
Полная версия:
Devrin En Büyük Yazarı Cengiz Aytmatov
-Öğrenci Aytmatov neden sustunuz? Devam ediniz. Gri eşekler diğerlerinden hangi özellikleriyle ayrılırlar anlatınız, dedi öğretmenim. Utancımdan terliyordum.
Köyümüz Şeker’e dönen eşeğin sahibi köye döner dönmez herkese şehirde ne eğitimi aldığımı anlatmıştı.
1940’lı yıllarda hâkimlik, polislik gibi meslekler popülerdi köyümüzde. Öte yandan halamlar şehirde öğrenim gördüğüm için benimle gurur duyuyordu. Gelecekte saygın bir meslek edinip iyi yerlere geleceğimi düşünüyorlardı. Köye döndüğüm zamanlarda benim için hiçbir şeyden kaçınmıyorlardı. Komşunun söylediklerini duyunca onlar gülseler mi ağlasalar mı bilemediler?!
Tatilde köye dönünce halam Karakız üzüntüyle bana şöyle dedi:
-Birilerinin dediğine göre sen şehirde eşek bilimi üzerine eğitim alıyormuşsun. Bu neyin nesi canım? Başka okuyacak bir şey bulamadın mı? Eğer sen eşekleri öğrenmek istiyorsan, köyümüzde birsürü eşek var…
İşte bu şekilde öğrenimimi sürdürdüm.”
Aytmatov her iki öğrenimini de başarıyla bitirmiştir. Aytmatov’un başarılı oluşu hayvan ve tohum ıslahı profesörü Mihail Luşihin’in de dikkatini çekmiş ve onu yükseköğrenim görmesi için kendi üniversitesine çağırmıştır. Aytmatov belki alanının en önemli bilim adamlarından biri olacaktı, ancak burada da “Halk düşmanının oğlu” damgası bu eğitimi almasına engel olmuş, başvurusu kabul edilmemiştir. Bu hâl onun geleceğini daha çok düşünmeye sevketmiştir. Tüm engellere rağmen Aytmatov Kırgız Hayvancılığını Araştırma Enstitüsü’nde göreve başlamıştır.
1953 yılının Ağustosunda ailesini Talas’tan Frunze’ye götürme şansı elde eder. Kendilerine iki odalı bir daire de tahsis edilir. Aytmatov alanında yükseköğrenim göremez, kardeş Roza Aytmatova’nın ifadesine göre, iyi ki yükseköğrenim görmemiştir.
O yıllarda geleceğiyle ilgili karar vermek zorundadır. Mevcut imkânlarla bir veteriner veya zooteknisyen olarak görev yapması gerekirken, kalbi başka yollarda yürümek istemektedir. Huzursuzdur, insanî borcunu ve görevini yerine getirmeyi arzu etmektedir. Aytmatov yazmak istemektedir. Bildiklerini ve hayatta gördüklerini insanlarla paylaşmak istemektedir. Kalbinin bu çağrısına uymak istemektedir. Cengiz evde çocuklar arasında en büyük olduğu için birçok şey ona bağlıdır. Annesi hastadır ve kardeşlerine de bakmak zorundadır.
O yıllarda ülkede hemen hayatın her alanında esen değişim rüzgârları Cengiz Aytmatov’un seçeceği yolu da belirler. 1956 yılında gerçekleştirilen XX. Komünist Parti toplantısında Nikita Hruşev’in anti Stalinist bildirisi herkesi heyecanlandırır. Aytmatovları ve aynı şekilde milyonlarca Sovyet ailesini yakından ilgilendiren bu bildiride 1937-1938 yıllarında katledilip ‘Halk düşmanı’ ilan edilenler aklanır.
Böylece, toplumda ve edebî kültürde yeni ve taze bir rüzgâr esmeye başlar. Tam da bu yıllarda Aytmatov’un ilk edebî çalışmaları kültür sahnesine çıkar. Rusça ve Kırgızcayı çok iyi bildiği için her iki dilden çeviriler yaparak da hayatını kazanabilirdi. Ancak tercümanlık kariyeri yapmak pek ilgisini çekmiyordu. Ruhu orijinal sanata yönelmek, Rusça ve Kırgızca edebî eser kaleme almak ve edebî çevrelere dâhil olmak istiyordu.
Aytmatov zamanla yavaş yavaş yerli yazarlarla tanışıp çeşitli edebiyat sohbetlerine katılmaya başladı. Yazarlarla birlikte katıldığı sohbetler onun için çok faydalı oluyordu. Bu arada iyi bir çevirmen ve aynı zamanda Kırgız edebiyatının ilk savaş romanı “Maydan”ı kaleme alan Uzak-bay Abdukaimov ve yetenekli şair, çevirmen ve dramaturg Raykan Şükürbekov ile tanışmıştı. Şükürbekov da Talaslıydı. Bu iki isim hemen Aytmatov’un yeteneğini farkettiler ve onu yüreklendirip öğütleriyle destek oldular.
İlk eserleri sosyalist realizm ilkelerine sıkı sıkıya bağlıdır. Aytmatov bununla birlikte çeviri sahasında da kalem oynatmış, bazı denemeler yapmış, savaş konulu eserleri Kırgızcaya çevirmeye gayret etmiştir.
“Ben V. Katayev’in “Tankçının Oğlu” ve M. Bubennov’un “Akağaç” adlı eserlerini riske girip, nasıl kitap bastırılacağını bile bilmeden çevirme işine giriştim. Çevirileri bitirip matbaaya götürdüğümde bu eserin çoktan çevrildiğini ve yakında yayımlanacağını söylediler. O zaman çok üzüldüm, ama bu çeviri çalışması benim edebiyat sahasındaki ilk çalışmalarımdı, diyebilirim. Öncesinde öğrenci olarak da yerel gazetelerde bazı yazılarım yayımlanmıştı.” 12
Öyle veya böyle artık tercih yapılmıştır. Mücadeleyi bereket ve toprak tanrısı Satürn değil, güzelliğin ve sanatın hamisi Apollon kazanır. Aytmatov 1956 yılında Moskova’daki yüksek edebiyat kursuna katılmaya hak kazanır, aynı yıl “Yüz Yüze” adlı eseri Oktyabr (Ekim) dergisinde yayımlanır. Bu eseri artık sıradan bir kalem denemesi değil, genç ve usta bir yazarın önemli bir eseridir.
Sonrasında Aytmatov’un önüne, daha önce hayal bile edemeyeceği geniş ufuklar ve emsalsiz imkânlar serilir.
GÖKTEN DÜŞEN KARTAL TÜYÜ
Cengiz Aytmatov için yazarlık, ilk adımdan itibaren başlayan geniş bir hikâyecilik yeteneği, duygulara dokunan ve insanoğlunun sorunlarına değinen bir çalışma alanıydı. “Ben tüm hislerimi insanlara duyurmak, daha doğrusu onlarla düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Başka türlüsü başka türlüsünü yapamam yoksa bu sorumluluğu yalnız başıma kaldıramam.” diyordu “İlk Öğretmen” adlı öyküsünde. Aslında bu onun bir nevi kendi edebi manifestosuydu.
“Başka türlü yapamam. – Ben yazmalıyım.” Bu itiraf onun o yıllara ait iç dünyasını karakterize etmektedir.
Bu arada Aytmatov’un bulunduğu bilinen bir görüntü, harap olmuş bir duvarın dibinde yaşlı bir kadına kesinlikle kendisi hakkında yazacağını söyler. Yazarın diğer hemşerileri de bu noktada tam da o Tolgonay’ın Toprak Ana’daki prototip olduğuna inanmaktadırlar. Eğer öyleyse bu prototip daha sonra somutlaştırılmış ve o zamanlar için hikâye artık yayınlanmıştır.
Aytmatov’un kendi dediklerine göre gökyüzü kendisine karşı hep merhametliymiş, ama Allah’ın rahmetine ve lütfuna ek olarak basit bir anlatımla edebi yeteneği aynı zamanda önce parlak bulutlarla gelen umutların ve sonunda evrensel felaketlerle son derece çelişkili bir biyografiydi. Bütün bunlar özellikle hümanist bir sanatçının dünya kalibresinin oluşumunun temelinde yatmaktaydı. Böylece kendi üslubu yine kendisinin ifade ettiği itirafla gelişti. “İlk Öğretmen” de “Cemile” de birinci ağızdan, yaşayan karakterlerden ve gerçek olaylardan yazılmıştır.
Cengiz Aytmatov sözcüklerde pervasızlığa âşık olmuş ve eser yaratıcılığı gücüne sonuna kadar inanmıştı. “Manas”ın yorulmaz okurları Kırgızların halk kurgusunu ve duyduklarını çok önce keşfetti. Sadece sözcüklerin sonsuz olabileceğinin, yok olmaya karşı sadece onların direnebileceğinin, ölümsüzlüklerinin gücünün çok önceden beri farkındaydı. Onu sonsuzluk olgusu hep ilgilendirirdi, o sonsuzluk olgusu içinde insanın görevini ısrarla sürdürürdü. Aytmatov eski Kırgız sırlarını yansıtan insanî sözcüklerini bizzat kendisi Rusçaya çevirmiştir. “Evrensel süt kelimesi ve nesilden nesile yüzyıllarca içilen o süt.” Bu nedenle sözün dışında, sözün ötesinde ne Tanrı ne de evren vardır. Dünyada sözün gücünden daha büyük bir güç yoktur, sönmez bir alevi ve ateşi vardır sözün.
Söz, Aytmatov için boşluğa, evrenin entelektüel sessizliğine, doğanın döngüsünü açıklamaya ve hayatın kaosunu ifade etmeye yönelik bir şey anlamına gelmekteydi.
Cengiz Aytmatov tamamlanmamış bir felsefi hikâyede “Göçmen Kuşların Hüznü” (1972) insan hayatının trajik özünü yansıtır. Günlük hayatın koşuşturmasındaki insanlar hafızalarda kalır. Genç ozan bir rüya görür, orada kendini tarifsiz halde görür ve “Manas”ı gerçek bir Manasçı, gerçek bir hikâye anlatıcısı gibi ezberden okur. Uyanınca bu inanılmaz rüyasını babasıyla paylaşır. Yaşlı adamın kalp hastalığı vardır ve iyi bir şeylere delalet olan oğlunun bu rüyasına sevinir. Ama aniden ölümcül hastalığı sebebiyle rüyayı açıklamaya vakti yoktur. Bu durumda ölüm döşeğindeyken Genç ozanın sözlerin gücüne ve insaniyetin gücüne sahip olacağını ümit etmektedir.
Cengiz Aytmatov ezoterizme hiç ilgi göstermezdi, gizemli ve mistik açıklamalara inanmazdı, sihirli işaretlere inanmazdı, ama peygamberliğe inanırdı. Kadere de inanırdı ve önceleri peygamber hakkında da çok söz etmiştir. “Herkes ve her zaman için aynı olan tartışmasız bir şey var, – diye yazmıştı “Dağlar Devrildiğinde” adlı romanında, – hiç kimse kaderinde ne olduğunu ve kaderinde ne yazdığını önceden bilemez, sadece hayat bizzat kendisi kime ne olacağını gösterir, yoksa neden kadere razı gelinsin ki?…Dünya yaratıldığından beri bu böyledir, cennetten çıkarılan –ki bu da bir kaderdir- Adem ile Havva’dan bu yana kaderin sırları sonsuz bir bilinmezlik içinde herkes ve her zaman için gizemini korumaktadır ve koruyacaktır.
Bu insanlığın genel olarak kaderidir. Aytmatov’un kaderinde bazı şeyler önceden belirgindir: Moskova, Rusça ve Büyük Kazak romancısı ve bilim insanı Muhtar Avezov’la karşılaşması.
Geleceğin yazarının Moskova’daki Yüksek Edebiyat sınıflarında geçirdiği en cazibeli ve bahsetmekten hoşlandığı bir kaderdi. Tam da burada yani Moskova’da “Abay Yolu” ile sadece Kırgızistan ve Kazakistan’da değil, bütün Sovyet topraklarında tanınmıştır.
Bu gerçekten kaderin ağlarını ördüğü bir karşılaşmaydı. Ortaya çıktı ki Muhtar Omarhanoğlu Cengiz’in babasını iyi tanıyordu, Kırgız yazarları biliyordu asıl önemli olan ise Manas Destanını uzun zaman önce ve tamamıyla incelemiş olmasıydı. Yani saygın yazar ile genç Kırgız yazar arasında çok fazla ortak nokta vardı ve bu Aytmatov için bir başarıydı. Avezov’un bir akıl hocası ve bir de bakıcısı vardı. Yakın bir gelecekte kendisinin iyi bir arkadaşı olan Lui Aragon’un dikkatini “Cemile” romanına çekecektir.
Tek kelimeyle zorlu çalışmalarla geçen yıllar sona ermişti ve yazarı sözcüklerin zirvesine çıkaracak, önce toplumsal sonra da evrenselliğe götürecek yol başlamıştı.
Moskova’da bulunduğunda, hevesli ve çalışkan bir dönemdeyken babası ve onun kaderini düşündü. İnsanların hayatının sonlandırılması, suçsuzların cezalandırılması, bu arada bazılarının cezalardan dönmesi umudu olmayan ümitler vermişti ona. Törökul’un da belki ortadan kaybolmayacağı inancıyla 15 Temmuz 1956 yılında Cengiz Aytmatov ülkenin en yüksek yargı organlarına şikâyette bulundu. İşte o tam metin:
Şikâyet Dilekçesi,
20 yıl geçmesine rağmen babamızın kaderi hakkında bir bilgimiz yok. Hayatta mı değil mi bilmiyoruz, ne zaman ve hangi suçla yargılandı bilmiyoruz, gerçekten devlet nazarında suçlu mu? Bu soruların cevabını merak etmekteyiz, çünkü hep acı veren bir olay yaşıyoruz ve duygularımızda kendi babamızın, Orta Asya’da kuruluş ve birleşmenin en zor yıllarında mücadele veren birinin Sovyet makamlarına ve vatana karşı bir suç işlemiş olduğuna inanmadık. Bildiğim kadarıyla babam Kırgızistan SSC Bölge Komünist Partisinde sekreterlik görevini ve diğer sorumluluk ve görevlerini şerefli ve düzgün bir şekilde ifa etti. Son zamanlarda Moskova’daki Marksizm – Leninizm Enstitüsünde eğitim gördü. Son sınıfı bitirdi. Şimdi 1937 olaylarının adil bir şekilde tekrar gözden geçirilmesini istiyoruz ve babamızın akıbetinin raporlarını bekliyoruz. Bu sadece onun kendisini değil, aynı zamanda da ailemizi ilgilendiren mevzudur. Mesela bu sebepten ötürü kabul için tüm şartları yerine getirmeme rağmen lisansüstü eğitime alınmadım. Aynı muamele sonucu Moskova Üniversitesi Jeoloji Fakültesi mezunu olan küçük kardeşim de alınmadı. 1954 yılında orta öğretimini tamamlayan kız kardeşim de Kırgızistan seçmelerinde üstün başarı kazandığı halde ve sınavları geçmesine rağmen Moskova’da bulunan eğitim kurumlarına kabul edilmemiştir.
Sonuç olarak mesele bunlardan ibaret değildir, belki de bahse konu bile olmayacak şeyler ne yazık ki. Ama bilinmesi gereken bir gerçek var; o da babamızın durumu, ailemizin toplum nazarındaki onurunun kurtarılması bizim için çok önemlidir.
Cengiz Aytmatov, 15 Temmuz 1956 SSCB Kırgızistan, Çoñ Arık KöyüAytmatov ailesi resmi cevabı 1957 yılının ağustos ayında aldı. Bu yazıda aile üyelerinden birisinin Frunze KGB şubesindeki bir odaya gelmesi gerektiği yazmaktaydı.
Aytmatov ailesinin -özellikle de Nagima Hanımın-beklediği an gelip çatmıştı. Belki babaları hâlâ hayattadır, eğer hayatta değilse nasıl öldü ve nerede gömülü? Cengiz toparlandı ve annesi ile küçük kızı olmak üzere hep birlikte Frunze’ye gittiler. Roza Törökulkızı Aytmatova şöyle anlatıyor hatıralarında:
“Annem ikinci derecede engelliydi, çok zor yürüyebiliyor, çok zor hareket edebiliyordu. Burada ise her ikimizi de unutmuştu. Hızlıca giyinmiş, bütün evraklarını almış ve beni acele ettiriyordu. Sonra babam yaşıyor olsaydı her şeyin bir yolunu bulurdu diye düşündüm, kendimize has bilgilerimiz haberlerimiz olurdu. 20 yılda da bunu yapabilirdik. Şimdi Ulusal İç Güvenlik Teşkilatına giderken değişik düşünceler hâsıl olmuştu zihnimde, ama anneme hiçbir şeyi belli etmedim.
O da tamamen değişmişti. Yanakları ışıl ışıldı, yeşil gözleri de parıl parıl parlıyordu, neşeli ve kendinden emin hareketleri vardı. Annem birden gençleşmişti! Hızlıca durağa gelmiş ve otobüsü beklemeye başlamıştık.
–Biliyor musun, galiba babanız ya Sibirya’da ya da Uzak Doğu bölgesindedir. Bu günlerde pek çok kişi dönüyor oralardan. Belki de oralarda evlenmiştir ve çocukları vardır. Ne de olsa erkek. Erkekler yalnız yaşayamazlar, onlar hususi işlerini bile göremezler. Yeter ki hayatta olsun! Ya şimdi sizi görse, ne kadar da mutlu olurdu! Çocuklarını çok severdi! Ne yazık ki büyüdüğünüzü göremedi. Çocuğunun ilk adımlarını nasıl attığını görmek, konuşmaya başladığını duymak, başarılarıyla mutlu olmak, ergenlik döneminde yaptıklarına, çocuklarının delikanlılık dönemlerine şahit olmak bir insanın en büyük mutluluklarıdır. O bütün bunları deneyimleyemed. İşte Cengiz ve İlgiz büyüdüler, evlendiler, çocuk sahibi oldular. Lyusa ile siz ise genç kızlarsınız. Hiç de geç değil. Ya bir de Sancar’ı görse!… Torunlar öylesi bir mutluluktur ki evlattan da tatlıdır…
Burada otobüs geldi ve bindik. Annem yolda da yorulmadan konuşmaya devam etti. Birazdan Törökul ile karşılaşacağımızdan emindi.
–Acaba ne durumdadır? Yeter ki sağlıklı olsun. Ah o nasıl bir yiğitti! Hem akıllı hem bilgiliydi. Ailesine öyle düşkündü ki!
Biraz dinlendirmek için ben sordum:
– Peki, siz nasıl tanıştınız anne?
– Ooo! Bu tamamen kaderin tecellisi olsa gerek. İşteydim, bir şeyler yazıyordum. Bir anda kapı hızlıca açıldı ve odaya yakışıklı bir genç girdi. Boyu posu yerli yerinde eksiksiz bir adamdı: boy pos, güzel ve parlak saçlar, kara gözler. O haliyle beni etkilemişti! Bunu anlatırken gülümsedi annem.
Kiev ile Lagvinenko caddelerinin kesiştiği köşeye gelmiştik, düzgün yapılı bir binaya -Ulusal İç Güvenlik Teşkilatına- doğru yaklaştık. Kapıda otomatik silahlı bir asker duruyordu. Annem ona davet yazısını gösterdi.
– Siz girin, diye işaret etti anneme. Bana ise:
– Siz burada bekleyin.
Bir süre sonra annem çıktı. Benzi kül gibi soluktu, gözlerinin feri gitmişti, ayakta zor duruyordu. Ben neler olduğunu hemen anlamıştım. Güçlükle gözyaşlarımı tutuyordum. Ağlayamazdım, yoksa annem daha da kötü olurdu. Hiçbir şey demedim. Elime bir liste verdi “Kara liste”, o kâğıtta Törökul Aytmatov’un artık hayatta olmadığı, öldüğü yazılıydı. Yazı SSCB Yüksek Mahkemesi, Askeri Komisyonu tarafından T. Aytmatov adına düzenlenmiş bir ölüm raporuydu.
Ne zaman, nerede ve ne şekilde öldüğü belirsiz kalmıştı. Daha demin durmaksızın konuşup duran annem şimdi sus pus olmuş, tek kelime bile etmiyordu.
–Eve vardığımızda Cengiz’i üzmemek için ağlamayacağız, yoksa maazallah etkilenebilir, dedi annem kendini tutmaya çalışarak:
– Kadere boyun eğmekten başka yapacak bir şey yok, artık hiçbir şey yapamayız, diyordu zorla nefes alarak.
Belli bir zaman sonra Cengiz kendini daha da toparlayıp iyileşmeye başladığında köyden Karakız hala geldi, sanırım onu çağırmışlardı. Annem halama kardeşinin acı ölüm haberini verdi. Kucaklaşıp uzunca bir süre ağlaştılar.”
Bu uzun bekleyiş böylece son bulmuştu. Fakat en kötü haber bile belirsizlikten, öldü mü kaldı mı bilmecesinden daha iyiydi.
1953 yılının Mart ayında Sovyetler Birliğinde başlayan yayılma, çözülme döneminde Cengiz’in hayatında da değişiklikler yaşandı. Ancak Stalin zamanında bile babasızlığın ve yetimliğin acısını hep hissetti. “Halk düşmanı”nın geçmişte acı çekmenin, aşağılanmanın izlerinin, oğlunun da babasının da suçsuz ve dürüst olduğunu, çalışmaya, hizmete adanmış olduğunu ispatlamak için, bunu bağırmak için sürekli bir istek taşıyarak hayatına devam etti. 20. yüzyılın son dönemlerinin ünlü Rus şairlerinden Yuri Kuznetsov’un “20. Yüzyılın Alacakaranlık Meleği” adlı eserinde bir şiir vardır “Babama”:
Mezarında ne diyebilirim ki,Ölmeye hakkın yok seninBizi dünyada yapayalnız bıraktın.Bir bak anneme, o sağlam bir yara.Böylesini ancak rüzgâr bilir,Böylesi bir acının yaşlılığı yok babaBiz kederler içinde dul kalmışız,O senden çocukları istemişti.Uzaklardaki bulutların belirtileri gibi,Dünyaya uçuk hareketlerini gösterdi.Kafasında büyüttüğü kız erkek kardeşlerimeBunu kime anlatabilirim ki?Mezarlıklara soramam mezarlıkları,Neyi bekliyorum, yıllar uçup giderken.Baba! Haykırıyorum. Vermedin bize hiç mutluluk!..Annem korku içinde kapatıyor ağzımı.Bu dizeler Sovyet döneminin faklı farklı “babaları” belki de eski nesilleri hakkındadır. Kırgızistan’ın hemen tüm şairleri olarak Lenin’in babası, Stalin’in Sovyet halkına korku ve gözyaşları getiren babası 40’lı – 50’li yıllarda yetişen nesiller hakkındaydı.
Bir Kırgızistan edibi ve çevirmeni olan Mihail Aleksandroviç Rudov, gençliğinden beri tanıdığı Aytmatov’un giyinişini, yetimliğini ve yetim görünüşünün açıklığını bu dizelerle ifade etti. Sanki bir an için hiçbir duygusu kalmamıştı: “Yetimin Cengiz imasını herkesten daha iyi tanıdım ve hissettim, çünkü kendisi bir yetimhanede büyüdü ve yetişkinlikte bile kendisine ettiği haksızlığın farkındaydı.”
Bu arada C. Aytmatov otuzlu yaşlara giriyordu ve daha çok, daha etkin yazıyordu.
Edebiyat onun kaderi olmuştu.
Anna Ahmatova’nın “El Sanatları Sırrı” olarak adlandırdığı gerçeğini çok nadiren paylaşmış, edebiyat hakkındaki görüşlerini savunurken kalem kavgalarıyla uğraşmak zorunda olmasına rağmen kendi metinleri hakkında yorum yapma alışkanlığı kazanmamıştır. Ama kesinlikle yaratıcılığını bir misyon aracı olarak gördü, üstelik peygamber ve havarileri konusunda Kırgız kültürü ve manevî dünyasına dair önseziler taşıyordu.
Yuri Kuznetsov’u tekrar hatırlayalım. Şiirlerinden biri bence ışıldayan yazar Aytmatov’a işaret ediyor.
Gökyüzünden düşen kartal tüyüBana teslim oldu şeytan.“Yaz!” dedi ve sinsice göz kırptı.Kartal tüyü seni gölgeleyebilir.Rastgele bir yükseklikle işaretli.Ruhum bu koşuşturmaya isyan etti.O günden beri dağların buzulu ağrıtır kalbimiRuhum yumuşuyor, ellerim erir.KAYIP NESİL, TÜY ÖRNEĞİ
Yazar Aytmatov’un ilk edebi yayını 1952’de “Kırgızistan” (No:2, s.77) makalesinde yayınlanan “Gazetçik Dzyuyo” adlı kısa bir hikâyeydi. Hikâye Rusça olarak kaleme alınmıştır.
Ardından başka eserleri takip etti, ancak Kırgızca ve Kırgızistan temalarını içeren konular. Zaman ilerlemeden gerçek barut kokusunu almanın ve hayatta çok şey öğrenmenin vakti gelmişti. Hem ölüm korkusu hem de kaybın acısı, lakin yaşamaya devam etmek lazımdı.
Cengiz Aytmatov ilk hikâyelerini yazdığı sıralarda Kırgız edebiyatı derin bir yenilenme dönemine girmişti. Savaş sonrası neslin temsilcileri ulusal edebi sürece dâhil olmuşlardı ve her yerde kendi sözünü söylemenin, kendi konusunu bulmanın kaygısındalardı. Edebiyatta diğer sanat dallarındaki gibi muazzam değişimler yaşanıyordu. “Altmışların” ruhsal deneyimi henüz yapılmamıştı ve bu arada hayat yeni konular dikte ediyordu, yeni kahramanları öne sürüyordu, ilginç ilginç ideolojik tarz ve üslup süreçleri yaşanıyordu.
Aytmatov’un ilk çıkışı eleştirmenlerin okuyucuların dikkatini çekmedi. Okundu, isim hatırlandı ama bundan ötesi olmadı. Yazarlar o yıllarda Kırgızistan’ın edebi manzarasına uyuyorlardı, hiçbir şey göstermiyorlardı. Bazı şeylere ve dile yeni bir bakış getirme dışında. Bu eserleri okuduğumuzda, örneğin: “Zor Geçiş”, “Baydamtal Nehri Üzerinde”, “Supajcı”, “Beyaz Yağmur” hikâyelerinde sanatsal kaygının iki dil, Rusça ve Kırgızca ekseninde oluştuğunu görüyoruz. Aytmatov’un ünlü “melez” stili daha sonraları gelişti, ama ilk adımlardan itibaren bir sanatçı olarak iki dilde düşünmeyi öğrenir. Her ikisi de onun için aynı ve organiktir. Bunların meyveleri “Yüz Yüze”, adlı askeri zorluk zamanlarının hikâyesiyle karşımıza çıkar. İlk önce Kırgızca olarak “Ala-Too” dergisinde ve daha sonra Rusça olarak “Oktyabr” dergisinde yayınlamıştır.
Daha önce bilinen Kırgız eleştirmeni Keñeşbek Asanaliyev, kendisi için yoğun bir araştırmayı, onun yolunu, çıraklık dönemini, ciddi konulara ve yeni tarzlara hazırlık döneminde olduğunu düşünmekte ve irdelemektedir. “Baydamtal Nehei Üzerinde” ve “Sipaycı”nın belli seviyelere erişememiş olsa da Kırgız Edebiyatında hâlâ mühim bir yer teşkil etmektedir.
“Edebi Mücadele” adlı anılarında yine aynı Asanaliyev, C. Aytmatov ile tanışmasını hatırlatır. Onun öykülerini okumasının pek bilinmeyen bir yazar ve düşünür olan B. Amanaliyev tarafından kendisine tavsiye edilmesiyle gerçekleştiğini ve bu tavsiyeden hiç de pişman olmadığını ifade etmiştir.
Bu hikâyeleri Kırgızistan Yazarlar Birliğinde sunulan bir raporda şöyle değerlendirdi: “Yazar bir anlatı çerçevesinde çok detaylı olayları çabucak hızlandırmıyor, ama düşünceli ve titiz davranıyor. Hikâyeleri ve kullandığı betimleme diğer Kırgız yazarlardan çok farklıdır.”Bu görüş özellikle daha sonra Kırgız edebiyatının en önemli eleştirel akıllarından biri olarak şimdilik acemi olan yazarın içselliğini daha da derinleştirecektir.
Henüz gerçek Aytmatov doğmamıştı. Başka unsurların yanı sıra dışlanmışlık farkında olmadan “halk düşmanının oğlunu(!)” engelliyordu. Onun iç özgürlüğü yoktu. Nispeten yeni parti kararları, Zhdanov’un ideolojik manşetleri, hala Stalin’in devlet makinesinin buz pateni pistinin altına giren yazar ve eleştirmenlerinin yeni örnekleri sürekli olarak genç Aytmatov’un gözlerinin önündeydi. Bu tür baskı yavaş yavaş Stalin’in ölümünden ve 1956’da Komünist Partinin 20. Kongresinde Nikita Kruşçev’in raporundan sonra “Bireyin Kült ve Sonuçları Üzerine” ortadan kalkmaya başladı.
Bugüne değin bu doğuş az ya da çok doğru olabilir. 1957 yılı. O zaman yazar bir ışık gördü ve “Yüz Yüze” adlı hikâye yayınlandı. Hikâye yayınlandığında yazar, “devletin bazı eleştirmenleri tasvir edilen olayların güvenilirliğini sorgulamaya çalıştılar. Kırgız halkına dair bir aşağılama gördüler.”Bir asker, bir vatan haini öyküden çıkarıldı. Bu edebi şemalara uygun değildi. Ancak altı yıl sonra, “Dağların ve Bozkırın Öyküsü” koleksiyonuna girecek olan Lenin Ödülünü getirdi ve bunun ortaya çıkışı sadece Kırgızistan’da aynı zamanda tiyatro, resim ve sinemada yaşanan ulusal gümüş çağının bir işareti olarak kabul edildi.
MÜZİĞİN RUHUNDAN DOĞAN AŞK: KIRGIZ MONA LİSA’NIN TARİHİ
Ve nihayet “Cemile” ortaya çıktı.
İlk olarak “Ala-Too” dergisinde yayınlandı, Kırgız okurlarla buluşturuldu. Ardından Tvardovskiy’in “Yeni Dünya”sının sayfalarından, dağların ve bozkırların bu Madonnası Rusça konuşan okurlarla buluştu ve nihayetinde dünya okurlarıyla da buluştu.
Hikâye, Paolo ve Françesko, Romeo ve Jülyet’in tarihi ile Cemile ve Daniyar’ın karşılaştırmalı bir halk öyküsü olan Luis Aragon’un önsözü ile Fransızcaya çevrildi.
Hikâyeyi son derece takdirle karşılayan Muhtar Avezov’un belirttiği gibi “Cemile”de “Pek çok olay yok, kahramanlar var ve görünüşe göre çok da büyük değişiklikler yok” dese de değişiklikler devam eder. Aytmatov’un hem Kırgız ve hem de diğer millî edebiyatlarda çok fazla bulunan bu tür konuların geleneksel ve gelenek dışı bir öykü yazdığı ortaya çıkmaktadır. Elbette zamanla birlikte göçmenlerin yaşantıları da dâhil olmak üzere günlük yaşamlar ve gelenekler değişmektedir, ama her durumda küçük kardeşin ağabeyinin karısına olan aşkı imajı yerel okurlara açık bir meydan okumadır. Yine de yeteneğin halkın geleneksel normlarından daha yüksek olduğunu kanıtladı. Düzyazısı ve onun o zarif tarzı gerçekten ulusal bir düzeye taşıdı. Elbette “Cemile” ilham veren bir sevgi ilahesidir. Ama daha da büyük ölçüde sanatçının doğuşunun öyküsü, sanatının doğuşuydu. Kutsallık hakkındaki durum da boşuna değil, George Gachayev, hikâyenin Âdem ve Havva ile ilgili bazı olaylara benzediğini, Aytmatov’un öyküsünde dahi Seyit ile Cemile arasında da hiçbir cinsel münasebet bulunmadığını gördü.
Genç Seyit için narin Cemile ideal bir kişi gibi görünmektedir. Aynı zamanda bazı durumların gizemli tutulduğu, gençlerin tahmin edebilecekleri, fikir yürütebilecekleri birçok ipucunun dağıtıldığı okunmamış çok katmanlı bir kitap olarak karşımıza çıkar. Genç Seyit’in kardeşi kendi karısına karşı onun yokluğunda bilinçsizce ensest bir şey beslemez, ama ölümsüz “Mona Lisa”nın yazarında olan “Leonardo Sendromu” olarak adlandırılabilecek bir şey söz konusudur.