Читать книгу Kazıgurt Öyküleri (Nurgali Oraz) онлайн бесплатно на Bookz (3-ая страница книги)
bannerbanner
Kazıgurt Öyküleri
Kazıgurt Öyküleri
Оценить:
Kazıgurt Öyküleri

4

Полная версия:

Kazıgurt Öyküleri

Ondan sonra köyün her yerinden “gece ahırımıza hırsız girmiş” söylentileri sık sık duyulmaya başladı. Ayrıca kimisinin dışarıda kurulanması için astığı çamaşırlardan don gömleğini bile çalıp gtmiş. An itibarıyla köy ahalisi ne zamana kadar tasasız belasız yatsın ki, geceleri ahır kapılarına kilit vuruyor, köpekleri kapıya koyuyordu. Fakat hırsızlık eylemleri kesilmedi. Olayın en ilginç yanı, demin bahsettiğimiz köylüleri mağdur bırakan hırsızlar, o kadar da ustalaşmışlar ki, köyde onları hırsızlık yaparken “aniden gördüm, tanıdım, şahidim” en azından “hırsızlık edeceklerini hissetim” diyecek olan birine bile yakın zamanda rastlanmadı. Üstelik onların hırsızlık yapacağı gecede köy köpeklerinin havlaması bir yana, “gık” çıkartmadıklarına ne dersiniz!?

Günlerin birinde komik bir an yaşandı. Boranbay’ın evinin yakınında oturan komşu Balımşa yenge, akşamın alacakaranlığında hayvanlarıyla ilgilenirken, ahırın bir köşesinden meçhul bir tıkırtı duyar. Ne olduğunu anlamak için eğilip bakar, tanımadığı birinin çoktan besiye çektiği kara koyunu, arka bacağından tutarak alelacele sürüklediğini görür.

– Kimsin, kim o? -diye şaşa kalır Balımşa yenge.

– İyi misiniz, yenge! -der, tanıdık bir ses yavaştan.

– Allah’a şükür…

– Evdeki kardeşlerim nasıllar, iyiler mi!?

– Sağ ol, kayınım… Onlar iyiler…

– Abdihakim dayım evde mi?

– Dayın hamama gitti…

– O halde, gelir birazdan. Yenge, kenara çekilirsen, geçivereyim.

O sırada avanak yenge Balımşa, semiz koyunu alelacele sürüklemekte olan delikanlının yüzünü, akşamın alacakaranlığında fark edememiş ve şaşkınlığından kapı önünden çekilerek yol vermiş. Delikanlı çok uzaklaştıktan sonra içine şüphe düşer:

– Hey, sen kimsin?! – diye yüksek sesle haykırır.

Ancak ona dönüp yanıt veren kimse bulunmaz. Balımşa bir süre sonra, hamamdan eve dönen ve su gibi terlemiş kocasına çay verirken, demin yaşanan hadiseyi sonuna kadar anlatmaz mı, tam bu sırada Abdihakim dayımızın gözleri döner ve suratı anında asılır…

Al sana bir hırsızlık hadisesi! İşte hırsızlık dediğin böyle şey!

Daha sonra, Balımşa yenge epey düşündüğü halde bile şüpheli sesin kime ait olduğunu hatırlayamadı. “Allah Allah ne tanıdık, ne kadar yakın bir ses” der. Fakat çok düşünür, aklını zorlayıp, ne kadar hatırlamaya çalışsa da beceremez.

* * *

Bu hadiseden sonra mı, yoksa evvel miydi, bizim Boran-bay şehirde Muhnisa adında güzel bir Çingene kızına gönül vermiş. Kendisinin dediği gibi bu hadise boş bir hadise değil de, mahir bir şairin kulağına çalınsaydı, nesilden nesle aktarılan bir miras haline gelen harika bir lirik destan olurmuş!

Demiryolu pisti boyunca yürürseniz, büyük istasyonun yakınındaki ek yollarda çok sayıda kapı ve penceresi açık, birçok dökük eski vagon gözünüze çarpar. Onlar, ilk bakışta size soğuk ve çirkin görülebilirler. Kullanılmaz haldeki bu eski araç kaldıklarını neden bu yollarda tutarlar ki? Bari insan gözünden ırak bir yerlere götürsünler bu hurdaları. Hatta onların eski metallerinin fabrikalara, geri dönüşüm merkezlerine neden götürülmediğini düşünebilirsiniz.

Pek de, acele etmeyin. Eninde sonunda, oraya götürüleceği, hatta durdukları yerde eskiyip, pas tutacağı, çürüyüp gideceği kesindir. Bu küçük meseleyi akranlarımız çözmezse, gelecek neslin yapacağı aşikârdır.

İşte, bu eski vagonlardan birinde köyümüzün serserisi Bornabay ile çingene kızı Muhnisa buluşmuşlar. Döküntü pencerelerden, yaz gecesinin soğuk ve serin esen rüzgârına çıplak bedenlerini yaslayıp, demiryolunun o tanıdık mazot kokan kokusunu birlikte solumuşlardı. Onlar, kimisi için kısa, kimisi için uzun denilebilecek hayat hakkında; kimisi için saadet, kimisi için mutsuzluk getiren aşk hakkında; bu hayattaki yaşam üzerine uzun uzun konuşmuşlardı.

Sabah saat dokuzdan çok gecikmemeye çalışmak, koşuşturarak işe yetişmek, gün boyu ofiste oturup kendinin ve diğer çalışanların sinirlerini bozmak, akşam mesaisi bitsin diye, saat altıya kadar zorla beklemek, sonrası dolu bir otobüse atlayıp geri evine dönmek, yedi ya da sekiz saat uyuduktan sonra tekrar sabahın dokuzuna kadar telaşla kurduğun çalar saatin zilinden uyanacak insanlardan söz ettiler. Onları kendileri ile karşılaştırarak gülmüşler, ardından hüzünlenerek ağlamışlar…

Bütün konular üzerine sohbet ettikten sonra Muhnisa:

– Sen gün geçtikçe bizim Baron’un sevgisini kazanıyorsun, diye yanında yatan Boranbay’a seslenerek, “Eğer evleneceğimizi söylersek, artık itiraz etmezler! Yeşil ormanda, gün ışığını çokça gören bir kır da düğünümüzü tertip edecek, ziyafet vereceğiz. Gece boyu ateş yakacak, şarkılar söyleyecek, dans edeceğiz” -dedi…

Boranbay:

– Hayır. Düğünü bizim köyde yaparız.

– Ne köyü? Hangi köy? Şu kendinin soyduğu köyü mü diyorsun?

– Evet, Benim köyümdenden. Fakat ben…

– Tanrı aşkına! Onlar bizi diri diri yüzerler.

– Hayır. Kimse bize dokunamaz…

– Nasıl?! Ha-ha-ha! Sen onları soyuyorsun, onlar ise karşılığında sana bir düğün yapıyorlar, öyle mi? Kazaklar çok garip bir halk! Ha-ha-ha! Dediğin asla olmaz, geleceğin Baron’u! Düğün ormanlık bir alanda gerçekleşecek.

Muhnisa’nın Kazaklar hakkında konuşurken kahkaha atması, Boranbay’ın asabını bozuyordu.

– Düğün köyde yapılacak, bu kesin karar, der.

– Biz özgürlüğü, yüksek dağı ve yemyeşil kalın ormanı severiz.

– Biz de özgürlüğü severiz, der Boranbay. – Lakin düğün köyde olacak!

– Öyleyse, çok uzatma, yürü git! -diye çingene kız hızlıca giyinmeye başlar, gece karanlığında.

– Sen yürü git!, diye yerinden fırladı, Boranbay da.

Ertesi sabah kızgınlıkla sabah otobüsüne binmiş ve köyüne doğru yol almıştı. Elbette ikisi arasında yaşanan tatsızlığın ayrıntılarını nerden mi biliyor olabiliriz? Sadece biraz sabırlı olun. Şüphe etmek için acele etmeyin. Bir başkasından değil, çok kere Boranbay Baron’nun kendi anlatılarından dinlediklerimiz.

1970’li yılların ortasında, sokaklarda yaş bir çubuğu at gibi binip oynayan herhangi bir çocuğu durdurup sorduğunuz da, her şeye rağmen anlatacağı aşikârdır. Çünkü Boran-bay Baron, buna benzer ilginç hikâyeleriyle çocukluğumuzun hayallerini zenginleştirmişti.

* * *

Köyümüz ne kadar tasasız, asude ve sakin olduğu gibi o kadar da aptal değildir. Serseri Boranbay’ın dönüşünün hemen ertesine, bütün belanın ve uğursuzluğun ondan kaynaklandığını herkes hissetmişti. Ancak ellerinde somut bir kanıt olmadığından herkes içinden geçiriyordu. Herkesten önce bütün gerçeği Balımşa yenge fark etti. O, Boranbay’ı görür görmez:

– Eyvah! Bizim besiye çektiğimiz semiz koyunumuzu çalan buymuş, diye çalınan koyunu tekrar bulmuşçasına sevindi. – Tabi ya, bu kim olabilir diye kafamı yordum yahu! Sesi çok tanıdık gelmişti. Hey, serseri kayınım! Semiz koyun nerede?!

– Ne koyunu? -dedi Boranbay, anlamamış gibi bakarak. – Ne diyorsun yenge, anlayamıyor?! Ben sizi epey zamandan beri hiç görmedim. Sizleri özlediğim için geldim…

– Ah, yaramaz! Lafa bak. Bir de özledim diyor… Semiz besi koyunumu, bizi özlediğinden mi, götürmüştün?! Eee! O günkü sesini hiç tereddütsüz tanıdım şimdi.

– Evet, bizim hanım senin sesini tanıdı! -der, kapının önünde çapasını bilemekle meşgul Abdihakim dayım. Hadi, şimdi de besiye çekmek üzere beslediğimiz koyunu geri getir, yoksa canını burnundan getirir, mahkeme mahkeme süründürürüm. Anladın mı?!

– Ne diye vereceksiniz mahkemeye?

– Çingenelerle beraber besili koyunu çaldığın için!

– Kanıtınız var mı?

– Var. Hanım senin sesini tanıdı, sesinden sen olduğun anlaşıldı.

– Dayı, asla unutmayın ki, ses bir kanıt olamaz!

– Ne-ne-ne?! -diyerek, beklenmeyen bu yanıt karşısında söz bulamayan Abdihakim dayımızın gözleri yerinden fırlayıp, alnının üstüne az kalsın çıkayazdı. – Bu Çingene… Çingene uşşağı…

– Dayı ben sıradan bir Çingene değilim, anladın mı? Ben bir Baronum!!! -diyerek, onu daha çok şaşırtmaya devam etti. Sonra aniden çok üzüldü ve sesi yavaşladı: “Ah, siz var ya…” -dedi alınarak.

– Uzakta hasret kaldığım köyümde dayım Abdihakim var, yengem Balımşa var diyerek, özlemle gelmiştim. Bana edilecek sözler miydi, bunlar? Ya, dayı! Sizden beklediğim şey bu muydu yani… Ben zavallı, babadan yetim kalan biricik evladım, nereye gidersem gideyim tek desteğim sizsiniz. Ah, yenge ah! Benim kalbimi kırdın be! İçim yanıyor. Bana soğuk bir yoğurt getirir misin, yenge!? Boranbay’ın birdenbire farklı tavır almasına anlam veremeyen Balımşa yenge olduğu yerde kalakaldı.

– Hey kadın! Yoğurt getirsene bu çocuğa, der Abdihakim dayımız, çapasının sapıyla yoğurdu kime getireceğini işaret ederek. – Yoğurt ister, duymaz mısın? Şanslı, neden dışarıda durursun, içeri gel. Hey, Balımşa, hani evdeki şu sırık boyunlu yok mu, ondan kaldı mı bir şey?! Boranbay köye misafir gelmiş ki, onun şerefine, çok değil birer ayak kaldıralım… Gelsene, çekinme. Nedir bu nazlanma, kızlar gibi…

Bu hadiselerden sonra Boranbay “Baron” olarak adlandırılmaya başlar. Tıpkı dayısının ocağında geziyormuş gibi, her haneye nazlanarak giriyor ve biraz zaman uzak duruyor geziniyordu. Ardından köye üzeri kapalı bir araba ile gelen iki polis memuru tarafından ilçe merkezine götürüldü. Daha sonra öğrendik ki, askerlik yapmaktan kaçtığı için Boranbay Baron iki sene hapis cezasına çarptırılmış ve uzağa Sibirya’ya ağaç kesmeye gönderilmişti…

* * *

Kasım ayının yağışlı günleri başladı. Köyleri birbirine bağlayan kara yolu, bataklığa dönmüş yürünemez hale gelmişti. Hava da soğumaya yüz tutmuştu. Gökten bir yağmur tanesi düşerken, yaprağını rüzgâra çaldırmış çıplak kavakların dallarından iki tane damlıyordu. Etraf asık suratlı bir hale bürünmüştü. Sonbaharın gökyüzü kanı içine çekilmişçesine içine kapanık bir şekilde ağlıyordu. Mavi kubbe artık tekrardan neşeyle açılmayacak, güneş ise asla parlak yüzünü göstermeyecekti sanki.

Sonbaharın böylesine keyifsiz günlerinde, daha sobalar kurulmamış hafif serin bir evde düşünceli otururken: “Zavallı Çingeneler şu an ne durumda? Nereye gidip sığındılar?” -diye aklına kimi sorular takılıyordu. Genel olarak, sonbahar ve kış aylarında nasıl yaşadıklarını düşünemezsiniz bile. Tabii ki, bizim ve sizin gibi sıradan bir Kazak’ın bunu bilmesi kolay değildir. Ancak Boranbay gerçek bir Baron olsaydı, her şeyi açıklamak, anlatmak zorunda kalırdı. Ama o, artık köyde değildi. Uzak Sibirya topraklarında kereste kesmekle meşguldü…

İlçeden günde iki kere sefer yapan küçük bir otobüs iki yanı çamur, bataklığa dönmüş karayolu ile salana sallana güçlülükle ulaştı. Bugün sabah pazara giden az sayıda yolcular çantalarını ve çuvallarını indirmeye başlar. Onların arasında sürücüye alelacele bir şeyler soran kızıl kahverengi bir pardösü giyinmiş bir kız göründü. Yürüyüşü sanki bizim köyün aşınıp taşınarak, torba taşıyan sakinleri gibi değildi, adımlarını büyük atıyordu. Elinde kırmızı ela karışımı bir şemsiyesi vardır. O, bataklığa çevrilmiş çamur yollardan hızlıca atladı ve Boranboy Baron’un evinin bulunduğu tarafa doğru yürüdü. Başına sardığı ince beyaz çiçekli başörtüsünden kalın kıvırcık saçı dalgalanmış bir şekilde görünmekteydi. Şemsiye kaldırdığı kolunun ince bileği dopdolu bilezikti. Kaşı gözü tıpkı kalemle çekilmiş güzel bir Çingene kızıydı. Bu güzel, bizim Boranbay Baron’u şehirden hususi aramaya gelen Muhnisa’nın ta kendisiydi.

Üstüne kocasının eski montunu giymiş, hayvanlarıyla uğraşmakta olan Maldıkız ana ona şaşkınlıkla bakıyordu.

Başlangıçta, komşusunun şehirde tahsil yapmakta olan kızı olduğunu düşündü:

– Hey, Anafiya mısın? Ne zaman geldin? -diye sordu.

– Zdrastvuyte (Merhaba)!

– A-a?

– Dobrıy den’ (İyi günler ana!)

– Aman Allah’ım!

– Kak pojivayete (Nasılsınız?)

– Aman Allah’ım! Kazak mı, Rus mu kendisi, nedir?

– Boranbay doma (evde mi?)

– A-a, eskisi gibi mi, dersin?

– Ana, Boranbay? Hayır?

– Anladım, Boranbay mı? Benim oğlumu mu, soruyorsun? O, yok. O, orada! Daleko (uzakta), tyurma popal (cezaevinde!).

– V türme? (cezaevinde mi?) Kak je tak? (Nasıl, yani?!) -diye, ürperdi Muhnisa. – Oh, bednenkiy! (Ah, zavallı!) Vsetaki kakoy je vıy jestokiy narod (Ne kadar da acımasız bir milletsiniz siz!) İz za kakih to baraşek svoego çeloveka posadili da (Basit bir koyun yüzünden, adamı hapsettirdiniz demek)…

– Evet, evet, -dedi Maldıkız ana, bağını sallayıp, bilinmeyen istikameti işaret ederek. – Orada. Oraya, gitti…

Muhnisa iki eliyle yüzünü kapattığı halde geri döndü ve ayağındaki çok hafif ve güzel ayakkabısıyla kara yolun bataklığını topuğuna kadar basıp yürüyerek gitti. Belki, sonbahar gökyüzü gibi çok gözyaşı dökmüştü, Çingene güzeli…

* * *

İki yıl sonra Boranbay Baron köye tamamen farklı biri olarak döndü. Eski serseri yaşantısını sanki Sibirya’da ağaç keserken orada bırakmış gibi, şuan ise sıradan bir Kazak’a dönüşmüştü. Ayrıca köyden asla uzaklara ayrılmadan, avlusundaki ağaçlara bir çocuk kadar özenle ilgilenip yetiştirdi. Nedeni belli değil, ancak Sibirya’dan geldikten sonra ağaçlara olan ilgisi arttı. Avlusu bir gül bahçesi gibiydi. Maldıkız ana artık güzün olmuş elmalarını Janabazar’a götürüp satmaya başladı.

Elin anaları gibi gelin almak, elini sıcak sudan soğuk suya sokmamak arzusu içine işlemeye başladı. Ev işleriyle gerçekten ilgilenecek artık kendine eşlik edebilecek bir hayat yoldaşına muhtaç olduğunu Boranbay Baron fark etti. Böylelikle Tanrı’nın verdiği talihi açıldığı gün Sozak’tan yağda kızartılmış pişi gibi dolgun, sarışın bir kızı kaçırır. Sıradan bu çağın yerleşik Kazaklarının gelenek gereği “n” harfi şeklinde bir masa hazırlanır, gelin ve damadın arka tarafına el dokuma kilim asarlar ve kilime beyaz pamukla “Boranbay-Balağız” diye çiftin adları yazılır. Bunca hazırlıktan sonra sabaha kadar içki ve şarabı bol ihtişamlı bir düğün yaparlar. Gelin alan Maldıkız ana sevincinden başı göğe erer. Düğün sırasında elti ve gelinlerinin yanında mutluluğundan gerine gerine: “Ya, Tanrım, gençken dul kaldım, zar zor kendimi toparladığım sırada gözdağım, biricik oğlum bir serseri başıboş olacak diye korkardım. Onun da elin civanları gibi aile kuracağı günü de varmış. Allah’a bin kere şükürler olsun! Allah bu günleri görmeyi nasip etmiş. Artık ölsem gam yemem” der.

Bazen bunca mutluluk ve neşe içindeyken ansızın bir dilediğin hedefini bulur ve akabinde yerine geliyormuş demek. Maldıkız ana düğün gününden bir hafta geçtikten sonra vefat eder. Güneş batarken gelininin elinden demlediği koyu çayı birkaç kez yudumladıktan sonra: “Baş ağrım başladı. Biraz uzanıp kestireyim” diye başını yastığa koymuş ve bir daha uyanmamıştı. Bu şekilde beklenmedik bir anda yorulmadan, acı çekmeden ve çektirmeden, kimseyi yormadan ebedi ve sessiz yolculuğuna çıkmıştı. Hakka yürüdüğü gün mübarek cuma günü idi. İmamlara göre, Yüce Yaradan cuma günü sadece sevdiği kullarını alıp götürürmüş… İşte size anlattığımız hikâyemiz bununla tamamlanırsa yeğdi. Fakat bir Kazak olarak yaşamak, herkesin düşündüğü kadar kolay bir şey değildi…

Balık etli Balağız yengemiz ile Boranbay Baron’un evlilik hayatının mutluluğu uzun sürmedi. Başkasından söz etmek bir yana, gece yarısı onların evlerinden kavga ve bağırış sesleri duyulurdu. Bu kavgaların sonunun nasıl bittiği köyümüzün sakinlerinin malumudur.

Bir gün Boranbay Baron erken uyandı:

– Kalk, kadın, giyin çabuk! -diye uyumakta olan eşine seslendi.

– Sabahın köründe ne telaşı bu aciz herif! der, Balağız yenge sıcak yatağından kalkmak istemez. Balağız daima “s” sesin yerine “ş” kullanırdı. – Rahat bırakır mısın adamı…

– Çabuk ol, babanın eve gideceğiz!

– Nereye?

– Sozak’a.

– Ne-ne? Şozak’a mı?

– İnleme be, kalk diyorum! Babanın evine gideceğiz.

– Düş mü gördün, biçare?!

– Hey kalksana, “biçare-hakir” diye yatmaya devam edecek misin? Hızlı ol kadın, sabah otobüsünü kaçıracağız birazdan!

Boranbay Baron, vazgeçmez ve o gün Balağız yengeyi de peşine takarak sabah otobüsüne binerler. Çimkent’e geldiklerinde tepedeki çarşıya giderler. Ufak tefek alış veriş yaparak, yengenin elindeki siyah çantasının çift gözünü de doldurur. Çarşı kapısı önünde bulunan 3 kuruşluk sodadan içer. Otogara gelip, Sozak’a kadar iki bilet satın alır. Baba ocağına siyah çantanın çift gözünü doldurarak gitmekte olan Balağız yengenin gönlü tok, memnun olsa gerek:

– Dondurma alıp yiyelim, der kocasına nazlanarak. Çoğu zaman sesini yükseltip azarlayan Boranbay, bu sefer sesini dahi çıkarmaz. Gidip dondurma getirir. Sonra ikisi de gazete bayisinin yanında dondurmalarını bitirirler. Balağız yengenin elindeki dondurma yerken erir ve üstüne, yeşil kadifeli elbisesine damlayarak, kirletir.

– İnek gibi yalıyorsun, -dedi Baron.

– Yahu, biçare, serseri!, der acı dilli yenge, kendi hakkını vermeden.

O anda Sozak’a giden otobüs de gelir park yerine. Balağız yengeyi otobüsteki yerine götürüp yerleştirdikten sonra:

– Ben bir su içip geleyim, der Boranbay Baron, – Gidip geleceğim!

– Ben de susamış gibiyim, der yenge de.

– Ya, bir dur. Beraber su ararken siyah çantayı kaybedeceğiz. Endişelenme, sen otur!

– Aman, Allah’ım. İçmiyorum o halde!

Sonra, Boranbay Baron otogarda kendi eşini kandırıp, yönü belli olmayan tarafa doğru fırlar. Peşine baka baka kaçmaya devam eder. “Of, kurtuldum mu, kurtulmadım mı?” diye düşünür. Muhtemelen kurtulmuş olmalı. Çünkü peşinden gelen kimse yoktur.

Balağız yenge Sozak’a giden otobüste kocasını çok bekler, gelmeyince kendi kendine konuşup azarlar, beddualar edip yola devam eder.

Bu olaydan sonra ikisi de tekrar görüşmedi…

* * *

İşte, o günden sonra uzun yıllar geçti. Yetmişlerin ortasında, yaş bir çubuğu at gibi binen çocuklar, yani bizler de büyüdük. Kimi zaman bir kırbacın sapı gibi kısa, kimi zaman ise sonsuz uzunlukta görünen bu hayatta, her birimiz gücümüzün yettiği kadar kendimize yer bularak, dirlik içinde yaşam göçünü ileri taşımaktayız.

Bir zamanlar bizim çocukluk hayallerimizi zenginleştiren serseri Boranbay Baron, bu dünyada elli dokuz yıl geçirmiş ve geçen sonbaharda ansızın aramızdan ayrılmıştır. Ayrıca, o da cuma günü ve hastalanmadan ebediyete intikal etti. İmamlara göre, … Doğru ya, onu sizde biliyorsunuz artık!

Arkasında bir eser kalmadı Baron. Bu faniden soyunu sürdürecek evlat bırakmadan gitti. Tabii ki, ondan dünyaya gelecek bir çocuk diğerlerine nazaran farklı olurdu. Özgürlüğü çılgınca seven, iyi bir yiğit… Yazık. Boranbay Baron’un soyunu sürdürecek böyle bir çocuğu öz kanından dünyaya getirmemiş olmaları üzücü. Bir ailenin ocağı söndü, izi dahi kalmadı…

Evet, ha! Boranbay Baron’dan geriye kalan bir mirası var gibi. Bu miras köyümüzün yanındaki koruda yetişen ters bir ağaç. Köylüler çok uzun zamandan beri, o ağaca böyle bir isim takmış. Bir bakışta etrafındaki diğer ağaçlardan farklı görünmüyor. Ancak geçmişini öğrendikten sonra ağaca tekrar dikkatlice bakıldığında, bazı farklılıkları fark edeceksiniz.

Hikâyesi kısaca şöyledir. Bir gün Erkebay dayımın bizden bir-iki yaş küçük oğlu, ayva tüyü gibi sarışın Antay, daha yaş bir çubuğu at gibi binip, koruya doğru “rüzgâr gibi esip” gelirken, Boranbay Baron’la karşılaşır. Baron parmağıyla işaret ederek yanına çağırır ve seke seke gelen “kahramanın” bacağı arasındaki “atını” alıkoyar.

– Ah, aptal, der Antay’a bakarak. – “Yazık değil mi? Bu da tıpkı senin gibi bir çocuk”… Sonra elindeki yaş çubuğu killi bir yere saplar. Kerata Antay, onun çubuğu ucundan ters sapladığını fark eder. – Baron dayı, bu asla böyle yetişmez! – Çünkü siz onu düzgün bir şekilde saplamadınız!

Boranbay Baron geriye dönüp bakar ve gerçekten yaş çubuğu tersinden sapladığını görür. Fakat kendisini alay etmek isteyen, gözleri pırıl pırıl olan ayva tüyü sarısı çocuğa bakarak:

– Yeti-şiir! -der, sesini uzatıp. – Baron sapladığı çubuk yetişmemesi mümkün değil! Gerçekten, bu çubuk daha sonra yetişir. Diğer ağaçlara bakıldığında baş tarafı gür kalın, yüksek bir karaağaç olur. Bu karaağaç yaprak açtığı zaman, koru tarafından ilerleyen Boranbay Baron’un kıvırcık saçı gibi uzaktan belirirdi. Yol kenarında yetiştiği için, odun kesmeye gidenler atı ve eşeği bağlar. Ayrıca çocuklar da bu ağaca tırmanırlar. Çünkü bu karaağaca kuşlar yuva yapar.

Muhtemelen, Boranbay Baron’dan bize kalan tek eser budur…

Çeviren: Ufuk Tuzman

BİZ, O, “MERSEDES” VE AŞK

Biz onu ilk gördüğümüzde beğendik, delicesine âşık olduğumuzu hemen anladık. Hatta onun yaşı, vücudunun kıvrımları, endamı, elbette aklıyla bizimden büyüktü, daha yetişkin olduğuna bakmadık. Çünkü öylesine beyaz tenli, tüm güzellikleri kendisinde öylesine toplamış bir kızı daha önce köyümüzde görmemiştik. Çölün sıcak bozkırında yakıcı güneşi, amansız kurutan esmer, koyu tenli kızlar kolay bulunur. Onların arasında tabii ki, güzel, çekici ve sevimsiz olanları da az sayılmaz.

Fakat onların hiçbiri bizim karşılaştığımız kadar güzel, onun kadar açık tenli değildi.

İnsanoğlunun duyguları ve hayal gücünde hiçbir sınır olmadığı ne kadar da büyük bir zevk. Onun için kimse seni suçlayamaz, kimse seninle alay edip gülemez. “Be adam, gerçekten tam kalın kafa, su beyinmişsin! Ne kadar da eşek herifsin, o senin ablan yaşında değil mi!” diye kurcalayamaz, itham edemez. Çünkü sen içindeki sırrını kimseye sezdirmezsin. Kalbinin bir köşesinde saklar, gizli tutarsın. Sadece hayalinde buluşur, el ele gezer, sevgi denilen büyülü bir dünyanın sözle ifade edilemeyen gönül rahatlığına kavuşursun.

Ama, onun yine de bir hayal, erişilmeyen bir arzu olarak kalacak olması son derece üzücüdür. Ancak, ayrı bir evin tavanını sıvayıp kapattığınız halde de, mutlaka bir delik bulup içeri sızan yağmur damlası gibi, bizim çocukluk sevdamız da engel tanımaz bir duyguydu. Belki de, bu yüzden ona olan sıcak duygularımız, kalbimizin tutkulu sevgisi, bir an bile unutulmadan, gün geçtikçe büyüdü. Ama o dünyada eşi bulunmayan son derece güzel, beyaz tenli ve ta başkentteki Kızlar Pedagoji Eğitim Enstitüsü, Müzik Fakültesi’nin bir öğrencisiydi.

Biz onu ilk defa kuyu başında hayvan sularken gördük. Hangi kuyu başında yaşandığını sormayın. Çünkü Şavil’de tek bir kuyu var. Öğle vakti hava cayır cayır yanarken kırsaldaki tüm canlıları “tavaya atmış” gibi diri diri yakmaya başladığında, bu köyün meleyen hayvanları oraya doğru yol alırdı. Daha öncesinde toz, toprak yığılı düzlüğün tozunu toprağına katıp aksırıp, hapşırıp, öksürerek soğuk suya başlarını sokmak ister hayvancağızlar. Ancak çimentodan yapılmış uzun yalağa tamamının başı aynı anda sığmadığından, aralarında bir kargaşa kopar. Koyunu meleyip, ineği böğürüp, atı kişneyerek debelendiğinde sanki güpegündüz köye bir düşman baskın yapmış zannedersin.

Herkes hayvanlarını hızlıca sulamak ister. Bazen kuyudaki su tükenip, hayvanların yarısı susuz kalırsa, işte, o durumdan kötüsü yoktur. Öyle durumlarda hem hayvan sahibi hem de hayvan kudurmuş gibi davranır.

– Ah, ceddine lanet, it malı!

– Hantallaşmadan defol buradan, cadı!

– Al kovanı oradan tıngırdama!

– Sana ne, kendin çek! Şu kovayı kafana geçireyim mi?

– Ne yani, senin hayvanın su içmeli, benim hayvanım toprak mı yalasın? Şeklindeki bağrışmalar ve haykıran seslere çok alışmıştık artık. Öyle şeyleri umursamıyorduk bile. Önemseyemeyiz de, en iyisi kendi bildiğimiz işimizi yapmaya devam edeceğiz.

Aha da, böyle bir kargaşa devam ederken, kuyu başına çıtkırıldım bir güzel kızın gelivermesi, bizim için büyük bir hadise oldu. Her köşeden çıkan kavga, gürültü, haykırma sesleri birden kesildi ve sadece hayret içerisinde bulunan gözler şaşkın şaşkın bakakaldılar. İnce beyaz elbise giyinen, kuğu boyunlu, servi boylu bir güzel, elinde bir kovayla karşımızda gülümsüyordu. Cennetten inen bir melek gibi güzelin karşısında aynı zamanda itibarımız yerle yeksan oldu. Hayvanla hayvan olduğumuza çok utandık. O, elindeki kovasını sallayarak şöyle dedi:

– Ben Sağira ananın koyunlarını sulamaya geldim. Acaba, sıranın sonu kim? diye sordu.

Bizse, sanki birbirimizi yeni görmüşçesine davranmaya başladık. “Sen söyle, söylesene sen”, diye etrafımızdaki insanlara bakıyoruz. Ama kimse söylemiyordu. Çünkü ortada ne kuyruk, ne de kuyruğun sonu vardı.

– E-e-e! Herkes birinci mi, yani? -dedi, gümüş bir zil gibi tıngırdayıp.

Biz ise gülümsemeye başladık.

– E-e-e! -dedi, sesi uzatarak. – Anlaşıldı. Demek, ben de birinciyim, öyle mi?!

Bunları söyledikten sonra, aramızdan serbestçe itekleyip geçerek kuyunun kenarına çıktı. Hepimiz yol vererek, onu sessizce izledik. Hayvanlar bile, kuyu başında büyük bir değişiklik olduğunu hissetmiş gibi, ince yalaktan kafalarını havaya kaldırarak bize şaşkın şaşkın bakakalmışlardı.

Az önceki güzel kız söğüt ağacı gibi eğilip, bir kova suyu çıkardığı sırada, birden bire ayağı kayarak, az kalsın kuyunun içine düşeyazdı. İki kolunu havaya kaldırarak, sallana sallana dururken, eğer Artıkbay nasırlı eliyle onun bembeyaz bileğinden tutuvermeseydi ki, kötü çarpacaktı. Genellikle bu tür hadiseler köyümüzde sık sık yaşanırdı. Bu sene ilkbaharda, Artıkbay düştü ve yalak taşına çarptığı alnının sağ yanında derin bir kesik açılmıştı.

bannerbanner