniz. Neşeli ol, dostum.”
Bu sözlerden sonra Şerif yine güldü ama bu şakadan hiç de hoşlanmış gibi değildi. Kasaplar kendi aralarında şöyle dediler: “Daha önce hiç bu kadar çılgın ve yürekli bir delikanlı görmedik. Şerif’i kesin delirtecek.”
“Şimdi, kardeşlerim!” diye bağırdı Robin. “Yalnızca neşeli olun! Hayır, hayır! Sakın kuruşlarınızı saymayın çünkü iki yüz paunda mal olsa bile bu ziyafeti ben ödeyeceğim. Kimse dudağını büküp kesesini kontrol etmesin. Çünkü yemin ederim ki ne bir kasap ne de Şerif bu ziyafet için tek kuruş bile ödemeyecek.”
“Sen gerçekten oldukça neşeli birisin.” dedi Şerif. “Paranı bu kadar rahat harcadığına göre çok sayıda boynuzlu hayvanın ve birçok arazin olmalı.”
“Evet, var.” dedi Robin, yine yüksek sesle gülerek. “Benim ve kardeşlerimin beş yüz ve daha fazla boynuzlu hayvanı var. Hiçbirini satamadık, yoksa kasap olamazdım. Toprağıma gelince, kâhyama arazimin kaç dönüm ettiğini hiç sormadım.”
Bunun üzerine Şerif’in gözleri iyice parladı ve kendi kendine kıkırdadı. “Ah, iyi kalpli genç.” dedi. “Eğer sığırlarını satın alacak birini bulamadığın için satamadıysan bu adam ben olabilirim. Çünkü neşeli gençleri pek severim ve böyle birine hayat yolunda yardım etmek isterim. Şimdi boynuzlu sığırların için ne kadar istiyorsun?”
“Şey.” dedi Robin. “En az beş yüz paunt ederler.”
“Hayır.” diye cevap verdi Şerif yavaşça ve sanki kendi içinde hesap yapıyormuş gibi. “Seni sevdim ve sana yardımcı olmak isterim. Ama beş yüz paunt büyük bir miktar; ayrıca yanımda o kadar yok. Yine de hepsi için sana üç yüz paunt veririm, hem de altın ve gümüş olarak.”
“Seni yaşlı cimri!” dedi Robin. “Bu kadar boynuzlu sığırın yedi yüz paunt hatta daha fazla edeceğini ve bunun bile onlar için çok az olduğunu gayet iyi biliyorsun. Ama yine de kırlaşmış saçların ve bir ayağın mezarda hâlinle taze bir delikanlının saflığı üzerinden ticaret yapmaya kalkıyorsun.”
Bunun üzerine Şerif, Robin’e ters ters baktı. “Yapma.” dedi Robin. “Bana ağzında ekşimiş bira varmış gibi bakma lütfen, dostum. Teklifini kabul edeceğim çünkü benim ve kardeşlerimin gerçekten paraya ihtiyacı var. Neşeli bir yaşam sürüyoruz ve kimse tek kuruşu olmadan neşeli bir yaşam süremez; bu yüzden pazarlığı burada kapatıyorum. Ama yanında üç yüz paundu getirmeyi unutma sakın, bu kadar kurnazca pazarlık yapan birine güvenemem.”
“Parayı getireceğim.” dedi Şerif. “Peki, senin adın ne delikanlı?”
“Bana Locksleyli Robert derler.” dedi cesur Robin.
“Öyleyse, Locksleyli Robert.” dedi Şerif. “Bugün mutlaka senin boynuzlu hayvanlarını görmeye geleceğim. Ama önce kâtibim satış için bir kâğıt hazırlasın çünkü ben hayvanları almadan sen de benim paramı alamazsın.”
Robin Hood yine güldü. Şerif’le sertçe el sıkışarak: “Dediğin gibi olsun.” dedi. “Gerçekten kardeşlerim paran için sana minnettar olacaklar.”
Pazarlık böylece sona erdi ama kasapların çoğu kendi aralarında, Şerif’in zavallı ve savurgan bir genci bu şekilde kandırmasının alçakça bir dolandırıcılık olduğunu söylediler.
Öğleden sonra Şerif atına bindi ve atıyla arabasını iki mark karşılığında bir tüccara sattığı için onu yaya olarak bekleyen Robin Hood’un yanına geldi. Sonra Şerif atının üstünde, Robin de yanında yürüyerek yola koyuldular. Böylelikle Nottingham kasabasından çıkıp tozlu ana yol boyunca ilerlediler. Yol boyunca sanki eski dostlarmış gibi birlikte gülüp şakalaştılar. Ama Şerif sürekli içinden: “Bana Robin Hood konusunda yaptığın şaka sana pahalıya mal olacak benim saf dostum, dört yüz paunt kadar pahalıya, seni aptal.” diyordu. Çünkü yaptığı pazarlıkla en az bu kadar kârda olduğunu düşünüyordu.
Bu şekilde Sherwood Ormanı’nın sınırına gelene kadar yollarına devam ettiler. Şerif bir aşağı bir yukarı, bir sağına bir soluna bakındı, sustu ve gülmeyi kesti. “Tanrı’nın melekleri ve azizleri bizi Robin Hood denen hayduttan korusun.” dedi.
Robin, yüksek sesle güldü. “Merak etme.” dedi. “İçini rahat tutabilirsin çünkü Robin Hood’u iyi tanırım; benim yanımdayken tehlikede olduğunu düşünmene gerek yok.”
Bunun üzerine Şerif, Robin’e kuşkulu gözlerle baktı ve kendi kendine: “Bu cesur kanun kaçağını bu kadar iyi tanıyor olman hiç hoşuma gitmedi; ah, keşke şu Sherwood Ormanı’ndan bir çıksaydım.” dedi.
Yine de ormanın gölgeli bölgelerinin derinliklerine doğru ilerlediler. Onlar derine girdikçe, Şerif daha da sessizleşiyordu. Yolun ani bir viraj aldığı yere geldiler ve önlerine bir geyik sürüsü çıktı, patikadan geçip gitti. Robin Hood, Şerif’e yaklaştı ve parmağıyla işaret ederek: “İşte bunlar benim boynuzlu hayvanlarım, Şerif Bey. Onları nasıl buldunuz? Şişman ve güzeller değil mi?” dedi.
Bunun üzerine Şerif hızla dizginleri çekti. “Bak dostum.” dedi. “Keşke bu ormana hiç girmeseydim çünkü senin yoldaşlığından hoşlanmadım. Lütfen artık sen kendi yoluna git sevgili dostum ve bırak, ben de kendi yoluma gideyim.”
Robin yalnızca güldü ve Şerif’in dizginlerini yakaladı. “Hayır, hayır!” diye bağırdı. “Biraz daha kal lütfen. Çünkü benimle birlikte bu güzel boynuzlu hayvanların sahibi olan kardeşlerimi de görmeni isterim.”
Böyle söyleyerek borazanını ağzına götürdü ve üç kez üfledi; az sonra başlarında Küçük John olan yaklaşık yüz tane gürbüz delikanlı, ağaçların aralarından sıçrayarak patikadan yukarı çıktılar.
“Ne oldu efendimiz?” diye sordu Küçük John.
“Ne?” diye yanıtladı Robin şaşkınlıkla. “Bugün bizimle ziyafet çekmeye gelen bir dost getirdiğimi görmüyor musun? Ne utanç verici! İyi yürekli, saygıdeğer efendimiz olan Nottingham Şerifi’ni tanımadın mı yoksa? Dizginini al bakalım, Küçük John. Çünkü Şerif bugün bizim ziyafetimize gelerek bizi onurlandırdı.”
Neler döndüğünü anlayan herkes gülümsemeden ya da alay ediyor gibi görünmeden mütevazılıkla şapkalarını çıkarırken Küçük John da dizginleri eline aldı ve güçlü atı ormanın derinliklerine doğru sürdü; herkes sırayla ilerliyordu. Robin Hood da elinde tuttuğu şapkasıyla Şerif’in tam yanındaydı.
Bütün bunlar olurken Şerif tek kelime edemedi, yalnızca uykudan yeni uyanmış biri gibi şaşkınlık içinde etrafına bakınıyordu. Ama kendisini Sherwood’un derinliklerine doğru giderken bulduğunda yüreği ağzına geldi çünkü “Canımı bağışlasalar bile üç yüz paundumu elimden alacakları kesin, sonuçta birçok kez canlarına kastettim.” diye düşündü. Ancak herkes oldukça alçak gönüllü ve uysal görünüyordu; ne can ne de para tehlikesi ile ilgili bir şey söz konusu değildi.
Sonunda Sherwood Ormanı’nın, soylu bir meşenin dallarının genişçe açıldığı o kısmına vardılar. Meşenin altında da yosundan yapılmış bir koltuk bulunuyordu. Robin bu koltuğa oturdu, Şerif’i de sağ başına oturttu. “Hadi bakalım, neşeli adamlarım.” dedi. “Elimizdeki etin de şarabın da en iyisini getirin çünkü Şerif hazretleri bugün Nottingham Lonca Salonu’nda bana güzel bir ziyafet verdi, dolayısıyla ben de onu eli boş göndermek istemem.”
Bütün bu süre boyunca Şerif’in parası hiç söz konusu olmamıştı, bu yüzden Şerif cesaretini toplamaya başlamıştı. “Belki de.” dedi kendi kendine. “Robin Hood, yaşananları unutmuştur.”
Çok geçmeden ormanın derinliklerinde parlak ateşler çıtırdamaya başladı. Tatlı tatlı kızaran geyik eti ve yağlı horozların lezzetli kokuları tüm ormana yayılıp etli börekler ateşin yanında iyice ısınırken Robin Hood, Şerif’i gerçek anlamda eğlendirdi. Öncelikle birkaç çift sırıklı öne çıktı; oyunda o kadar kurnazlardı, o kadar çevik darbe ve savuşturmalar yapıyorlardı ki bu türden heyecanlı sporları izlemekten büyük keyif alan Şerif, nerede olduğunu bile unutarak alkışlamaya, yüksek sesle tezahürat yapmaya başladı. “İyi vuruş! İyi vuruştu, seni kara sakallı adam!” diye bağırdı. Alkışladığı adamın, Robin Hood’a emrini uygulatmak için bizzat gönderdiği tenekeci olduğunun farkında bile değildi.
Sonra birkaç adam geldi ve yeşil çimenlerin üzerine sofra bezleri serip âdeta bir kraliyet ziyafeti yığdılar. Diğer adamlar da kaliteli biralarla dolu bira fıçılarını getirip bezlerin üzerine, küpler içinde koydular ve küplerin üzerlerine de içki boynuzları taktılar. Herkes sofranın başına oturdu ve güneş batıncaya, yarım ay tepedeki ağaçların yaprakları arasında soluk bir ışıkla parlayıncaya kadar birlikte neşeyle yemek yiyip bira içtiler.
Vakit ilerleyince Şerif ayağa kalktı ve şöyle dedi:
“Bugün bana sunduğunuz bu neşeli ziyafet için hepinize çok teşekkür ederim yiğit delikanlılar. Beni çok nazik bir şekilde ağırladınız; şanlı Kral’ımıza ve onun Nottinghamshire’daki cesur vekiline ne kadar saygı duyduğunuzu çok iyi gösterdiniz. Ama artık gölgeler uzuyor ve karanlık çökmeden gitmeliyim yoksa ormanda kaybolurum.”
Robin Hood ve neşeli adamları da ayağa kalktılar. Robin, Şerif’e:
“Eğer gitmeniz gerekiyorsa tabii ki gitmelisiniz saygıdeğer efendim ama bir şeyi unuttunuz.” dedi.
Şerif:
“Hayır, hiçbir şey unutmadım.” dedi. Ama yine de yüreği ağzına gelmişti.
“Yok, bence bir şeyi unuttun.” dedi Robin. “Burada, yeşil orman içerisinde neşeli bir han işletiyoruz, misafirimiz olan da bunun hesabını ödemeli.”
Bunu duyan Şerif kahkaha attı ama oldukça sahteydi. “Evet tabii, neşeli çocuklar.” dedi. “Bugün birlikte hoş vakit geçirdik ve zaten benden istememiş olsaydınız bile geçirdiğim bu güzel eğlence için size birkaç paunt verirdim.”
Robin, ciddi bir tavırla: “Hayır.” dedi. “Sizin saygınlığınıza böyle kabalık etmek bize yakışmaz. Kral’ın vekilinden en az üç yüz paunt alamazsam insan içine çıkmaya utanırım. Haksız mıyım, benim neşeli dostlarım?”
Sonra herkes yüksek sesle:
“Haklısın!” diye bağırdı.
“Üç yüz paunt demek ha!” diye kükredi Şerif. “Siz dilenciler bırakın üç yüz paundu, üç paunt bile edebileceğinizi mi sanıyorsunuz?”
“Hayır.” dedi Robin ciddiyetle. “Bu kadar fevri olmayın efendim. Bugün neşeli Nottingham kasabasında bana verdiğiniz güzel ziyafet için seni severim ama burada seni o kadar sevmeyenler de var. Eğer şu kıyafetlerin altına bakarsanız, size karşı pek de sevgi beslemeyen Will Stutely’yi göreceksiniz. Üstelik burada tanıyamadığınız iki cesur adam daha var. Bir süre önce Nottingham kasabası yakınlarındaki bir kavgada yaralandılar; ne zaman olduğunu siz bilirsiniz. Bir tanesi bir kolundan ağır yaralandı ancak onu yeniden gayet iyi kullanabiliyor. Sevgili Şerif, benden sana tavsiye; daha fazla uzatmadan borcunu öde yoksa senin için gerçekten kötü olabilir.”
O konuştukça Şerif’in beti benzi attı, hiçbir şey söylemeden yere baktı ve alt dudağını kemirdi. Sonra yavaşça dolu kesesini çıkardı ve önündeki bezin üzerine attı.
“Keseyi al bakalım, Küçük John.” dedi Robin Hood. “Bak bakalım, hesap doğru mu değil mi? Şerif’imizden kuşku duymayız tabii ama paranın tamamını ödemediğini görürse bu hoşuna gitmeyebilir.”
Sonra Küçük John parayı saydı, kesede gümüş ve altın olarak üç yüz paunt olduğunu gördü. Şerif için ise parlak paranın her şıngırtısı sanki damarlarından akan bir damla kanmış gibi geldi. Tüm paranın bir yığın gümüş ve altın hâlinde sayıldığına emin olduktan sonra hemen arkasını döndü ve sessizce atına bindi.
Robin:
“Daha önce hiç bu kadar önemli ve saygıdeğer bir konuğumuz olmamıştı!” dedi. “Gün ilerleyince genç adamlarımdan birini ormandan çıkmana yardım etmesi için yollayacağım.”
“Aman Tanrı korusun!” diye bağırdı Şerif, telaşla. “Yardım almadan da kendi yolumu bulabilirim, sağ ol iyi yürekli adam.”
“O zaman sana yolu ben göstereceğim.” dedi Robin ve Şerif’in atını dizginlerinden tutarak ormanın ana yoluna doğru götürdü. Onu bırakmadan önce:
“Şimdi sana iyi yolculuklar, sevgili Şerif; bir dahaki sefere saf bir savurganın malını yağmalamayı düşündüğünde Sherwood Ormanı’ndaki ziyafetini hatırlarsın. Bilge dostumuz Swanthold’un dediği gibi: ‘Dişini saymadan at alınmaz.’ Bir kez daha iyi yolculuklar.”
Sonra elini atın sırtına vurdu ve kendisi ormanın derinliklerine doğru, Şerif ise ormandan dışarı doğru yollarına dağıldılar.
Şerif, Robin Hood’a ilk bulaştığı güne acı acı hayıflandı çünkü şimdi herkes ona gülüyordu. Ülkenin dört bir yanındaki halk, Şerif’in nasıl kendi ayaklarıyla soyulmaya gittiğine ve eve nasıl çarpılmış olarak döndüğüne dair birçok türkü yazıp söyledi. Sonuçta bazen insanlar, doyumsuzluk ve üçkâğıtçılıkta kendilerini aşıyorlar.
Küçük John Nottingham Panayırına Gidiyor
Sherwood’daki Şerif ziyafetinden bu yana bahar ve yaz geçip gitmiş, ekim ayı gelmişti. Hava serin ve tazeydi; hasatlar evlere toplanmış, kuşlar yavrulamış, ekinler yolunmuş ve elmalar olgunlaşmıştı. Zamanın her şeyi yumuşatmasına, insanların artık Şerif’in satın alacağını sandığı boynuzlu hayvanlardan bahsetmez olmasına rağmen Şerif, bu konuda hâlâ kızgındı ve Robin Hood’un adının kendi huzurunda anılmasına bile dayanamıyordu.
Ekim ayıyla birlikte Nottingham kasabasında her beş yılda bir kutlanan ve ülkenin dört bir yanından halkın akın akın geldiği büyük panayır zamanı gelmişti. Böyle zamanlarda okçuluk her zaman ana spor olurdu çünkü Nottinghamshirelı yiğitler okçulukta çok iyilerdi. Ancak bu yıl Şerif, Robin Hood ve çetesinin panayıra gelmesinden korktuğu için panayır ilanını yayımlamadan önce uzun bir süre tereddüt etti. İlk başta aklının bir köşesinde panayırı hiç ilan etmemek vardı ama bir yandan da insanların ona daha da çok güleceğini ve aralarında Robin Hood’dan korktuğunu konuşacaklarını düşündü, bu yüzden bu düşünceyi bir kenara bıraktı. Sonra anlamsız bir ödül koymayı, böylece Robin Hood ve okçularının bu ödül için atış yapmayı istemeyeceklerini düşündü. Böyle zamanlarda âdet, elli mark ya da bir fıçı bira ödül vermekti ama bu yıl en iyi okçuya, iki gürbüz dananın ödül verileceğini ilan etti.
Robin Hood ilan edilen ödülü duyunca çok sinirlendi ve şöyle dedi: “Bu Şerif de öyle bir ödül ilan etti ki ahmak çobanlardan başka kimse bu ödül için atış yapmaz! Neşeli Nottingham kasabasında bir müsabakaya daha katılmayı öyle çok isterdim ki ama bu ödülü kazanmamın bana ne bir faydası var ne de keyifli bir tarafı.”
O an Küçük John lafa karıştı:
“Hayır, dinleyin efendimiz.” dedi. “Daha bugün Will Stutely, Doncasterlı genç David ve ben Mavi Domuz Hanı’ndaydık. Orada bu neşeli panayırla ilgili tüm haberleri ve Şerif’in biz Sherwoodlular panayıra gelmeyi umursamayalım diye bu ödülü ilan ettiğini duyduk. Bu yüzden, efendim eğer izin verirseniz, gidip Nottingham kasabasında atış yapacak yiğitlerin arasında bu zavallı şeyi bile kazanmak için atış yapmak isterim.”
“Hayır, Küçük John.” dedi Robin. “Kuvvetli bir adamsın ama Will Stutely kadar kurnaz değilsin ve tüm Nottinghamshire önünde sana bir zarar gelmesini istemem. Yine de eğer gitmeyi çok istiyorsan kılık değiştir ki orada seni tanıyanlar olmasın.”
“Öyle olsun, efendimiz.” dedi Küçük John. “Kılık değiştirmek için bu asker yeşili yerine iyi bir kırmızı giysi giymem yeterli olur. Ceketimin kapüşonunu başıma çekeceğim, böylece kahverengi saçlarımı ve sakalımı gizleyecek. O zaman kimsenin beni tanımayacağına inanıyorum.”
“Bu, benim isteğim dışında.” dedi Robin Hood. “Yine de eğer istiyorsan git ama görünüşüne ve kendine dikkat et, Küçük John. Çünkü sen benim sağkolumsun ve sana zarar gelmesine dayanamam.”
Böylece Küçük John, kırmızı giysilerini giydi ve Nottingham kasabasındaki panayıra doğru yola çıktı.
Nottingham’daki bu panayır günleri çok neşeli geçerdi; şehrin büyük kapısının önündeki yeşillik, sıra sıra dizilmiş tezgâhlarla doluydu. Üzerleri flamalar ve çiçek çelenkleriyle süslenmiş rengârenk çadırlar vardı. Halkın hem asil hem de sıradan kesimi her yandan toplanmıştı. Bazı tezgâhlarda neşeli bir müzik eşliğinde dans ediliyor, bazılarından biralar akıyor, bazılarında da lezzetli kekler ve arpa şekerleri satılıyordu. Tezgâhların dışında da çeşitli spor müsabakaları yapılıyor; bir ozan arp çalarak eski zamanların türkülerini söylüyor ya da pehlivanlar talaştan yapılmış bir ringde birbirleriyle güreşiyorlardı. Ama insanlar en çok iri yarı adamların sırık dövüşü yaptıkları yüksek bir sahnenin etrafında toplanıyordu.
Böylece Küçük John panayıra geldi. Pantolonu ve cübbesi kıpkırmızıydı, başında da kırmızı tüylü bir şapka vardı. Omuzlarına porsuk ağacından yapılmış sağlam bir yay asmıştı ve sırtında da sağlam oklarla dolu bir sadak vardı. Pek çok kişi bu iri yarı, uzun boylu adama bakmak için döndü; çünkü omuzları orada bulunan herkesten en az bir avuç içi kadar daha genişti ve diğer tüm adamlardan bir baş daha uzun duruyordu. Genç kızlar da daha önce hiç bu kadar şehvetli bir genç görmedikleri için onu dikkatle süzüyorlardı.
Her şeyden önce hemen biranın satıldığı tezgâha gitti ve tezgâhın üzerine çıkarak etraftakilere gelip kendisiyle birlikte içmeleri için seslendi. “Hey, neşeli beyler!” diye bağırdı. “Kim bu koca adamla bira içmek ister? Hepiniz gelin! Gelin! Biraz neşelenelim yahu! Çünkü gün keyifli, biranın köpüğü de lezzetli. Buraya gelin hadi, sen, sen ve sen de. Çünkü biriniz bile bir kuruş ödemeyecek. Hayır, geri dönün ey gürbüz dilenci ve ey neşeli tenekeci çünkü herkes benimle neşelensin isterim.”