Читать книгу 1984 (Джордж Оруэлл) онлайн бесплатно на Bookz (5-ая страница книги)
bannerbanner
1984
1984
Оценить:
1984

3

Полная версия:

1984

Syme kafasını kaldırdı: “Parsons da geliyor.” dedi.

Ses tonundaki bir detay, “Lanet olası aptal.” şeklinde bir ekleme yapar gibiydi. Winston’ın Zafer Köşklerindeki yan komşusu Parsons, onlara doğru yaklaşıyordu. Toplu, orta boylu ve sarı saçlıydı. Kurbağayı andıran bir suratı vardı. Henüz otuz beş yaşında olduğu hâlde, boynu ve göbeği çoktan yağ bağlamıştı. Ancak hareketleri çevik ve çocuksuydu. İri bir çocuk görüntüsüne sahipti âdeta. Her ne kadar iş tulumu giyiyor olsa da onu, Casuslar örgütünün kıyafeti olan mavi şort, gri gömlek ve kırmızı boyunluk ile düşünmemek imkânsız gibiydi. Onu gözünde canlandıran bir kimse, toparlak dizler ve tombul kollarından dirseklerine kadar çevrilmiş gömlek kolu imgesini de beraberinde görürdü. Parsons’ın toplu doğa gezisi ya da fiziksel aktiviteleri bahane edip de şortuna geri döndüğü de bilinen bir şeydi. Winston ve Syme’ı neşeli bir şekilde selamladıktan sonra masadaki yerini aldı. Kesif bir ter kokusu yaymaya başladı. Boncuk boncuk terlerle doluydu pembe yüzü. Kan ter içinde kalmıştı. Halk Merkezi’nde masa tenisi oynayıp oynamadığını, raketin ıslaklığından kolayca anlamak mümkündü. Syme, kelimelerle dolu kâğıt parçasını cebinden çıkardı ve parmaklarına yerleştirdiği mürekkepli kalemle çalışmaya başladı.

“Şuna bak hele yemek saatinde bile çalışıyor.” dedi Parsons, Winston’ı dürterek. “Bakıyorum da pek bir gayretliyiz. Ne yapıyorsun öyle evladım? Fazla zekâ gerektiren bir şeydir herhâlde. Beni aşar. Smith, evladım seni neden aradığımı biliyor musun? Bana vermeyi unuttuğun aylık vardı ya…”

“Hangi aylıktı o?” dedi Winston mekanik bir hareketle para yoklamaya başlarken. Herkesin maaşının çeyreği, gönüllü üyelikler için bir kenara ayrılmalıydı. Ancak bu üyeliklerin sayısı o kadar fazlaydı ki takip etmesi zordu.

“Nefret Haftası için. Her evden toplanıyor ya. Ben bizim binanın veznedarıyım. Muazzam bir gösteri hazırlamak için var gücümüzle çalışıyoruz. Eğer Zafer Köşkleri, caddedeki en çok bayrağa sahip olmazsa kabahat bende değil. İki dolar vereceğini söylemiştin.”

Winston’ın verdiği buruş buruş, pis iki banknotu alan Parsons küçük bir not defterine, eğitimsiz insanlara özgü düzenli el yazısıyla kayıt düştü.

“Bu arada duyduğuma göre…” dedi Parsons. “Benim haylaz, dün sana sapanla bir şey atmış. Onu güzelce payladım. Bir daha yaparsa sapanını elinden alacağımı da söyledim.”

“Sanırım infaza gidemediği için biraz canı sıkkındı.” dedi Winston.

“Yani çocuğun doğru yolda olduğunu gösterir bu değil mi? İkisi de birbirinden yaramaz kerataların. Ama gayretlerine diyecek söz yok. Tek düşündükleri Casuslar ve bir de savaş tabii ki. Benim küçük kızın geçen cumartesi ne yaptığını biliyor musun? Birliği, Berkhamsted yoluna doğru doğa gezisine çıkmıştı. İki kız arkadaşıyla birlikte yoldan ayrılıp tüm gün boyunca tuhaf bir adamın izini sürmüşler. İki saat boyunca ayrılmamışlar adamın dibinden. Ormanın tam içinden geçmişler ve Amersham’a vardıklarında da adamı devriyelere teslim etmişler.”

“Peki neden yapmışlar böyle bir şeyi?” dedi Winston şaşırmış hâlde.

“Benim kız paraşütle falan düşürülmüş olabilecek bir düşman casusu olduğundan eminmiş. Ama mesele şu delikanlı. Kızımı onun peşine düşüren şey neydi? Tuhaf görünümlü ayakkabılar giydiğini fark etmiş. Daha önce kimsenin öyle ayakkabı giydiğini görmemiş. Yani yabancı olma ihtimali çok kuvvetli. Yedi yaşındaki bir afacana göre çok zeki değil mi?”

“Peki adama ne oldu?”

“E orasını ben bilemem tabii. Ama eğer…” Parsons tüfekle nişan alır gibi bir hareket yapıp diliyle “tık” sesi çıkardı.

“İyiymiş.” dedi Syme ilgisizce. Kafasını kâğıt parçasından kaldırmamıştı.

“Tabii riske girmeyi göze alamayız.” dedi Winston görev bilinciyle.

“Demek istediğim savaş hâlindeyiz.” dedi Parsons.

Sanki bu sözleri teyit edercesine borazan sesi gelmeye başladı üzerlerindeki tele-ekrandan. Ancak bu kez askerî bir zafer ilanı değildi söz konusu olan. Sadece Bolluk Bakanlığı’nın bir açıklamasıydı.

Genç ve coşkulu bir ses:

“Yoldaşlar!” diye haykırdı. “Dikkat dikkat yoldaşlar. Size muhteşem haberlerimiz var. Üretim savaşını kazanmış bulunmaktayız! Her türden tüketim mamulü üretimi rakamları açıklandı. Buna göre yaşam standardı geçtiğimiz yıl için en az yüzde yirmi arttı. Bu sabah, Okyanusya’nın dört bir tarafında zapt edilemeyen, kendiliğinden gelişen gösteriler gerçekleşti. İşçiler fabrikalarından ve ofislerinden dışarı çıkarak ellerinde bayraklarla Büyük Birader’in bilge liderliği ile bize bahşettiği yeni ve mutlu yaşamdan ötürü minnetlerini sundular. Açıklanan rakamlar şu şekilde: Gıda ürünleri…”

“Yeni ve mutlu yaşamımız” ifadesi birkaç kez tekrar edildi. Bolluk Bakanlığı, bu ifadeyi son zamanlarda pek bir sever olmuştu. Borazan tarafından dikkati çekilen Parsons, aval aval bakan bir ciddiyetle belli etmemeye çalıştığı sıkılganlıkla dinliyordu. Açıklanan verileri takip edemiyordu. Ancak memnuniyet verici olduklarının farkındaydı. Yarısı yanmış tütünle dolu kocaman pis bir pipo çıkardı. Kişi başına düşen tütün payı haftada yüz grama düşürüldüğünden, bir pipoyu ağzına kadar doldurmak, nadiren mümkün oluyordu. Winston, dikkatle yatay vaziyette tuttuğu Zafer Sigarası’ndan içiyordu. Yeni pay dağıtımı, yarın sabah başlayacaktı ve sadece dört sigarası kalmıştı. O an için kulağını uzak seslere kapamış, tele-ekrandan dökülenlere dikkat kesilmişti. Haftalık çikolata payını yirmi grama yükselten Büyük Birader’e teşekkür etmek için insanların sokağa döküldüğü anlaşılıyordu. Daha dün, haftalık çikolata payı, yirmi grama DÜŞÜRÜLDÜ diye düşündü. Aradan sadece yirmi dört saat geçmişken bunu yutmaları mümkün olabilir miydi acaba? Evet, bunu yuttular. Parsons bir hayvanın aptallığıyla kolayca yuttu mesela. Diğer masadaki gözlüksüz adam, fanatik bir tutkuyla yuttu. Çikolata payının daha geçen hafta otuz gram olduğunu söylemeye cüret eden herhangi bir kimsenin izini sürmek, o kişiyi ihbar etmek ve buharlaştırmak için duyduğu hararetli arzuyla yuttu. Syme bile, çiftdüşünü de içeren karmaşık bir şekilde yuttu. “Peki o zaman hafızaya sahip TEK KİŞİ ben miyim?” diye düşündü Winston.

Muhteşem istatistiki bilgiler, bir bir dökülüverdi tele-ekrandan. Geçen yıla kıyasla daha çok gıda, daha çok giysi, daha çok ev, daha çok mobilya, daha çok tencere, daha çok yakıt, daha çok gemi, daha çok helikopter, daha çok kitap, daha çok bebek… Hastalık, suç ve delilik dışında, her şeyden daha çok vardı kısaca. Her geçen yıl, her geçen dakika, her şey ve herkes hızla yükseklere tırmanıyordu. Syme’ın bir müddet önce yaptığına benzer bir şekilde, masaya dökülmüş soluk renkli yahni suyuyla şekiller çizmeye başladı Winston. Yaşamın fiziksel dokusu üzerine düşünüyordu üzülerek. Hep böyle miydi her şey? Yemeğin tadı hep böyle miydi? Yemekhaneye göz gezdirdi. Basık tavanlı, kalabalık bir yerdi burası. Sayısız insan temasından dolayı duvarları lekeliydi. Metal masalar ve sandalyeler yıpranmıştı. İnsanlar, o kadar tıkış tıkış oturuyorlardı ki dirsekleri birbirlerine değiyordu. Kaşıklar bükülmüş, tepsiler yamulmuştu. Kaplar kaba sabaydı. Tüm yüzeyler yapış yapıştı. Her köşede pislik vardı. Kalitesiz cin, kalitesiz kahve, tatsız yahni ve kirli kıyafetlerin karışımından oluşan ekşi, kötü bir koku sinmişti her yere. Midenizde ya da teninizde, hak ettiğiniz bir şeyin sizden gasbedildiğini hissettiren bir çeşit itiraz vardı. Herhangi bir şeyin büyük oranda farklı olduğuna dair, herhangi bir hatırası olmadığı doğruydu. Hayal meyal değil de net bir şekilde hatırlayabildiği hiçbir dönemde, yeterince yiyecek yoktu. Delik deşik olmayan çorabı ya da iç çamaşırı olmayan kimse yoktu. Mobilyalar çürük çarık, eski püsküydü. İç mekânlar yeterince ısıtılmıyordu. Metro trenleri hep tıklım tıklımdı. Evler, yıkık döküktü, ekmek ise kahverengi. Çay nadir bulunan bir şeydi, kahvenin ise tadı berbattı. Sigaralar yetersizdi. Yapay cin dışında, hiçbir şeyi ucuza ve bolca almak mümkün değildi. Bir de kişi yaşlandıkça her şey daha kötüye gidiyordu hâliyle. Eğer bir insan, rahatsızlıktan, pislikten, kıtlıktan, bitmek bilmez kışlardan, çoraplarının yapış yapışlığından, hiç çalışmayan asansörlerden, soğuk sudan, pürüzlü sabundan, ele alındığı anda parçalanan sigaralardan, kötü ve tuhaf tatlı yiyeceklerden rahatsız oluyorsa bu, bir şeylerin doğal akışında seyretmediğinin delili değil miydi? Eğer bir şekilde atalarından miras kalan bir hatıra yoksa insanın bu durumları dayanılmaz bulmasının açıklaması neydi?

Bir kez daha kantine şöyle bir göz gezdirdi. Neredeyse herkes çirkindi ve mavi tulumdan oluşan üniformalarını giymeseler dahi çirkin olacaklardı. Odanın en uç tarafında böceği andıran ufak tefek bir adam, tek başına oturmuş kahvesini içerken etrafına kuşku dolu bakışlar fırlatıyordu. Eğer insanlar etraftakilere bakmasalar Parti’nin ideal fiziksel vücut olarak belirlediği tipe, uzun boylu kaslı gençlere, iri göğüslü kızlara, sarışın, capcanlı, bronz tenli, dertsiz tasasız kişilerin varlığına değil sayıca çok olduklarına inanmaları ne kadar da kolay olurdu diye düşündü Winston. İşin aslı Havaalanı Bir’deki insanların çoğu, Winston’ın gördüğü kadarıyla ufak tefek, esmer ve çirkindi. Böceğimsi tiplerin Bakanlık’ta nasıl bu kadar çok olabildiği merak konusuydu. Gencecik yaşlarında şişmanlayan ufak tefek, bodur bacaklı, çevik hareketli, ifadesiz tombul yüzlerinde küçücük gözleri olan adamlar, Parti’nin egemenliğinde en çok yeşeren tipler gibi görünüyorlardı.

Bolluk Bakanlığı’nın açıklamaları, ikinci bir borazan sesini takiben sona erdi ve yerini gıcırtılı bir müziğe bıraktı. İstatistik bombardımanı sonrasında belli belirsiz bir şevkle hareketlenen Parsons piposunu ağzından çıkardı.

“Bolluk Bakanlığı bu sene iyi iş çıkarmış doğrusu.” dedi kafasını anlarmış gibi sallayarak. “Bu arada Smith delikanlı, bana ödünç verebileceğin tıraş bıçağın var mıdır acaba?”

“Bir tane bile yok.” dedi Winston. “Ben de altı haftadır aynı usturayı kullanıyorum.”

“Ben yine de sana sorayım dedim delikanlı.”

“Üzgünüm.” dedi Winston.

Yan masadan gelen vakvaklama sesi, Bakanlık açıklaması sırasında geçici olarak kesilmişti. Ancak tekrar başladı. Hiç olmadığı kadar gürültülüydü. Winston, bir tutam saçı ve kırışıklıklarının arasındaki toz kalıntılarıyla Bayan Parsons’ı düşünürken buldu kendini. O çocuklar, iki yıl içinde kadını Düşünce Polisi’ne ihbar edeceklerdi. Bayan Parsons buharlaştırılacaktı. Syme buharlaştırılacaktı. Winston buharlaştırılacaktı. O’Brien buharlaştırılacaktı. Öte yandan Parsons, asla buharlaştırılmayacaktı. Ördek sesli gözsüz yaratık, asla buharlaştırılmayacaktı. Bakanlık’ın labirent misali koridorlarında hızlı ve çevik hareketlerle yürüyen, böceğimsi, ufak tefek adam da asla buharlaştırılmayacaktı. Ve Kurgu Bölümü’nde çalışan siyah saçlı kız… O da asla buharlaştırılmayacaktı. Kimin hayatta kalıp kimin helak olacağını içgüdüsel bir şekilde biliyor gibiydi. Her ne kadar hayatta kalmayı sağlayan şeyin ne olduğunu bilmek kolay olmasa da.

O sırada daldığı derin düşüncelerinden şiddetli bir sarsılmayla çıkıverdi. Yan masadaki kız, hafifçe dönmüş kendisine bakıyordu. Siyah saçlı kızdı bu. Kendisine yandan, tuhaf bir şekilde bakıyordu. Winston’la göz göze geldikleri anda başını çevirdi kız.

Winston’ın sırtından terler dökülmeye başladı. Ürkütücü bir dehşetin sancısı geçiverdi içinden. Bu his, geldiği çabuklukla gitse de arkasında iç gıcıklayıcı bir huzursuzluk bırakmıştı. Kız ona neden bakıyordu? Neden onu takip ediyordu? Ne yazık ki masasına oturduğunda, kızın orada olup olmadığını ya da sonradan gelip gelmediğini hatırlayamıyordu. Ancak ne olursa olsun dün, İki Dakikalık Nefret sırasında hemen arkasına oturmuştu ve bunu yapması için belli bir sebep yoktu. Muhtemelen asıl amacı, kendisini dinlemek ve yeterince hızlı bağırıp bağırmadığını görmekti.

Evvelki düşüncesi makul gelmeye başladı. Kız, muhtemelen Düşünce Polisi’nin resmî bir üyesi değildi. Ancak asıl büyük tehlike, amatör casuslardan geliyordu zaten. Kızın kendisine ne kadar süre baktığını bilemiyordu. Belki de beş dakika kadar bakmış olabilirdi. Dahası, bu süre içinde yüz ifadelerini mükemmel bir şekilde kontrol edemiyor olması da söz konusuydu. Herkesin içinde ya da bir tele-ekranın görüş alanı sınırlarında düşüncelerinizin serbestçe gezinmesine izin vermek, çok ama çok tehlikeliydi. En ufak şey dahi sizi ele verebilirdi. Gergin bir tik, kaygılandığınızı belli eden bilinçsiz bir bakış ya da kendi kendine söylenme alışkanlığınız… Normal olmayan ya da saklayacak bir şeyleriniz olduğuna işaret eden herhangi bir şey olabilirdi bu. Kısacası yüzünüzde uygunsuz kabul edilen herhangi bir ifade -örneğin bir zafer ilanı olduğunda kuşkuyla bakmak- cezaya yol açabilecek bir suçtu. Bunun için Yenikonuş’ta bir kelime bile vardı. Bu duruma, YÜZSUÇU adı veriliyordu.

Kız, bir kez daha Winston’a arkasını döndü. Belki de kendisini gerçekten takip etmiyordu. İki gün üst üste kendisine yakın oturması sadece tesadüf olabilirdi. Sönmüş sigarasını dikkatle masanın kenarına yerleştirdi. Eğer içindeki tütünü muhafaza etmeyi başarırsa işten sonra devam edecekti içmeye. Yan masadaki kişi, muhtemelen Düşünce Polisi’nin bir casusuydu. Muhtemelen üç gün içinde Sevgi Bakanlığı’nın mahzenlerinden birinde olacaktı. Ancak tüm bunlara rağmen bir sigara izmaritini ziyan etmeyecekti. Syme, çalıştığı kâğıdı katladıktan sonra cebine koydu. Parsons bir kez daha konuşmaya başladı.

“Peki ben sana…” dedi piposunun dibinden kıkırdamaya başlayarak. “Benim iki haylazın, Büyük Birader’in posterine sosis saran, ihtiyar bir pazarcı kadının eteklerini ateşe verdiğini anlatmış mıydım? Kadına sinsice arkasından yaklaşıp kibritle eteğini tutuşturmuşlar. Kadını feci yakmışlar bildiğim kadarıyla. Bak sen şu kerataların yaptığına! Nasıl da gayretliler! Casuslarda birinci kalite eğitim veriliyor bu günlerde. Benim zamanımdan bile daha iyi… Bu aralar ne vermişler biliyor musun? Anahtar deliklerinden dinleyebilmek için kulak borazanları! Benim kız geçen gece getirdi, bir tane de oturma odasında denedi. Kulağını deliğe yaklaştırdığından iki kat daha iyi duyabiliyormuş söylediğine göre. Tabii bu sadece bir oyuncak. Ama yine de onlara doğru fikirler aşılıyor, değil mi ya?”

O sırada tele-ekrandan delici bir düdük sesi gelmeye başladı. İşe geri dönülmesi gerektiğinin sinyaliydi bu. Üçü birden asansör kapma mücadelesi için derhâl ayağa fırladılar. Winston’ın sigarasındaki tütünün geri kalan kısmı döküldü.

6

Winston günlüğüne yazmaya devam etti:

Üç yıl önceydi. Büyük bir tren istasyonunun yakınındaki ara sokaktaydım, karanlık bir akşamdı. Açık bir kapının önünde, zar zor ışık veren bir sokak lambasının altında duruyordu. Genç bir yüzü vardı. Ağır boyalar sürünmüştü. Beni asıl cezbeden bu boyaydı, âdeta bir maskeyi andıran beyazlığıydı. Parlak kırmızı dudakları vardı. Parti kadınları yüzlerine boya sürmezler. Sokakta başka kimse yoktu. Tele-ekran da yoktu. İki dolar dedi. Ben…

O sırada devam etmek çok zordu. Kapattığı gözlerine parmaklarını bastırdı. Gözlerinin önünde canlanmaya devam eden bir imgeyi sıkarak çıkarmak ister gibiydi bu hareketiyle. Avazı çıktığı kadar küfür etmek ya da kafasını duvarlara vurmak için dayanılmaz bir istek duyuyordu. Masaya tekme atmak, mürekkep şişesini pencereden aşağı fırlatmak ya da kendisine işkence eden bu hatırayı zihninden söküp atabileceği şiddetli, gürültülü ya da acı veren bir şey yapmak isterdi.

Kişinin en büyük düşmanı, kendi sinir sistemi diye düşündü. İçinizdeki gerginlik her an kendini görünebilir bir belirti aracılığıyla ifade edebiliyordu ne de olsa. Birkaç hafta önce caddede yürürken yanından geçtiği bir adamı düşündü. Oldukça sıradan görünümlü bir adamdı bu. Otuz beş kırk yaşları arasında, uzunca bir Parti üyesiydi. Elinde bir evrak çantası vardı. Adamın yüzünün sol kısmı bir çeşit kasılma ile şekil değiştirdiğinde aralarında birkaç metrelik bir mesafe vardı. Birbirlerinin yanlarından geçerlerken aynı şey bir kez daha yaşandı. Sadece bir seğirme, bir titremeydi bu. Fotoğraf makinesi obtüratörünün açılıp kapanma hızına benzer bir çabuklukta gerçekleşmişti. Ancak bunun alışkanlık üzere yapıldığı aşikârdı. O anda, “Zavallının işi bitik.” diye düşündüğünü anımsadı. Daha korkunç olanı ise bu yaptığı şeyin muhtemelen bilincinde bile olmamasıydı. En ölümcül tehlike ise uykuda konuşmaktı. Anladığı kadarıyla bundan korunmanın bir yolu yoktu.

Derin bir nefes aldı ve yazmaya devam etti.

Onunla birlikte açık kapıdan içeri girdim, arka avludan geçerek bir bodrum mutfağına indim. Duvara yaslanmış bir yatak vardı, masanın üzerinde ise oldukça sönük ışık verecek şekilde ayarlanmış bir lamba. O…

Winston’ın dişleri gıcırdamaya başladı. Tükürmek istiyordu. Bodrumdaki kadınla aynı anda Katharine’i yani karısını düşünmeye başladı. Winston evliydi. Bir zamanlar evliydi yani. Muhtemelen hâlâ da evli olması mümkündü çünkü bildiği kadarıyla karısı ölmemişti. Bodrum mutfağındaki sıcak ve ağır kokuyu bir kez daha teneffüs eder gibi hissetti kendini. Böcekler, kirli çamaşırlar ve ucuz ancak cezbedici parfümün kokusunun karışımıydı bu koku. Ucuz parfüm cezbediciydi çünkü Parti kadınlarının hiçbiri asla parfüm kullanmazdı. Sadece proletarya parfüm kullanırdı. Onun zihninde parfüm, gayrimeşru ilişki ile iç içeydi.

O kadının yanına gidişi, iki yıl gibi bir süre boyunca işlediği ilk suçtu. Fahişelerle düşüp kalkmak yasaktı. Tabii bu, ara sıra ihlal etmeye cesaret edebileceğiniz o suçlardan biriydi. Her ne kadar tehlikeli olsa da ölüm kalım meselesi değildi. Fahişeyle yakalanmak demek, zorunlu çalışma kampında beş yıldan fazla bir şey değildi. Tabii başka suç işlemediyseniz… Üstelik iş üstünde yakalanmamayı başarırsanız yeterince kolaydı da. Şehrin kenar mahalleleri, kendini satmaya hazır kadınlarla dolup taşıyordu. Bazıları, proleterlerin içmelerinin yasak olduğu bir şişe cinle dahi satın alınabilirdi. Parti, fu-huşu üstü kapalı olarak destekler gibiydi. Çünkü bazı içgüdüleri tamamen bastırmak mümkün değildi. Hovardalık o kadar da önemli değildi. Tabii gizli saklı, neşesizce yapılıyorsa ve hakir görülen aşağılık sınıftan bir kadınla gerçekleştiriliyorsa… Asıl affedilmez suç, Parti üyelerinin birbirleriyle düşüp kalkmasıydı. Her ne kadar bu büyük temizlikler sırasında zanlıların itiraf ettiği suçlardan biri olsa da böyle bir şeyin gerçekten yaşanıyor olduğunu tahayyül etmek zordu.

Parti’nin amacı, erkekler ve kadınlar arasında kontrol edemeyeceği bağlılıklar oluşmasını engellemek değildi sadece. Asli ve ilan edilmemiş hedefi, cinsellikten alınabilecek tüm hazzı ortadan kaldırmaktı. Erotizm, evlilik içinde ya da dışında aşktan daha tehlikeli görünen bir şeydi. Parti mensupları arasındaki tüm evlilikler, bu iş için tayin edilmiş bir komite tarafından onaylanmak zorundaydı. Gerçi bu ilke, her ne kadar açıkça ifade edilmese de birbirlerini fiziksel olarak çekici bulduğu izlenimini veren çiftlerin evlenme talepleri her zaman reddediliyordu. Evliliğin muteber kabul edilen tek amacı, Parti’ye hizmet edecek çocuklar peyda edilmesiydi. Cinsel ilişkiye, tıpkı bir lavman misali hafifçe rahatsızlık veren, küçük çaplı bir işlem gözüyle bakılıyordu. Her ne kadar bu durum da açık açık ilan edilmese de çocukluklarından itibaren her Parti üyesinin yüzüne vuruluyordu. Seks Karşıtı Küçükler Birliği gibi organizasyonlar, her iki cinsiyet için de tamamen bekârlığı savunuyordu. Tüm çocuklar, yapay döllenme ile -Yenikonuş’ta YAPDÖL deniliyordu- dünyaya getirilip devlet kurumlarında yetiştirilmelilerdi. Winston, bu konuda tamamen ciddi olunmadığının da farkındaydı. Ancak yine de Parti’nin genel ideolojisine uygundu. Parti, cinsellik dürtüsünü yok etmek, bunu başaramasa bile bu dürtüyü çarpıtmak ya da kirletmek istiyordu. Winston bunun sebebini bilemese de bu durumu doğal karşılıyordu. Kadınlar söz konusu olduğunda, Parti’nin çabaları takdire şayandı.

Bir kez daha Katharine’i düşündü. Ayrılmalarının üzerinden dokuz on… Neredeyse on bir yıl geçmişti. Onu bu kadar az düşünmesi tuhaftı. Evli olduğunu günlerce unuttuğu zamanlar oluyordu. Sadece on beş ay sürmüştü birliktelikleri. Parti boşanmaya izin vermiyordu. Çocuk olmadığı takdirde ayrılmaya teşvik ediyordu.

Katharine, uzun boylu sarışın bir kızdı. Dimdik dururdu. Hareketleri etkileyiciydi. Arkasında kocaman bir boşluk olduğu anlaşılıncaya dek, soylu olduğu söylenebilecek çarpıcı ve keskin bir yüzü vardı. Evliliğin ta en başında karısının, karşısına çıkmış en aptal, en yabani, en boş zihne sahip kişi olduğuna hükmetmişti. Muhtemelen onu, çoğu insandan daha yakın tanıyor olmasından dolayı böyleydi. Slogan olmayan tek bir düşünce yoktu o kafasında. Parti’nin yutturamayacağı tek bir budalalık da yoktu. Winston ona, “insan ses bandı” adını vermişti. Yine de tek bir şey olmasaydı onunla yaşamaya dayanabilirdi. O şey de cinsellikti.

Ona dokunur dokunmaz irkilir, kaskatı kesilirdi. Ona sarılmak, tahta bir kuklaya sarılmaktan farksızdı. Tuhaf olansa Katharine, sarılırken bile tüm gücüyle itiyor gibiydi onu. Kaslarının sertliği, böyle bir izlenime sebep oluyordu. Gözleri kapalı hâlde öylece uzanırdı. Direnmez ya da eşlik etmezdi. Sadece TESLİM olurdu. Bu fevkalade utanç vericiydi. Bir müddet sonra korkunç gelmeye başladı. Ancak bu duruma rağmen eğer bekâr kalmaya söz verselerdi, onunla yaşamaya yine tahammül edebilirdi. İşin tuhafı, bunu reddeden tarafın Katharine olmasıydı. Çocuk sahibi olmak için bunu yapmaya mecbur olduklarını söylüyordu. Böylece bu performans; imkânsız olmadığı zamanlarda her hafta, düzenli bir şekilde devam etti. Dahası akşam yapılması ve unutulmaması gereken bir şeymiş gibi sabahtan hatırlatırdı Winston’a. Katharine bu işe iki isim vermişti. Bunlardan biri, “bebek yapmak” diğeri ise “Parti’ye karşı vazifemiz” -evet, tam olarak bu ifadeyi kullanmıştı- şeklindeydi. Kısa süre sonra belirlenen gün geldiğinde, muazzam bir dehşete kapılmaya başladı Winston. Ancak şanslarına çocukları olmadı ve en sonunda Katharine denemeye çalışmaktan vazgeçti. Kısa süre sonra da ayrıldılar.

Winston sessizce iç çekti. Sonra tekrar kalemini aldı ve yazmaya başladı:

Kendini yatağa attı ve hiçbir ön sevişme olmadan olabilecek en hoyrat ve en korkunç şekilde eteğini kaldırdı.

Kendini orada, loş lamba ışığında ayakta dururken gördü Winston. Burnunda böceklerin ve ucuz parfümün kokusu, kalbindeyse Katharine’in bembeyaz vücudunun Parti’nin hipnotize edici etkisi karşısında donuşu düşüncesiyle iç içe geçmiş yenilgi ve kırgınlık vardı. Neden hep böyle olmak zorundaydı ki? Neden birkaç yılda bir yaşadığı iğrenç ilişkiler yerine, bir kız arkadaşı ya da eşi olamıyordu ki? Ama gerçek bir aşk yaşamak neredeyse düşünülemez bir hadiseydi. Tüm Parti kadınları birbirine benziyordu. Tıpkı Parti’ye olan sadakatleri gibi iffet kavramı da içlerine işlenmişti. Erken yaşlarda şartlandırma, oyunlar, Casuslar ve Gençlik Birliği’nde kafalarına kazınan saçmalıklar, dersler, yürüyüşler, şarkılar, sloganlar ve savaş şarkıları aracılığıyla yok edilmişti içlerindeki doğal his. Aklı, kendisine istisnaların olabileceğini telkin etse de kalbi buna inanmadı. Tam da Parti’nin istediği gibi onları elde etmek mümkün değildi. Sevilmekten dahi daha çok istediği şey, hayatında bir kez olsun iffet duvarını yerle bir etmekti. Başarıyla tamamlanan bir cinsellik eylemi, isyan hareketiydi. Şehvet düşüncesiydi. Bu duyguyu Katharine’de uyandırmayı başarabilse bile baştan çıkarma gibi olacaktı. Katharine kendi karısı olduğu hâlde.

Ancak hikâyenin geri kalanı yazılmalıydı. Şunları yazdı:

Lambayı yaktım. Onu ışıkta görünce…

Gaz yağı lambasının cılız ışığı, karanlık çöktükten sonra çok parlak görünüyordu. Kadını doğru düzgün ilk kez görebiliyordu. Ona doğru birkaç adım attıktan sonra, şehvet ve dehşetle durdu. Oraya gelerek aldığı riskin fazlasıyla, acı verircesine farkındaydı. Devriyelerin oradan çıkarken kendisini görmesi fazlasıyla mümkündü. Hatta o sırada kapıda bile bekliyor olabilirlerdi. Eğer yapmaya geldiği şeyi yapmadan ayrılırsa!..

Bunların yazılması, itiraf edilmesi gerekiyordu. Lambanın ışığında, aniden fark ettiği üzere kadın YAŞLIYDI. Yüzüne sürdüğü boya katmanı, o kadar kalındı ki kartondan maske misali çatlayabilirdi. Saçlarında beyazlar vardı. Ancak asıl ürkütücü olan detay, ağzı hafifçe açıldığında boşluğun karanlığı dışında hiçbir şey görülmemesiydi. Kadının hiç dişi yoktu.

Kargacık burgacık el yazısıyla şunları döktürdü:

Onu ışıkta gördüğümde yaşlı olduğunu anladım. Ama yine de devam ettim.

Bir kez daha parmaklarını göz kapaklarına bastırdı. En nihayetinde yazmıştı ama hiçbir farkı yoktu. Terapi işe yaramamıştı. Avazı çıktığı kadar küfretme isteği, hiç olmadığı kadar güçlüydü.

7

Eğer bir umut varsa… diye yazdı Winston. O umut proletarya.

Eğer bir umut varsa o umut proletaryada olmalıydı. Çünkü Parti’yi yıkabilecek güç, Okyanusya nüfusunun yüzde seksen beşini oluşturan bu insan yığınlarından gelebilirdi ancak. Parti’yi içeriden yıkmak mümkün değildi. Düşmanların -tabii eğer düşmanları varsa- bir araya gelmek şöyle dursun, birbirlerini tanıma imkânları bile yoktu. Eğer efsanevi “Kardeşlik” söylenildiği gibi var olsa bile üyelerinin iki ya da üç kişiden fazla olacak şekilde toplanabilmeleri, akılalmaz bir şeydi. Gözlerdeki bir bakış, ses tonundaki bir değişme hatta bir fısıltı dahi isyan anlamına geliyordu. Ancak işçi sınıfı, bir şekilde kendi güçlerinin farkına varabilseler komplolarla uğraşmalarına gerek yoktu. Sadece ayaklanıp silkelenmeleri gerekiyordu. Eğer isterlerse Parti’yi yarın sabaha kadar darmaduman ederlerdi. Elbette bunu yapmaları gerektiğini önünde sonunda illaki anlayacaklardı. Ama şimdilik…

bannerbanner