Читать книгу Devrin En Büyük Yazarı Cengiz Aytmatov (Osmanakun İbraimov) онлайн бесплатно на Bookz (4-ая страница книги)
bannerbanner
Devrin En Büyük Yazarı Cengiz Aytmatov
Devrin En Büyük Yazarı Cengiz Aytmatov
Оценить:

3

Полная версия:

Devrin En Büyük Yazarı Cengiz Aytmatov

Mona Lisa’nın gülüşünde henüz kimsenin çözemediği ve kimsenin içinde ne olduğunu söyleyemediği aşk, gizli günah, kutsallık, manevî saflık… gibi durumlar vardır. Aynı durum Cemile için de söylenebilir. Ama gördüğümüz gibi Daniyar ile Cemile’nin aşk hikâyesi genç adamın gözlerinin önünde ortaya çıkarak Seyit’in bambaşka bir dram yaşamasına sebebiyet verir. O da sonunda ideal olma, en iyi olma hakkında kendini ispat etme ihtiyacı duyuyor. Daha önce sıkıcı, sıradan ve monoton olan dünya bir anlam ve içerik kazanıyor, bu da sevgi ile kutsallaştırılıyor. Evet, bu aslında Aytmatov’a duyulan sevgidir, bu yaşamın anlamıdır, bu insanlığın doluluğudur, onsuz hayat boş ve manasız, aşk olmadan manevî yaratıcılık, şiir yoktur, müzik yoktur.

“Aşk geleceğin tanrıçasıdır. Aşk olmadan bir insan için gelecek olamaz. Aşk, hayatın temel direğidir. Sevgi yoksa tutkulu ilişki de yoktur dolayısıyla bir insanın hayatı da böylece harap olacaktır. Akabinde ise artık hiçbir sevgi olmayacaktır. Hatta hiçbir çocuk bile bizi geleceğe bağlayan bir faktör olmayacaktır. Doğa, yıldızlar, evrende yer alan her şey kendi içinde bir sevgi içerir. Aşk bir senfonidir, daha doğrusu evrensel bir senfonidir.”13

Başlangıçta hikâye “Obon” yani “melodi” olarak adlandırıldı. “Cemile”nin müziği bir tuning çatalı, ana anlam kurma elemanıdır. Genel manada Aytmatov’un hikâyesi sevginin müzik ruhuyla doğuşu olan Nietzsche’yi açıklamaktadır. Bir Alman olan Friedrich Schiller’in ifadesiyle Aytmatov, bunun var olmayan edebî yaratıcılığın önünden gelen müzik ya da belirli bir müzikalite havası olduğunu söyleyebilirdi. Onun sözlerine şu şekilde katılıyor olabilir: “İlk bakışta duyum, ancak sonradan ortaya çıkan kesin ve net bir nesne değildir.” Ruhun bazı müzikal ruh hali her şeyden önce gelir ve sadece onun şiirsel bir düşünceyi takip etmesinin akabinde şekillenir.

Cemile ve Seyit karanlığa, ülkeye, dünyanın güzelliğine sesini duyurmak için çok güzel şarkı söyleyen kasvetli, çekingen Daniyar’a hayran olurlar. Buna karşın Daniyar’ın kendi şarkısı kahramanın iç dünyasının sesi, kişisel niteliklerinin tezahürüdür, dışarıdaki bir işarettir ve bu işaret hem Cemile ve hem de Seyit tarafından büyük bir arzuyla hissedilir. Aytmatov aynı zamanda öykünün yapısını, Daniyar’ın Cemile hakkında ne düşündüğünü, Cemile ve Daniyar hakkında okurların neredeyse hiçbir şey bilmeyeceği şekilde düzenledi.

Biz Seyit’in gözüyle (eski Yunan trajedisi kavramlarını kullanarak) bir tür koronun rolüne baktık. Bu bağlamda aynı zamanda koronun kendisinde bile olmadığını düşünen aynı Nietzche’nin ince gözlemlerini hatırlayan, ama müzikalitesinin “Herkül gibi bir güce sahip” yazarın eski trajedinin içinde neler olduğuna dair bakış açısını ifade etmenin temel aracı olarak hizmet etmiştir.

“Cemile” dedikleri gibi tek bir solukta yazılmıştır. Ama sonradan yazar kendi iradesi ile yedi kez daha yeniden yazmıştır, bu da eseri acımasızca eleştirilerden koruyamadı. Bu sadece Kırgızların zihniyet ve gelenekleri meselesi değildi. Yazar Sovyet edebiyatının “pozitif” bir kahramanın olağan konumu, normatif estetik ve diğer geleneklere de meydan okuyordu. Dahası komünist ahlak ve sosyalist ahlak ilkelerine de bir atıftı. Çünkü yazar kanunen evli olan Cemile’nin davranışını tamamen kınamamaktadır. Ama insanların yaşamı herhangi bir dogmadan, önem arz etmeyen gerçeklerden çok daha karmaşıktır. Aşk onlardan daha yücedir ve bu onun güzelliğidir, ama aynı zamanda yazarın iddia ettiği gibi temelde onun trajedisi yatmaktadır.

Evet, en başından itibaren genç Seyit, Daniyar’ın, yani kasvetli ve suskun bir cephe askerinin bir tür yarı hassas ihale duygularını deneyimlediği neşeli bir gelinin suçlanamayan bir özlemle, inanılmaz bir tahribatla sevgilinin kaçışından sonra dönmesini istememesiyle gönülsüz casusluğuna şahit olacaktır. Bunu telafi etmek, bu depresyonu ve çaresizliği boğmak için iki insanın bu öyküsünü şarkı söylemeye, renklerini yeniden üretmeye, dolayısıyla sanatçı olmaya karar verir. Bu yüzden çaresizlik derin bir duygusal sarsıntı, erken yalnızlık hissi, bir tür manevî destek kaybı, yalnızlık hissi beklenmedik bir bulguya dönüşür. Hikâyede aynı zamanda keskin bir drama ve bu aşk hikâyesindeki karmaşıklıktan oluşan etkileyici bir empati atmosferi vardır. Bu nedenle ana öykünün, Daniyar ile Cemile arasındaki aşkın pek çok psikolojik kabile kompleksi yönüyle karmaşık bir hal alan Seyit’in kendi manevî olarak tekrarlanması da uygun değildir. Genç adam kendisini Cemile’den birbirine sıkı sıkıya bağlı olan bağlarını görünmez bir duvarla ayırır, daima belirsiz bir arzu, kıskançlık ve utancın çok ince bir çizgisi etrafında gezer durur. Yazar, bu durumu hafifçe hissettirerek böyle bir analiz olmaksızın haset zincirinin karmaşık zihinsel hareketlerini de terk eder; sadece şiirsel sembolizmi, sezgisel duyumları tercih eder, yalın bir anlatım ve açıklanmayan bir söylem yaratır. Freud bu durumu “Sapık zihinsel hareketler” olarak adlandırır, yani belirli semptomların neden olduğu bir acıdır.

“ElvedaGülsarı” hikâyesinde de bu tür çizgiler vardır. “Gülsara sessizce durdu, bir yere bağlandı ve onu arıyordu. Küçük bir körfezin kıskacını, büyüdüğü ve aynı zamanda her zaman ayrılmaz bir bütün olduğu aynı şeyleri hissetti. Alnında beyaz bir yıldız lekesi vardı. Onunla koşmayı severdi. Aygırlar onu takip ederlerdi, ama onunla kaçtı, diğerlerinden çok uzaklara doğru gitti.Gülsarı daha yetişkin bir at değildi, aygır da yetişkinliğe erişmemişti, yani her ikisi de birlikte olup çiftleşecek erişkinlikte değillerdi.

Yakınlarda bir yerlerde kişnedi. Evet, buGülsarı idi, aygır onun sesini hemen tanımıştı. Ona cevap vermek istemişti, fakat geviş getiren ağzını açmaya korkmuştu. Bu çok acı ve üzücüydü. NihayetGülsarı onu buldu. Yavaş adımlarla koştu, ay ışığı alnındaki yıldızı aydınlatıyordu. Ayakları ve kuyruğu ıslaktı. Nehirden geçerek gelmişti, suyun soğuk kokusunu da yanına getirmişti. Ağzıyla itiyordu, koklamaya başladı, ılık dudaklarını ona doğru temas ettiriyordu. Nazik bir edayla kişnedi ve onu da yanına çağırdı. Aygır ise yerinden kıpırdayamadı. SonraGülsarı başını onun boynuna koydu ve dişleriyle ona temasta bulundu. O da aynısını yapmalı ve dişleriyle onu kaşımalıydı. Lakin onun bu okşayıcılığına cevap veremedi. Hareket edebilecek durumda değildi.Gülsarı rahat bıraksaydı eğer, su içmek istiyordu da.Gülsarı koşup gitmeye başladığında izleri ve gölgesi alacakaranlıkta nehrin öte yakasında kayboluncaya dek onu izledi. Gelmiş ve geri gitmiştiGülsarı. Aygırın gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Bezelye taneleri gibi yaşlar burnundan süzülerek sessizce ayaklarına kadar süzüldü. Bu rahvan at ilk defa ağlıyordu.”

Aytmatov bu sözleri çok daha sonraları yazmıştı. “Cemile”de ise aşkın manevî ve duygusal yönleri görülmekteydi. Bu aşk Seyit’in içindeki artık dünyaya, insanlara, kendisine ve kardeşine bambaşka gözle bakan ressamı uyandırmıştı. Artık şehre gitmeye, kendi entelektüel macerasına ve kendine yaşamda bir yer edinmeye karar vermişti.

“O zaman ilk kez hissettim.” diye itiraf eder lirik kahraman, “yeni bir şeylerin nasıl uyanacağını bilmiyordum, ama dayanılmaz bir şeydi, kendimi ifade etmem gerekiyordu. Evet, sadece dünyayı görmek ve hissetmekle kalmayıp, aynı zamanda başkalarına, vizyonunuzu, düşüncelerinizi ve duygularınızı anlatmak, Daniyar’ın yapabildiği gibi topraklarımızın güzelliğini insanlara anlatmak. Bilinmeyen bir şeyden sorumlu olmayan bir korku ve sevinçten donup kalmıştım. Ama elime o zaman bir fırça almam gerektiğini anlamamıştım.

Çocukluğumdan beri resim yapmayı, çizmeyi severdim. Daniyar’ın şarkıları ruhumu uyandırmıştı. Rüyalarımda geziyor ve dünyayı sanki ilk kez görüyormuşçasına şaşkınlıkla izliyordum…

Cemile’ye bakarak, bozkırdan kaçmak ve çığlık atmak, yeryüzünün ve gökyüzünün ne yapması gerektiğini sormak, bu anlaşılmaz alarmı kendim nasıl aşacağımı ve bu anlaşılmaz sevinçten bahsetmek istedim. Daniyar’ın şarkılarıyla gelen en anlaşılmaz heyecanlara kapıldım. Ve aniden ne istediğimi anladım. Onları çizmek istiyordum.”

Böylece Aytmatov resmetti. “Leonarda Sendromu’yla” kendi Mona Lisa’sını resmetti. Bu arada, aynı “sendrom”, ya da daha doğrusu, iç dünyası, 1970’lerin başlarında, kahramanın karşılıksız sevgisinin içsel tahribatı telafi etmek için karşı konulmaz bir istek haline dönüştüğü, daha sonra yazılmış olan, “Göçmen Kuşların Ağlayışı” adlı bir başka hikâyede anlatılmıştır. Manevî yaratıcılık ve sanatsal kaygı kendini gerçekleştirme yönünde kalıcı bir dürtü içinde yüceltilmiştir.

Bu arada biz “Cemile”ye geri dönelim.

Tabii ki, biz hikâyede Kırgızlar arasında kocasından sevgi görmemiş kadınların ayrılmalarının sıradan bir şey olduğunu, Kırgız günlük yaşam durumlarında bazı oldukça sıra dışı durumlar dışında söyleyemeyiz. Alışılmadık şekilde, genelde sadece bir tek şeyle bir genç kız kaçınılmaz bir aşkla başka bir erkekle kardeşinin eşini bırakarak suç ortağı olur ve hatta daha bu görüntü onun saf, olgunlaşmamış zihninde aşk hikâyesini kutsar, aklıyla değil, kalbiyle hareket eder. Hayatta her şey olabilirdi. Bir zamanlar Resul Hamzatov, Romeo ve Jülyet’in öyküsünde olduğu gibi Kafkas aşk hikâyesinde de benzer olaylar neredeyse her köyde var idi. Ama bunu anlatacak bir Shakespeare’e sahip değillerdi.

Aytmatov’un birçok çağdaşları, öykünün gücünü ve yenilikçiliğini yalnızca kahramanın eyleminde görmeye meyilliydi ki bu da sözde geleneksel görevi olan kavramlarından, sadakatten ayrılmayı işaret ediyordu. Örneğin, eleştirmen Kambaralı Bobulov, Cemile’nin yeni şartlarda ortaya çıktığını, bir kadının insanlık dışı muameleyle karşı karşıya kaldığını, Aytmatov’un “bir kadının kişisel haysiyetinin temasını” öne sürdüğünü iddia etti. Bu şekilde söyleyelim, ama bu sadece gerçeğin bir parçası. Cemile’nin dramı, daha güçlü bir biçimde, insanın varoluşunun özünü ve yaşamın tadını öğrenmeye başlayan, zengin ruhsal ve fiziksel sağlıkla güçlü ve donanımlı bir kadının trajedisidir. Ona karşı olan koşullar ve bu nedenle de kahramanın dünya görüşü – trajik bir dünya görüşüdür.

Viktor Şklovskiy “Hudojestvennoe proza. Razmışleniya i razborı (Sanatsal Düzyazılar; Yansımalar ve Analizler) ” adlı kitabında Tolstoy’un kahramanlarının hayatından bahsederken, şöyle diyordu: “Anna Karenina’da sıra dışı bir şey yok, ama herkese, aşırı derecede ağır gelir sanki. O özünde bir insandır ve bu onun aşkını trajik kılan şeydir. Onun canlılığın doluluğuna ek olarak, Anna hiçbir konuda suçlu değildir.

Nataşa Rostova da, onun çok şeyler istediğini ve bunun onu mutlu etmeye yettiğini karekterize etmektedir. Ayrıca bu onun talihsizliğini beraberinde getirmektedir.

Anna Karenina sıradan, eğitimli, o herkes gibi gibi utangaç olmayan, ama o her zaman o kadar güçlü ki; onun talihsizliği, yararlılık trajedisi olarak tipik bir örnektir.”

Yaşama arzusu, yaşam konumunun faaliyeti, iç gevşeklik Cemile’nin kişiliğinde organik olarak içseldir. Onun zor tercihi Seyit tarafından tamamen paylaşılmış ve kabul edilmiştir. “Beni zor durumda bırakan bir hakaret.” diyerek, Cemile’nin ayrılışının aile skandallarını hatırlatarak “Bir hain olarak düşünülmeme izin ver” diyerek, kime ihanet ettim? Aileme mi? Bizim ailem değil, ama gerçekleri, yaşamın gerçekliğini, bu iki insanın gerçekliğine ihanet etmedim! Köyden ayrılmaya, yoldan çıkmaya, onlardan hoşlanmaya giden zorlu bir yolda cesurca ve kararlı bir şekilde çıkmaya cüret ettim, mutluluk yoluna çıktım.”

Bu bağlamda, bir kez daha vurgulamak zorundayız: ataerkil yaşam tarzının katı geleneklerine karşı bir isyan, kendi mutluluğumuza göre kalpten mutluluk bulma arzusu – bütün bunlar bizde Kırgızlarda vardı, ama Aytmatov’da yok idi. henüz hakkında yazabilecek seviyede yok idi. Bu konular birçok sözlü ve şiirsel yaratıcılık eserinin temeliydi. Örneğin, Semetey’de, sevilen üçlemeli Manas’ın Ayçürök’ü, sevgilisi olan Semetey’in ikinci kısmı, kendini, dünyanın ötesine daraltılmış bir dindarlığın emirlerini kıstırmış, kibar bir kızın yüreğine (ya da beyaz kuğuya dönüşen) iner. Bu küçük destan “Olcobay ve Kişimcan” aşkla ilgili bir halk şiiridir. Geçmişin destansı mirası bu örneklerle doludur.

Kırgız toplumunda devrim öncesi dönemlerde evlenmeye, kocasını terk etmeye, evden kaçmaya, yerleşik normlara ve alışkanlıklara meydan okumayı ve sevgilisiyle kaderini birleştirmeye zorlanan bir kadın için sıra dışı bir şey değildi. Bu tür davalar 1917 devriminden sonra daha da sıklaştı. Bu öykülerden biri, o zamanlar bilinen Kırgız şair T. Adışeyeva’nın “Kaptagay’ın kızı” şiirine kadar dayanıyordu.

“Kırgız yazar Aytmatov’un “Cemile” öyküsünü okumaya başladığımda alışılmadık, toplumsal normlar dışında bir durumla karşılaşacağımı sezmiştim, – diye yazar Rus edib ve kültür araştırmacısı Georgiy Gaçev:

.– Daniyar’da, Byron’un kahramanın işaretlerini buldum; Cemile’nin karakterinin gelişiminde, Rönesansın kişilik oluşumunu tahmin ettim; öykü, bir şarkıya (şiire) yol açacak ve onu tüm sonuçlarıyla değiştirecek – bu anlatı türünde çok eski bir sahnenin izlerini gördüm (Batı Avrupa’daki Kurtuaz romanıyla karşılaştırır). Uzun zamandır Doğu’da onaylanmıştı (Hint ve Arap nesirlerini sürekli olarak karşılaştırabilirsiniz) şiirsel ekler veya Çin klasik romanı “Kızıl Kule’de Rüya” ile dönüşümlü olarak); ve hikâyenin tüm benzerlikleri – toplumun ataerkil bütünlüğünün parçalanması, bir titan karakterin uyanışı, tutkuyla sahip olma, arzu etmeye cesaret etme, düşünmek ve kendi başına hareket etme, – hem antik hem de Shakespeare trajedisinin buluşmalarını hatırlattı.”

Gachev’in diğer derneklerinin ve konumlarının tartışmalı olduğunu varsayalım, fakat o temel şey – ilkel sanattan modern biçimlere kadar – herhangi bir ulusal kültürde – dünya kalkınmasının yasaları tahmin edilmektedir. En azından, yeni yazılı edebiyatların kaderiydi, özellikle, aynı Gaçev’in tanımına göre, hızlandırılmış gelişmeye göre, yirminci yüzyıl fazına giren bu doğrultuda gelişen Kırgızlar.

“Cemile”nin yazarı anavatanında sadece coşkulu kabul törenleriyle tanıştığı söylenemez. Eski kuşak temsilcilerinde, tedirginlik ve şüpheciliğe neden oldu. – A. Tokombayev, T. Sıdıkbekova, K. Cantöşev ve diğer bazı yazarlar sustular. Ancak bu durum, Kırgızistan Yazarlar Birliğindeki toplantılardan birinde, ünlü yazar N. Baytemirov’un, o zamana kadar, izleyiciye böylesi bir bölümü anlatan yazardan söz ettiği de iyi bilinmektedir. Kırgız köylerinden birinde, “Aytmatov diye bir yazar” diye soran köylülerin “sıradan Sovyet işçisi” olarak tanımlandığı, ifade edildiği ortaya çıkar. Ve bana, evden ayrılan ve ön tarafta savaşan kocasını terk eden Cemile adlı bir sürtük hakkında yazdığı için onu dövmesini istediğini söylememi istedi. Baytemirov bu hadiseyi, salonda oturan tüm yazarların açıkça gülüşeceği bir üsluplay anlattı. Hakaret ve alay konusu olan “Cemile”nin yazarı, kalkıp salondan ayrılmak zorunda kaldı…

Ancak gençlik, salt okuyucunun ortamında ve profesyonel ortamda hikâyeyi çok sempatik bir şekilde karşıladı. “Cemile” hakkındaki ilk genç eleştiri R. Kıdırbaeva, ardından da K. Bobulov tarafından daha sonra da daha çok tanınan bir eleştirmen olan K. Asanaliyev tarafından yapıldı. Hatta kitaplarında genç ve gelecek vadeden “modern zamanların insanının keşfini gördü.

Aytmatov’un o zamana kadar çok fazla edebi yazıları yayınlanmıştı “Cemile” adlı kitabın ardından, yazarı dünyaca ünlü hale getiren “İlk Öğretmen”, “Ana Yurt”, “Kızıl Ormandaki”, “Deve Gözü”, “Dağların ve Bozkırların Öyküsü”dür derledi. Aytmatov’un yeni edebi çağın miladı başlamıştı.

FREUD’A GÖRE BİR YAŞAM DEĞİL: YASAK AŞK ŞARKISI

Uzun hayatı boyunca, Cengiz Aytmatov birçok farklı yollardan geçti ve kendisi de değişti. Sovyet iktidarının, Komünistlerin başarılarına hayranlık duyduğu bir zaman vardı; birçok kez basit bir işçi, kolektif bir çiftçi, parti üyesi olan bir demiryolu işçisi gibi konuşmaya başladı. Ve sonra, bu iktidarda, ideolojisinde, ipuçlarıyla, şifreli sembollerin dilinde ve sonra açıkça – Sovyet otoritesine, özellikle de Stalin’e karşı geldiği zaman, hayal kırıklığı zamanı geldi. Yine de, her zaman ikna edici bir komünistin, komünizmin fikirlerinin şefi, babası Törekul Aytmatov’un gerçekten söylediği gibi bir şey kalmamıştı.

Ancak, kişisel açık ve canlı bir şekilde, aile hikâyeleri, SSCB’nin tüm karmaşık dramını yansıtan Kırgız edebiyatı yazarını, edebiyatın tamamında bulmak zordur. Yazarın yaratıcı bir odakta olduğu gibi, karmaşık ve aynı zamanda bu baskılı, ülke, gözyaşları ve sevinç, yanılsamaları ve hayal kırıklıkları, en önemli kilometre taşları ve dönemleridir. Son olarak, trajik ve sonunda büyük tarih oluşur. Akıl ve kalbin içinden geçen tecrübeli ve de şahsen deneyimli ailesi, geniş bir popülerlik kazandı ve yirminci yüzyılın dünya edebiyatının tarihine girmiş eserlerde de bu durum yansımaktadır.

Cengiz, küçük yaşlarından itibaren Sovyet iktidarına umursamazca inanıyordu. Bu sempati ve güçlü sezgi “Elveda Gülsarı!” (1966) ile ortaya kondu. Dünya devrimini her zaman hayal etmiş olan ama unutulmamış eski komünist Tanabay tarafından manevî olarak ezilmiş ve manevî olarak ezilmiş olan ama yalnız başına yolculuğunu tamamlayan, gemiden fırlatılan şey.

Aytmatov’un “İlk Öğretmen” adlı hikâyesinde, komünist imajını ve sosyalist gerçekçiliğin estetiğini anlatmak istediğini ifade ettiği bilinmektedir. Evet, sadece bu anlayışın, “olumlu kahraman”ının güvenli bir şekilde unutulmuş kavramıyla orantılı olduğu ve aslında güncelleştirilmiş estetik kriterlerden farklı olduğu kanıtlandı.

Bu hikâyenin ana karakterleri olan Düyşön ve Altınay, zihinsel olarak yaralanmış, psikolojik olarak tükenmiş insanlar tarafından finalde ortaya çıkıyor. Tuhaf bir yetimler evinde bir yetim olan, öğretmenin çabaları ve özverileriyle büyüyen Altınay, iyi bir eğitim almış, hayatında çok şey başarmış, akademisyen olmuştur. Evet, başarı var, ama bir mutluluk yoktu. Sonsuza kadar onun ilk öğretmeni olan sevdiğim kişiyle ayrılması gerekti ve bu ayrılık hayatını kararttı, kaderi onu trajik bir şekilde yok etti. Neden her şey yaşamda bu kadar düzenlenmiş, neden insan mutluluğu elde etmek o kadar zor ya da hiç yok mu? Ve insan belleği ne anlama geliyor, ahlak hafızası nedir? Aytmatov’a bu sorular sorulur, ancak her durumda doğrudan ve açık bir cevap vermez. Tüm hayatını isteyecek olsa da vermez ve vermeyecektir. Ve nereden geldi? “Lanetli soruların” cevabı da yok.

Hikâye, Kırgız köylerinin yüzyıllar boyunca cehalet ve karanlıktan uyandığı uzak 1920’lere geri götürüyor. Bu nedenle, ışık arzusu, aydınlanma fikri, köyündeki ilk öğretmenDüyşön’in zihnini heyecanlandırır. Bu Kırgız idealisti vahşi doğada bir ateş yakar ve insanlara şu sözlerle hitap eder:

“Komsomol beni sizin çocuklarınızı okutmam için gönderdi. Bunun için bize bir yer gerekmektedir. Bir okul kurmayı düşünüyorum, yardımınızla, elbette, tepede duran eski ahırda. Buna ne diyorsunuz, hemşerilerim?

İnsanlar güldü, zihninde neler olduğunu anlamaya çalışıyormuş gibi, bu uzaylı mı? Sessizliği Satımkul bozdu, bu yüzden onun lakabı zaten eleştirendi.

“Sen kal, delikanlı” dedi Satımkul, gözlerini batırıyormuş gibi dikti. “Bana neden okula ihtiyacımız olduğunu söyle!”

– Neden? -Düyşön kaybetti.

–Ve doğru! – Kalabalıktan birilerini aldım.

Ve hepsi bir kerede taşındı, hışırdadı.

Düyşen’in yüzünden kan akmaya başladı. Titreyen parmaklarıyla önünü açtı, kancaya takılıp yarılan kafasını kaldırdı, dört adet katlanmış bir kâğıt tabaka çıkardı ve hızlı bir şekilde dağıttı:

– Öyleyse, Sovyet iktidarının mührünün olduğu çocukların öğretilmesi hakkında yazılan bu kararnameye karşı mısınız? Ve sana bu iradeyi kim verdi? Peki, Sovyet iktidarının kanunlarına karşı mısın? Cevap ver bana!

Sözlerini tekrarladı kızgın bir ifadeyle “Cevap ver bana!”. Bir mermi gibi, sonbahar sessizliğinin sıcaklığını kesen bir mermi gibi, kayalar da kısa bir yankıyla karşılık verdi. Kimse bir şey demedi. Halk sessizdi, kafaları eğildi.”

Bu fanatizmde, aydınlanma ateşini bu okuryazarlığa taşıyan ilk öğretmendirDüyşön. Antik mitolojide Prometheus gibi karanlık insanlar, örülmüş perdeyle birlikte terkedilmiş ahıra ve aynı zamanda kahramanca anıtsal olarak sürüklendiğinde çok komik görünüyordu. Aytmatov’a göre Düyşön destansı bir kahramandır ve aynı zamanda bir şehit, bir tür Kırgız Don Kişotu, açlık duyduğu ve bir yanlış anlaşılma duvarı ile çevrili olduğu zaman, köylülere sosyalizmin iddialı aydınlanma planlarını açıklamaya çalışır.

Sevgi ve ahlakî görev, özveri ve yalnızlık, her türlü önyargıların, konvansiyonların, insanların yaşamlarının yükü, bu en tarihi içeriğin, eğer böyle söylese de, bir Kırgız yazarının hikâyesidir. Cengiz Aytmatov’un hiçbir çalışmasının, o ilk yılların sert ve nihayetinde doğal bir meselesi olan “İlk Öğretmen” olarak yoğun bir şekilde doyurulması anlamındaki tarihidir. Aynı zamanda hüzünlü bir aşk öyküsü olan Düyşön ve Altınay, Seyit ve Cemile’nin devamı gibiydi. Tıpkı aynadaki ters yansımasıydı sanki. Bu anlatıda Kırgız üstadın hâkimiyetçi bir bakış açısına benzeyen şeylerin oluşturulduğu da görülmektedir. Derin bir trajedi, sonsuz bir uyumsuzluğun hissi, dünyevî bir üzüntüsü vardır.

“İlk Öğretmen” gerçek olayların anlatıldığı, gerçek bir yerde geçen öyküydü. Aynı zamanda da mutluluğun ebedî yansımalarının yaşamdaki felsefi anlamıdır. Düyşön’ün hikâyesi, Terk edilmişliğin hikâyesi, unutulmuşluğun tarihidir. En önemlisi de, mutsuz ve umutsuz bir aşk hikâyesidir. Birbirini sonsuza dek bulmuş olan iki kişinin, toplum koşullarının asla desteklemediği bir aşkın hikâyesi. Bu onların trajedisi olarak kaldı.

Aytmatov’un tüm gücünün ve içinde art niyet barındırmayan çok katmanlı hikâyesiydi.

Altınay’ın ilk öğretmeni onun için ne ifade ediyordu? Kurtarıcı ve hayırsever ilk aşkı mı? Tombul ve gün boyu gübre toplayan açık yüreklilikle ve gülücüklerle onu okumaya davet eden Düyşön. O onun için saygın ve kıdemli bir yoldaş ve iyi bir insandı. Bu ilişkinin bir aşamasıydı. Daha sonra ise onun rahat bırakılmasını ve okula gitmesini sağlar. Ve o zaman işte Düyşön sadece ilk öğretmen olmaktan çıkar, tamamen ideal bir kişilik olur. Aşk için yer yokken bu tabu ahlakî ve kültürel yönden yasaktır.

Öykünün ilerleyen dönemlerinde kıymetli hocası ve bilgi aktarıcısı olan sevgili öğretmeni onun gözünde önce bir ağabeye daha sonra da yakışıklı bir gence dönüşür. Düyşön’e dayak atacak kadar Altınay’ı ona verme iradesine aykırı bir tavır da yer alır. Burada da gerçek bir yiğit ve bir şövalye olarak da hissedilir.

Bu olağanüstü drama ve derin sembolizm mutsuz Altınay’ın kendini şelaleden attığı veDüyşönin terk edeceğine inandığı bir bölümle doldurulur.

“Altınay seni kurtaramadım, affet beni, dedi o. Sonra elimi tuttu ve yanağına getirdi. Ama sen affetsen bile ben kendimi asla affetmeyeceğim…

Ben ağlayarak atın sırtına bindim. Düyşön saçlarımı sessizce okşayarak yanı başımda ağlamamın bitmesini bekledi.

–Sakin ol Altınay, gidelim dedi nihayetinde.

– Sana anlatacaklarımı iyi dinle. Üçüncü gündü, şehre okumaya gideceksin değil mi? Duyuyor musun?

Berrak bir nehrin gözesinde durduğumuz zamanDüyşön:

İn haydi attan Altınay, yüzünü gözünü yıka.– Cebinden bir parça sabun çıkardı.– Al bakalım Altınay, üzülme. Ve olan biten her şeyi unut ve bundan sonra da hiç hatırlama. Yıkan Altınay, iyi gelir, tamam mı?

Belki bir Freud hayranı buradan, bu sahnelerden bütün hikâyede olduğu gibi pek çok gizli ipuçları ve imalar bulurdu. Ama sanatçı Aytmatov’un kültüründen bahsedecek olursak Hemingway ve onun estetiği “Buzdağı”, estetiği okuyucunun hayal gücünü göz önünde bulundurarak bir takım dokunuşlara çok fazla önem vermektedir. Öğretmen ve öğrenci arasındaki öykü bu şekilde anlatılır. Kesinlikle onları derin hisleri bağlar fakat bununla ilgili bir şeyden bahsedilmez. Bu duyguya aşk denir ve aşk da trajiktir. Çok fazla engeller, yasaklar, tabu sistemi bulunmaktadır: öğretmen ve öğrenci, ulusal önyargılar, zorla evlendirilen kadın, bakirelik ve çok daha fazlası.

Böylelikle gündelik olayların Aytmatov’un kalemi altında yüksek trajedinin seviyesine kadar ulaştığı tekrarlanabilir. Evet, Altınay gerçekten kurtarıldı ve hayatta hiçbir şeye sahip olamamış binlerce yetimin kaderini yaşamadı. İyi bir eğitim aldı, ülke genelinde tanınmış bir insan oldu, lakin kalbindeki acı ve üzüntüsü daim kaldı. Taşkent’e giderken tren istasyonunda vedalaşan Altınay, Düyşön’e diyor ki: Tren tüneli geçti ve hızla ilerledi. Beni Kazak bozkırlarının ovalarına doğru ve yepyeni bir hayata taşıdı…

Elveda öğretmenim, elveda benim ilk okulum, elveda çocukluğum, elveda benim ilk ve hiç kimseye bahsedemediğim aşkım.

Bu arada, devrimci temaya, eğitim temasına, Kırgız edebiyatının içinde Cengiz Aytmatov’un ortaya çıkmasından çok önce bahsedildi. 1920’lerde gerçekleşen bir dizi eserden bahsedilebilir. Bunlar genellikle Kırgızistan’daki kültür devrimi dönemi eserleri olarak adlandırılır. Kollektivizasyon zamanı, okuma yazma bilmezliğin ortadan kaldırılması, kurtuluş savaşı yıllarının edebiyatında çok başarılı bir şekilde çözüldü. T. Danktoşev’in “Kanıbek”, K.Tanombayev’in “Kendi Gözlerimle”, K. Bayalinov’un “Kurman Vadisi” adlı eseriyle “Temir” ve “Dağlar Arasında” gibi kitapları yazmak yeterlidir. Bu ve bu zamanın diğer yazarlarının yaratıcılığının estetiğinin açık bir şematizmle işaretlenmesi başka bir konudur. Bir kural olarak, kahramanı ya -kahraman imajında (örneğin, K. Cantoşev tarafından isimlendirilen romandan aynı Kanıbek olarak) ya da mevcut gerçekliğin zorluklarının kurbanı olarak ortaya çıktı. Bu, mesela T. Sıdıbekov’un “Dağlar Arasında” adlı romanından Samtir’dir. Kırgız edebiyatındaki ilk “küçük adam” olan Samtir’in imgesi bazen küstahça, kimi zaman naif yönüne dokunmakla birlikte, her türden bireysellikten yoksundur. Tek kelimeyle, kanonik formda sosyalist gerçekçilikte idi.

bannerbanner