
Полная версия:
Bomba
Bir gece yine ona bir şiir okuyordum: “Gözlerinin Vaatleri.” Bitirdikten sonra gözlerimi o davetkâr gözlere dikerek her vakitki takdir ve medihlere “Oh, bu, o kadar güzel olmuş ki…” mukaddimesiyle mebzulen dökülen yeminlere meydan vermeden:
“Lakin, Belkıs!” dedim, “Anlamıyor musun, bu senin için.”
Kulağının dibinde bir top patlamış gibi şaşırmış ve gözlerini açmıştı. Onun bu hayret-i müfritesi karşısında mahcup olarak gayriihtiyari gözlerimi indirdim. Onu sevmem o kadar gayri müterakkıp; o kadar gayritabii mi idi?
“Latife söylüyorum!” diye tamir etmek istedim, “Latife Belkıs!.. Nasıl, güzel olmuş mu?”
İlk defa olarak itiraz etti:
“Hayır azizim, bütün gözler için yazılan şeylerdeki bir şey, bir hayidelik bunda da hissolunuyor. Bir hayidelik ki ben ondan bir küf kokusu duyar gibi oluyorum.”
“!?”
Ve devam etti:
“Vakıa siz, ‘Mademki bir mevzu içindir, aynı mevzu üzerine yazılan şeylerle arasında mutlaka münasebet bulunur.’ diyeceksiniz fakat öyle değil.”
“Müekkilat-ı esatire itila-mahmumHandelerden selam-ı durâdurGönderen gözlerinde en mahmurSeherlerin o derin reng-i müphemiyeti var…”“Oh, bunu okudunuz mu?”
“Hayır.”
“Hâlbuki ben sizin gazetelerinizde okumuştum. İşte bu da mavi gözler için yazılmış bir şiir, fakat şiir. Bütün bir yığın teşkil eden karalamaların hangisine benziyor?”
Tıkanmıştım. Bu mülayim talebeme, kendime meftun tahayyül ettiğim bu küçük, güzel ve muti şakirdime ne cevap verecektim? Bu yaldızlanmış, yumuşak bir baruttu ki işte birden parlamıştı. Mırıldadım:
“Bu kimin?”
“Sahir’in!..”
Bir tehalük-i mihaniki ile önümüzde duran manzumeyi kaptım, parçaladım. Masamın üzerindeki yaprakları yeni, açılmamış ve okunmamış bir kitabı elime aldım, artık onu görmüyordum. Bu renkli fotoğrafın usul-i ahzından bahis bir kitaptı. Okuyor ve hiçbir şey anlamıyordum. Satırların arasında bütün heveskâr-ı edep gençlerin gıpta ettiği bir şairin, hurdebinî bir hizmetçisinin bastonunu sallayarak müstehzi ve vakur gezindiğini görüyordum; Sahir… Gece pek rahatsız ve geç uyudum, hep Sahir’i düşünüyordum. Ezici bir kıskançlık içinde, o vakte kadar asla hissetmediğim duzahî bir kıskançlık içinde… Kadınlardan kelal verecek derecede bahseden bu şairin yalnız imzasını tanırdım. Fakat işte, bir kin, bir gazap onun için kalbimde canlanıyor, bu rakib-i gaibimden, bu meçhul ve tanımadığım vücuttan nefret ediyordum.
Rüyamda en müntehap kabalıklarımla onu tahkir ettim. Bu, tıpkı, fotoğrafya kitabının satırları arasında bana görünen gençti. Siyah ve ince bıyıklı, siyah ve ateşin gözlere malik yakışıklı bir delikanlı, bir avcı idi, ki mütemadiyen kadınları avlıyordu. Rüyamın mütemevvil seraplarında bütün elele vermiş bîpayan kadınlardan müteşekkil bir iklil-i zihayat ile ihata olunmuş ve müstağni, ilerliyordu. İşte benim küçük talebem de ona manyetizma olmuş, o kadın demetinin içine girmiş, o halenin bir zerre-i nuru olmuştu. Ben, onun ismi için mitolojik bir istiare icat edeceğim diye günlerle, haftalarla eski kitapları, Taberî’leri, falanları… Bütün o eski Belkıs’ın menakıb-ı muhayyilesini saklayan tozlanmış, vahşi ciltleri süzüyorken rakibim müsterih ve asude, bir şiiriyle, bir mısrasıyla işte bana galebe etmişti mesela… Evet, belki yalnız bununla: “Benim kadınlığa ifrat-ı hürmetim vardır.”
***Bir hafta geçmemişti ki her şeyi, talebemi, kıskançlığı, tanımadığım rakibimin beni müteezzi eden hatıratını unutmuştum. Beni muzdarip edebilecek bir şeyi zorla unutabilmek, ondan nisyan ile intikam alabilmek hassasına malikiyetle iftihar ederim. Onun için mazinin hiçbir elemi bende ciddi bir keder husule getirmemiştir. Yine gayesiz ve bir neticeye müntehi olmayan hayatıma, yalnız kilometrelerle yorgunluklar iktitaf ettiren tarz-ı hayatıma dönmüştüm. Parlak, mesrur, tannaz bir gün. Hususi bir jimnastik müsabakasından bitap ve pür-taab avdet ediyorduk. Arkadaşım, sanayi-i fikriye ve hayaliye ile asla meşgul olmamış, müthiş bir idmancı idi.
“Tramvaya binelim.” dedi, “Bugünkü yorgunluğumuz kâfi…”
“Pekâlâ.”
Tramvay pek tenha idi, ben Aksaray hattının, böyle geç vakit bu kadar tenha olduğunu hiç görmemiştim. Galiba hava güzel olduğu içindi. İki çocuk karşımızdaki pencerenin demir ve ince parmaklıklarına tutunmuş dışarı bakıyorlar ve ihtiyar bir uşak onlara nezaret ediyordu. Bir de köşede, kadınların mevkisini ayıran bölmeye yapışmış gibi büzülmüş, zayıf bir genç…
Biletleri aldık, ben mendilimle terli yüzümü sildim, arkadaşım da benim gibi yapıyordu. Beyaz ve keten bir mendili boynuna yerleştirmekle meşgul, bana eğildi, yavaşça:
“Bunu tanıyor musun?” dedi.
Karşımızdaki delikanlıyı gösteriyordu.
“Yok…” dedim.
“Sahir işte o.”
“Sahir mi?”
“Evet!”
O, bizden bihaber, bazen dışarıya bakıyor ve bazen kadınlar mevkisinin yollu ve kirli perdesini tarassut ediyordu. Bu, uzunca boylu, gayet nazik ve narin, bir kadın çehresine malik ve gayet nahif bir genç, âdeta bir çocuktu. Rüyamda tokatladığım o rakib-i meçhulüme, siyah ve ince bıyıklı, siyah ve ateşin gözlü Sahir’e asla, asla benzemiyordu. Tüysüz çehresi, mavi gözleri, çokça saçları onda gayri kabil-i tarif bir masumiyet gölgelendiriyordu. Bu zayıf vücudun karşısında bir ihtiram-ı merhamet-âlud hissediyor, ona karşı nefretimden, kıskançlığımdan nadim ve pişman oluyordum; evet, bütün kadınların ruhları onun olmalı idi.
Bacaklarını, incecik bacaklarını birbiri üstüne atmıştı. Eskrim egzersizleriyle kalınlaşan adalî bacaklarıma bakarak onunla aramızdaki farkı düşünüyordum. O, bir şair, hakiki bir şairdi… Bütün seven ve hisseden kadınların ruhları ona sermedî bir cefa-yı minnetdarî ile esir ve perestişkâr idi. Ve bu pek haklı idi. Bir an oldu ki onun mavi ve derin gözlerinin müphemiyet-i initafıyla benim gözlerim karşılaştılar. Onun ruhunun hakkına itisaf ve taaddi etmiş bir haydut gibi mahcup ve perişan, gözlerimi indirdim; bir hayal-i nisvî kadar nazik ve narin olan bu vücud-ı muhterem karşısında eziliyor, hayalimde açılan boşluğa; halterlerin, av takımlarının, köpeklerin, velospitlerin karışık ve sayılmaz gölgeleriyle kaynaşan ve derinleşen müphem ve bîpayan bir girdaba sukut ediyordum.
Arkadaşım hızla ayağa kalktı:
“Çabuk!” dedi, “Kalıpçının önünden geçiyoruz, feslerimiz…”
Ve kapıdan çıkarak caddeye atladı. Ben, ben de onu takip ettim…
SEBAT
21 Ağustos, Selanik
Dün burada birisine, mektep arkadaşıma tesadüf ettim ki beş senedir kendisini görmemiştim. Bu anlaşılmaz, tahlil olunamaz bir simadır; o kadar müphem, müphem olduğu kadar manidar, mütebessim, şen… Beni görür görmez:
“Vay sen misin?” diye haykırdı, elini sıkmaya, ne yaptığını sormaya vakit bırakmadan bir lakırtı tufanı, bir artezyen feveranıyla devam etti:
“Oh bilsen, ne kadar memnun oldum seni görmekten? Hiç değişmemişsin… Ben nasılım? Şüphesiz iyi değil mi… Evet buraya pek vefakârane devam ediyorum, burada çok oturacak mısın? Ha… Aman şimdi resimhaneme gidiyorum, kuzum beraber gel, bak… Reddetmeyeceksin çünkü istirham ediyorum.”
Tarz-ı telaffuzundaki sürat-ı sâri ile cevap verdim. Reddetmiyorum. Kabul ediyorum fakat… Eski teklifsizliğimizin birden uyanan samimiyet-i cezbedarı içinde, handan ve memnun; şayet müsaade ederse kendisine hitap edebilmeyi, hayatına dair bazı şeyler sorabilmeyi arzu ettiğimi alay ederek söyledim ve ansızın avdetle beş sene evvelki refakatin en sevimli hatırasını tekrar ettim:
“Bu da şüphesiz lütfunuza, merhametinize muhtaçtır, sevgili haydudum, müsaade ediyor musunuz?”
Gülerek dört “peki”yi birbiri arkasına sıraladı:
“Peki, peki, peki, peki!”
Mektepte lakırtı söyleme konusunda kimseye meydan vermediği için hepimiz ona: “Bir haydutsun ki…” derdik, “Her rast geldiğin şahs-ı mütekellimden hakk-ı nutku bilâ-merhamet gaspedersin!” Galiba bu hatıranın yâdında uyandırdığı nisyanların tesiriyle birkaç saniye daldı, ben fırsattan istifade etmeye başladım:
“Ee çoktan burada mısın?”
“Üç seneden beri!..”
“Ne yapıyorsun?”
“Ressamım, işte gidiyoruz, göreceksin; resimhaneme bak, ne güzel… Üç senedir bıkmadım…”
Artık ben hiçbir şeyi soramıyordum, o anlatıyordu; mektepten çıktıktan sonra Beyrut’a gitmiş, ondan sonra buraya gelmiş, bazı hususi mekteplere resim dersi verdiği gibi hususi dersler de veriyormuş fakat İstanbul’daki ailesi haftada üç mektup gönderiyormuş; “Mutlaka gel!” diye… Onu evlendireceklermiş, o da buna katiyen razı olamazmış…
Onu dinlerken etrafıma dikkat edemiyordum, tanımadığım yerlerden geçiyorduk. O, koluma girmişti. Resimhanesine gelmişiz.
“İşte burası.” dedi. Dar ve kaldırımları muntazam, temiz bir sokak… Karşıdaki evin alt katındaki büyük odada üç genç Rum kızıyla on yaşında tahmin olunabilir küçük bir çocuk, oturuyorlardı. Ona gülerek selam verdiler, ben:
“Oo, komşularınız hikmet-i bedayiye pek muvafık…” diye alaya başlıyordum; dik bir merdivene tırmanmaya başladık, devam etmeme meydan vermeden diyordu ki:
“Oh, bilsen bu sanat, bu nefis sanat ne kadar teselli-saz, ne kadar müşfik! Sanayi-i nefisenin büyüklüğünü kim inkâr eder, onda kim beis tasavvur ederse hain bir hissizdir; yalnız fikirler müstesna. Fikrimce servet-i zatiyesi olmayanlar sanayi-i nefise-ye müntesip olmak değil, muhip bile olmaya layık değildirler; sanayi-i nefise para kazandırmaz, şöhret kazandırır, ekmek vermez, teselli verir, saadet ikat etmez, mevcut bir saadeti alkışlar. Hasılı o bir sanatkârdan asla bir ikametgâh yapamadığı hâlde, mükemmelen tezyin ve tefriş eder.”
Cebinden büyük kapı ile mütenasip olmayan küçük bir anahtar çıkardı; onunla kapıyı açtı, içeri girdik. Hoş bir boya kokusu bizi istikbal etti, burası geniş bir oda, âdeta bir salondu. Yirmiye karib sehpa büyük ve natamam tabloların altında münkat ve hâbide bir sükûn ile duruyordu. Bu tuhaf karışıklık beni sormaya mecbur etti:
“Burada başkası da çalışıyor mu?”
“Yok, yalnız ben.”
“O hâlde bu kadar sehpa fazla değil mi?”
Gülerek cevap verdi:
“Ooo, azizim, tabiatımı bilirsin, her şeyden çabuk bıkarım. Bir tanesini bitirmeden diğerine başlıyorum. Vakıa küçük levhaları tamam ediyorum, fakat büyükleri… Şimdiye kadar bir tane tamam edemedim. Başladıklarımı da atmaya kıyamam, işte vakitsiz doğan çocuklar gibi yarım yaşamaya mahkûmdurlar. Onların matemleri bende başka elemler uyandırır, o uyanan elemler vehm-i sanatla imtizaç ederek bir hayal olur; al sana işte bir levha!”
Kolumdan tuttu, odanın köşesine, büyük pencerelerin inmiş beyaz perdelerinden süzülen bulanık ziyalardan müteşekkil hafif gölgelerin tekasüf ettiği köşeye götürdü. Temiz kayından şık bir sehpa üzerindeki tablonun mestur olduğu mavi ve ince bir kâğıdı kaldırdı. Bu tamam bir resimdi. Bu o kadar bedii idi ki, bütün ali şeylerin ruhlarda nagehan uyandırdığı o müphem tesir-i gaşyâlûda benzer bir hisle beni düşündürdü: Karanlıkça bir resim-hane. Birçok natamam tablolar, yere devrilmiş boya çanakları, üstübeç paketleri, şişeler, tabaklar… Bunların arasında gür ve kumral saçlı genç bir ressam alçak bir iskemleye bıraktığı büyük ve beyaz paletine, bir demet teşkil eden fırçalarına dalmış düşünüyor; sağ omzunun üzerinden bir peri pembe ve esirî bir yelpaze ile onun saçlarını dalgalandırıyor ve şefkatkâr nazarlarla gülümsüyordu. Gayriihtiyari:
“Oh, ne güzel!” dedim, “Buna ne isim veriyorsun?”
“ ‘Alâm-ı Nûşîn’ iyi değil mi?”
Manyetizma olmuş gibi levhanın başından ayrılamıyordum; bu hercümerc-i sanatkârane… Namerî gölgelerin gayri mahsus irtisamları, perinin yelpazelediği genç ressamın alnındaki küçük ter tanelerinin bu kadar tabii bir surette teressümü… Bütün bunlar beni hayran ediyordu. O kolumdan çekti, diğer levhalarını, o büyük ve natamam levhalarını gösterdi ve anlattı. “Alâm-ı Nûşîn”i gördükten sonra bunlar bana pek adi geldiler. Nihayet:
“Haydi, odama gidelim!” dedi, resimhaneden çıktık, bitişik bir odaya girdik. Burasını arkadaşım servetinin vüsat-i mesudundan mütehassıl bir zevk-i sanatkârane ile tanzim etmişti. Kalın ve lacivert perdelerin altında mavi ve ince tüller büyük bir kelebeğin koparılmış büyük ve şeffaf kanatlarına benziyordu; küçük bir masa, üzerinde koyu bir Japon örtüsü, duvarlarda mütenazır levhalar… Ve kıymettar seccadeler. Büyük bir koltuk, pencerenin sağında lacivert kadifeli bir kanepe… Küçük ve ceviz bir kütüphane, sonra büyük bir halı, ki bütün döşemeyi örtüyordu. Cebinden paketini çıkardı, bana bir sigara verdi. Ben masanın önündeki sandalyeye oturmuştum. Verdiği sigarayı içiyor, bu muhit-i latifin lacivert mefruşat ile hafif ve kirli, lacivertleşen hava-yı mahsurunu teneffüs ediyordum; gözlerim masanın üzerinde, şüphesiz hiçbir cereyana maruz kalması mukadder olmayan kâğıtların üstündeki pres papier’e dalmıştı. Bu yumurtadan büyük billur bir küre idi. Elime aldım, gayet sanatkârane yapılmış bir saat olduğunu anladım, rakamlar bir pertavsızla bakılıyor gibi gayet büyük görünüyor ve kaim billurun altından işlediği pek az duyuluyordu. Arkadaşım sordu ki:
“Hayatımı, sa’yimi nasıl buluyorsun?”
Pres papier’i tekrar o gayri müteharrik kâğıtların üzerine bırakarak ona döndüm:
“Oh, gıpta ettim fakat natamam levhalarının ikmali için biraz da sebata malik olsan.”
Sigarasını şiddetle içerek:
“Rica ederim!” dedi, “Bu sebat dediğin şeyi benim için temenni etme… Ondan nefret ederim! Kendimde meşgul olduğum bir şeye karşı azıcık sebat hissedecek olursam bütün muvaffakiyetsizliklerin, kederlerin, teessüflerin bende toplanacağına katiyen eminim. Ben ondan ne kadar uzaklaşırsam ne kadar uzaklaşabilirsem o kadar mesut olurum. Ve herkes de böyledir.”
Güldüm:
“Oo, böyle şey olur mu ya! Bu kadar garip, bu kadar aksi bir fikir?”
Yine bir lakırtı feyezanı, yakın bir huruşanın tebeşbüş-i kahkaha-âmizi gibi onun dudaklarından taştı:
“Bilakis pek doğru ve tabii…
Şimdi sebat için felsefemi izah edeyim, belki bunu yanlış bulacaksın fakat mazursun çünkü bütün muhakemelerimiz bizim nokta-i nazarlarımıza göre tebeddül eder. Hatta tarz-ı tefekkürümüz bir olduğu hâlde nokta-i nazarlarımızın yekdiğerinden farklı bulunması bizim aramıza uçurumlar koymaya kifayet eder; bütün münakaşaları neticeden teb’id eden bu nokta-i nazardaki tuhaflıktır, şimdi ben nokta-i nazarımı söyleyeyim:
Umumi ve istiaresiz… Sebat, biz bunu süsleriz, tezyin ederiz, büyük bir şey olarak kabul ederiz, değil mi? Hâlbuki şunu bitaraf ve çıplak düşünelim; ism-i ahlakisini aynı manaya delalet eden bir lügata tebdil edelim, ne olur? Mesela inat, bir nevi inat… İnadın kimlere mahsus olduğunu söylemeye hacet yok. Bunu sen de bilirsin. İnadıyla iştihar eden bir mahluk vardır ki küçük bir ırmağın üzerinden geçmemeye bütün mevcudiyetiyle inat ve sebat eder. Birkaç kilometre dayak tenavül eder. O kadar sebatkârdır ki zavallı sahibi yolu değiştirmeye mecbur olur. Şimdi şu hayvanda inadın yani sebatın itisafı bolca bir dayakla nihayet bulur fakat hayvan-ı natıkta, insanlarda? Bütün hayatta sürer. Açtığı cerihayı hiçbir şey kapayamaz. Mesela bir tüccar tasavvur et, bu zat pamuk ticaretiyle iştigal ediyor, servetinin yarısını kaybetmiştir; şimdi inat etmese, yani sebat etmese tebdil-i ticaret etse belki servetinin rahnesini kapatabilecektir. Bu ‘belki’ herhâlde onun ‘Belki kaybettiğimi bu yüzden kazanacağım.’ hayalindeki sebatın ‘belki’sinden daha emin ve faydalıdır. Mahaza o yine sebat eder, o ticarette iflas eder. Edebiyatta da böyle; parnasyenleri düşün, sonra romantikleri, sembolistlerin içinde bazılarını… Pardon, kendi edebiyatımızı düşünelim; işte yeniler, işte eskiler… Terakki etmek mahza eskilikten tecerrüt etmek değil mi, benim fikrim bu… Çünkü eser-i terakki denilebilen bir şey yoktur ki eskisine benzesin! Falan şey terakki ediyor, denilir, yani tebdil-i hâl ediyor, başkalaşıyor, hasılı eskilikten çıkıyor demektir. Her şeyle beraber edebiyat da tabii terakki edecek yani eskilikten ayrılacak, bunu eskiliğe mahkûm etmek kanun-ı tabii-i terakkiye mâni olmak gibi boş bir şey. İşte hakikati bu nokta-i nazardan muhakeme edenler meslek-i kadimlerinde, gazel-serâlıkta, kaside-nüvislikte sebat etmediler, terakkiye yani yeniliğe meylettiler, bugün kütüphanelerimizin en muhterem yerlerini işgal eden kitapları vücuda getirdiler. Bir şair tanırım ki senelerce gazel yazdıktan sonra tebdil-i meslek etmiş, hakikate karşı inat, yani sebat etmemiş, edebiyat-ı sahihaya meylederek terakki etmiş, en muktedir yazı yazanların ihtiramına nail olmuştur. Sonra işte tanıdığım bir zat ki gayet zeki, fazıl, malumatlı imiş… Bu mesleğinde sebat etmiştir. Ve Bursa’da vaktiyle neşrolunan ‘Fevaid’ risalesinde: Biz gazel vadisini terk edemeyiz. ‘Size icbar eden yok ya; istediğiniz vadide söyleyebilirsiniz, şunun şurasında üç beş kişiden ibaret kaldınız.’ denilecek olur ise cevaben, ‘hakiki bir istidad-ı şairiyetle meftur olarak yetişmekte olan ezkiya bu vadiyi ihya edecek kadar çok olduğunu’ kemal-i iftihar ile beyan ederiz.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Kadın öğretmen (Bulgarca).
2
“Yaşasın emek.”
3
“İyi akşamlar.”
4
“Hoşça kalın.”
5
Beyefendi
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
Всего 10 форматов