Читать книгу 1984 (Джордж Оруэлл) онлайн бесплатно на Bookz (3-ая страница книги)
bannerbanner
1984
1984
Оценить:
1984

3

Полная версия:

1984

Geleceğe ya da geçmişe, düşüncenin özgür olduğu bir zamana. İnsanların birbirlerinden ayrı olduğu ve tek başına yaşamadığı zamana, gerçeğin var olduğu ve ortadan kaldırılamayacağı bir zamana:

Tekdüzeliğin çağından, yalnızlığın çağından, Büyük Birader’in çağından, çiftdüşünün çağından selamlar!

Çoktan öldüğünü düşündü. Asıl şimdi, yani düşüncelerini belirgin bir şekilde ifade etmeye başladığı anda, kesin bir adım attığını hissediyordu. Her eylemin sonucu, eylemin ta kendisine dâhildi. Şöyle yazdı:

Düşüncesuçu ölüme sebep olmaz. Düşüncesuçu ölümün ta KENDİSİDİR.

Artık kendisini ölü bir adam olarak görüyordu ve önemli olan şey, mümkün olduğunca hayatta kalmaktı. Sağ elindeki iki parmağında mürekkep lekesi vardı ve kendisini ele verecek olan işte böyle detaylardı. Bakanlık’taki işgüzar bir yobaz -muhtemelen bir kadın, ufak tefek açık kumral saçlı kadın ya da Kurgu Bölümü’ndeki siyah saçlı kız gibi biri- öğle arasında neden yazma gereği duyduğunu merak edebilirdi. Neden eski usul bir kalem kullanma gereği duyduğunu, NE yazdığını sorgulayabilirlerdi. Daha sonra gerekli yerlere çıtlatabilirlerdi. Banyoya gitti ve koyu kahverengi pütürlü sabunla elindeki mürekkebi dikkatlice ovaladı. Bu sabun cildini zımparalıyor gibiydi ve bu sebepten o anki amacına oldukça uygundu.

Günlüğü çekmeceye kaldırdı. Onu saklama düşüncesi, oldukça yersizdi. Ancak bu şekilde, en azından onu bulup bulmadıklarını anlayabilirdi. Sayfa arasına yerleştirilmiş bir saç teli, çok belli olurdu. Bunun yerine, beyazımsı tozdan bir tutam aldı ve kapağın köşesine sürdü, eğer kitap hareket ettirilirse toz dökülmüş olacaktı.

3

Winston rüyasında annesini görüyordu.

Annesi ortadan kaybolduğunda on on bir yaşlarında olduğunu tahmin ediyordu. Annesi uzun boylu, endamlı, oldukça sessiz bir kadındı. Hareketleri yavaştı ve şahane sarı saçları vardı. Babasının ise esmer, zayıf, her zaman temiz ve koyu renkli kıyafetler giyen gözlüklü bir adam olduğunu güç bela hatırlıyordu. (Winston, babasının ince tabanlı ayakkabılarını özellikle hatırlıyordu.) Anne ve babası, belli ki ellilerdeki ilk büyük temizliklerden birinde yok edilmişlerdi.

O sırada annesi, kucağındaki küçük kız kardeşiyle beraber altındaki derin ve karanlık bir yerde oturmaktaydı. Kız kardeşine dair hatırladığı çok az şey vardı. Minicik zayıf bir bebekti. Her zaman sessizdi ve kocaman dikkatli gözleri vardı. İkisi de Winston’a bakıyordu. Yer altında bir yerlerdeydiler. Bu yer, kuyunun dibi de olabilirdi, derin bir mezar da… Ancak her hâlükârda kendisinden oldukça aşağıdaydılar ve gittikçe daha da derinlere batıyorlardı. Batmakta olan bir geminin salonundaydılar ve kararmaya devam eden sulardan Winston’a bakıyorlardı. Salonda hâlâ hava olduğundan birbirlerini görebiliyorlardı. Ancak bu süre boyunca, yeşil sularda batmaya devam ediyorlardı ve iyice batıp gözden kaybolmaları an meselesiydi. Onlar ölümün derinliklerine doğru gömülürken Winston, ışıklı ve hava alan bir yerdeydi. Onların aşağıda olmasının sebebi, Winston’ın yukarıda olmasıydı. Hem Winston hem de annesi ve kardeşi bunu biliyorlardı ve Winston, bunu bildiklerini yüzlerinden okuyabiliyordu. Yüzlerinde ya da kalplerinde sitem yoktu. Winston’ın hayatta kalabilmesinin yolunun, onların ölmesinden geçtiğini biliyorlardı ve bu durumun hayatın akışında kaçınılmaz bir şey olduğunun farkındalardı.

Ne olduğunu hatırlayamıyordu. Ancak rüyasında annesinin ve kız kardeşinin yaşamının kendi yaşamı için bir şekilde feda edilmiş olduğunu biliyordu. İçinde rüyalara özgü sahnelerin olduğu ancak kişinin zihinsel yaşamının devamı niteliğini taşıyan, görüldüğü sırada bazı gerçeklerin ve fikirlerin farkına varılan, fark edilenlerin uyandıktan sonra dahi yeni ve değerli gibi geldiği o rüyalardan biriydi. O sırada Winston’ı aniden sarsan şey, annesinin yaklaşık otuz yıl önceki ölümüydü. Annesini artık söz konusu olmayan trajik ve hüzünlü bir şekilde kaybetmişti. Ona trajedi gibi gelen annesinin vefatının hâlâ mahremiyet, sevgi ve dostluk gibi kavramların olduğu ve aile üyelerinin sebebe ihtiyaç duymadan da birbirlerinin yanında bulunduğu o antik zamanlarda gerçekleşmiş olmasıydı. Annesinin hatırası, yüreğini paramparça etmişti çünkü kendisini severken öldüğünü biliyordu. Hâlbuki o sıralarda, aynı şekilde sevgisine karşılık veremeyecek kadar küçük ve bencildi Winston. Nasıl olduğunu hatırlayamasa da annesi, mahrem ve değişmez sadakat kavramı için feda etmişti kendini. Böyle şeyler artık söz konusu değildi. İçinde yaşadığı zamanlarda korku, nefret ve acı vardı. Duyguların yüceliği, derin ya da karmaşık hüzünler yoktu. Tüm bunları metrelerce derinlerden daha da derinlere batan annesi ile kız kardeşinin, yeşil suların arasından kendisine bakan iri gözlerinde görüyor gibiydi sanki.

Aniden kendini, eğik güneş ışınlarının zemini yaldızladığı bir yaz akşamında, kısa ve esnek bir çimenliğin üzerinde buluverdi. Etrafındaki manzarayı o kadar sık rüyalarında görüyordu ki bu yeri, gerçek dünyada görüp görmediğini merak etti. Bu yere, uyanık düşüncelerinde Altın Ülke adını verirdi. Tavşanların yemlendiği eski bir çayırdı burası ve içinden bir patika geçmekteydi. Yer yer köstebek yuvaları vardı. Arazinin karşı tarafındaki eski püskü çitlerin arasında hafif esintinin etkisiyle zarifçe sallanıyordu karaağaç dalları. Yaprakları ise tıpkı bir kadının saçı misali uçuşuyordu. Her ne kadar görüş alanının dışında olsa da yakınlarda bir yerlerde berrak, yavaş hareket eden, söğüt ağaçlarının altındaki gölet kısımlarında balıkların yüzdüğü bir dere vardı.

Siyah saçlı kız, çayırdan geçerek ona doğru geliyordu. Bir hamlede, sanki tek bir hareketle çıkardığı kıyafetlerini öylece bir kenara attı. Vücudu beyaz ve pürüzsüz olsa da Winston’da hiçbir arzu uyandırmıyordu. İşin aslı, kıza doğru düzgün bakmamıştı bile. O sırada kendisini hayrete düşüren şey, kıyafetlerini kenara fırlatırken yaptığı harekete duyduğu hayranlıktı. Bütünüyle bir kültürü, bir düşünce sisteminin tamamını zarafet ve umursamazlığıyla yok etmiş gibiydi. Sanki Büyük Birader, Parti ve Düşünce Polisi kolunun muazzam bir tek hareketiyle yokluğa doğru savrulabilir gibi geliyordu. Bu da antik zamanlara ait bir hareketti. Winston, dudaklarında “Shakespeare” kelimesiyle uyandı.

Tele-ekrandan yükselen kulak tırmalayıcı düdük sesi, aynı tonda otuz saniye devam etti. Saat sıfır yedi on beşti ve ofis çalışanları için kalkma vaktiydi. Winston vücudunu yataktan zorla çıkardı. Çıplaktı. Çünkü bir Dış Parti üyesi, yılda sadece üç bin giysi kuponu alabiliyordu ve bir pijama takımı altı yüz kupondu. Sandalyenin üzerinde duran, rengi soluk atletini ve şortunu aldı. Fiziksel Hareketler, üç dakika içinde başlayacaktı. Kısa süre sonra, kendisini neredeyse her sabah uyandıktan sonra esir alan, o vahşi öksürük nöbetine kapılarak iki büklüm oldu. Bu öksürük nöbeti, ciğerlerini öylesine boşaltmıştı ki tekrar nefes alabilmek için uzanması ve defalarca derin derin nefes alması gerekti. Öksürüğün etkisiyle damarları şişmişti ve varis ülseri kaşınmaya başlamıştı.

“Otuz ile kırk yaş aralığındakiler toplaşın!” diye âdeta havladı delici bir kadın sesi. “Otuz ile kırk yaş aralığındakiler toplaşın! Yerlerinizi alın lütfen. Otuz ile kırk yaş aralığındakiler!”

Winston, cılız ancak kaslı, tunik ve spor ayakkabıları giymiş, genç sayılacak bir kadının belirdiği tele-ekranın karşısında hazır ola geçti.

“Kollar bükülsün ve uzatılsın!” dedi çabucak. “Benimle aynı anda yapın. BİR, iki, üç, dört! BİR, iki, üç, dört! Hadi bakalım yoldaşlar, canlanın biraz. BİR, iki, üç, dört! BİR, iki, üç, dört!”

Öksürük nöbetinin sebep olduğu acı, Winston’ın gördüğü rüyanın etkisini tam olarak ortadan kaldırmamıştı. Egzersizin ritmik hareketleri ise her nedense rüyayı canlandırıyordu. Kollarını mekanik bir şekilde ileri geri hareket ettirip yüzüne Fiziksel Hareketler sırasında uygun olduğu düşünülen, sert keyif ifadesini yerleştirmişken, bir yandan da erken çocukluk yaşlarının karanlık dönemini hatırlamak için zihnini zorluyordu. Müthiş zordu bunu yapmak. Ellili yılların sonlarının öncesi solup gitmişti. İnsanların başvurabilecekleri haricî kayıtların olmaması, kendi yaşamlarının ana hatlarının dahi kaybolmasına sebep oluyordu. Büyük ihtimalle gerçekleşmemiş büyük olayları hatırlar oluyordunuz. Bazı hadiselerin detaylarını, etrafındaki ortama dair hiçbir şey anımsamadan biliyordunuz. Hiçbir şeyle ilişkilendiremeyeceğiniz uzun ve boş dönemler oluyordu. O zamanlar her şey farklıydı. Ülkelerin isimleri ve haritadaki şekilleri farklıydı. Örneğin Havaalanı Bir’in adı, İngiltere ya da Britanya’ydı. Gerçi Londra’nın adının her zaman Londra olduğundan fazlasıyla emindi.

Winston, ülkesinin savaş hâlinde olmadığı bir zamanı hatırlayamıyordu. Ancak belli ki çocukluk zamanlarında nispeten uzun barış aralıkları vardı. Çünkü hatırladığı ilk şeylerden biri, o zamanlarda gerçekleşmiş bir hava saldırısının herkesi şaşkına çevirmiş olmasıydı. Belki de Colchester’a atom bombasının düştüğü zaman olabilirdi. Saldırıyı tam olarak hatırlayamasa da babasının elinden tutup kendisini aceleyle aşağılarda, toprağın derinlerinde bulunan bir yere sarmal bir merdivenden defalarca döndükten sonra götürmüş olmasıydı. Sarmal merdiven ayaklarının altında çınlıyordu ve ayakları o kadar yorulmuştu ki durup dinlenebilmek için sızlanmaya başladı. Annesi, kendine has yavaş ve hülyalı hareketiyle arkalarından geliyordu, aralarında fazlasıyla mesafe vardı. Küçük kız kardeşini taşıyordu. Belki de bir yığın battaniye de olabilirdi. Kız kardeşinin, o zamanlar doğup doğmadığını hatırlayamıyordu. En sonunda bir metro istasyonu olduğunu anladığı, gürültülü ve kalabalık bir yere çıktılar.

Bazı insanlar, taş zeminde oturuyorlardı. Diğerleri ise sıkı sıkıya toplaşmış hâlde, metal ranzaların üzerine yığılmışlardı. Winston, annesi ve babasıyla beraber ancak yere oturabilmişti. Hemen yanlarındaki yaşlı adam ve yaşlı kadın, bir ranzanın üzerine yan yana oturmuşlardı. Yaşlı adamın üzerinde, koyu renkli, düzgün bir takım elbise vardı. Beyaz saçlarının üzerinden geriye ittirdiği siyah renkli kumaş bir şapka takmıştı. Yüzü kırmızıydı ancak mavi gözleri yaşlarla doluydu. Leş gibi cin kokuyordu. Sanki teninden, ter yerine cin içkisi çıkıyor gibiydi. Gözlerinden dökülen yaşların, saf cin olduğunu düşünmek de mümkündü. Her ne kadar çakırkeyif olsa da bunun altında gerçek ve dayanılmaz bir acı vardı. Winston, asla affedilemeyecek ve düzeltilemeyecek bir şeyin, henüz yaşanmış olduğunu çocuk aklıyla anlayabiliyordu. Sanki bunun ne olduğunu biliyor gibiydi üstelik. Adamın sevdiği biri, belki küçük bir torunu ölmüştü. Adam birkaç dakikada bir şu sözleri tekrarlıyordu:

“Onlara güvenmeyecektik. Ben sana demedim mi hanım? Onlara güvenirsen böyle olur işte. Ben hep dedim ya. O alçaklara güvenmeyecektik.”

Ancak Winston, hangi alçaklara güvenmemeleri gerektiğini hatırlayamıyordu.

O zamandan beri savaş neredeyse aralıksız devam etmişti. Gerçi bu, aynı savaş olmayabilirdi. Çocukluk zamanlarında, birkaç ay boyunca Londra’da gerçekleşen karışık sokak çatışmaları yaşanmıştı ve bunların bazılarını çok net hatırlayabiliyordu. Ancak tarihin izini takip etmek, herhangi bir zamanda, kimin kimle savaştığını anlayabilmek kesinlikle imkânsızdı. Çünkü ne yazılı kayıtlar ne de sözlü ifadeler, o sırada söz konusu olan ittifakın dışında herhangi bir ittifaktan bahsediyordu. Örneğin içinde bulunduğu zamanda yani 1984’te -tabii gerçekten 1984’se- Okyanusya, Avrasya ile savaşıyordu ve Doğu Asya ile ittifak hâlindeydi. Ne resmî ne de gayriresmî hiçbir beyan, bu üç gücün herhangi bir zaman diliminde başka şekillerde ittifak kurmuş olmasından bahsediyordu. Aslında Winston, sadece dört yıl önce Okyanusya ile Doğu Asya’nın savaş hâlinde olup Avrasya’yla müttefik olduğunu çok iyi biliyordu. Ancak bu, zihninin yeterince kontrol edilmemesinden kaynaklı, sahip olduğu gizli bir bilgi parçasından ibaretti sadece. Resmî olarak ortaklıklar asla değişmemişti. Okyanusya, Avrasya ile savaş hâlindeydi. Bu da demek oluyordu ki Okyanusya, her zaman Avrasya ile savaşmıştı. O sırada düşman olan, mutlak kötülüğü temsil ederdi ve bu düşmanlarla, ne geçmişte ne de gelecekte uzlaşmak söz konusu olabilirdi.

Kollarını acıyla geriye doğru zorladığı sırada -elleri kalçalarının üzerindeydi, vücut döndürme hareketi yapıyorlardı. Bu hareket güya sırt kaslarına iyi geliyordu- asıl korkunç olansa bininci kez düşündüğü üzere, tüm bunların doğru olma ihtimaliydi. Eğer Parti elini geriye doğru atıp şu veya bu olayın ASLA GERÇEKLEŞMEDİĞİNİ söylüyorsa bu, işkence ve ölümden kesinlikle çok daha dehşet verici bir şeydi.

Parti, Okyanusya’nın Avrasya ile asla ittifak kurmadığını söylemişti. Fakat o, Winston Smith, Okyanusya’nın sadece dört yıl öncesine kadar Avrasya ile ittifak hâlinde olduğunu biliyordu. Fakat bu bilgi nerede mevcuttu ki? Sadece onun bilincindeydi ki o bilinç, kısa bir süre içinde zaten yok edilecekti. Eğer diğer herkes, Parti’nin dayattığı yalanı kabul ediyorsa, eğer tüm kayıtlar aynı hikâyeyi anlatıyorsa o zaman yalan, tarihe geçer ve hakikate dönüşür. Parti sloganı “Geçmişi kontrol eden, geleceği kontrol eder. Şimdiyi kontrol eden, geçmişi kontrol eder.” şeklindeydi. Yine de geçmiş, tabiatı gereği değiştirilmeye müsait olsa da hiç değiştirilmemişti. O sırada hakikat olan her neyse, ezelden ebediyete hakikatti. Her şey oldukça basitti aslında. Tek gereken, kendi zihninize karşı kazanmanız gereken bitmez tükenmez zafer silsileleriydi. “Gerçeklik kontrolü” diyorlardı buna. Yenikonuş’taysa “çiftdüşün”.

“Rahat!” diye havladı eğitmen, biraz daha neşeliydi.

Winston, kollarını yana indirerek serbest bıraktıktan sonra, ciğerlerini yavaş yavaş havayla doldurmaya başladı. Zihni, çiftdüşün âleminin labirentlerine kaydı. Bilmek ve bilmemek, hakikatin tamamının farkında olup aynı zamanda özenle inşa edilmiş yalanlar söylemek. Birbirini yalanlayan iki düşünceyi aynı anda benimsemek ve bu iki fikre birden inanmanın tezat olduğunu bilmek, mantığa karşı mantığı kullanmak, ahlak iddiasında bulunurken ahlakı inkâr etmek… Hem demokrasinin imkânsız olduğuna inanmak hem de Parti’nin demokrasi muhafızı olduğuna inanmak, unutulması gerekenleri unutmak, daha sonra gerektiği zamanlarda hafızaya getirmek, sonra o şeyi derhâl unutmak… Ancak hepsinden de önemlisi, bir yönteme aynı yöntemin ta kendisini uygulamak. En büyük incelik işte buydu. Bilinçsizliği, bilinçle teşvik etmek. Sonra da bir kez daha, henüz gerçekleştirdiğiniz hipnotize etme eyleminin bilincinde olmamak. “Çiftdüşün” kelimesini anlamak için dahi çiftdüşünmenin gerekmesi.

Eğitmen, bir kez daha hazır olmaları çağrısında bulundu. “Hadi şimdi kimler ayak parmaklarına dokunabiliyor görelim bakalım.” dedi hevesle. “Kalçalarınız üzerinden eğilin lütfen yoldaşlarım. BİR iki! BİR iki!..”

Winston, topuklarından kalçalarına kadar acı çekmesine sebep olan ve sık sık öksürük nöbetiyle neticelenen bu egzersizden nefret ediyordu. Daldığı derin düşüncelerin getirdiği hafif keyif hâli, ortadan kaybolmuştu. Geçmişin sadece değiştirilmediğini, aslında yok edildiğini düşündü. Kendi zihniniz dışında müracaat edebileceğiniz hiçbir kayıt yokken en bariz gerçeği bile nasıl ortaya koyabilirsiniz ki? Büyük Birader’den ilk kez ne zaman bahsedildiğini hatırlamak için hafızasını yokladı. Altmışlarda olabileceğini düşünse de bunu kesin olarak bilmenin bir yolu yoktu. Parti tarihi Büyük Birader’in, ilk günlerinden itibaren Devrim’in koruyucusu ve lideri olduğunu iddia ediyordu. Kahramanlıkları, acayip silindir şapkalar takan kapitalistlerin pırıl pırıl motorlu araçları ya da cam kenarlı at arabalarıyla Londra caddelerinde fink atmaya devam ettiği, kırklı ve otuzlu yılların görkemli dünyasına dek geri götürülmüştü. Bu efsanenin, ne kadarının gerçek ne kadarının uydurulmuş olduğunu bilmeye imkân yoktu. İngsos kelimesini 1960 yılından önce duymuş olduğunu sanmıyordu. Ancak Eskikonuş’ta “İngiliz Sosyalizmi” şeklindeki hâlinin olabilmesi mümkündü. Her şey sisler arasında kaybolmuştu. Bazen bir yalanı gerçekten de kesinkes fark edebiliyordunuz. Örneğin Parti’nin tarih kitaplarının iddia ettiğinin aksine, uçakların Parti tarafından icat edildiği doğru değildi. Çocukluğunun ilk zamanlarında dahi hatırlıyordu uçakları. Ancak hiçbir şey kanıtlayamazdı. Hiçbir delil yoktu. Tarihî bir gerçeği, ayan beyan yalanlayan bir delil niteliği taşıyan belgeye, hayatı boyunca belki de ilk kez ulaşmıştı. Ve o olayda…

“Smith!” diye bağırdı ekrandan gelen şirret ses. “6079 Smith W! Evet, SEN! Daha fazla eğil lütfen. Daha iyisini yapabilirsin. Denemiyorsun bile. Daha fazla eğil lütfen! Ha şöyle yoldaş! Şimdi rahat. Tüm ekip beni izlesin.”

Winston’ın vücudu, aniden sıcak sıcak terlemeye başladı. Ancak yüzü, hâlâ ifadesiz kalmaya devam etti. Korkunu asla belli etme! Kızgınlığını asla gösterme! Tek bir göz kırpması dahi seni ele verebilir. Eğitmenin, zarifçe olduğu söylenemese bile dikkate şayan bir beceri ve verimlilikle, ellerini başının üzerine kaldırıp eğilerek, parmak eklemlerini ayak parmaklarının altına yerleştirişini seyrededurdu Winston.

“ÜÇ, yoldaşlar! Sizin de işte böyle yaptığınızı görmek istiyorum. Beni tekrar izleyin. Ben otuz dokuz yaşındayım ve dört çocuğum var. Şimdi bakın.” Kadın tekrar eğildi. “Gördüğünüz gibi dizlerim bükülmedi. Eğer isterseniz sizler de yapabilirsiniz.” dedi ayağa kalkarken. “Kırk beş yaşın altındaki herkes, ayak parmaklarına dokunabilir. Hepimiz ön cephede savaşma ayrıcalığına sahip olmasak bile en azından zinde kalabiliriz. Malabar cephesindeki askerlerimizi hatırlayın! Yüzen Kale’deki denizcileri hatırlayın! Nelere dayanmak zorunda olduklarını düşünün. Şimdi tekrar deneyin. Çok daha iyi yoldaş, çok daha iyi!” dedi teşvik edercesine. Winston, dizlerini bükmeden keskin bir hamle ile ayak parmaklarına yıllar sonra ilk kez dokunmayı başardı.

4

Yakınlarındaki tele-ekranın dahi mâni olamayacağı derin ve bilinç dışı bir iç çekme ile başladı güne. Winston, Konuşyaz’ı kendine doğru çekti, ağız kısmındaki tozları üfledi ve gözlüğünü taktı. Sonra masasının sağ tarafındaki basınçlı tüpten düşmüş olan, dört ufak kâğıt rulosunu açıp birbirine iliştirdi.

Bölmesinin duvarlarında üç delik vardı. Konuşyaz’ın sağ tarafında yazılı mesajlar için küçük bir basınçlı boru, sol tarafında gazeteler için daha geniş bir basınçlı boru ve yan duvarda, Winston’ın koluyla ulaşabileceği mesafede tel kafesle korunan geniş dikdörtgen bir boşluk vardı. Sonuncusu atık kâğıtlar içindi. Benzer boşluklar, binanın her yerindeki on binlerce odanın her birinde mevcuttu. Dahası bu boşluklara, her bir koridorda kısa aralıklarla rastlamak mümkündü. Her nedense “hafıza deliği” şeklindeki takma isimlerle de biliniyorlardı. Herhangi bir belgenin imha edileceği bilindiğinde ya da yerde atık kâğıt görüldüğünde bunları en yakın hafıza deliğine atmak, âdeta mekanik bir hareketti. Sıcak hava akımı, deliğe atılan kâğıtları binanın girintilerinden birinde gizlenen devasa ocaklara sürüklerdi.

Winston, elindeki dört kâğıt parçasını inceledi. Kâğıtların hepsi bir iki satırlık kısaltılmış jargonla yazılan mesajlar içeriyordu. Bu yazılar, Yenikonuş’ta olmasalar bile Yenikonuş’tan çok sayıda kelime içeriyorlardı. Mesajlar, Bakanlık’ın iç işleyişiyle alakalıydı ve şu şekildeydi:

times17.3.84 bb konuşma afrika hatabilgi düzelt

times 19.12.83 3 yp 83’ün 4. çeyrek tahmini yanlış basım, güncel baskı incele

times 14.2.84 bolbak çikolata hataçıklama düzelt

times 3.12.83 bb günlük emir çiftartıiyisiz yokkişiden bahs hepsi yeniyaz arşiv önce üstyetkili göster.

Winston, belli belirsiz bir memnuniyet hâliyle dördüncü mesajı kenara ayırdı. Çünkü bu, karmaşık olan ve sorumluluk gerektiren bir işti, en sona ayrılmalıydı. Diğer üçü, rutin meselelerdi. Her ne kadar ikinci mesajın, sayısal verileri titizlikle incelenmeyi gerektirmesi kuvvetle muhtemel olsa da…

Winston, tele-ekrandaki “eski sayıları” tuşlayarak Times’ın gerekli sayılarını istedi. Talep ettiği basımlar, birkaç dakikalık bir gecikme sonrasında basınçlı borulardan kayıverdi. Aldığı mesajlar, bir sebepten değiştirilmesi ya da resmî tabirle düzeltilmesi gerektiği düşünülen yazılar ya da haberlerle ilgiliydi. Örneğin Times gazetesinin 17 Mart tarihli sayısında Büyük Birader’in bir önceki günkü konuşmasında yer alan, Güney Hindistan cephesinin sakin kalacağı ancak Avrasya’nın kısa süre sonra Kuzey Afrika’da saldırı harekâtı başlatacağı tahmini vardı. Ancak Avrasya Yüksek Komutanlığı saldırı harekâtını Güney Hindistan’da başlatmış ve Kuzey Afrika’ya dokunmamıştı. Dolayısıyla Büyük Birader’in o konuşmasındaki paragrafı, gerçekleşen şeyi tahmin etmiş gibi yazmak icap ediyordu. Aynı şekilde Times’ın 19 Aralık tarihli sayısında, 1983’ün son çeyreği olmanın yanında Dokuzuncu Üç Yıllık Plan’ın altıncı çeyreği olan dönemle ilgili olarak bazı tüketim mallarının üretimine yönelik resmî tahminler yer alıyordu. Bugün yayımlanan sayı ise gerçek üretim rakamlarını içeriyordu ve buna göre tahminler fazlasıyla yanlıştı. Winston’ın görevi, asıl rakamları sonradan yayımlananlara göre düzeltmekti. Üçüncü mesaj ise bir iki dakika içinde düzeltilebilecek basit bir hatadan bahsediyordu. Kısa bir süre önce, yani şubat ayında Bolluk Bakanlığı, 1984 yılında çikolata payının azaltılmayacağına dair söz vermişti. (Resmî ifadeye göre “koşulsuz vaatte” bulunmuştu.) İşin aslı, Winston’ın da çok iyi bildiği üzere çikolata payı o haftanın sonunda, otuz gramdan yirmi grama düşürülecekti. Bunun için yapması gereken tek şey; orijinal vaadi, çikolata paylarını, nisan civarında düşürmek gerekebileceği şeklinde değiştirmekti.

Winston, bu mesajların her birini hallettikten sonra Konuşyaz aracılığıyla kâğıda döktüğü doğru hâllerini, Times gazetesinin ilgili sayılarına yerleştirip basınçlı borudan içeri attı. Daha sonra, neredeyse bilinç dışı bir hareketle orijinal mesajları ve kâğıda döktüğü kendi notlarını buruşturduktan sonra alevler tarafından yutulmak üzere hafıza deliklerinden içeri attı.

Basınçlı boruların çıktığı görünmez labirentlerde, ne olduğunu detaylarıyla bilmese de ana hatlarıyla biliyordu. Times gazetesinin, herhangi bir sayısına ait gerekli düzeltmeler yapılıp dizgilendikten sonra orijinal baskı imha ediliyor ve düzenlenmiş baskı arşivleniyordu. Bu sürekli değiştirme işlemi, sadece gazeteler için söz konusu değildi. Kitaplar, dönemsel mecmualar, broşürler, posterler, el ilanları, filmler, ses bantları, çizgi filmler, fotoğraflar… Kısacası siyasi ya da ideolojik önem taşıyan her türlü edebî çalışma ve belge, bu duruma maruz kalıyordu. Geçmişe ait her gün, neredeyse her dakika bugüne uyarlanıyordu. Böylece Parti’nin yaptığı her bir tahminin doğru olduğu, belgelerle ispat ediliyordu. O zamanın şartlarıyla çelişen herhangi bir haber ya da fikir beyanının kayıtlarda yer almasına asla izin verilmiyordu. Gerektiği hâllerde tüm tarih yeniden yazılıyor, kazınarak temizleniyordu. Tıpkı üzerindeki yazı silinip tekrar yazılabilen bir palimpsest gibi… Bu iş yapıldıktan sonra herhangi bir oynamanın gerçekleşmiş olduğunu kanıtlamak, hiçbir şekilde mümkün değildi. Kayıtlar Bölümü’nün en büyük kısmı, Winston’ın çalıştığından çok daha büyük bir kısmı, tek görevi hükümsüz kılınan ve yok edilmesi gereken tüm kitapların, gazetelerin ve diğer belgelerin izini sürmek olan insanlarla doluydu. Siyasi ittifak değişiklikleri ya da Büyük Birader’in yanlış çıkan kehanetlerinden dolayı defalarca yeniden yazılmış Times basımları, orijinal tarihleriyle arşivlerde yerini alırdı ve bu basımla çelişecek bir tane daha kopyayı bulmak mümkün olmazdı. Kitaplar da aynı şekilde yeniden toplanarak yeniden yazılır ve herhangi bir değişiklik yapıldığı, hiçbir şekilde kabul edilmeden yeniden dağıtılırdı. Winston’ın aldığı ve işini bitirir bitirmez yok ettiği yazılı emirler dahi herhangi bir sahtecilik eyleminin yapıldığını, ne belirtir ne de ima ederdi. Notlarda, hataların, yanlış basımların ya da yanlış aktarmaların gerçekleştiği ifade edilirdi ve doğruluk adına düzeltilmeleri gerektiği belirtilirdi.

Winston, Bolluk Bakanlığı’nın verilerini yeniden düzenlerken yaptıkları şeyin sahtecilik bile olmadığını düşündü. Bir saçmalığı başka bir saçmalıkla değiştirmekten ibaretti hepsi. Uğraşmak zorunda olduğu metinlerin çoğunun gerçek dünya ile hiçbir alakası yoktu, düpedüz yalan içerenlerin dahi hiçbir şeyle alakası yoktu. Asıl metinlerdeki istatistikler de düzeltilen hâllerindeki gibi fanteziden ibaretti. Çoğu zaman tüm bunları kendi aklınızdan uydurmanız gerekiyordu. Örneğin Varlık Bakanlığı, içinde bulundukları çeyreklik için üretilecek olan bot miktarını yüz kırk beş milyon çift olarak tahmin etmişti. Ancak asıl üretim, altmış iki milyon çiftti. Winston ise asıl tahmini elli yedi milyon olarak yazmıştı ki beklenen rakamların dahi üzerine çıkılmış olsun. Zaten altmış altmış iki milyon, gerçeğe, elli yedi milyondan ya da yüz kırk beş milyondan daha yakın değildi ki. Muhtemelen hiç bot üretilmemişti. Hatta kaç bot üretildiğini kimsenin bilmiyor ya da umursamıyor olması çok daha muhtemeldi. Tek bilinen, kâğıt üzerinde astronomik sayılarda bot üretildiğinin yazmasıydı ancak işin aslı belki de Okyanusya’nın nüfusunun yarısı yalın ayak dolaşıyordu. Benzer bir durum büyük, küçük tüm kayıtlar için söz konusuydu. Her şey puslu bir dünyada yavaşça kayboluyordu ve içinde bulundukları tarihi dahi tahmin etmek mümkün değildi.

bannerbanner