
Полная версия:
Bomba
“Aferin Baba İstoyan!” diyordu, “Zahmet vermedin. Şimdi bize şarap çıkar, eğlenelim…”
Paraların sayılması bitti. Raçof liraları üçe taksim etti. Arkadaşlarıyla çantalarına koydular:
“Hani şarap, hani şarap?” diye haykırdılar. Magda ayağa kalktı. Ambarın küçük kapısına koştu. Açtı ve içeri girdi. Üç bardak ile bir testi şarap getirdi. Haydutların önüne koydu. Sonra tekrar ambara girdi. Mezelik biber ve turşu çıkardı. Komitalar birbiri üzerine aceleyle içiyorlardı. Raçof:
“Böyle mezeye lüzum yok.” dedi, “Biz cansız meze istemeyiz…” Bu laftan bir şey anlamayan Magda’yı belinden tuttu ve öpmek istedi. Magda mukavemet etti ve ağlamaya başladı. Raçof genç kadını bırakmayarak diyordu ki:
“Yanaklarından meze alacağım. Sen sosyalist değil misin? Sosyalistler her şeyde iştirak isterler. Ben de senin yanaklarına Boris’le müşterekim!..”
Magda çırpınıyordu. Raçof çirkin ve akur sesiyle dedi ki:
“Eğer böyle münasebetsizlik edersen Boris’ini göremezsin. Onu keseriz…”
Magda bu lafı işitince tekrar hıçkırmaya ve Raçof’a yalvarmaya başladı. Artık Raçof onun taze yanaklarından bol bol öpüyordu Kadeh kadeh içiyor ve tekrar tekrar öpüyordu. Arkadaşlarına:
“Siz de meze alınız be!..” dedi. Cansız bir yumak gibi Magda’yı onların kucağına attı. Bu iki kuvvetli herif bu nefis kadına yapıştılar. Bir tanesi eteklerini kaldırmak istiyordu. Diğeri daha fena sarhoştu. Dişleriyle, avcunun içinde tuttuğu bu güzel başın yanağını ısırmıştı. Magda birden haykırdı ve kucaklarından kurtuldu. Sağ yanağının iki yerinden kan akıyordu. Baba İstoyan bu manzarayı görmemek için ocağın kenarına çömeldi ve başını avuçlarının içine aldı. Gözlerini ateşe dikti. Magda elini yanağına koymuştu. Parmaklarının arasından mebzuliyetle kan sızıyor ve ağlıyordu. Haydutlar bu güzel kadının bu kan içinde ağlamasına bakarak sanki mahzuz oluyorlardı. Hepsi susuyorlardı. İhtiyar saat bu tecavüz ve itisaftan müteessir olmuş gibi yine tik taklarını işittiriyor, rüzgârın gürültüsüne horoz sedaları karışıyordu. Raçof sözde acıdı:
“Ağlama Magda.” dedi, “Şimdi Boris’in gelir. Orasını öper. Acısı kalmaz. Haydi ben mandolin çalayım, bize biraz raks et…”
Ve ocağın yanından mandolini alarak bir polka çalmaya başladı. Magda ağlıyor:
“Ben oynamayı bilmem kaptan!” diyordu. Raçof kalktı. Magda’nın yanına gitti. Kulağına müessir ve vahşi bir sesle:
“Eğer oynamaz, neşemizi kırarsan Boris’i göremezsin, gider keseriz…”
Magda’nın bütün vücudu sarsıldı. Gözlerinin yaşı dindi ve mütevekkil bir sesle:
“Oynayayım, ah Boris…” dedi. Raçof oturdu. Mandolini çalmaya başladı. Diğer iki haydut, durmadan içiyorlar ve gülerek Magda’nın oynayışını seyrediyorlardı. Yanağından akan kan beyaz boynuna gidiyor, ona tekrar hayata gelmiş bir şehit manzarası veriyordu. Isıran haydut, başka bir arzu izhar etti:
“Kaptan!” dedi, “Eteklerini kaldırsın, öyle oynasın. Bacaklarını görelim…”
Raçof, Magda’ya döndü:
“Haydi Magda, bunu da yap! Bacaklarını görsünler! Artık gidelim. Boris’ini gönderelim…”
Genç kadın bir an durdu. Baba İstoyan’a baktı. Yüzünü ateşe dikmiş, hiç onları görmüyordu. İşte bu herifler artık namusunu da tahkir ediyorlardı. Lakin Boris’i tehlike içindeydi. Eğer arzularını yapmasa o kadar sevdiği Boris’i kesilecekti. Bir daha onun kumral ve çok saçlarını, mavi gözlerini, küçük ve kırmızı dudaklarını, tatlı tebessümünü göremeyecekti. Gözlerini kapadı ve eteklerini kaldırdı. Çalınan polkaya ayaklarını uydurarak sıçramaya başladı. Haydutlar coştular. Kaptan daha şiddet ve iştiyak ile çalmaya başladı Diğerleri yerlerinde oturamıyorlar, bu beyaz ve dolgun bacaklara, onların atılışlarındaki şehveti cazip muharrik hareketlere bakarak birbirlerinin boynuna sarılıyor, itişiyor, kakışıyorlardı. Kalktılar Raçof’un yanına gittiler. Kulağına bir şey fısıldadılar.
Raçof: “Olur ama vakit geçti! Sabah oluyor! Geç kaldık!” dedi sonra derin, behimî, muhrik bir hırsla güzel kadına baktı ve:
“Ah, vakit olsaydı…” diye müteessif oldu. Kalktılar. Tüfeklerini omuzlarına geçirdiler. Sarhoştular. Adımları birbirine karışıyordu. Raçof: “Allah’a ısmarladık Baba İstoyan!” dedi. İhtiyar köylü sanki ölmüştü. Hiç cevap vermedi. Magda tekrar haydudun ayaklarına kapandı:
“Aman kaptan, Boris’i gönder! İşte her şeyimizi aldınız. Eğer o gelmezse açlıktan ve ümitsizlikten ölürüz. Bize acı! Bize merhamet et!”
Raçof güldü:
“Mutlaka gelecek, mutlaka… Daha çabuk gelmesini istiyorsan, şu kanlı yanağından bir buse ver.”
Magda hirasla geri çekildi. Haydut tekrar kadını tuttu. Zorla kanlı yanağını öptü. Yaladı. Dışarı çıkıyorlardı. Kısa boylu esmer, beraber getirdikleri siyah bezde sarılı şeyi hatırladı:
“Kaptan!” dedi, “Bombayı ne yapacağız?” Raçof bir an düşündü. Geri döndü:
“Magda, bana bak!” dedi. Magda yine bir itisafa uğrayacak zannıyla titredi fakat bu sefer haydut nazik ve mürüvvetli idi:
“Şunu görüyor musun Magda? Bu, işte bir bombadır. Eğer siz eziyet edip parayı vermeseydiniz, sizden yine zorla alacak ve mücazat olmak üzere ikinizi bir araya bağlayacak, bu bomba ile atacaktık. Lakin siz akıllılık ettiniz. Bize zahmet vermediniz. Mücazata hacet kalmadı. Şimdi senden bir ricam var, bu bombayı bana saklayacaksın. Sakın jandarmalara filan verme. Nasıl vadediyor musun? Ben de gidip hemen Boris’ini bırakayım…” Magda ümit ve tehalükle cevap verdi:
“Vadediyorum gospodin! Allah aşkınıza hemen Boris’i gönderiniz.”
Raçof tekrar sordu:
“Göndereceğim lakin bu bombayı sadıkane hıfzedecek misin?”
“Hıfzedeceğim.”
“Nerede?”
“Kendi çeyiz sandığımda! En gizli, en muazzez yerde!”
“Bravo!.. Memnun oldum. Öyleyse Allah’a ısmarladık!” Hepsi güzel kadının elini şiddetle sıktılar ve kapıdan çıktılar.
Dışarısı hafifçe ağarıyor, esmerleşiyordu. Köpekler havlamaya başladılar. Kesif gölge hâlinde duran uzak binaların arasında gidiyorlar ve bir şarkı söylüyorlardı. Ah şimdi Boris gelecekti. Genç kadın açılmaya başlayan geceye bakıyor, köydeki bütün horozların birbirlerine cevap verir gibi öttüklerini duyuyordu. Kalbi şiddetle atıyor, Boris’ini bekliyordu. Uzaklaşan haydutlardan biri haykırdı. Bu, meşum ve mevhum bir kâbus tehdidi gibiydi:
“Hey Magda dikkat et, bomban patlayacak!”
Genç kadın kulak kabarttı. Bu tehdit, sanki meçhul ve vahşi uçurumlardan, adem boşluklarından aksediyormuş gibi tekerrür etti:
“Hey Magda dikkat et, bomban patlayacak!”
Horozların umumi ötüşleri rüzgârı söndürmüş zannolunacaktı. Uzakta, samanlıkların üstünde yalancı bir fecir, mor gözlerini açıyordu. Genç kadın şuursuz bir tefekkürle düşündü. Bu haydutlar her şeyi, akla gelmeyen vahşetleri yapabilirlerdi. İhtimal bu bombayı, ateş alması için, saniyeli tıpasını tanzim etmiş, öyle bırakmışlardı. Şimdi birden patlayacak ve zavallı Boris’çiği gelince, yıkılmış bir evle tanınmaz, kanlı et ve kemik parçalarından başka bir şey bulamayacaktı. Mihaniki bir istical ile bu felaket oyuncağını kaldırmaya koştu. Ta masanın orta yerinde duruyordu. Elini uzattı. Kaldırdı. Öbür eliyle altından tutmuştu. Ilık bir ıslaklık hissetti. Eline baktı. Kanlanmıştı. Kan?.. Sonra bu tehlikeli ve tahmin ettiği kadar ağır olmayan bombayı önüne koydu. Kadranını, fitilini görmek istiyordu. Yavaşça siyah bezi çözdü. İkinci bir bez daha vardı. Bu bez kandan kıpkırmızı idi. O bezi de çözdü. Kumral saçlar meydana çıktı. Baktı, baktı, dikkatle baktı…
Ve birden öyle müthiş, öyle keskin, öyle feci, öyle korkunç bir nara attı ki ocağın başındaki Baba İstoyan sıçradı ve gelinine koştu. Zavallının gözleri çerçevesinden çıkmış, karışık saçları dimdik olmuş, omuzları gerilmiş, iki eliyle tuttuğu bu şeye haşyet ve dehşetle bakıyordu. Dikkat etti… O tuttuğu şey, oğlunun, güzel ve kumral Boris’in vücudundan koparılmış kesik ve kanlı kafası idi…
TENEZZÜH
Juli Hala çayını bitirdikten sonra penceresinin yanındaki koltuğa yaslanarak dışarıda yağan karların raks-ı hafif ve namütenahisine daldı. Bu yeni başlayan kış gününde, onu büsbütün taciz eden, sanki daha ziyade yeise sevk eden bir can sıkıntısı vardı. Böyle fırtınalı, karlı günlerde hem-sinni olanlar odalarından çıkamazlardı fakat hiç olmazsa onların eğlenceleri vardı. Hâlbuki şimdi o, çay içerek pineklemekten artık öylesine bıkmıştı ki… Ah yaz olaydı, hayat-nisar güneşin altında kalın bastonuna dayanarak gezmeye çıkar, mesut aileler arasında yine evine avdet ederdi. Bazen bir iki eski refikasıyla tenezzühe çıkar, ne hoş zamanlar geçirir idi.
Pencerenin altında, avluda bir gürültü oldu. Juli Hala sıkıntısından silkinerek başını pencerenin camına yaklaştırdı, hafidleri mektebe gidiyorlardı. Al yanaklı, kuvvetli yavrucaklar… Birbirlerine kar topları atarak, itişerek, yuvarlanarak karların beyaz kesafetlerinde kayboluyorlardı. Juli Hala tahattur ediyordu ki kendisi de böyle çocukken karları ne kadar çok severdi.
Şimdi kendisini odasında oturmaya mecbur eden şu karları o vakit ne kadar çok severdi. Bu karlar… Bu her şeye karşı, pür-şevk ü sürur raks eden karlar, safiyet ve samimiyetleriyle ne kadar muazzezdiler. Nihayet bir sevk-i gayriihtiyari ile kalktı, şimdi onun köhnemiş kalbinde bir iştiyak uyanmıştı:
Şu karların içinde bir genç kız gibi gezmek, eğlenmek…
En kalın elbiselerini giydi, başını sardı. Odasından çıktı. Ev halkını hayretlerde bırakarak ve onların istifhamkâr sözlerine:
“Ne zannettiniz, çıkıyorum işte…” gibi gülerek kapıdan çıktı. Yanaklarını bârid, karlı bir rüzgâr tırmalayarak istikbal etti. O hiç aldırmayarak yürüdü.
Biraz sonra döndü, evine baktı. Karanlık, siyah, uyuyan şu evden çıktığına o kadar memnun, o kadar şad uzaklaştı. Oh… Ne kadar güzel, beyaz, her taraf beyazdı. Ara sıra hayalî bir maça kâğıdının siyah noktaları gibi beyazlıklar içinde sekizer onar karga kümeleri geçiyordu. Şimdi bütün mâcerâ-yı hayatını gözlerinin önüne getirerek yoluna devam ediyordu. Şuralarda kaç defa böyle karlar yağarken gezmeye gitmiş idi. Küçükken buralarda attığı perendeler, kartopları pîş-i hayalinde râşelerle gülerek, onun artık uyuyan kanlarını bîdâr ediyordu. Etrafına baktı, kimseler yoktu. Yere eğildi. Bir top yaparak havaya attı. Bunda tuhaf bir zevk bularak yoruluncaya kadar attı. Artık terlemişti. Terlerini silerken yanından bir gölge geçti ve onu tanıyarak:
“Vay, Juli Hala!” dedi, “Buralarda ne yapıyorsunuz?”
Bu, kasabanın belediye doktoruydu. Juli Hala cevap verdi:
“Biraz tenezzüh yavrum.”
“Böyle bir günde… Pek tehlikeli muhterem hala, pek tehlikeli…”
“Bilakis oğlum bana pek tatlı geliyor.”
Genç doktor gülerek ve uzaklaşarak:
“Çabuk odana kaç hala!” diyordu, “Bu hava tehlikeli…”
Bu havanın, bu raksan, beyaz havanın nesi vardı? Juli Hala sinniyle bu mevsimin arasında artık hâr bir rabıta-i hülya duymuştu. Kendisini bahar-ı hayatında gezdirerek dolaştı. İşte şurada, sokağın içinde bir hatıra-ı zi-hayatı vardı; eski âşığı… Kimse görmeden, kimse bilmeden ne hoş muaşaka ettiği şu bahçeli evin içinde ne kadar mesut dakikalar geçirmişti. O anda eski âşığını görmek istedi. Kapıyı vurdu, âşığının hafiti açtı.
O sordu:
“Pederiniz evdedir değil mi?..”
“Evet lakin pek hasta.”
“Hasta mı?..”
“Evet, görebilirsiniz.”
Her yerinde, eski ruhunun bir saye-i yâdını gördüğü avludan, merdivenlerden geçti. Artık kumaşları, halıları solmuş olan odada garip bir hastalık kokusu uçuyordu. Âşığının kızları, torunları, yatağının başında ağlıyorlardı. O ilerledi, eğildi:
“Mösyö Lui… Beni tanıyamadınız mı?”
Hasta tanıyamamıştı. İhtizara yakın dakikaların sekerat-ı sükûnu onu sayıklatıyordu.
Juli Hala oradan çıktıktan sonra yine karların içinden fakat deminki gibi münfail ve hayalperver olmayarak geçiyordu. Kaburgalarına doğru hafif, tedricen ziyadeleşen bir sızı onu ölüm düşüncelerine sevk etmek istiyor, sırtında, ensesine yakın bir ağrı ona refakat ediyordu. Nihayet eve gelebildi. Titreyerek soyundu, doğru yatağına yattı.
Hala Juli fena hâlde hasta. Bütün ailesi odasına toplanmışlardı… Gece nöbetleri birbirini takip etti. Nısfü’l-leylde gelen son nöbet onu pek sarstı. O saatte doktora haber göndermişlerdi… Şimdi hepsi samit ve matemgir… Hala Juli dalgın ve bihaber, bu sükûn-ı felaket içinde doktoru bekliyordu.
İLK NAMAZ
1 Kânunusani 320
Oh, bu sabah ne kadar soğuktu. Yatağımın hararetlerini terk ettiğim vakit, çılgın fırtınalarla haykırarak, tehditkâr rüzgârlarla camları döverek geçen gecenin bütün bürudetini massetmiş olan soğuk terliklere çıplak ayaklarımı sokunca içimde bakıyye-i leyl bir üşümenin titrediğini hissettim. Hizmetçim tabii uyuyordu, onu bu yakıcı soğukta sıcak yatağından kaldırmaya acırdım. Odamın kapısını açtım. Dışarıda kesici ve parçalayıcı kışın müfteris soğuğu yüzümü ve ellerimi tokatladı. Bu merhametsiz tokatların altında kollarımı sıvadım. Abdestimi aldım. Odama dönünce yalancı bir sıcaklık bir nefes-i teselli gibi, havlunun altından kollarıma, yüzüme, ıslanmış saçlarıma temas ediyordu. Daha fecr-i sadık uyanmamıştı. Fecr-i kâzibin donuk kırmızı sükûneti gecenin süradık-ı zalam-ı baridini parçalayarak büyüyor ve genişliyordu. Pencereye dayandım. Önümde, zir-i payımdaki bütün evler, ebedî bir uykunun uyanılmaz kâbuslarını itmam ediyor gibi camit ve bihayat, duruyorlardı. Deniz namahdut bir incimad-ı laciverdi ile uyuyor ve fecrin zail gölgeleriyle titreyen uzak ve sisli sahillere beyaz dalgalarıyla nihayetsiz bir hatt-ı fasıl çiziyordu.
Evlerin arasında fakir ve naçiz fakat bir azamet-i maneviye ile semaya doğru yükselen eski caminin küçük ve ihtiyar minaresi daha boştu. Sonra… Bu dakika-ı ezeliyette bütün o intiha-yıleyal-i sincabi zulmetler mavi bir şeffafıyet-i sürh gibi takattur ederken minarenin şerefesinde genç müezzinin zıll-ı zaifi hareket etti. Ben hırkama bütün bütüne büründüm. Soğuktan büzülmüş ve mütefekkir, bu kâinat-ı melul ü esmere karşı unutulmaz bir hitab-ı uluhiyetin hatırası gibi derinden aksi ve ruhumu lerziş haşyet eden ezanı dinlerken, on beş senedir kalkabildiğim bu büyük ve meşbu-ı ruhaniyet sabahların birincisini düşünüyordum. Ah on beş sene evvel…
***Şimdi muhit-i tesellisinden ne kadar uzak bulunduğum annem, dünyada en sevdiğim, dünyada yegâne perestiş ettiğim bu vücud-ı muhterem, işte derhatır ediyorum, on beş sene evvel beni ilk sabah namazına kaldırmış idi. Galiba yine böyle bir kıştı. Onun odasına bitişik olan küçük odamdaki küçük karyolamda uyurken bir buse-i esir ü har gibi alnımı okşayan nazik eliyle, nazik, ince parmaklarıyla saçlarımı tarayarak:
“Haydi Ömerciğim kalk.” demişti, “Kalk, haydi yavrucuğum.”
Ben gözlerimi açmıştım. Köşedeki küçük yazıhanemin üzerinde yanan küçük gece kandili -ah bunu unutamam, bu bir kedi kafası idi- iki pencereli olan odamın beyaz, muşamba perdelerinin esmerliklerini aydınlatıyor ve yeşil, camit gözleriyle bana bakıyordu.
“Fakat anneciğim demiştim, daha gece…”
Her vakit öptüğü yerden, sol kaşımın ucundan tekrar öperek:
“Yok yavrucuğum, saat on iki, sonra vakit geçer.” diye koltuklarımdan tutarak kaldırdı.
İçi fanilalı küçük terliklerimi giyerek ve gözlerimi yumruklarımla ovuşturarak onu takip ettim. Karanlık sofadan bir lahzada geçerek odasına girdik. Bağdaş kurmuş bir zenciye benzeyen siyah ve alçak soba gürüldeyerek yanıyordu.
“A… Pervin de kalkmış…”
Pervin -hizmetçimizdi- elindeki sarı güğümü sobanın üzerinden indiriyordu. Onun kalkacağına hiç ihtimal veremezdim. Annem demişti ki:
“Pervin her sabah kalkar.”
Ben hiç kalkmadığım hâlde onun her sabah kalkmasına taaccüp ettim. Hırkamı çıkardılar, kollarımı sıvadılar, abdest leğeninin yanına çömeldim, anneciğim.
“Öyle yorulursun.” diyerek küçük bir iskemleyi altıma koydu, ona oturdum:
“Haydi, besleme çek!”
Pervin ılık suyu ellerime döküyor, annem baş ucumda:
“Yüzünü… Şimdi kollarını, yine üç defa…” diye fısıldıyor unuttukça…
“A! Hani başına mesh?..” gibi ihtarlarla yanlışlarımı bana tekrar ettiriyordu. Abdest bitince annemle beraber yavaş bir sesle namaz dualarını okuyarak kollarımı ve yüzümü kuruladık, Pervin de ayaklarımı kuruladı ve çoraplarımı giydirdi. Isınmak için sobanın önüne gitmiş, arkama dönünce annemi Irakıyye seccadeyi açıyor gördüm… Sonra başına yeşil baş örtüsü örterek beni çağırmıştı:
“Gel…”
Gittim. Küçücük ben, oh, onunla bir seccadede, bir yavru samimiyeti ve saadetiyle o muazzez, o hassas anne vücudunun yanında durdum. İki lakırtı ile bana yapacağımı, evvelden öğrettiklerini tekrar etti:
“İki rekât sünnet… Gece öğrendiklerini zammet, unutmadın ya?”
“Hayır…”
“Haydi…”
O iftitah tekbirini, ellerini omuzlarına kaldırarak bir kadın gibi yaparken ben de gayriihtiyari onu taklit etmiştim. Sünneti bitirdikten sonra bana, gözlerinin nuşin ve nafiz tebessümüyle gülerek:
“Yavrum!” demişti, “Sen kadın mısın? Kadınlar öyle başlar, sen erkeksin, ellerini kulaklarına götüreceksin.”
Ve hararetli elleriyle benim küçük ellerimi kulaklarıma kaldırarak:
“İşte böyle…” diyerek erkek iftitahını öğretti. Ben de tekbiri öyle alıp annemden farkımı, niçin erkek olduğumu, erkekliğin ne olduğunu, erkek olmanın yalnız küçük kızları dövmek ve onlara hâkim olmaktan başka da farkları olacağını düşünerek namazı bitirdim.
Dua ederken sordum ki:
“Nasıl dua edeceğim anne?..”
O dua ediyor ve dudakları hareket ettikçe baş örtüsü de ihtizaz eder gibi oluyordu, başını salladı, duasını bitirdikten sonra, daha hâlâ hatırımda:
“Evvela, ‘İslam olduğum için ey cenab-ı vacibü’l-vücut hazretleri, sana hamd ederim’ de. Sonra ‘Vatanımızın düşmanlarını perişan etmeni senden istirham ederim.’ de… Sonra da ‘Bütün eziyet çeken, hasta olan, felakette bulunan, fakir olan Müslümanların selamet ve sıhhatlerini senden temenni ederim.’ de… En sonra kendin için kendi iyi olman ve şeytanın yalanlarına aldanmaman için dua et!” demişti. Ben bu basit ve Türkçe duayı, annemin dolabındaki birbiri üstüne duran ve karıştırmaklığım “Dua kitaplarıdır, sakın ilişme…” ihtarıyla daima men olunan, yıpranmış, Arapça ve esreli, üstünlü kitapları derhatır ederek içimden söyledim, sonra Fatiha…
Annem seccadeyi toplayarak bana uyuyup uyumayacağımı sordu, uykum var mıydı, bunu bilmiyordum… Cevap vermedim.
“Haydi öyleyse, git kitabını getir, dersini dinleyeyim.”
“Peki.”
Artık esmer ve duman gibi bir aydınlıkla tenevvür eden sofadan hızla geçtim. Odamın perdeleri biraz beyazlaşmış, küçük gece kandilinin yemyeşil gözleri sönerek siyah iki nokta gibi kalmış; sanki, geceleri kendisine bakarak uyuduğum bu kedi kafası ölmüş; terk-i hayat etmişti. Yazıhanemin üstünde açık duran kitabımı kaptım, annemin yanına koştum, hiç yanlışım çıkmadı.
Annem geceleri derdi ki:
“Yatmazdan evvel dersini üç defa oku yavrum, uyurken melaikeler sana onu öğretir.”
O melaikeler bu gece de uykumda bana dersimi öğretmişlerdi. Annem müşfik aferinlerle saçlarımı okşadı ve:
“Daha mektebe çok vakit var.” diye beni kendi yatağına yatırdı.
Uykum yoktu, anneme bakıyordum; yeşil baş örtüsü başında, bu zulmet-i münevvere içinde, bir hayal gibi hareket ederek Kur’an’ını aldı ve pencerenin kenarına, geniş sedire oturarak mühtez ve rakik sesiyle tilavete başladı. Ruhumda bir aks-i enin-i şiir-âlud bırakan bu güzel sesi dinleyerek; büyük, yeşil baş örtüsünün altında, tıpkı ölen bir hemşireme benzeyen güzel ve asim çehresini görerek ve yavaş yavaş sallanan mukaddes başının aheng-i hafif-i münacatını seyrederek dalıyordum. Perdelerin altından görülen dumanlı sema gittikçe aydınlanıyor, geç kalmış birkaç yıldız koyu lacivert bir atlasa düşmüş mavi ve nadide elmaslar gibi büyüyor, vâpesîn-i mavi neşrederek parlıyorlardı. Annemi bir meleğe benzetiyordum, bu tahayyülle melaikeleri düşünerek… Kur’an okuyan annemin şimdi etrafına toplanmaları lazım gelen melaikeleri müşahede ediyorum zannederek dalıverdim. Yüzümün üstünde, ahirette güllerin biteceği ve cehenneme girecek olursam katiyen yanmayacak olan sol kaşımın ucunda tatlı bir ürperme duyuyor; sonra annemin münevver bir zambak aydınlığıyla parlayan dudaklarının kımıldanmasına bakarak, o görülemeyen melaike kanatlarının saçlarıma, annemin şimdi Kur’an tutan ince parmaklarıyla okşadığı sarı ve gür saçlarıma dokunduklarını hisseder gibi oluyor ve dalıyordum…
***Ah on beş sene evvelki sabavet ve şimdiki ben… Tatsız, neşvesiz, muhabbetsiz, aşksız ve heyecansız, her şeysiz, boş, bir hiçten daha boş geçen hayat-ı serma-yı taab-âlud… Şimdi mülevves emellerle, hırslarla, hakikatte kıymetsiz olan baidü’l-vusûl arzularla, hasılı bütün bunların bir icmal-i mebhutu olan o sebepsiz ve tahammülsüz bikararlıklarla mecruh olan ruhum, mecruh olan kalbim ve maneviyatım… Şimdi daha bu gece görülmüş gibi, on beş saniye evvel görülmüş ruhani bir rüya-yı kıymettar gibi saadetleri unutulamayan ve zaten velveleli ve hüsran-hîz bir rüya olan bu ömr-i fâni içinde yalnız kâbus olmayan sabavet ve hatıratı… Şimdi düşünüyorum ki hayatta bu muztar ve şefkatsiz mazilerin güzariş-i ademinden mütehassıl ne garip bir hiçlik, ne zevalperver ve pürhayal bir beyhudelik, ne müphem, ne esrarâlud bir sürat var!..
SAHİR’E KARŞI
Bir defter-i metruktan kopya edilmiştir.
Bazen muvaffak olamamış bir sanatkârın hicran ve ızdırabıyla mantıksız ve serseri bir tuğyan-ı hevesat içinde geçen mazimi düşünürüm. Bu natamam ve rabıtasız bir romandır, bir uçurumdur ki amak-ı meçhulü yekdiğeriyle asla münasebeti olmayan birçok zıtların gülünç ve acı hatıratıyla doludur. Orada sanayi-i nefiseye ait matemler, pervanelerin ölümü için mersiyeler, kırmızı balıkların mana-yı enzarı, sevilmeyen bir kadının öksürükleri için şiirler, gecelerin kahkahalarını, gölgelerin musafahalarını hâki neşideler vardır. Sonra bu uçurumun başında serseri bir aktör vardır ki -işte o benim- sahne-i hayatta ne varsa birer defa yapmış; avcılıkların envasını, kuşbazlıktan başlayarak domuz, geyik avlarına kadar eğlencelerin hepsini; en sefillerinden tutunuz da tiyatro, rakı âlemlerine kadar merakların umumunu; fotoğrafçılıktan tutunuz da ressamlığa, oymacılığa, heykeltıraşlığa kadar; velospitten tutunuz da ata, sandala, jimnastiğe hatta pehlivanlığa kadar hepsini yapmış ve bu tenevvü-i meşagilden mütevellit teşevvüş-i efkâr ondan “sebat ve ciddiyet” gibi şeylerin hepsini nezederek yerine anlaşılmaz bir hercailik, sebepsiz bir bikararlık bırakmıştır. O birkaç lisana çalışmış, riyaziyeden başlayarak edebiyata, tıbba, ilm-i kelama, hikmete, kimyaya, felsefeye, fizyolojiye hatta hukuka kadar ne kadar ulum ve finun-ı müstakile ve gayri müstakile varsa hepsine birer defa girmiş en aşağı hepsinde hayatının altı yedi haftasını geçirmiş ve bu serseri yolculuktan, bu bî-ârâm seyahatten bütün tahassüsatına hâkim bir hakikati: “Her şeyi öğrenmek isteyen hiçbir şey öğrenemez.” hakikatini istimzaç etmiştir ki dünyada onun kadar bu hakikati his ve tasdik etmiş adam olmadığını iddia eder. Sonra bu aktörün aşkları… En sefil ve adi aşklarla en saf, en beyaz aşklar… Mesire dönüşlerinde ayrılık çeşmesinden geçerken “unutmabeni” çiçeği takdim eden uzun boylu, ince, ateşin kadınlarla evvela çocuklarına ibzal-i muhabbet olunan meçhulü’t-tahassüs dullar. Aşkın daha ne demek olduğunu bilmeyen, sevk-i tabii ile müteheyyiç olan kızlar.
İşte bu karışık gölgeler, bu zılal-ı hatırat-ı aşk arasında yalnız bir tanesini kendimle, asla takarrür edemeyen ruh-ı şahsiyetimle münasebettar farz ederim çünkü bu beni en ziyade mütehassis eden bir tesadüfün hatırasıyla münasebettardır. Diğerleri… Öbür aşklar… Onların hepsi yalancı bir roldü. Hissetmek için değil, bilmem ne için yapılmış, yalnız meşgul olmak için yapılmış şeylerdi. Kendimi âşık gösterdiğim bir kadının elini tutarken sevmekten en uzak şeyleri düşünür, o zavallının gözlerine gözlerimi diker ve kırpmazdım. Bazen sorardı:
“Daldınız. Neden?”
“Biliniz bakayım, oh, bunu hissedemezsiniz.”
Ve hakikaten hissedemezdi; en sürekli arzularımın, en ebedîleri altı haftalık mahdut bir ebediyet-i muhayyile içinde uful ettiklerini bildiğim için benden sonra bu eli tutacak âşığı, onun gözlerinin rengini, onun tavrını, onun sedasının ahengini tahayyül ederdim. Süratle terk ve tecdit edilen bu aşklar küçük hikâyelerle defterlerimi doldurur; bu, kimseye ait olmayan şeyleri dostlarıma okur, yalnız elfazı için, ahengi için, harici güzelliği için takdir ve temeddühat dinlerdim.
Fakat, işte bir çehre… O, akrabalarımdan, küçük, ince, narin bir kız ki yakın bir mazide, daha iki sene evvel bana “Ağabey!” diye hitap ederdi. Her yazı yazan gibi ben de yazdıklarımı birisine okumak ve dinletmek ihtiyacına mağlubum. Boş ve arkadaşsız geçen uzun kış gecelerinin vüsat-i tenhaîsinde yazdığım manzumeleri ona okumak âdetimdi. Yazım bitince haykırırdım:
“Belkıs!”
O, tehalükle koşardı. Sonra narin kolunu benim masama dayayarak dinlerdi; daima, bilâ-istisna daima takdir ederdi. Kendisinin mütalaa merakı benim ne kadar kitaplarım varsa onu okumaya mecbur etmişti. Bazen refikalarına, dışarıda olan pederine, zabit olan biraderine yazdığı mektupları bana okur, benden bir kelime-i tahsin beklerdi. Sonraları şiire heves etti, o kadar zeki idi ki aruzu bir derste ona ihsas ettim. Nazm-ı eş’ara beraber devam ediyorduk: “Feulün fe’ûlün…” Bunu ne kadar sever ve “damlalar vezni” derdi. Bahr-i hafife “aheng-i elem”, bahr-i hezece “nağme-i sükûn”, bahr-i muzariye “vezn-i teessür”, o köhne bahr-i remel için “bostan dolabının gıcırtısı” der; hasılı hepsine, bütün evzana birer isim verirdi. Bu küçük şaire için fikrimden bir gün ansızın bir şey geçti; bu, benim zevcem olamaz mıydı? Belki bıkarım, bu arzudan vazgeçerim korkusuyla uzun uzadıya muhakemeye cesaret edemeyerek buna karar verdim. Hemen daha o gece onunla istikbal-i izdivacımızın saadetlerini terennüm eden tiyatromsu bir manzume, bir “rüya-yı hakiki” yazdım, ertesi gün ona, manidar nazarlarımla müterafık küçük ve hususi tafsilat ile okudum. Anladı, anlamamış göründü. Filhakika, ruhumda bu arzu bir muhabbet vüsatiyle gittikçe büyüyordu. Maneviyatımdan uzak, maddi saatlerimde bu yeni ve saf aşkımı tahlil ederdim: “İşte, ben!” derdim… “Bir hayalperver… O, benim şiirlerimi seven ve tahsin eden küçük bir müdahin ki bende gayet tabii bir his, bir hiss-i şükran ve minnetdarî uyandırıyor. Ben, bu hissi gayriihtiyari aşk zannediyor ve aldanıyorum.”