Читать книгу Unutulmaz (Nurhan Incir) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Unutulmaz
Unutulmaz
Оценить:
Unutulmaz

3

Полная версия:

Unutulmaz

“Aferin, çok iyi yapmışsın sabaha kadar film izlemekle.”

“Ya ama çok güzeldi bırakamadım.”

“Eve gidince uyu, ben de Eşref’le hiç konuşmadım bugün. Okulun çıkışında işe gitmeden önce buluşacağız. Anladığım kadarıyla beni sevdiler ama kesin olarak Eşref’le konuştuktan sonra anlaşılır.”

Hoca ders anlatıyor, bizse muhabbet ediyorduk. Biraz sonra ders sona erdi ve okulun dışına kadar Hasret’le yürüdük. O eve gitti, bense Eşref’i bekliyordum. Nihayet gelmişti ama morali bozuk gibiydi sanki. Bakışlarımı yere düşürdüm, yaslandığım duvardan doğruldum.

“İyi misin?”

“Evet, sen iyi misin?”

“İyiyim ben de. Hiç konuşmadık bugün annen baban ne dediler hakkımızda?”

Suratı düşmüştü, eliyle çenesiyle oynadı:

“İstersen bir yerde oturalım konuşalım, böyle ayaküstü olamayacak.”

Kötü bir şeyler olduğunu tahmin etmiştim:

“Tamam olur, oturalım.”

Yan yana yürüyorduk. Moralim bozulmuştu, içimden kimsenin duyamayacağı şekilde konuşuyordum. Yüreğimdeki ışıklar sönüyordu. Beni istememiş olabilirler, peki o zaman dün neden o kadar sıcak davrandılar? Belki de Eşref’i benim yanımda rencide etmemek için öyle davrandılar. Ben de kendimi kaptırdım. Ailesinin, anne babasının kim olduğunu bile bilmeyen birini istemezlerdi herhalde. Beni tekrar davet etmeleri de Eşref’in hatırı için miydi? Mutluluklarım neden bir külah dondurma kadar kısa. Mutluluklarım an meselesi. Bir varlar bir yoklar. Bir külah dondurma da eridi yok oldu. O kadar sevinmiştim oysa. Bana kendi ailem bile sahip çıkmazken bir başkası neden istesin, bunu hiç düşünmemiştim.

Hiç konuşmadan, öğrencilerin çok sık gittiği, okulun karşı caddesindeki kafeye doğru ilerledik. Kafenin üst katına çıkıp caddeye bakan masaya oturduk. “Evet,” dedim, “konuşalım şimdi dinliyorum seni.”

“Her şey değişti,” dedi. İki eliyle oynuyordu. “Ailem…” dedi ve sustu. Derin bir nefes aldıktan sonra gözlerime baktı. “Olmayacak Füsun. Seni daha fazla üzmek istemiyorum.” Arkasına yaslandı:

“Beni çok iyi dinlemeni istiyorum. Belki önceden her şey çok güzeldi ama şu an değil. Yani dün geceden sonra her şey tamamen değişti. Nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum. Bitmesi gerekiyor. Sana ailemin dediklerinin hepsini anlatıp daha da üzmek istemiyorum. Sadece bitmesi gerekiyor.”

Dişlerimle dudaklarımın içini, yanak boşluğumu ısırıyordum, bir yandan da masanın altındaki ellerimi ovuşturuyor, parmaklarımı birbirine geçiriyor, çekiştiriyor, acıtıyordum. Kalbimin acısının gün yüzüne çıkmasını istemiyordum. Kendimi çok kötü ve gururuyla oynanmış hissediyordum. Ağzımın içinde kan tadı hissettim. Isırmaktan etlerim kanamıştı. Ağzımdan tek kelime çıkmıyordu, çıkamıyordu. Akşamki mutlu aile tablosu, yerini eşini kaybetmiş ve başında bekleyen, çırpınan bir kuşunki gibi acı tablosuna devretmişti. Kendimi çok zor tutuyordum. En sonunda gözlerimden iki damla düştü çekiştirip durduğum parmaklarımın üstüne. Kendimi toparlayıp hiçbir şey demeden masadan kalktım. Çantamı eline aldım ve tam o sırada alkış sesleri koptu kafede. Bütün kafe müzikle ve çığlıklarla inliyordu. Bu neyin nesiydi böyle? Eşref yerinden kalkıp bana sarıldı. Herkesin içinde beni öptükten sonra yerden kaldırıp kucağına aldı. Etrafında döndürmeye başladı. Dönerken Hasret’i gördüm. Neler oluyor, Hasret eve gitmemiş miydi? Başım çok kötü döndü. Kötü olduğumu fark eden Eşref beni döndürmeyi bıraktı. Masaya geri oturdum. Dönen başımı durdurmak için elimi alnıma dayadım. Dirseğimi masaya yasladım. Gözlerimi kapattım. Çekiştirmekten kızaran ellerimi fark etti Eşref. Kendisine lanet etti. Lanet kelimesini hiç kullanmazdı ama ilk defa kendisine lanet etti. Böyle saçma bir şaka yaptığı için. Buraya kadar gelmeden son vermeliydi ya da hiç yapmamalıydı. Yüreğinin çok acıdığını hissetmişti. Zaten kalbim çok yaralıydı. Bir de anlamsız bir şakayla beni ne hale sokmuştu. Arkasına dönüp el işaretiyle kafedeki zımbırtının sesini durdurdu. Kendisine en ağır hakaretleri yapsa az bile kalırdı. Yavaşça ve suçunu bilir bir mahcuplukla oturdu karşımdaki sandalyeye. Hasret de şakanın sonucundan hiç hoşlanmamıştı. Beni bu derece üzen bir şakanın içinde yer aldığı için kızdı kendine. Hasret de üçüncü sandalyeyi çekip oturdu sessizce. Yavaşça omzuma dokundu:

“Özür dilerim. Şaka yapmak istemiştik ama çok ileri gittik galiba. Seni bu kadar üzen anlamsız bir şaka yaptığımız için özür dilerim.”

Üçümüz de masada oturuyorduk. Önce Hasret’e, ardından Eşref’e baktım, bir şey demedim. Eşref o kadar pişmandı ki sevdiği kızı bu kadar üzdüğü için, ağzından laf çıkmıyordu. Boğazına bir şey takılmıştı konuşmasını engelleyen. Sadece dışarı bakıyordu. Hasret Eşref’in de gözlerinin dolduğunu fark etti. Durumu toparlamanın kendisine düştüğünü anladı. Yutkunduktan sonra, bana tekrar döndü:

“Seni çok üzdük gerçekten ama amacımız sana şaka yapmak ve ardından seni sevindirecek bir şey yapmaktı. Ama yapamadık, bırakılması gereken yerde durmadı, devam etti ve senin canını çok yaktık. Bunu görebiliyorum. Ufak dediğimiz bir şakanın böyle olabileceğini görebilseydik böyle bir şeyi yapmazdık. Bizi affet.”

Olayın şaşkınlığını üstümden attıktan sonra arkadaşımın ve sevdiğim adamın yapmak istediği şeyi anladım ve üzüldüklerini de. Arkadaşıma döndüm, yüreğimdeki acı soğumuştu:

“Tamam, bir şey demedim ama böyle bir şakayı kaldırabilecek biri değilim ben. Şu an çok mutluyum, şaka olduğunu öğrenmek bile yeter, unutturur geçen dakikaları.”

“Tamam, tekrar özür dilerim kuzum.”

“Tamam, geçti artık özür dilenecek bir şey yok, unut gitsin.”

Hasret, gözleriyle Eşref’i işaret etti. Eşref’in de çok üzüldüğünü biliyordum. Hasret bizi yalnız bırakmak istedi. Mahcup bir surat ifadesiyle bize baktı:

“Ben gidiyorum kuzum. Görüşürüz.”

“Tamam, dikkatli git.”

Eşref’in yanındaki sandalyeye oturdum. Kafamı eğdim ve onun gözlerine baktım. İki damla, gözlerinden düşmemek için birbiriyle kenetlenmişti adeta. Elimle suratını doğrulttum hafifçe:

“Bırak aksınlar, tutma.”

Gözlerini kapattığında pişmanlıktan yumruk yaptığı ellerinin üstüne düştü o iki damla yaş. Çantamdan çıkardığım mendille sevdiğim adamın gözlerini sildim:

“Bana yapmış olduğun şaka için çok teşekkür ederim sevgilim, çok üzdün ama ikimiz de birbirimizin değerini anladık. Sen beni üzmenin ne demek olduğunu, ben sensizliğin ne demek olacağını. İkimizin de hissettiği şey aynıydı. İki damla yaş.”

Beni böylesine bir şakayla üzmenin acısını yaşayan Eşref, yeni doğmuş bebeğini bağrına basan bir baba gibi bağrına bastı beni. Sesi çatallanmıştı:

“Özür dilerim, beni affet.”

“Tamam sevgilim affettim. Sen de şimdi kendini affet, unutalım olur mu?”

Boğazını temizledikten sonra alnımdan öptü ve ellerimi avuçlarının içine aldı. Tek tek okşadı parmaklarımı, sonra hepsine teker teker öpücük kondurdu. Kafeden çıkıp yürüdük. Çalıştığım kütüphanenin önüne gelmiştik. Çantamdan çıkardığım mendille burnumu kapattım ve hapşırdım. Mahcupluğunu tamamen üzerinden atamayan Eşref bana baktı:

“Hasta mı oldun sen?”

“Yo önemli bir şey yok sevgilim.”

“Hem çalışıp hem okuman hoşuma gitmiyor, keşke her şey daha farklı olabilseydi.”

“Mecburum sevgilim.”

Gözlerimin içine baktı:

“Sana söz veriyorum, evlendiğimizde sen hiç yorulmayacaksın. Her şeyi beraber yapacağız seninle. Hayatı dolu dolu birlikte yaşayacağız.”

“Sana inanıyorum sevgilim.”

Kütüphanenin önünde dakikalarca bakıştık. Bana sarıldı ve uzaklaştı. Sevdiğim adamın arkasından bakakaldım. Gerçekten çok zordu hem çalışmak, hem okumak, hem yaşamaya çalışmak, hem de hayatta yalnız başına, kimsesiz olmak. Kütüphaneden içeri girdim. Yarım saat geç kalmıştım. Hemen görev yerime gittim. Kitapların bölümü karışmıştı. Hepsinin yeri düzenlenecekti. Ağzımın içinin acıdığını hissettim. Kitaplara baktım, karmakarışıktı hepsi. Akademik kitapların durması gereken yerde çocuk kitapları, parapsikoloji, gizem kitaplarının durması gereken yerde popüler bilim duruyordu. Kısaca her şey olmaması gereken yerde duruyor, düzeltilmeyi bekliyordu. Kitapları çok severim ben. Hepsi sırdaşım, yoldaşım, merakım, güldüren, bazen duygulandıran ve ağlatmayı başarabilen yazılardır kitaplar. Hayatın ve yaşamanın kalem ve kâğıt halidir kitap, aslında hayatın ta kendisidir. Saat epey geç olmuştu fakat kitaplar hâlâ bitmemişti. Ertesi gün devam etmek üzere çıktım kütüphaneden.

Eve giderken, yakınlardaki mahalle bakkalından birkaç şey almıştım. Çok yorgundum. Bakkaldan eve çıkarken hafif bir rampa vardı. Ellerimde poşetlerle buradan yürümek daha da yoruyordu bedenimi. Neyse ki rampayı geçtim, evin önüne geldiğimde siyah bir araba gördüm. Çok dikkat etmeksizin bir göz attım. Bu, Eşref’in beni aldığı arabaydı. Eşref’ti bu. Poşetleri evin girişine bıraktım, arabanın yanına gittim. Arabanın kapısını açtım. Sezen Aksu çalıyordu. Şarkının sözleri tam da o günün özetiydi. “Hasret oldu, ayrılık oldu, hüzünlere bölündü saatler/Gördüm akan iki damla yaş ayrılık da sevgiyle beraber.” Arkada fakülteden arkadaşları İhsan’la Ceyhun da vardı. Onlara selam verdikten sonra gözlerimi tekrar Eşref’e çevirdim:

“Hayrola, bu saatte evimin önünde ne yaptığını sorabilir miyim?”

Kafasını kaldırıp cevap verdi:

“Seni özlemiş olamaz mıyım?”

Gülümsüyordum:

“Olabilir tabii.”

“Saatlerin birinde sevdiği kıza şaka yaparken canını yaktığının farkına varan bir adam olamaz mı? Saatin üçü, onu, sekizi. Aylardan eylülü, kasımı. Mevsimlerden kışı, yazı fark eder mi af dilemek için. Af dilemenin zamanı yoktur.”

İki elimi belime koydum bu kez:

“Af dilemeye geldin yani desene.”

Eşref arabadan indi, arkadaşlarına iyi akşamlar dedi ve gönderdi onları.

“Sabah evden ayrıldığımdan beri ayaktayım, dolaşıyorum. Arabayı da arkadaşlarıma teslim ettiğime göre karnımı doyurursun herhalde.”

İşaret parmağımla yanağına birkaç fiske vurdum:

“Sen şöyle biraz bekle, ben bir düşüneyim, karar verirsem olabilir sevgilim.”

Eşref bir kahkaha kopardı ve kolumdan tutup kendine çekti, sarıldı:

“Bugün seni çok üzdüm, biliyorum, yapmamalıydım o şakayı.”

Kafamı kaldırıp ona baktım:

“Olsun geçti artık, hadi eve girelim.”

Bakkaldan aldığım poşetleri yerden aldık, eve girdik. Eşref, iki kişilik koltuğa kendini attı:

“Sen bir şeyler hazırlarken ben gözlerimi dinlendireyim yavrum, hazır olunca seslen.”

Kafamı sallayarak cevap verip mutfağa geçtim. Çay suyu koydum, yanına çabuk olabilecek yiyecekler düşündüm. Sıcak bir çorba kaynatmaya karar verdim, ardından menemen ve patates kızartması. Şehriye çorbası çok kolaydı, hemen hazır olmuştu. Çorba kaynadığı sırada domatesin ve patateslerin kabuklarını soydum. Domateslerin diğer malzemelerini ayarladıktan sonra menemen ocaktaydı artık. Çay suyu kaynamıştı, çayı demledikten sonra altına biraz daha su ilave ederek tekrar kaynaması için ocaktaki yerini bir kez daha aldı demlik. Bu kez de patatesler doğranmış, derin, siyah bir yağ kızartma tenceresinde kızarıyorlardı. Hepsi pişerken yatak odasına gidip eşofmanlarımı giydim. Okul kitaplarımı çantamdan çıkardım ve tekrar mutfağa gidiyordum ki koltukta duran sevgilime baktım birkaç saniye. İçimden sevdim onu çok yüklüce. Kokular evi sarmıştı, mutfağa geçtim tekrar. Her şey hazırdı artık. Sofrayı kurmaya başladım. Her şey tamamen eksiksiz ve hazır olduktan sonra sevgilimin başucuna oturdum. Koltuğun yanındaki fiskosun üstünde duran yapay çiçeklerden birini aldım. Eşref’in suratında gezdiriyordum:

“Gerçekten uyuyor musun sen, yoksa numara mı yapıyorsun?”

Eşref gözlerini araladı:

“Sence?

“Bence çok az uyuyordun.”

“O da ne demek öyle, çok az uyumak? Ne diyorsun yavrum?”

“Ya yani çok derin uyumuyordun, tamamen uyumamış da değildin, gözlerin kapalıydı ama olup bitenleri anlayabiliyordun.”

Yattığı koltukta kollarını açıp gerindikten sonra doğrulup oturdu. Bana baktı ve birden beni tutup koltuğa attı, gıdıklamaya başladı.

“Demek ben numara yapıyorum he?”

Gülmekten konuşamıyordum:

“Tamam tamam numara değildi, lütfen bayılacağım şimdi sevgilim.”

En sonunda bıraktı beni. Lavaboya gidip elini yüzünü yıkadı. Masaya doğru yöneldi ve sandalye çekip oturdu:

“Hımm hepsi çok güzel gözüküyor yavrum, ellerine sağlık.”

“Afiyet olsun sevgilim.”

Eşref, menemene karabiber serptikten sonra ekmeği tabağına daldırdı. Sonra çayından yudumladı:

“Annemle babam seni çok sevdiler. Seninle daha güzel vakit geçirmek istediklerini söylediler. İstanbul’daki akrabalarımıza da bahsettiler. Seni aile içinde görmek istiyorlar.”

Elimde çay bardağı, yüzüme mutlu bir ifade yerleşmişti. Bardağı masaya bıraktım:

“Gerçekten öyle mi? Sevdiler yani beni?”

“Evet öyle sevgilim, niye, sevmeseler miydi yoksa?”

“Bugünkü şaka kaldırma limitim doldu sevgilim.”

“Tamam tamam sustum.”

Karnımızı doyurduktan sonra sofrayı topladım. Bulaşıkları yıkayıp içeri geçtim. Sevdiğim adamın yanına, koltuğa oturdum. Eşref ışıkları kapatmış, televizyonu açmıştı. Evin içinde sadece televizyondan gelen ışık vardı. Başımı sevdiğim adamın omzuna yaslamıştım. Televizyonda Türkan Şoray’ın filmi oynuyordu, Tatlı Nigâr. Hafifçe başımı kaldırdım:

“Daha önce izledin mi?”

“Evet izledim yavrum birkaç kez.”

“Ben de izledim. Hiçbir şey engel olmamalı sevgiye, sevmeye. Ne yaşanmışlıklar, yaşananlar, acı hatıralar. Bize sunulan hayatın acısına saplanıp kalırsak eğer güzel günlerimizi de beraberinde yok ederiz.”

“Evet filmden çok güzel dersler çıkarmışsın sevgilim, engel olmamalı sevgiye yaşanmışlıklar. Bugün senin ağlamana sebep oldum, gözlerinden düşen damlalar için kızdım kendime, yapmamalıydım.”

Gözleri gözlerimin içindeydi.

“Geçti gitti artık kendini suçlu hissetme, kızma, unutalım. Olabilir böyle şeyler, insan güzel bir şey yapmak isterken yolunda gitmeyen şeyler olabilir düşünme artık.”

“Olsun, yine de seni üzdüm.”

Bunu söylerken saçıma bir öpücük kondurdu. Filmse televizyonda oynamaya devam ediyordu. Tam da Bulut Aras’ın tırpanla uzun otları biçtiği sahnedeydi film. İkimiz de susup dikkatlerimizi televizyon ekranına vermiştik. Ahmet, Nigar’a tırpan tutması öğretiyordu. Nigar tırpanla otları biçmeye gayret ediyordu. Otları biçmeye çalışan kadına baktı Ahmet. “Söylemesi bile zor ama seni her an daha fazla arzuluyorum,” derken kızın geçmişini sermişti gözlerinin önüne. Ahmet de bilmiyordu, bilemezdi. Geçmişini tekrar bedeninde yaşadığını hisseden kadınsa bağırdı: “İstemiyorum! Allah kahretsin hepinizi!” Tam bu sırada adam kadına yaklaşırken, kadın elindeki tırpanı adamın ayağına sapladı. Adamın feryadı mıydı ikimizi televizyona kilitleyen yoksa kadının geçmişinin verdiği acı mı?

Reklamlar başladı. Biz sohbetimize devam ettik. Bir eliyle saçlarımı okşuyordu Eşref.

“Artık okulda son senem. Üniversiteye başladığım zaman hiç böyle düşünmüyordum. Yani düşündüğüm tam olarak böyle değildi. Seni tanıdıktan sonra düşüncelerim değişti. Okuldan sonra askerliğimi yapmak ve ardından seninle hayatlarımızı birleştirmek için ne gerekiyorsa yapacağım. Artık düşüncelerimde bunlardan başka hiçbir şey yok. Böyle olması gerektiğini biliyorum ve istiyorum.”

Sevdiğim adamı dikkate dinliyordum, elinin üstüne bir öpücük kondurdum:

“Senin gibi birini tanıdığım için ve hayatımda olduğun için çok şanslıyım. Ben de seni tanıdıktan sonra çok farklı bakmaya başladım dünyaya, hayata, her şeye. Benim karanlık dünyama aydınlık oldun. Senden önce hep siyahtım ben, renksizdim. Kendime yakıştırdığım bir rengim bile yoktu. Karanlıklarda yaşıyordum sadece. Ama şu an sen benim aydınlığımsın, ışığımsın, rengim oldun. Yeşilim, mavim, kırmızımsın. Rengârenk bakabilmemi sağladın. Bana renkleri öğrettin, yaşamayı. Tek renge hapsolmuş, hapsedilmiş hayatımın renkleri oldun sevgilim. Bazen seninle konuşmadığımız zamanlarda da mutsuzluğa kapılıyorum. Tekrar karanlıklara gömülmek istiyorum, ama seni görünce ölüyor içimdeki karanlık, yok oluyor.”

“Hımm pekâlâ, sevgilim söyle bakalım o zaman, ben hangi rengim senin için?”

“Sen benim mavimsin. Gökyüzü kadar sonsuz ve huzurlu, deniz kadar durgun, bazen dalgalı, hırçın. En az deniz kadar huzurlusun. Baktığım zaman tüm hüznümü alan, sonu görünmeyen maviliğimsin benim. Renklerden mavimsin. Benimsin.”

“Bu çok harika bir benzetme,” dedi Eşref. Dudakları, dudaklarıma dokunmuştu.

“Yapacak bir şey yok yavrum, senin için deniz de olurum gökyüzü de.”

Konuyu değiştirdim:

“Sınavlar başlıyor, kütüphaneden izin alıp sınavlara hazırlanmam lazım. İzin alamazsam çok zor olacak benim için.”

Eşref koltuğa yaslanmış beni dinliyordu:

“Hallederiz yavrum, merak etme sen.”

Saatler ilerledikçe ikimizin de uykusu gelmişti. Gece yarısını çoktan geçmişti. Sabahın üçüne geliyordu saat. Koltuktan kalkan Eşref gözlerini ovuşturdu:

“Ben artık gideyim, sen de yat uyu.”

“Bu saatte nasıl gideceksin, bırak kal burada, gitme.”

İkili koltuğun hemen karşısında duran üçlü koltuğu açıp yatak haline getirdim. Yatak odasından getirdiğim çarşafı üstüne serdim. Yastığı da koyduktan sonra yorganı getirdim, çarşaf serili koltuğun üzerine koydum.

“Burada mı yatacağım ben?”

“Evet, niye sordun sevgilim? İstersen gel yanımda yat diyecek halim yok herhalde.”

“Yok öyle demeyeceğim yavrum ama sen de burada yat, karşı koltukta.”

“Tamam, bu olabilir, ikili koltuğa da ben yatak açarım.”

Eşref çoktan yatağın içine girmişti:

“Evet, hadi sen de yatağını hazırla.”

Yatak odasına gidip kendim için çarşaf, yastık ve yorgan getirdim. İkili koltuğu açıp yatak haline getirdikten sonra, televizyonu kapatıp yorganın içine girdim. Sevdiğim adama doğru dönüktü vücudum.

“İyi geceler sevgilim.”

“İyi geceler yavrum.”

Sabah uyandığımda karşı koltuğa baktım. Eşref yoktu yatakta. Kalkıp mutfağa gittim. Eşref kahvaltı sofrası hazırlamıştı. Saat on biri beş geçiyordu. O günkü dersleri kaçırmıştık. Kendi kendime söylendim:

“Nerede bu adam? Ocağa çayı da koymuş, altını açık bırakarak gittiğine göre ekmek almak için çıkmış olmalı.”

Balkona çıktım. Eşref gözükmüyordu. Çocuklar çoktan uyanmıştı, mahalleyi istila etmişlerdi. Oradan oraya koşturuyor, saklambaç oynuyorlardı. Saklanmak için her yere bakınıyorlar, yer arıyorlardı. İki kız çocuğu el ele koşup bir yer buldular. Karşıda duran virane ve kimsesiz evin açık kapısından içeri girdiler. Saklanıyorlardı güya, içerden gülme sesleri geliyordu. Sesleri onları ele verene kadar güldüler. Ne kadar masum, güzel, şanslıydılar. Akşam olduğunda onları eve çağıran anne babaları vardı. Aşağı yola doğru baktım, Eşref oradaydı. Tahmin ettiğim gibi ekmek almaya gitmişti. Eve doğru gelirken, mahallede koşuşturan erkek çocuklardan birinin kafasına dokundu. İç geçirdim:

“Ona babalık pekâlâ yakışır. Mükemmel bir baba olur ondan.”

İçeri girip Eşref’e kapıyı açtım. Eşref elinde poşetle karşımdaydı, güldü:

“Günaydın yavrum, kalkmışsın.”

“Sana da günaydın sevgilim, sen de kalkmışsın, kalktığın gibi masayı da donatmışsın.”

Eşref poşeti mutfağa bıraktı:

“Kötü mü yaptım yani? Sarılıp, boynuma atlayıp teşekkür edeceğine dediğine bak.”

“Bir şey demedim sevgilim, eline sağlık teşekkür ederim. Bilirim senin huyunu. Böyle jestlerin vardır. Senin hazırladığın sofraya oturmak bile yeter, karnımı doyurmayı bırak bir kenara.”

“Rica ederim yavrum, afiyet olsun, hadi oturalım o zaman, çok açım.”

“Tamam sevgilim.”

Karınlarımızı doyuruyor, bir yandan da şakalaşıp gülüyorduk. Sandalyeye yaslandım:

“Bugün kütüphaneye gidip konuşacağım, izin almak için.”

“Tamam yavrum, ben şimdi çıkacağım. İstersen seni beklerim.”

“Yok sevgilim, sen çık ben duşa falan gireceğim. Biraz da eve çeki düzen vereceğim.”

Masadan kalktı Eşref:

“Ben de arkadaşlarla buluşacağım. Araba bakacağız, Serhat araba almak istiyor, uygun bir şeyler bulursak alacağız ona. Aslında ben de araba almak istiyorum kendime, artık olması lazım.”

“Neden mecburmuşsun gibi konuştun sevgilim?”

“Kalbimi ağrıtan biri var, onu doyasıya gezdirmek, dolaştırmak istiyorum.”

Eşref’e baktım. Uzun boylu, esmer ve çok çekiciydi:

“Tamam artık, bir de araban olsun senin yüzünü hiç göremeyiz.”

Sesim naif bir sitemkâr çıkmıştı. Eşref bana döndü, “Sen benim her şeyimsin, kalbimsin. Araba bizi mutlu eden bir araç olabilir sadece, başka bir şey olamaz,” dedi.

Sevdiğim adamın boynun sarıldım, “Seni seviyorum,” dedim.

“Ben de seni seviyorum yavrum hadi ben çıkayım sende işlerini hallet.”

“Tamam sevgilim.”

“Seninle Beraber Yolculuk Yapmak…”

O gittikten sonra yatakları topladım. Süpürgeyi çalıştırıp her yeri süpürdüm. Kahvaltı sofrasını toplayıp bulaşıkları yıkadım. Mutfaktan çıkıp duşa girdim. Yarım saat kadar sonra duştan çıktım. Üstümde eşofman vardı. Havlu sarılı saçlarımı açtım, kuruladım, taradım. Tarakla havluyu yerine koymak için adım attığım sırada dışarıdan bağırtılar duydum. Hemen balkona koştum. Top oynayan çocuklardan biri ayağını incitmişti. Veryansın ediyor, bağırıyordu. Belki de ayak bileği çıkmıştı, kim bilir. Annesi geldi, yerde duran çocuğunu alıp hastaneye götürdü. Çocuk on yaşlarındaydı en fazla. Okul formasını bile çıkarmadan top oynamaya çıkmıştı. Hâlâ formalı, hastaneye o şekilde gitti. Çocuğun ağzından çıkan tek kelimeydi anne. Acısının arasında sadece anne diyordu. Ne en yakın arkadaşının ismi, ne dost dediği insanlardan birine sesleniş ne de başka biri. Sadece anne diyordu. Annesinin evladına bakışı vardı az önce yerde. Küçük bir çocuğun anneye olan ihtiyacı ve acizliği. Ben nasıl yaşadım çocukluğumu, anne diyebilmenin duygusunu bilemeden, tadamadan? Acaba nasıl bir şeydi bir yerin acıdığında anne diye ağlayabilmek? Ya da sevincini ilk anne babayla paylaşabilmek. Acı ya da sevinçlerde koşulan ilk kucaktır anne. Aranan ilk isim, ilk insan. Bana nasip olmayan bir kucak. Beni dünyaya getirip sonra büyütmek istemeyenler kimdi, neredeydi? Anne ve baba… Hiç tanımadığım iki insan. Boşlukta gibiyim, insanın kimsesinin olmaması ne garip bir duygu böyle. Yakılası bağrımda acılar, yüreğimde sancılar hep alevleniyordu böyle durumlar karşısında. Bugün bulsam beni dünyaya getiren insanları, bugüne kadar yalnız kalışlarımın, tek başıma yaşamaya çalışmalarımın, içimdeki boşluğun, aileye olan özlemimin, hasretin şiddeti azalır mı? Azalmaz. Silinip unutulur mu her şey? Hayır nasıl unutulur? Unutulmayan acılar vardır. Unutulmaz. Kalbimin unutturamayacağı ağırlıkta. Hayata başka bir pencereden bakarım ben ama yaşamaktan asla vazgeçmem. Yaşam acı şeyler vermişti bana ama yine de pes etmem. Hayatım allak bullak oldu. Gök karardı, denizler yarıldı, hepsinin parçaları birbirine karıştı, ama yine de asla pes etmedim. Artık yaşamak için daha çok sebebim var. Büyük bir sebep, güzel ve özel bir sebep, Eşref.

Dar paça kot pantolonumu giydikten sonra üzerime açık pembe gömleğimi giydim. Saçlarımı açık bıraktım, gümüş küpelerimi taktıktan sonra evden çıkmak için kapıya yöneldim. Sol kolumun boş olduğunu hissettim. Saatim. Saat benim için vazgeçilmez bir şeydi. Bazen insanları çekici kılan şeydi aksesuarlar. Güzel parmaklara sahip olmayan bir elin bileğine takıldığında bile o elin çirkinliğini bir nebze kapatabilirdi. Saatimi taktıktan sonra kapıyı çekip çıktım evden. Mahalleden çıktıktan sonra kütüphaneye giden yola saptım ve yürümeye devam ettim. Kütüphaneye vardığımda Hasret’i gördüm. Bana bakmaya gelmiş olmalıydı.

“Ne yapıyorsun burada?”

“Neredesin sen, derslere de girmedin bugün? Eşref’in sınıfına gittim, o da gelmemiş bugün. Birlikte miydiniz?”

“Evet beraberdik. Kahvaltı yaptık, sonra o çıktı. Ben de evi düzenledim, topladım çıktım.”

“Hımm, Eşref dün gece sende kaldı yani, tamam anladım.”

Böyle durumlarda insanların zihnine hemen başka manaların geldiğini biliyordum. Ofladım:

“Saçmalama lütfen, aklından geçen şeylerden hiçbiri olmadı. Bırak şimdi gözünle görmediğin bir şey hakkında senaryo yazmaları. Üst kata çıkalım, burada ne dikiliyoruz? Sınavlar için bir hafta izin almam lazım.”

Üst kata çıktıktan sonra o kattan sorumlu Ahmet Bey’le konuşmaya başladım. Eşref yapmıştı yapacağını, benden önce gelmiş, izin almıştı benim için. Okuldan başka birini ayarlamış benim yerime. Konuşmalarımızı Hasret biraz ötede dikilerek izliyordu. Biraz sonra koluma girdi ve çekiştirmeye başladı:

“Hadi çıkalım artık, hallolmuş işte.”

Kütüphaneden çıktık. Yürümeye başladık.

“Ne yapacağız, sınavlar üst üste geldi? Çok çalışıp atlatalım, sonradan uğraşmayalım.”

“Of Füsun, çalışacağız zaten. Bak iznin de hallolmuş, bırak şimdi sınavı falan. Bugün dolaşalım, gezelim. Bugünden sonra gömülürüz kitaplara, merak etme sen.”

“Tamam o zaman. Dün gece Eşref bir arabayla evin önünde duruyordu, arabanın içinde Ceyhun da vardı.”

“Ceyhun mu vardı?”

“Evet o da vardı.”

“Of tadım tuzum kaçtı gitti, ismi bile moralimi bozmaya yetiyor şunun. Hem benden ayrılıyor hem de hiç boş durmadan başka biriyle konuşuyor. Bir de utanmadan en yakın arkadaşımın evinin önüne gidiyor. Bravo, vay be tebrik ediyorum. Ya ben de senin evinde olsaydım, o an hiç utanmayacak mıydı acaba?”

bannerbanner