
Полная версия:
Kazıgurt Öyküleri
Ancak yere zıplayarak toparlanan güzel kızın suratında ve gözünde korkunun izi dahi yoktu. Korku yerine bir mucize görmüş gibi gülmeye devam ediyor.
– Şimdi, ben bunca zahmetle ulaştığım bir kova suyu ne yapacağım? – dedi bir hayli zaman sonra gülmeyi kesip, oldukça ciddi bir tavırla – Sağira ananın koyunları hangisidir?! Ben onları tanımıyorum…
Artıkbay ona alaylı bir bakışla:
– Bütün bunlar, Sağira ananın koyunları – dedi, gülümseyip.
– Eyvah! –diyen kızın gözleri fal taşı gibi açıldı. – Bana üç tane olduğunu söylemişti. Güldük. Kuyunun yanında oluşan küçük bir su birikintisine konan serçe sürüsü “fıııııırrrrr” etti, uçtu.
– Kovanızı bana verin, – dedi Artıkbay elini uzatarak. – Sağira ananın koyunlarını ben sulayayım…
O gün sürü halindeki hayvanları sorunsuz suladık. Her-gün yaşandığı gibi herkes kendi hayvanını önce sulamaya kalkıp endişe yaratmadı. Artıkbay yoruduğu zaman, diğer çocuklar da dönüşümlü olarak yalağı anında dolduruyorduk.
Hayvanı sularken safımıza yeni katılmış olan güzel kız, Artıkbay’ın üzerine bir kova suyu boşaltıverdi ve gülerek kaçmaya başladı. Biz ona çok güldük. Yalağın aşağı tarafına gelip konarak oturan bir gurup serçe “Of, be! Bunlar tekrar tekrar rahatsız ediyor” der gibi “pırrrrrr” diye uçup gitti.
Artıkbay ise, üstü başından sular aktığı halde çaresiz kaldı. Bu onun daha önce yapmış olduğu kurnazlık ve alaylı mizahına karşı yapılan bir davranış payıydı. Güzel kız çok uzaklaşmadan birdenbire arkasını döndü ve Artıkbay’a baktı, el sallayarak:
– Çav! – deyip gitti.
Bizse bir süre sonra kendimize gelerek, birbirimize:
– Kimdi o! Bu kimdi?
– Nerden geldi?
– Sağira ananın yakını mı, acaba? – diye sormaya başladık.
Asanali adında bir çocuk Sağira ananın yan komşusuydu. O anda, bir gözünü hafifçe sıkarak, az evvelki kızın köye ne zaman ve nereden geldiğine dair bilgileri vermeye başladı. Misafir kız, dün akşam otobüsten iki büyük çantasıyla inmiş. Yol kenarında dururken bembeyaz yüzünü güneşten koruyarak, avucuyla güneşi kapatsa da Şavil’e yani bizim köye hayretle bakmış. Sonra elindeki yükünün ağır olmasına rağmen, vücudunu dimdik tutarak, adım adım Sağira ananın evine doğru yürümüş. İlk başta, Sağira ana onu tanıyamamış. Kapı önünde, semaver için odun parçalarken arkasından gelip selamlaşan kıza:
– Yavrum, okul müdürünün evi ta orada, – diye eliyle işaret etmiş. Aslında, okula gelen bir stajyer kız olduğunu düşünmüş olmalı ihtiyar.
– Nine, gerçekten de tanımadınız mı beni? – demiş kız hayran bakışla. – Ben Bibiajar’ım ninecim.
– Evet, evet, Satbek’in baldızı mısın, yavrum! Onlar dün Törtköl’e gideceklerini söylemişlerdi. Evi kapalı mı, acaba?
– Ninecim, bakar mısınız?! Ben Marcankül’ün…
– A-a, ne dedin… -diye Sağira ana, şehirde yaşamakta olan biricik kızının adı söylenince bir an durakaldı. Ardından çok zaman geçmeden, elindeki aydemiri düşürür ve misafir kıza sarılır. – Allah Allah, benim Bibişim’miş ya kapıya dayanan! Aman Allah’ım nasıl da tanıyamadım. Güneşim beni… Demek gün gelecek beni de arayıp soracakmışsın! İsteyince bunak nineni sen bile bulabilirmişsin.
Böylece Sağira ana bir ağlar, bir güler ve şehirden gelen kız torununu sevecen sözlerle şımartır.
Bibiajar geldiği günden bu yana hayatımıza büyük bir değişiklik getirdi. Daha önce hayvan sulamaya gitmek istemezdik. Hatta biri bizi arkamızdan itekliyormuş gibi zar zor giderdik. Artık öyle değil, kuyu başına gitmek için can atar, fırlar hale geldik.
Köyümüz her şeye rağmen içme suyuna büyük saygı duyuyor ve değer veriyordu. Onun her damlası tasarruf edilir, el yüz yıkanana dek (özellikle çoluk çocuklar) takip ederdi. İhtiyacın dışında fazla su kullandığı fark edildiğinde yani bir avuç su bile fazladan tüketirsen:
– Hay da, suyu gereksiz yere harcama!
– Tamam artık, koca evine bugün mü gidecektin, yahu?!
– Sanki benim evin kerpicini dökmüş gibi bir de suyu o kadar akıttığına bak! – diye sertçe tembihlerdi.
Bibiajar geldiğinden beri kuyu başında birbirimizle su döküp kovalamaca oynamaya başladık.
Bu sırada ovadaki kuyumuzun suyu da çoğaldı. Eskisi kadar değil, kendimizi o kadar rahat hissettik ki, bu dünyaya geldiğimiz günden beri canımızı acıtan, belimizi büken ağır bir yükten kurtulmuşçasına hafifledik. Artık Bibiajar’ın hayvan sulama yerine her gün gelmesini içtenlikle diler olduk. İster o söğüt ağacı gibi eğilip kuyudan su çeksin, ister çekmesin. Her neyse biz Sağira ananın koyunlarını oynaya güle sulamaya hazırız. Yeter ki, aramızda gümüş gülümsemesiyle, neşe içinde dolaşsın.
Gerçekten de onun karakteri bir çocuğun karakteri gibiydi. Köyümüzdeki bütün kızlardan daha güzel olmasına rağmen kibir ve gurur nedir bilmezdi. İki yanağı al yanar, bizimle beraber eğlenir oynardı. Bir gün su serperek sırılsıklam olmasına sebep olduk. O an ince yazlık elbisesinin altından tüm vücut hatları, göğüs ucu çok net bir şekilde göründü. O bunu fark ettiğinde garip bir şekilde utandı ve açık renkli yüzü birden kıpkırmızı oldu. Buna rağmen mahcubiyetini gizlemeye çalışarak, kısa kısa gülümsemelerini sürdürdü.
Güzellik denen şeyi o an ilk kez görmüş ve idrak etmeye başlamıştık.
Darı tanesi kadar bile kusuru bulunmayan, bu güzel varlık, o muhteşem heykel bizi büyülemiş, ruhumuzu alt üst etmişti. İsteksizce kaçırdığımız gözlerimizi yere diktik. Daha sonra biz birçok defa onunla kovalamaca oynadıysak bile, üzerine su serperek, onu ıslatmamaya özen gösterdik.
Gündüzün yakıcı sıcak hava dalgası kırılmaya başlamıştı. Yavaş yavaş karanlıkla birlikte gecenin serinliği kendini hissettirmeye, kızıl çöl bozkırının en güzel ve en rahatlatan hali çökmeye başlamıştı. Üstelik bu vakit doğa, insan ve hayvanlara nefes aldırır, rahatlatır, sakinleştirirdi.
Bedenin birdenbire bir canlanırdı. Böyle anlarda köyümüzün kavgacı yaşlı kadınlarının dahi bağışlayıcılığı, hem cömertliği hem de kibarlığı tutardı:
– E-e-e, işte bu karartılar da nedir? Oynayan çocuklar mı, acaba?
– Boş ver, kadın, oynasınlar! Çocuk işte, çocuklukta oynarlar…
– Hay hay, aynen, bir şey dediğim yok! Oynasın. Ahırdaki hayvanlar tamam. Dün şu çevik sarı keçinin geçen sene yavruladığı oğlak gelmemişti. Bugün ise hepsinden önce o geldi, şeklindeki sohbetlerinden çok rahat olduklarını anlamak mümkün.
Bizim köyün en kötü yanı ise, çok hayvan sevdalısı olmasından kaynaklanmaktadır. İki laf arasına ahırdaki hayvanların her gün durumundan bahsetmezlerse olmaz, yedikleri içtikleri ayrı gitmiyor. Onların bu ıssız çöle katlanmalarının nedeni, aşırı derecede hayvan sevdası olmaları. Uzun zaman evvel, sürü sürü hayvan otlatan atalarımız, günün birinde yurtta “zorla el koyma” belasını duyunca, kışın ılık olacağı zannıyla ve sadece kışı geçirmek üzere geldikleri kışlak çöl bozkırından taşınmamışlar, hayvansız kalmaktan korkmuşlardı. İşte, böylece Sovyet Hükümeti’nin derin tuzağından da kurtulmuşlardı. Ancak ıssız çölün kapanına iyice yakalanmışlardı.
Evet, o zamandan beri bu köy defalarca yeşil meralarını, çimenli çayırlarını özlediğini, kaç kez oraları arzu ettiklerini bilemezsiniz… Fakat şimdi Sovyetlerin nüfuzu sona ermiş, izi silinmiş olsa bile, eski günlerdeki gibi baharın gelişiyle yeşile bürünmüş dağlara göç edecek elverişli zamanlar geride kaldı…
Yumuşak bir çöl akşamında bizim köyün yükseklerinde bir şarkı duyuldu. Gitarın kibar müziğine eşlik eden büyülü bir ses dikkatimizi çekti. İşte, bu ses Sağira ananın evinin yakınlarından gelmekteydi.
Açılmış gibi büyük göldeYüksek hayat kapısı.Su üstünde kayık simgeMuhabbetin beşiği.Elbet, bu Bibajar’dı! Kesinlikle bu onun sesiydi! Ondan başka kim olabilirdi ki? Biz dinlemek için biraz kulak misafiri olduk ve doğrudan Sağira ananın evine fırladık. Bir süre sonra hepimiz Bibiajar’ın yanına üşüştük bile. Bibiajar, kışın odun olsun diye traktörle sürükleyip getirilen bir kütüğün üzerinde oturuyordu. Bizi görmesine rağmen şarkısını kesmedi. Gitarın yumuşak müziği ve onun sedalı nazik sesi Şavli’nin serin alaca karanlık akşamında, dipdinç bir havada ta uzaklara kadar yayılıyordu.
Aslında, köy sakinleri sadece düğün bayramlarda, doğum dolayısıyla yapılan törenlerde, çeşitli eğlencelerde dörtlükler söylerdi. Orada iyi başlayan şarkı sonlara doğru yoldan eşlik etmek üzere katılan sermest seslerin çoğalmasıyla mahvoldu.
Sıradan günlerde Şavli’nin yerlileri şarkı söylemezlerdi. Bazen, yalnızken oturup, mırıldanırlardı, söylerken yanlarına birinin ansızın geldiğini fark ederlerse, birdenbire şarkıyı kesip, hiçbir şey olmamış gibi başka yöne bakakalırlar.
Ancak, tam bugünkü kadar kendi kendine, avuç kadar bir köyün mütevazı insanlarından çekinerek, yadırgamadan, güzel bir alacakaranlık akşamının kucağında oturup şarkı söylemek, kimsenin aklına gelmemişti.
Şarkı yükseldikçe bizim çocukluk hayalimizin kanatlı kuşu da uzaklara dalıp yükseliyordu. Hayatımızda hiç göremediğimiz o büyük gölü ve âşıkların oturduğu kayığı bile çok net görmekteydik.
Küreğini veresin bana,Ben küreyeyim, sen küreme.Su çınlayan gülüşSenin gülüşün değil mi?Keşke, mavi göl güneş ışığıyla oynayan aynalı göl, su yüzüne belirli belirsiz iz bırakarak, çok kolay ilerleyen bir kayık olsaydı… Biz de aşk şarkılarımızı söyleyerek yüzmek isteriz. Kiminle mi, dersiniz?! Tabi ki, Bibiajar’ın ta kendisiyle.
Şimdi ise bu kışı atlatan bir kütüğün üzerinde oturarak:
Arzu ettiğim bahtım gibi,Ay doğar nazlanır gibi.Yol üzerine bakarım,Sen yoksun aydınım.Gecikmeden gelirim demiştin,Ben ise duruyorum endişeyle,diye şarkılarına devam eder.
Anlattığına göre, kendini arayan ve uzaktan gelecek birini bekliyor gibi. Acaba, kimi bekliyor? Kim olursa olsun, mutlu biri olmalıydı. Ama biz onun uzaklardan beklediği kişinin gelmemesini diliyorduk. Çölün susuzluğundan boğulacak deve gibi bir köşeye saklanan avuç içi kadar köyümüzü bulamaz, yolunu şaşırır, aptalca avare gezgine döner diye de diledik. Onun söylediği şarkılar insanı uzaktaki büyük göllere, ak kayın ormanlara alıp uçar, serin bir rüzgâr gibi nazlı salınarak, yaz yağmuru gibi yağar geçer.
Bibiajar şarkı söylediği akşamları, işinden dönen köy işçileri de toplanırdı. Birçoğu yağ kokmuş kıyafetlerini evlerine bırakıp, şık giyinir gelirlerdi. Özellikle bir tamirci, teknisyen olan Aben, üzerine kaliteli bir kolonya sürer, saçını modaya uygun tarar ve çoğu kez Bibiajar’ın gözüne girmeye çalışıyordu.
– Güzelim, siz mükemmel şarkı söylüyorsunuz, -dedi şarkı biter bitmez, tıpkı bir televizyon programında konuşan muhabir edasıyla. Özlemle dolu ruhu işleyen şarkıdan sonra kendi de düşüncelere dalan Bibiajar doğrudan yanıt veremedi. Onun düşündüğü şey de çok ilginçtir. Koyu kahverengi siyah gözleri asık, gerçekten de, uzaklardan, bilinmeyen bir vakitte, beklenmediği herhangi bir gün kendini arayan birini beklercesine üzüntüye kapılırdı. Ancak, bu birinin ne zaman, hangi tarihte geleceği, çölün bozkırın ıssız köşesindeki küçücük bu köyü nasıl bulabilecek, belli değildi…
– Güzelim, bakıyorum, siz yalnızca Şamşi’nin şarkılarını söylüyorsunuz, -dedi Aben, araya girerek.
– Evet, diyor Bibiajar düşündüğü halde.
– İşte, fark ettiğim kadarıyla, siz Şamşi Kaldayakov’un eserlerini beğeniyor musunuz?! -diyor, Aben kibarca konuşmaya çabalayarak.
– Ben ona aşığım, diyor Bibiajar.
– Na-nasıl? O kişi gerçek dünyaya gitti ya.
– Benim için ölmedi.
– Güzelim, bakıyorum, siz bir besteciyi değil, onun şarkılarına âşık olmalısınız.
– Hayır. Ben onun sadece şiirlerini değil, kendisini de seviyorum. Çok geç dünyaya geldiğim için de üzgünüm.
– Ben de, geç doğduğuma pişmanım. O anda Amanbay adında serseri bir delikanlı araya girer.
– Keşke, daha önce doğmalıydım. En azından doyasıya votka içerdim. Bence gerçek yaşam, o dönemlerde yaşanmış. Ayyaşlar doyasıya içki içmişler, besteciler ise güzel şarkılar bestelemiştir. Kısacası, herkes kendi işiyle meşgulmüş.
– Sen yanılıyorsun, Amanbay, -dedi Aben bugün her zamanki gibi kibarca konuşuyordu. – İçki ile sanatı aynı kefeye koymak ya da karıştırmak doğru değil.
– Neden olmasın? -diyor Amanbay, kavga etmeye hazır gibi Aben’e sert bakarak. – Eğer, iyi içmeyi biliyorsan, o da kendi başına bir sanattır!
Elbette, Amanbay’la iddialaşmak, Amanbay’ın sözle üstesinden gelmek çok çetindir. Hiç mümkün değil. Ondan Aben’in de haberi vardır. Ancak, bugün biraz dil dökmek, Bibiajar’ın gözüne girmek istiyor. Fakat o sırada Amanbay’ın sözüne Bibiajar gülüverdi:
– Bravo, bravo, dediği neşeli sesi alttan tutuşmaya başlayan bir kavga korunu aynı zamanda ayaklarıyla basıp söndürdü. – Ben böyle orijinal düşünceler üreten kişileri seviyorum! -dedi Amanbay’a gülümseyerek.
Kargaburunlu, kalın dudaklı Amanbay kürek dişlerini gösterecek şekilde gülümsedi ve söylenenler karşısında çok memnun kaldı. Nedense elinde tuttuğu yarım içilmiş sigarasını yere atarak ayaklarıyla söndürmeye çalıştı.
– Bence içki içmenin bir sanat olduğunu düşünen Kazak, kültürsüz Kazak’tır! -dedi, Aben kızgınlıkla.
– Bence, -dedi Bibiajar çarpıcı bir sesle, “her insanın kendine has bir medeniyeti var. O, herkesin iç dünyasının aynasıdır. Genellikle, bütün insanlık medeniyetinin aynı düzeyde ve belli bir kültür seviyesi olacağını düşünmek yanlıştır!
– Öyleyse, burada bulunanların tamamı da kültürlü müdür? -dedi, Aben, sanki sadece medeniyetsiz insanların ortasına düşmüş gibi, bize bir tiksintiyle baktı.
– Bence, kültürlü diye sadece ve sadece gerçeği seven insanları söylemek mümkündür. Herkesin karşısında kültürlü olarak görünmeye çalışmak da, medeniyetsizliğin bir belirtisidir.
– Bakıyorum…
O sırada, kapı önüne çıkan Sağira ananın:
– Hey, deli kız! Etrafına topladığın erkekleri dağıt da, hemen eve gir, diye sert ses tonu duyuldu.
– Yahu, nedir bu ya! Gece gece şarkı söylemek de nerden çıktı? Sabaha kadar oturacak mısın, yani?!
– İşte, bakın! Dünyadaki en kültürlü insan, benim ninem, -dedi Bibiajar yerinden fırlayıp.
– Çünkü o, kendi düşüncelerini söylemekten hiçbir zaman imtina etmiyor. Haydi, ben geçiyorum!
Koşarak eve doğru gitti. Biz de rahat yerimizden istemeye istemeye kalkıp, evlerimize dağılmaya başladık. Herkes bu hayata birer besteci olarak doğmadığına, Bibiajar’ın kalbini hoş şarkılarla kazanamadığına, en azından Sağira ana gibi ona nidalı seslenmeye bile hakkı olmadığına pişmanlık duydu…
O, bizim köyde yaklaşık bir ay kadar durdu. Gün geçtikçe onun misafir kız olduğunu unutulmaya başladık. Hatta köyümüzden biri oldu. “Herhalde şehirde çok sevdiği biri kalbini kırmış. Bu yüzden buraya gönlü yaralı gelmiş. Bundan böyle Sağira’nın yanında kalacakmış” denilen bir söylenti ninelerimizin ağzında dolaştı. “Canım, ne bileyim, kızcağız bizim köy gibi yere ayak uydurur mu dersin? Kalmaz, gider yarın öbür gün…”– diye ardından kuşkuyla anlattı. Her neyse, Bibiajar bizim köyde uzun süreli kalmasında muamma gibi bir sır olduğu muhakkaktır.
Bir gün kuyu başında hayvan sularken aniden, nerden geldiği bilinmeyen, yepyeni bir “Mersedes Benz” marka araba yanımıza gelerek durdu. İçinden güneş gözlüklü, pek şık giyinmiş bir delikanlı indi. Açık sarı gömleğinin üst düğmeleri açıktı, iki elini böğrüne dayamış şekilde bize doğru bir iğrentiyle bir müddet baktı. Onu Bibiajar görür görmez şaşkınlığa kapıldı. Delikanlı efelenerek yürüdü ve Bibiajar’ın yanına geldi. Onu koltuğundan tutarak bulunduğumuz yerden biraz uzaklaştılar. İkisi epey konuştu. Ne dediklerini biz duymadık. Her neyse, Bibiajar suçlu gibi başını öne doğru eğerek, uzun süre sessiz kaldı.
Bizimki çok mu endişeli, yoksa ondan mı korkuyordu, bilemedik, ayağının ucuyla yeri çiziyor, arada sırada başını sallıyordu kızcağız. Delikanlı ise, kimseye ağız açtırmadı.
Baştan buyana her hareketiyle varlıklı biri olduğu anlaşılan bu zengin delikanlıya önce merakla daha sonra kıskançlık duygusuyla bakıyorduk. Sonrasında ondan iyice nefret ettik. Çünkü çok beklemeden Bibiajar’ı belinden kucakladı ve yepyeni “Mersedes Benz”e doğru yürüdüler. Kapısını açarak ilk önce kızı araca bindirdi, sonra kendisi de oturdu. Sigarasını dudağıyla kıstırıp, güzel bir çakmakla tutuşturdu. Gözündeki güneş gözlüğünü çıkardı ve Bibiajar’a bakarak gülümsedi, boynuna sarılıp yanağından öptü…
Çok zaman geçmeden, demin bahsettiğimiz yepyeni “Mersedes Benz” üzerinde kahve içsen dökülmeyecek rahvan at misali hareket etti. Gözden kayboluncaya kadar arkasından bakarak, ellerimizdeki kovalarla kuyu başında kala kaldık. Sanki biri şiddet uygulanmış ve uzun zamandır herkesten gizlediğimiz değerli bir eşyamızı götürüyorlarmış gibi içimiz yanmaya başladı.
Akşam, yine, aynı kütüğün üstüne üşüşerek Bibiajar’ı bekledik. Fakat o bugün dışarı çıkmadı. Yepyeni “Mersedes Benz” Sağira ananın evinin hizasında batmakta olan güneşin kızıl yansımasıyla parlayor, ışıl ışıl duruyordu. Araba Bibiajar ile aramıza konulan bir engel gibi gözümüze bir menfur göründü. Her ne kadar onun yanına gidip camdan içeri bir göz atmak ve biraz eğlenmek istesek bile yaklaşmadık.
Bir vakit sonra arabanın sahibi dışarı çıktı. Sanki yüzü gözü inek yalamış gibi ışıldıyor, öte yandan kocaoğlan birine benziyordu. Kahkülleri samimayetsizce bakan düşüncesiz gözlerinden ürkmüş gibi yukarı doğru yönelmiş, şimdiden kabalaşmaya başlamıştı. İnildeyerek konuşuyor, ara ara kıs kıs gülüyordu. Neyse, kısacası bizim hoşumuza gitmemişti.
– Evet, millet, neden toplandınız burada? -diye sordu yanımıza yaklaşarak.
Bir ayağını kütüğe koydu, iki kolunu göğsüne bağladı ve gerine gerine dikildi.
– Komsomol / Genç Komunistler Birliği toplantısını yapıyoruz, -dedi Artıkbay inatla yanıtlayarak.
– Dur-dur! -dedi, misafir delikanlı dudağını bükerek. – Ya siz, hala Komsomol muydunuz?!
– Hiiç… -dedi bu sırada aramızda oturan yalaka Şerali dayanamadı. – Şarkı dinlemeye geldik.
– Şarkı dinlemeye mi? – Misafir delikanlı, bize çengel ormanında yeni keşfedilen kabile insanları görüyormuş gibi gözlerini kısarak baka kaldı. – Kimin şarkılarını dinlemeye?
– Şamşi’nin.
– Kimin… Kimin diyorsunuz? – O, bir besteci Şamşi Kaldayakov’u hatırlıyormuş gibi, az kem düşünceye daldı.
– Siz o şarkıları kim söylüyor?
Onun karşısında Bibiajar’ın adını söylemeye kıyamadık ve sessizce Sağira ananın evi tarafına göz gezdirdik.
– A-a, -dedi aniden, her şeyi anlamış gibi. Kuzu göbeği tırsarak katıla katıla güldü.
– Bizim Bika mı yani! Bak sen! Demek, bedava konser izlemeye geldik diyorsunuz!
Biz sessiz kaldık. Oysa gömleğinin yan cebindeki kutudan sigarasını aldı, dudağında kıstırarak, güzel çakmağıyla yaktı.
– Vaktinizi boşa harcıyorsunuz, -dedi sigarasının dumanını havaya üfleyerek. – Neden, daha faydalı bir işle ilgilenmiyorsunuz? Sürü sürü koyun çok değil mi, bu köyde? Koyun dediğiniz kendi ayakları üstünde yürüyen bir canlıdır. Kısacası bir işle uğraşılmalıdır. Satmak, satın almak ve tekrardan satmak gerekir. İşin en başlıca kanunu budur! Şerali oturduğu yerinden:
– Söyler misiniz, dayı, işi nasıl başlayabiliriz? -diye sordu alelacele heveslice.
Kuzu göbekli işadamı delikanlı ona yavaşça baktı, başını sallayarak tekrar katıla katıla güldü.
– Köyde bulunmayan malların satılmasını temin etmek gerekir, -dedi. – Yabancı içki ve şarapları, meyve suyu soğuk meşrubatları, sigaraları fazla bir fiyatla satabilirsiniz.
– Hey, -dedi köydeki dükkâncının oğlu Ajibek eliyle işaret ederek. – Bizim Şavli’de kimse yabancı içki ve şarap ile sigarayı almaz.
– Hint çayı alırlar! -dedi Şerali.
– Ha, işte bu gerçek bir iş adamı! -dedi, misafir delikanlı onu parmağıyla işaret ederek. – Demek, Hint çayı getirilmeli. Başka hangi mal eksik bu köyde?
– Yeşil çay… Yaşlılar için yeşil çay da gerekir. Hem de doksan beş numaralısı!
– Takke lazım, şapan (cüppe) de gerekli. Dedem Kuda-bay dünürlüğe giymek için bir şapan bulamamıştı.
– Lastik çizme!
– Kalın halat (bornoz)! -diye, her kafadan bir ses çıktı. Misafir delikanlı bıyık altından güldü ve başını salladı.
– Dediklerinizin tamamı ufak tefek şeylerdir, -dedi memnuniyetsizlikle.
– E-e-e, başka ne satabiliriz?
– Düşünün taşının. Sadece şarkı dinleyeceğiz diye vaktinizi boşa harcamayın! Şarkıyı satamazsınız, kimse almaz.
Aslında, o gece bir türlü uyku tutmadı, gözümüzü kapatamadık, gecenin bir vaktine kadar düşündük. Kirpiklerimiz kavuşmadı ve döndük durduk. Bibiajar hakkında, onun söylediği şarkılar hakkında, yepyeni “Mersedes Benz”in sahibi hakkında ve çuval çuval para hakkında düşündük durdu. Maceraya dolu bir rüya görüp uykumuz uyku olmadı. Rüyada hepimiz bağrışıp, kimimiz şapan, kimimiz takke, kimimiz lastik çizme ile kalın halat satıyormuşuz. Fakat onları alan kimse yoktu. Hepsi başlarını sallayarak: “Bunlar ufak tefek şeyler. Onu ne yapacağız” diye gülüşüyorlar. Sadece Şerali’nin elinde bulundurduğu Hint çayını kapış kapış satın alacaklar gibi…
Şafak sökmeden önce, sülük gibi parlayan “Mersedes Benz” köyümüzden uzaklaştı. Onun içinde Bibiajar vardı. Vedalaşamadık bile. Ayrıca o da bizi istemeye istemeye bırakarak gidiyordu. Belki de onunla bizzat vedalaşmamamız da doğru mu, bilemiyoruz? Eminiz, o bizim Şavli’ye yine gelerek, akşamın alacakaranlığını şarkıyla büyüler mi, söyler mi yine acaba…
Bir süre sonra dümdüz bozkırda küçük bir köyün “kendi kendine yürüyen hayvanları” toynaklarını tokurdatarak yaylaya doğru yöneldi.
Çeviren: Ufuk TuzmanBAHT KUŞU
Birinden sonra diğeri, hızlıca ve ardı sıra geçen o bir iki gün gerçekten de diğer günlerden farklı ve unutulmayacak kadar özeldi. Ondan sonraki şu suyu çekilmiş derya misali, yavaşça akıp gitmekte olan yılların o denli önemi de yoktu…
* * *Öğleden sonra, masanın üzerinde dağınık hâlde yatan kâğıtlarını toplayıp bir kısmını eve götürüp koymak için çantasına yerleştirerek tam yerinden kalkmıştı ki telefon çaldı.
– Efendim.
– Merhaba, Murat Bey’le görüşecektim, -dedi nazik bir kadın sesi.
– Benim, dinliyorum.
O, herhalde aradığı kişiye birden ulaşabileceğini düşünmemiş olacak ki biraz duraksadıktan sonra:
– Merhaba, diye tekrarladı. – Hmmm… Kusura bakmayın, ben sizin memleketten bir kız kardeşinizim.
– Aaa!
– Koytaş’tanım.
– Yerlisi misin? -dedi birden başka söz bulamayarak.
– Yerlisiyim.
– Kimin kızısın?
– Kayrolla’nın.
Herhâlde tanımadığı biriydi, hatırlayamadı.
– Tanımazsınız… Tren yolunun öbür tarafında oturuyoruz, -dedi, onun hatırlamaya çalıştığını hissederek.
– Evet, köyden ne zaman geldiniz?
Telefondan nazik bir gülme sesi duyuldu.
– Çooook önce gelmiştim.
– Aaa…
– Ağabey!
– Efendim!
– Ben sizi misafir olarak davet etmek istemiştim.
– Hayret, önce… Ağabeyinin kız kardeşini davet etmesi gerekmez miydi?
– Ya ağabey, nasıl davet edeceksiniz?! -dedi kız nazlanarak. – Siz beni tanımıyorsunuz ki. Bense sizi biliyorum.
– Hmmm.
– Sizi, yarın akşam saat yedide “Baht Kuşu” lokantasının önünde bekleyeceğim.
– Ta-tamam…
– Yarın görüşmek üzere ağabey!
“Bu ilginç bir davet oldu ama…” -dedi ahizeyi tekrar yerine koyarken. – Lokantaya… “Baht Kuşu” denilen… Bu, şu… Şehrin dağ tarafındaki çok lüks lokanta var ya. Zengin bir kız kardeş herhâlde… Koytaş’tanım diyor… Ooo, ben köye gitmeyeli ne zaman… İlginç… Ne için çağırıyor acaba? Bu devir, kimsenin kimseyi durup dururken ağırlamaya çağırmadığı zaman değil miydi?
Ne de olsa onun gönlünde bir merak uyanmış, deminki tanımadığı genç kızı (belki bir kadındır, kim bilir) hemen görmek için aceleci davranıyordu.
* * *Ertesi gün, işinden özellikle biraz geç çıktı. Genelde öğleden sonra Yazarlar Evi’nde bir sessizlik olurdu. Eskiden arı yuvası gibi uğuldayan, birinin girip birinin çıktığı, kalabalık bir yer olan “Yazar” kafesi de kapanalı birkaç yıl oldu. Akustiği sıradan tiyatrolarınkinden daha iyi olmasa da kötü olmayan şu büyük binada, şair ve yazarların neşeli gülüşmeleriyle sevinçli sesleri duyulmayalı kaç zaman oldu…
O aşağı kata inerken, mermer merdivenden çıkan ayak sesleri boşlukta tak tuk diye yankılanmaktaydı. Korkutan bir şeydi. Millî ruhumuzun mekânı gibi olan şu kutsal ocaktaki yaşam ateşi sönüyor gibiydi…
Şehrin en telaşlı vakti başlamıştı. Birçok insan işten çıkıp durakta araç bekliyor, birçoğu ileri geri durmadan akan arabalara binip gidiyorlardı. Sabahleyin yuvasından neşeli bir şekilde, gülümseyerek çıkan yaz güneşi şimdiyse şu kalabalıktan ve telaştan bıkmış gibi gönülsüzce batıya doğru eğilmeye başlamıştı. O, dağ tarafındaki “Baht Kuşu” lokantasına doğru acele etmeden, yavaşça yürümeye başladı.
Aladağ’ın eteğindeki güzel şehir son yıllarda çok değişti. Tam da ergenlik çağına geldiğinden beri kozmetik ürünlerini çokça kullanmaya başlayan bir genç kız gibi. Sokak boyunca sırasıyla dizilmiş büyük küçük mağazalar, kafeler, lokantalar, oyun kafeleri, hepsi de özel sahiplerindi. Eskiden, bu geniş sokağın boyunda sadece devlete ait bir iki mağaza ve yıl boyunca ne işle uğraştıkları bilinmeyen gizli kurumlar olurdu. Bunlarsa, uzun yıllar süren savaştan sonra yenilgiye uğrayıp can veren sosyalist sistemin evlerine zorla giren, galip kapitalizmin askerleri gibiydi. Yine de, ne bu zaferle ne de yenilgiyle yazar Muhit Mukanov’un zerre kadar alakası yoktur. O, dün olup biten, bekli bugün de devam etmekte olan savaşı, sadece sihirli bir ekrandan seyrediyor gibiydi. Çünkü onun gözlerinin önünde, yağmurdan sonraki mantarlar gibi çoğalmakta olan özel şirket, mağaza, lokanta ve büfeler arasında şu benimki diyeceği hiçbir şey yoktur. İlginç olan, Kazak topraklarına “Mercedes” ile böbürlenerek gelen kibirli kapitalizme elini uzatıp selam vermedi, o da bunu insanmışsın deyip önemsemedi. Böylece, onların arasındaki yaşam mahkemesi kendi kararını verdi: sana kim lazım değilse, sen de ona lazım değilsin!