Читать книгу Robin Hood (Говард Пайл) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Robin Hood
Robin Hood
Оценить:
Robin Hood

3

Полная версия:

Robin Hood

“Geldiğim yerde bana John Küçük derler.” diye cevap verdi yabancı.

Sonra şakayı seven Will Stutely konuştu. “Ah, hayır sevgili küçük yabancı.” dedi. “Adını beğenmedim ve başka şekilde olmasını çok isterim. Sen gerçekten de çok küçüksün. Kemiklerin, kasların küçücük; bu yüzden senin adını Küçük John koyalım, böylece ben de senin vaftiz baban olayım.”

Bu şaka üzerine Robin Hood ve tüm çete yüksek sesle güldüler, ta ki yabancı sinirlenmeye başlayana kadar.

Will Stutely’ye: “Benimle alay etmeye devam edersen.” dedi. “Kemiklerini kırar, bedelini kısa sürede ödetirim.”

“Hayır, sevgili dostum.” dedi Robin Hood. “Yatıştır şu öfkeni çünkü bu isim gerçekten sana çok yakıştı. Bundan böyle sana Küçük John denecek ve adın Küçük John olarak kalacak. Hadi gelin, benim neşeli çetem. Bu küçük, güzel bebek için bir vaftiz ziyafeti hazırlayalım.”

Böylelikle dereyi arkalarına alarak bir kez daha ormana girdiler, ormanın derinliklerinde yaşadıkları yere ulaşana kadar yürüdüler. Yaşadıkları yerde ağaç kabukları ve dallarından kulübeler inşa etmişler, geyik derileriyle kaplı yumuşak çalılardan sedirler yapmışlardı. Burada dalları etrafa genişçe yayılan büyük bir meşe ağacı bulunuyordu, altında ise Robin Hood’un ziyafet ve şenliklerde etrafındaki cesur adamlarıyla birlikte oturmaya alışkın olduğu yeşil yosunlardan bir koltuk vardı. Çetenin geri kalanı da buradaydı, bazıları dişi ve şişman geyik avlamıştı. Hep birlikte büyük ateşler yaktılar ve bir süre sonra dişi geyikleri kızartıp ağzına kadar dolu olan bir bira fıçısını deldiler. Şenlik ziyafeti hazır olunca herkes oturdu ama Robin, Küçük John’u sağ yanına oturttu. Çünkü o, bundan böyle çetenin ikinci adamı olacaktı.

Ziyafet bitince Will Stutely konuştu: “Evet, güzel bebeğimizi vaftiz etme zamanı geldi, öyle değil mi neşeli beyler?” Ve “Evet! Evet!” diye bağırdı herkes, orman neşeli sesleriyle yankılanana kadar güldüler.

Will Stutely: “O zaman yedi vaftiz babasına ihtiyacımız var.” dedi ve tüm gruba bakarak içlerinden en sağlam yedi adamı seçti.

“Şimdi, Aziz Dunstan adına.” diye bağırdı Küçük John, ayağa fırlayarak. “Bana el kaldırmaya kalkışan olursa hepinizi pişman ederim.”

Ama hiçbiri tek kelime bile etmeden birden üzerine atılıp onu bacaklarıyla kollarından yakaladılar ve kuvvetli bir şekilde çırpınmasına rağmen sıkıca tuttular. Grubun diğer üyeleri de oyunu izlemek için etraflarına toplanırken John’u ileri taşıdılar. Daha sonra kel bir kafası olduğu için rahip rolünü oynamak üzere seçtikleri biri öne çıktı. Elinde, ağzına kadar dolu büyük bir çanak bira vardı. “Şimdi, bu bebeği kim getirdi?” diye sordu ayık bir şekilde.

“Ben getirdim.” diye yanıtladı Will Stutely.

“Peki ona ne isim koyuyorsun?”

“Ona Küçük John adını veriyorum.”

“Evet, Küçük John.” dedi muzip rahip. “Sen bugüne dek yaşamadın, yalnızca bu dünyadan geçip gittin ama bundan sonra gerçekten yaşayacaksın. Yaşamadığın zamanlarda sana John Küçük deniyordu ama şimdi gerçekten yaşadığına göre sana Küçük John denecek, böylelikle seni kutsuyorum.” Ve bu son sözlerin ardından bir çanak dolusu birayı Küçük John’un kafasından aşağı boşalttı.

Sonra herkes kahkahalarla haykırdı çünkü güzelim kahverengi biranın Küçük John’un sakalından, burnundan ve çenesinden akarak süzüldüğünü, gözlerinin de bunun etkisiyle kırpıştığını gördüler. John önce kızmayı düşündü ancak diğerleri çok keyifli olduğu için yapamayacağını anladı; bu yüzden o da diğerleriyle birlikte kendi hâline güldü. Sonra Robin bu sevimli, tatlı bebeği aldı, tepeden tırnağa asker yeşili kıyafetlerle giydirdi ve ona kuvvetli, sağlam bir yay verdi. Böylece Küçük John, neşeli çetenin bir üyesi olmuştu.

Ve Robin Hood kanun kaçağı hâline geldi; neşeli bir arkadaş grubu onun etrafında toplandı ve sağkolu Küçük John’u kazandı; böylece ön söz bitti. Ve şimdi de Nottingham Şerifi’nin tam üç kez Robin Hood’u yakalamaya çalıştığından ve nasıl her seferinde başarısız olduğundan söz edeceğim.

Robin Hood ve Tenekeci

Robin Hood’un bulunmasına nasıl iki yüz paunt konduğu ve Nottingham Şerifi’nin hem iki yüz paundu istediği hem de öldürülen ormancı kendi akrabası olduğu için Robin’i yakalayacağına dair nasıl yemin ettiğinden daha önce söz edilmişti. Şerif, henüz Robin’in Sherwood’da nasıl büyük bir güce ve şöhrete sahip olduğunu bilmiyordu ama yasaları çiğneyen herhangi bir adama yapabileceği gibi onun için de bir tutuklama emri çıkarabileceğini düşündü; böylelikle bu emrini yerine getirebilecek herhangi birine seksen altın ödül vermeyi teklif etti. Ancak Nottingham kasabasındaki insanlar Robin Hood’u tanıyor ve yaptıklarını Şerif’ten daha iyi biliyorlardı; birçoğu bu cesur kanun kaçağı hakkında tutuklama emri çıkarma fikrine gülüyordu çünkü böyle bir hizmetin karşılığında alacakları tek şeyin kesik kafalar olacağını çok iyi biliyorlardı. Bu yüzden kimse meseleyi üstlenmek için öne çıkmadı. Böylece iki hafta geçti ve bu süre içinde Şerif’in emrini yerine getirmek isteyen hiç kimse olmadı. Sonra Şerif: “Robin Hood için verdiğim emri yerine getirecek olan kişiye büyük bir ödül teklif ettim ama buna rağmen kimse bu görevi üstlenmek istemiyor, hayret ediyorum.” dedi.

O sırada yanında bulunan adamlarından biri şöyle dedi: “Efendim, Robin Hood’un ne kadar güçlü olduğunu ve Kral’ın ya da Şerif’in emirlerinin umurunda bile olmadığını bilmiyorsunuz. Gerçekten kafalarının kesilip kemiklerinin kırılmasından korktuğu için kimse bu hizmeti yerine getirmek istemiyor.”

Şerif: “Demek ki bütün Nottingham erkekleri korkakmış.” dedi. “Eğer Nottinghamshire’ın bir yanında hükümdarımız Kral Harry’nin emrine karşı gelmeye cüret eden adamı göreyim, Aziz Edmund’un tapınağı adına yemin ederim ki onu kırk arşın yüksekliğinde asacağım! Ve eğer Nottingham’da hiç kimsenin ödül kazanmaya cesareti yoksa ödül haberini başka bir yere göndereceğim. Çünkü bu topraklarda bir yerlerde mutlaka cesur adamlar olmalı.”

Sonra çok güvendiği bir haberciyi yanına çağırdı ve ona atını eyerleyip Lincoln kasabasına gitmek için hazırlanmasını, orada Şerif’in emrini yerine getirip ödül kazanacak birilerini bulup bulamayacağını kontrol etmesini söyledi. Böylece o sabah haberci kendisine verilen görevi gerçekleştirmek üzere kasabaya doğru yola çıktı.

Güneşin üzerinde parıldadığı Nottingham’dan Lincoln’e uzanan tozlu yol, tepeler ve vadiler boyunca bembeyaz uzanıyordu. Yol oldukça tozluydu ve bu yüzden elçinin boğazı da tozla dolmuştu; yolculuğunun yarısından biraz fazlasını tamamladığında önüne Mavi Domuz Hanı’nın tabelası çıkınca yüreği sevinçle doldu. Han gözüne iyi görünüyordu; etrafındaki meşe ağaçlarının gölgesi serin ve rahatlatıcı gibiydi, bu yüzden bir süre dinlenmek için atından indi ve susuz boğazını ferahlatmak için bir bardak bira söyledi.

Kapının önündeki yeşillik alanı gölgeleyen meşe ağacının altına oturmuş neşeli bir grup adam gördü. Bir tenekeci, iki yalın ayak rahip ve hepsi de asker yeşili giysiler içindeki Kral’ın ormancılarından oluşan altı kişilik bir grup vardı; hepsi iştahla biralarını yudumluyor ve eski güzel zamanların neşeli türkülerini söylüyorlardı. Şarkılar arasında yapılan küçük şakalara ormancılar yüksek sesle gülüyorlardı ve siyah koç yünü gibi kıvrık sakalları olan güçlü adamlar oldukları için rahipler onlardan da yüksek sesle gülüyorlardı; ancak hepsinden daha yüksek sesle gülen tenekeciydi ve diğerlerinin hepsinden daha büyük hevesle şarkı söylüyordu. Çantası ve çekici meşe ağacının bir dalında asılıydı; hemen yanında ise en az bileği kadar kalın ve ucunda düğüm bulunan sopası duruyordu.

Ormancılardan biri, yorgun gözüken haberciye: “Gel!” diye bağırdı. “Bu ziyafette bize katıl. Hey, hancı! Herkese birer kâse daha bira!”

Haberci, oradakilerle birlikte oturmaktan memnun oldu çünkü yürümekten yorgun düşmüştü ve bira da gayet güzeldi.

“Böyle hızla hangi haberi taşırsın?” diye sordu biri. “Ve nereye gidiyorsun?”

Haberci zaten oldukça geveze biriydi ve dedikoduyu da çok severdi. Üstelik bira kâsesi de kanını yeterince kaynatmış; böylece hancı kapı eşiğine yaslanmış, hancının karısı da ellerini önlüğünün altına koymuş merakla dinlerken haberci, hanın rahat bir köşesine kurularak dedikodularını dökmeye başladı. Her şeyi ta en başından itibaren anlattı. Robin Hood’un ormancıyı nasıl öldürdüğünü ve kanundan kaçmak için yeşil ormana nasıl saklandığını; orada nasıl yasalara aykırı bir şekilde yaşadığını ve Tanrı biliyor ya Majesteleri’nin geyiklerini nasıl avladığını; zengin başrahipten, şövalyelerden ve toprak ağalarından nasıl haraç aldığını; ondan korktuğu için kimsenin büyük Watling Caddesi’nden veya Fosse Yolu’ndan geçmeye bile cesaret edemediğini; Şerif’in de bu kanun kaçağı için Kral’ın emrini uygulamayı düşündüğünü ancak yasalara uyan bir adam olmakla hiç ilgisi bulunmayan biri olduğu için onun ne Kral’ın ne de Şerif’in emrini pek umursamayacağını söyledi. Sonra da Nottingham kasabasında bu Şerif’in bu emrini gerçekleştirmeye cesaret edecek kimsenin bulunamadığını çünkü kafalarının kesilip kemiklerinin kırılmasından korktuklarını; kendisinin de böylece elçi olarak Lincoln kasabasına doğru, Lincoln’deki adamların nasıl bir cesarete sahip olduklarını ölçmek için yola koyulduğunu bir bir anlattı.

Neşeli tenekeci, “Ben de güzel Banbury kasabasından geliyorum.” diye söze girdi. “Nottingham ya da Sherwood civarından hiç kimse benim gibi sopa tutamaz. Beyler, o çılgın serseri Elyli Simon ile Hertford kasabasındaki meşhur festivalde karşılaşıp onu oradaki ringde Leslieli Sör Robert ve eşinin önünde yenmedim mi? Adını daha önce hiç duymadığım bu Robin Hood çok neşeli ve çevik bir herif olabilir ama o güçlüyse ben ondan da güçlü değil miyim? O kurnazsa, ben daha kurnaz değil miyim? Şimdi Kutsal Meryem’in parlak gözleri adına, kendi annemin öz evladı olan benim şanlı adım hatırına, ben, Wat o’ the Crabstaff, bu kuvvetli haydutla karşılaşacağım ve eğer bu herif, şanlı hükümdarımız Kral Harry’nin ve Nottinghamshire’ın iyi Şerif’inin emrini umursamazsa, onun kellesini öyle bir ezeceğim, vuracağım ve hırpalayacağım ki bir daha asla parmaklarını bile hareket ettiremeyecek! Herkes duydu, değil mi beyler?”

Haberci: “İşte benim aradığım ödül avcısı yiğit sensin.” diye bağırdı. “Ve benimle birlikte Nottingham kasabasına geliyorsun.”

“Hayır.” dedi tenekeci, başını yavaşça iki yana sallayarak. “Kendi isteğimle olmadığı sürece kimseyle bir yere gitmem.”

“Hayır, hayır.” dedi haberci. “Nottinghamshire’da kimse seni kendi isteğin dışında bir şey yapmaya zorlayamaz, sen cesur bir adamsın.”

“Evet, bu doğru, cesurumdur.” dedi tenekeci.

“Evet, hadi bakalım.” dedi haberci. “Sen cesur bir delikanlısın ama vefalı Şerif’imiz, Robin Hood’a emri uygulatacak kişiye seksen altın teklif etti; gerçi pek de bir şey etmiyor ama.”

“Peki, o zaman seninle geliyorum delikanlı. Bekle de çantamı, çekicimi ve sopamı alayım. Şu Robin Hood’la bir karşılaşalım bakalım, Kral’ın emrine aldırış ediyor mu etmiyor mu?” Böylece haberci, hancıya hesaplarını ödedikten sonra tenekeciyi de yanına alarak tekrar Nottingham’a doğru yola koyuldu.

Bundan kısa bir süre sonra güzel bir sabah Robin Hood, Nottingham kasabasına doğru yola çıktı. Orada ne olup bittiğini öğrenmek için papatyalarla dolu çimenlerin uzandığı yolun kenarında neşeyle etrafı seyrediyor, düşünceler içinde yürüyordu. Borazanı belinde, yayı ve okları sırtındaydı; elinde ise yürürken parmakları arasında döndürdüğü sağlam bir meşe sopa bulunuyordu.

Ağaçların gölgelediği bir yoldan geçtiği sırada neşeli bir şarkı söyleyerek kendisine doğru gelen bir tenekeci gördü. Sırtında çantası ve çekici, elinde de bir metre uzunluğunda sağlam bir yengeçten sopası vardı ve bir şarkı mırıldanıyordu:

Hasat zamanında, boynuzlanacak tazıGeyiğin öldürülmesine kulak verirVe mısır koçanlı küçük çocuklarHayvanları tarlalarda otlatırlar.

“Merhaba dostum!” diye bağırdı Robin.

Biraz çilek toplamaya gidiyorum.

“Heey!” diye bağırdı tekrar Robin.

Ağaçların ve çalılıkların orada bir sürü var.

“Heey! Sağır mısın be adam? Dostum dedim!”

“Sen kim oluyorsun da böylesi güzel bir şarkıyı kesiyorsun?” dedi tenekeci, şarkı söylemeyi bırakarak. “Sana da merhaba, her ne kadar iyi misin değil misin bilmesem de. Ancak şunu belirteyim yiğit delikanlı, eğer iyi bir dostsan bu ikimiz için de iyi olur; fakat iyi bir dost olmazsan bu senin için pek iyi olmaz.”

“Peki, söyle bakalım nereden geliyorsun, benim haşin dostum?” diye sordu Robin.

“Banbury’den geliyorum.” diye yanıtladı tenekeci.

“Eyvah!” dedi Robin. “Bu neşeli sabahta orası ile ilgili üzücü haberler olduğunu duydum.”

“Ha! Gerçekten öyle mi?” diye bağırdı tenekeci merakla. “Lütfen çabuk söyle, çünkü gördüğün gibi ben ticaretle geçinen bir tenekeciyim ve mesleğim gereği, bir rahibin paraya olan açgözlülüğü gibi olan biten şeyleri öğrenmeye karşı fazlasıyla açgözlüyüm.”

“Peki, o zaman.” dedi Robin. “Haberi söyleyeceğim ama metanetli davran çünkü haberler üzücü. İşte söylüyorum, duyduğuma göre iki tenekeci bira içtikleri için hapse girmiş!”

“Lanet gelsin böyle habere, seni aşağılık köpek.” dedi tenekeci. “İyi insanlar hakkında kötü haberler veriyorsun. Ama bu gerçekten de üzücü bir haber, iki cesur yürekli adamın hapiste olması.”

“Hayır.” dedi Robin. “Sen asıl konuyu kaçırdın ve yanlış mesele için ağlamaktan başka bir şey yapmıyorsun. Haberin üzücü yanı hapse yalnızca iki kişinin girmiş olması, diğerleri kasabada serbestçe dolaşıyor.”

“Aziz Dunstan’ın kalaylı tepsisi adına!” diye bağırdı tenekeci. “Bu kötü şakan için senin derini yüzmek istiyorum. Ama tenekeci adamlar bira içtikleri için hapse atılırlarsa senin de kendi payını alacağından şüphen yoktur herhâlde.”

Robin yüksek sesle güldü ve bağırdı: “İşte şimdi anladın, tenekeci, iyi anladın! Senin sinirlerin de tıpkı bira gibi ekşidiği zaman köpürüyor! Ama haklısın dostum çünkü ben de birayı çok severim. Bu yüzden hemen şimdi benimle Mavi Domuz Hanı’na gel ve eğer cüssen gibi içiyorsan, ki görünüşünün aldatıcı olacağını düşünüyorum, Nottinghamshire’ın en iyi ev yapımı birasıyla boğazımız ıslansın biraz.”

“Harbiden.” dedi tenekeci. “Bu iğrenç şakalarına rağmen sen çok iyi bir arkadaşmışsın. Seni sevdim güzel dostum ve şimdi seninle Mavi Domuz’a gelmezsem bana yabani diyebilirsin.”

“Mesele nedir anlat dostum, merak ediyorum.” dedi Robin, birlikte ilerlerken. “Çünkü tenekecilerin hepsinin bir kaz yumurtası kadar haberlerle dolu olduğunu biliyorum.”

“Seni kardeşim gibi sevdim yiğit dostum.” dedi tenekeci. “Yoksa sana bu bilgileri vermezdim çünkü ben oldukça kurnaz bir adamımdır ve elimde, bütün aklımı vermem gereken ciddi bir görev var. Buralara insanların Robin Hood dedikleri cesur bir kanun kaçağını bulmaya geldim. Kesemde parşömen kâğıt üzerine yazılmış bir arama emri var, üstelik yasal olduğunu belli eden büyük, kırmızı bir mühürle. Şu Robin Hood’la bir karşılaşsaydım, bunu onun nazik bedenine servis ederdim ve eğer umursamazsa onu, her kaburgasını Amin diye bağırtana kadar döverdim. Sen buralarda yaşıyorsun, belki de Robin Hood’u tanıyorsundur dostum.”

“Evet, dostum, onu biraz tanırım.” dedi Robin. “Hatta onu bu sabah gördüm. Ama tenekeci dostum, insanlar onun kurnaz bir hırsız olduğunu söylüyor. Arama emrine dikkat etsen iyi olur, yoksa onu her an kesenden çalabilir.”

“Hele bir denesin!” diye bağırdı tenekeci. “Kurnaz olabilir ama ben ondan daha kurnazım. Keşke şimdi burada karşımda olsaydı da erkek erkeğe bir kapışsaydık!” Ve böyle söyleyerek güçlü sopasını tekrar döndürmeye başladı. “Anlatsana delikanlı, nasıl bir adamdır bu Robin Hood?”

“Bana çok benzer.” dedi Robin gülerek. “Boyu bosu ve yaşı da hemen hemen aynı. Üstelik benim gibi mavi gözleri de var.”

“Hayır.” dedi tenekeci. “Sen oldukça taze bir delikanlısın. Onun olgun ve sakallı bir adam olduğunu sanmıştım. Nottinghamlılar ondan çok korkarmış.”

“Gerçekten de senin kadar yaşlı ve güçlü kuvvetli değil.” dedi Robin. “Ama insanlar onun sopa kullanma konusunda usta olduğunu söylerler.”

“Olabilir.” dedi tenekeci, sertçe. “Ama ben ondan daha ustayımdır çünkü Hertford kasabasındaki müsabakada Ely-li Simon’ı bile yenmiştim. Mademki onu tanıyorsun, benim neşeli dostum, beni ona götürür müsün? Şerif, o haydudu bulmam için bana seksen altın vadetti; eğer onu bulmama yardım edersen on tanesini sana veririm.”

“Tamam, seni ona götüreceğim.” dedi Robin. “Ancak gerçekten dürüst biri olup olmadığını anlamam için bana emir belgesini göster dostum.”

“Bunu öz kardeşime bile yapmam.” diye yanıtladı tenekeci. “Ben emri o herife tebliğ edene kadar kimse bendeki belgeyi görmeyecek.”

“Peki, öyle olsun.” dedi Robin. “Belgeyi bana göstermeyip de kime göstereceksin bilemiyorum doğrusu. Neyse, işte Mavi Domuz Hanı’nın önündeyiz. Hadi, içeri girelim de lezzetli ekim birasından tadalım.”

Tüm Nottinghamshire’da Mavi Domuz’dan daha keyifli bir han bulunamazdı. Hiçbirinin etrafı buradakiler kadar güzel ağaçlar ya da böylesi sarmaşıklar ve tatlı çalılıklarla kaplı değildi; hiçbirinin böylesine lezzetli ve bol köpüklü bir birası yoktu ve hiçbirinde, çetin kışın kuzey rüzgârı tüm haşmetiyle uğuldayıp kar çitlerin etrafında biriktiğinde, Mavi Domuz’un ocağındaki kadar harlı bir ateş bulunamazdı. Böyle zamanlarda, yanan ocağın etrafında oturmuş neşeli şakalar yapan, kızarmış yengeçler3 ocağın üzerinde köpüren biraların içlerinde fokurdarken, toprak ağalarından ya da taşralılardan oluşan iyi bir dost meclisi bulunabilirdi. Bu han, Robin Hood ve çetesi tarafından da iyi bilinirdi; o ve Küçük John, Will Stutely ya da Doncasterlı genç David gibi neşeli arkadaşları ile birlikte bütün orman karla kaplı olduğu zamanlarda sık sık bu handa toplanırlardı. Hancıya gelince, çenesini tutmasını ve dilinin ucundaki sözleri dudakları arasından geçmeden yutmasını iyi biliyordu; çünkü hangi ata oynayacağını ve yağlı kapının hangisi olduğunun çok iyi farkındaydı. Robin ve çetesi en iyi müşterileriydi, hesaplarını daha kapının arkasındaki tahtaya tebeşirle yazılmadan ödüyorlardı. Robin Hood ve tenekeci oraya gelip yüksek sesle iki büyük kâseyle bira istediklerinde, hancının bu kanun kaçağını gayet iyi tanıdığını kimse bakışlarından ya da konuşmalarından anlayamazdı.

Robin, tenekeciye: “Sen burada bekle.” dedi. “Ben de gidip hancının doğru yerden bira getirip getirmediğine bakayım. Çünkü bildiğim kadarıyla, Tamworthlu Withold’un yeni mayaladığı sağlam bir ekim birası var.”

Böyle söyleyerek içeri girdi ve han sahibine, güzel İngiliz birasının içine bir ölçü sert Felemenk içkisi eklemesini fısıldadı; hancı, Robin’in dediğini yaptı ve içkiyi onlara getirdi.

“Aman Tanrı’m.” dedi tenekeci, biradan büyük bir yudum aldıktan sonra. “Şu Tamworthlu Withold ki iyi bir Sakson ismidir bu arada, bilmeni isterim, şimdiye dek Wat o’ the Crabstaff’ın boğazından geçen en sağlam birayı yapmış gerçekten.”

“İç dostum, iç!” diye bağırdı Robin. Bu arada kendisi yalnızca dudaklarını ıslatacak yudumlar alıyordu. “Hey, hancı! Dostuma aynısından bir kap daha getir. Hadi, şimdi benim için bir şarkı mırıldan bakalım, benim neşeli arkadaşım.”

“Tabii ki sevgili dostum, hemen sana bir şarkı söyleyeyim.” dedi tenekeci. “Çünkü daha önce hiç böyle bir bira tatmamıştım. Aman Tanrı’m, daha şimdiden başımı döndürdü bu meret! Hey, hancı hanım, iyi bir şarkı duymak istiyorsan gel sen de dinle; sen de gel güzel kız, çünkü bir çift ışıltılı güzel göz bana bakarken çok daha iyi şarkı söylerim.”

Sonra Kral Arthur’un zamanından kalma eski bir türkü olan Sör Gawaine’in Evliliği’ni söylemeye başladı. Eski zamanların ağır İngilizcesiyle yazılmış bu türküyü bir ara kendiniz de okuyabilirsiniz; o türküyü söyledikçe herkes soylu şövalyenin ve Kral’ına yaptığı fedakârlığın yüreklere dokunan bu asil öyküsünü dinledi. Ancak tenekeci şarkının son dizesine bile gelemeden, biraya karışan sert içkilerin etkisiyle gevelemeye ve başı dönmeye başladı. Önce dili sürçtü, sonra gitgide sesi kalınlaştı; sonra da başı bir o yana bir bu yana sallandı ve en sonunda, sanki bir daha hiç uyanmayacakmış gibi derin bir şekilde sızdı.

Robin Hood neşeli bir kahkaha patlattı ve hünerli parmaklarıyla tenekecinin kesesindeki arama emrini hızla aldı. “Çok kurnazmışsın tenekeci.” dedi. “Ama henüz kurnaz hırsız Robin Hood kadar kurnaz değilsin.”

Sonra hancıyı yanına çağırdı ve şöyle dedi: “İşte, iyi dostum, bugün bize verdiğin ziyafet için on şilin. Sevgili konuğuna iyi bak, uyandığında on şilin de ondan alabilirsin; eğer parası yoksa da karşılığında çantasını, çekicini ve hatta paltosunu bile alabilirsin. Yeşil ormana gelip bana zarar vermek isteyenleri ben de böyle cezalandırırım. Üstelik elinden geldiği sürece iki kez hesap almayacak bir hancı da tanımadım ben.”

Bunun üzerine hancı sinsice gülümsedi, sanki kendi kendine muzip bir şekilde “Tereciye tere satıyorsun.” der gibi bir gülümsemeydi bu.

Tenekeci, akşam güneşi ufuktan çöküp gölgeler ormanlık alanın tepesinde uzayıncaya kadar uyumuştu. Sonunda uyandı. Önce yukarı sonra aşağı baktı; sonra doğuya ve sonra da batıya baktı; rüzgârın savurduğu arpa samanları gibi dağılıp karışmış aklını toparlamaya çalışıyordu. Önce neşeli dostunu hatırladı ama o gitmişti. Sonra elindeki sağlam yengeç sopasını düşündü. Sonra da arama emrini ve Robin Hood’a bunu tebliğ ettirirse kazanacağı seksen altını hatırladı. Elini kesesine attı ama ne arama emri ne de tek kuruşu vardı. Bunun üzerine öfkeyle ayağa fırladı.

“Heey, hancı!” diye bağırdı. “Az önce yanımda olan o düzenbaz nereye gitti?”

“Ne düzenbazından bahsediyorsunuz efendim?” diye sordu hancı. Kızgın suya yağ döken biri gibi tenekecinin sinirlerini yatıştırmak için kendisine “Efendim.” diye hitap ediyordu. “Yemin ederim ki Sherwood Ormanı’na bu kadar yakın bir yerde hiç kimse o adama düzenbaz demeye cesaret edemez. Zatıalinizin yanında kuvvetli bir adam vardı evet ama sizin onu zaten tanıdığınızı sanıyordum çünkü buralarda yanından geçip de onu tanımayacak pek az kişi vardır.”

“Sizin bu kokuşmuş hanınıza daha önce hiç gelmemiş ben, buradaki bütün domuzları nereden tanıyayım? Kimdi o zaman söyle, madem bu kadar iyi tanıyorsun?”

“Buralarda insanların Robin Hood dedikleri yiğit bir delikanlıdır kendisi.”

“Tanrı aşkına!” Tenekeci, telaşlı ve kızgın bir boğa gibi boğuk bir sesle bağırdı. “Beni hanınıza girerken görmüştünüz. Ben kendi hâlinde, dürüst bir zanaatkârım ve yanımdaki adamın kim olduğunu kendiniz de bildiğiniz hâlde bana onun kim olduğunu söylemediniz. Şimdi senin de düzenbaz kafanı kırmasını iyi bilirim!” Sopasını kavradı ve hancıya şu an durduğu yerde vuracakmış gibi öfke içinde baktı.

“Hayır, dur.” diye bağırdı hancı, korktuğu için dirseğini yüzüne doğru kaldırarak. “Onu tanımadığını nereden bilebilirdim ki?”

Tenekeci: “Sabırlı bir adam olduğum ve kel kafanı bağışladığım için bana gerçekten minnettar olmalısın.” dedi. “Bir daha asla müşterilerini aldatmayacaksın. Ama o düzenbaz Robin Hood’a gelince, şimdi onu aramaya gidiyorum ve eğer onun düzenbaz kafasını patlatmazsam sopamı küçük odun parçalarına ayırsınlar ve bundan sonra bana kadın desinler.” Böyle diyerek kalktı ve yola çıkmak için kendini toparladı.

“Hayır.” dedi hancı, önünde durup sürüsünü güden bir çoban gibi kollarını uzatarak. Çünkü parasını gerçekten istiyor ve bu onu cesaretlendiriyordu. “Bana paramı ödeyene kadar hiçbir yere gidemezsin.”

“O sana ödemeyi yapmadı mı?”

“Bir kuruş bile vermedi ve bugün tam on şilin değerinde bira içtiniz. Hayır, bana ödeme yapmadan gidemezsin, yoksa adaletli Şerif’imizin bundan haberi olur.”

“Ama sana ödeyecek hiçbir şeyim yok ki dostum.” dedi tenekeci.

“Dostun falan değilim ben senin.” dedi hancı. “On şilin kaybetmek söz konusu ise eğer dost most olamam! Ya bana borcun olan parayı kuruşu kuruşuna öde ya da ceketini, çantanı, çekicini falan bırak; yine de bunların on şilin etmediğini ve bu yüzden zararda olacağımı da biliyorum. Dur, kıpırdarsan eğer içeride vahşi bir köpeğim var ve onu senin üzerine salarım. Maken, kapıyı aç ve bu adam bir adım daha kıpırdarsa Brian’ı serbest bırak.”

“Hayır.” dedi tenekeci, ülkeyi dolaştığında köpeklerin ne kadar vahşi olduğunu öğrenmişti. “Ne istiyorsan al ve bırak gideyim, lanet köpeğin de yerinde kalsın. Ama var ya hancı! Eğer o aşağılık herifi yakalarsam, yemin ederim yaptığı her şeyin bedelini unutamayacağı bir şekilde ödeyecek!”

Böyle söyleyip öfkeyle kendi kendine konuşarak ormana doğru uzaklaştı; hancı, değerli eşi ve Maken arkasından baktılar. İyice uzaklaştığında da kahkahalarla gülüştüler.

“Robin’le herifi soyup soğana çevirdik.” dedi hancı.

O sıralarda Robin Hood ormanın içinden geçerek Fosse Yolu’na doğru gidiyordu; çünkü ay dolunaydı ve belli ki gece aydınlık olacaktı. Elinde sağlam meşe sopasını taşıyordu ve belinde de her zamanki gibi borazanı asılıydı. Robin böylelikle bir yandan keyifli bir şekilde ıslık çalarak orman yolunda yürürken; tenekeci de kendi kendine söylenip kızgın bir boğa gibi başını sallayarak başka bir yoldan geliyordu ve böylece, keskin bir dönemeçte aniden yüz yüze geldiler. İkisi de bir süre hareketsiz bir şekilde birbirlerine baktı, daha sonra Robin konuştu:

bannerbanner