Читать книгу Cüzzam ve Aşk (Nikolay Yakutskay) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Cüzzam ve Aşk
Cüzzam ve Aşk
Оценить:
Cüzzam ve Aşk

5

Полная версия:

Cüzzam ve Aşk

– Bayan, bu konuyla ilgili olarak Çariçe Mariya Fedorovna ile görüşün, o sizi bu konu ile ilgili vazifelendirsin, diye tavsiyede bulundu.

Çariçe Mariya Fedorovna ile Ketti Marsden görüşerek Sibirya halkları arasında var olan cüzzam hastaları hakkında konuştu. Maalesef Çariçe, bütün Rusya’ya yayılmış olan bu hastalığı ve onun tedavisi hakkında bir şey bilmiyordu.

– Belki duymamışımdır, dedi ve birkaç uygun Sibirya ilinin yöneticisine Ketti Marsden’in bu düşünceli misyonuna yardımcı olmalarını Golitsın Bey’i görevlendirmek suretiyle iletmeye karar verdi. Fakat Sibirya illerinin hangilerinde bu hastalığın olduğunu Çariçe Mariya Fedorovna bilmiyordu. Bu yüzden öğütler gibi “Sibirya’da imparatorluğumuza bağlı özel, büyük bir yer olan İrkutsk’u bizim generalimiz idare ediyor, onunla görüşün, konuşun. Size böyle bir tavsiye verebilirim.” dedi.

– General vali beni tanımaz ki, dedi Ketti Marsden Hanım.

– Golitsın Bey benim talimatımla seni ona götürecek.

Ketti Marsden Hanım, Rus İmparatorluğu’nun Çariçesi’nin duasını aldı ve bilmediği, tanımadığı bu uzak Sibirya’ya doğru yola çıktı. İrkutsk’a kar yağdıktan, yerler donduktan sonra geldi. Çariçe, yazdığı mektubu Golitsın Bey ile gönderdi. Bu mektupta şöyle yazıyordu: “Yufka yürekli Hemşire Ketti Marsden, kendisi İngiliz’dir, senin yönetimindeki yerlerde cüzzam hastalığı hakkındaki tedavi yöntemlerini öğrenmede kendisine yardımcı ol, İmparatoriçe Mariya Fedorovna Hazretlerinin talimatıdır.”

Ketti Marsden Hanım o mektubu İrkutsk valisine takdim etti. Çariçe Hazretlerinin talimatnamesini İrkutsk Valisi eline aldı, okudu. Fakat Ketti Marsden Hanım’ın nerede yaşayacağı, elindeki kâğıtta yazmıyordu.

– Ketti Marsden Hanımefendi, benden hangi görev ve yardımı isterseniz eksiksiz olarak yerine getireceğim, dedi Vali.

– Sizin yönetiminizdeki ilde cüzzam hastaları var mı? Diye sordu Ketti Marsden.

– Evet, Marsden Hanım, maalesef şu eski yerli halklar arasında var, onlarda yaygın bir hastalık.

– Hangi yerli haklar arasında bu hastalık var?

– Buryatlar, Sahalar ve diğer yerli halklar arasında da var.

– Ne kadar kişinin bu hastalığa yakalandığı biliniyor mu?

– Kaç kişinin hasta olduğu bilinmiyor… Hasta olanlar var. Doğrusu nerede, kaç kişi cüzzam hastası, bunun hesabını yapmak zor diyorlar.

– Buraya yakın yaşayan yerli halklar arasında bu hastalık var mı?

– Baykal Gölü yakınında yaşayan Buryatlarda, az da olsa var. Amur Nehri’nin alt tarafında yaşayan Oroçoonlarda da olmalı. Doğrusu en çok Saha vilayetinin Bülüü ve Halıma Nehirlerinin kıyılarında yaşayanlarda var.

– Yakınlarda yaşayan herhangi bir hastayı görmek, ona uygulanan tedaviyi öğrenmek istiyorum.

– Baykal Gölü yakınlarında yaşayan Buryatlar arasında cüzzamlı bir hastayı bulabiliriz.

– Yardımınız için teşekkür ederim Sayın Vali.

– Marsden Hanım, Çariçe Mariya Fedorovna’nın bana verdiği görevi Çar’ın kendisi vermiş gibi yerine getireceğim, ne lazımsa elimden gelen her şeyi yapacağım, dedi Vali. Ardından Buryatları bilen bir memuru yardımcı olmak ve çevirmenlik yapması için; bir de İngilizce bilen birini görevlendirdi. Ayrıca bir de Rus Kazak askerini bu grubu idare etmesi için görevlendirip Ketti Marsden Hanım’ı Buryatların yaşadığı yere gönderdi.

Ketti Marsden Hanım bir aydan fazla bir süre boyunca Baykal Gölü yakınlarında yaşayan Buryatlar arasında dolaştı. Çoğu cüzzam hastalarını yerliler gizliyor, onlar hakkında konuşmuyordu. Aslında onlar arasında bu hastalığın olduğu biliniyordu. Bu hastalar köyün içinde ancak tek başına, diğerlerinden ayrı bir evde yaşıyordu. Onlara sadece Budist rahipler yaklaşıyordu. O rahip hastayla ilgileniyor, onları koruyordu. Cüzzam hastası kişi hakkında çok şey bilinmez, duyulmaz derler. Dolayısıyla yabancılar onları tanımıyordu.

Ketti Marsden Hanım çok uğraşmasına rağmen az sayıda cüzzamlı hasta ile görüşebildi. Onlardan, rahiplerin ağrıyan yerlerine cıvık yağ gibi bir şey sürdüğünü, ağrılarının çok az da olsa hafiflediğini öğrendi. Sonra onları tedavi eden Budist rahiplerle görüşüp konuştu. Rahiplerden, bir yerlerden buldukları otun kökünü ezip porsuğun kuyruk yağı ile karıştırarak bir merhem hazırladıklarını öğrendi. Sonra onu hastaya hızlıca sürüyorlardı.

– Bundan başka cüzzam hastalığı için ilaç yok, dedi rahip.

Ketti Marsden Hanım, İrkutsk’a gelip vali ile görüşerek cüzzam hastalarına yardım etmek için bir komite kurdu. Bu komite ile birlikte Baykal Gölü’nün alt kısmında yaşayan cüzzam hastalarının sayısını tespit ettiler. 1890-1891 yılları arasındaki kış boyunca Ketti Marsden, İrkutsk’ta kaldı. Sonra 18 Mayıs 1891’de İrkustk Valisinden Cokuuskay mülki idaresine gitmek üzere bir görevlendirme yazısı alıp “Uzun Cokuuskay Yolu” denilen uzun ve meşakkatli bir yolculuğa çıktılar. Jandarma birliğinde görevli, İngilizce bilen İvan Prokofev de Cokuuskay yolculuğunda Ketti Marsden’e yardımcı olmak için görevlendirildi.

İki koşumlu attan oluşan arabayla İrkutsk’tan Cokuuskay’a giden Ketti Marsden ve yardımcısı İvan, Verholenskay şehrine iki gecede geldiler. Yardımcı İvan, Tüccar Gromov’un yük taşıyan gemisinin beş gün sonra geleceğini hemen gidip sorarak öğrendi. Ketti Marsden’in Cokuuskay seyahati için bu gemiden birinci sınıf bilet aldı. Gemi gelene kadar Ketti Marsden ve yardımcısı, Verholenskay şehrini gezdi. Gerçi Verholenskay, Avrupa ile kıyaslandığında köy gibi kalıyordu. Bir kilise, iki mağaza, birer meyhane ve birahaneden ibaretti. Bunlardan başka, Lena Nehri’nde satıcılarının mallarını taşımaları için ilkel büyük sallar yapılıyordu.

Ketti Marsden, her gün Lena Nehri kıyısındaki yeşil çimenlerin üzerine gelip oturuyordu. Burada otururken Lena Nehri’ni, doğup büyüdüğü Britanya’daki Temza Nehri yerine koyuyordu. Hayır, bu nehirler birbirlerine hiç benzemiyordu. “Bilinmeyen ve pek de hoş şeyler düşündürmeyen Lena Nehri, sen beni nerelere götürüyorsun böyle?” diye kendi kendiyle konuşurken Sibirya’nın uçsuz bucaksız coğrafyası ve insanları, onun memleketi olan Britanya ile kıyaslandığında benzeyen hiçbir yeri olmayan, kocaman, cevabını bilemediği bir bilmece gibiydi. Lena Nehri’nin kıyılarında göz alabildiğince çok büyük ormanlar vardı. Burada yaşayanların deyimiyle, orman veya tayga sis gibi görünürdü. Bahar geldiği zaman, Lena Nehri’nin iki kıyısındaki ormanlarda, guguk kuşları yarışıyormuş gibi kesik kesik öterek yüksek bir ses çıkarıyordu. Verholenskay şehrinin yakınındaki buğday tarlaları üzerinde toygar kuşları ışıldayarak uçup bir yerde dinlendikten sonra kanatlarını tekrar açarak bir yerden başka bir yere doğru uçarken ötüşüyordu. Bu, bahar mevsiminde Britanya’daki bülbüllerin güzel sesine hiç benzemeyen farklı ama güzel bir sesti. Ketti Marsden, bu sesleri dinlerken beş gecenin nasıl geçtiğini anlamadı.

Tüccar Gromov’un sahibi olduğu Aleksandır II isimli gemi geldi. Gemiyi bekleyenler, Lena Nehri’nin uzun ve meşakkatli yoluna revan oldular. Tüccar Gromov’un gemisi, birkaç dükkânı bulunan her köyde durup yerlilerin siparişleri olan malları indire indire Uus-Kut köyüne gelip mayıs ayının 27 ve 28’ini orada geçirdi. Gemi kaptanı bu köyde doğmuştu. Köyün yerlileri, yaşlıları, çocukları kasketleriyle onu selamlayıp onunla dostça sohbet etti.

Uus-Kut köyünden sonra şimdi de Kirenskey şehrindeydiler. Ketti Marsden Hanım, Lena Nehri ile Kirenke Nehri’nin birleştiği yerde, bir ada üzerinde kurulmuş olan bu şehri görünce çok şaşırdı. Çok büyük, gürültülü ve hızlı akan Kirenke, en büyük nehir olan Lena ile birleştikten sonra birkaç kola ayrılıyordu. Kerinke’nin birkaç kola ayrılması Ketti Marsden’in ilgisini çekti. Onun doğduğu Temza’da, Afrika’daki Nil Nehri’nde, Hindistan’daki Ganj ve Brahmaputra Nehirlerinde bunun bir benzerini görmemişti.

Kirenskey şehri, Avrupa’daki orta seviyedeki şehirler gibiydi. Burada, özellikle Lena Nehri’nde kullanılmak üzere yelkenliler ve küçük gemiler yapan Tüccar Glotov’a ait bir tersane vardı.

Kirenskey’de yaklaşık bir gün kalıp hareket ettiler. Lena Nehri, Kropotkin sıra dağlarının arasında açtığı yolda akıp gidiyordu. Nehrin iki kıyısında yalçın kayalıklar vardı. Nehrin hızlı ve gürültülü akan suyu, taşlara çarpıyor, ileri beri gidip geliyordu. Bu da Ketti Marsden için daha önce farklı yerler görmesine rağmen böylesini görmediğinden değişik ve ilginç geliyordu. Ketti Marsden bu tarz kayalıkların ayrı ayrı adlandırıldıklarını duymuştu. Onlardan “Lenskie Yanağı” ve “Payın Boğası” aklına takılmıştı. Nehir, dağ geçitlerini seyretmek için fevkalade, yolculuk yapmak için ise korkunçtu. İşte, böyle geçen bir yolculuğun ardından 4 Haziran günü Biitim köyüne ulaştılar. Burada bir gün kaldılar. Lena’nın taygalarındaki gümüşçüler için getirilmiş malzemeleri indirip geminin yanına dizdiler. Bu köyde Lena Nehri, sağ tarafından Biitim Nehri ile birleşiyordu. Buradan aşağıya doğru nehir çok genişliyor, suyun seviyesi artıyordu.

Lena Nehri’nin aktığı yol boyunca iki kıyısını çevreleyen ormanlarda guguk kuşları durmadan ötüyordu. Nehrin kıyısındaki söğütlerde sarı göğüslü “Sibirya bülbülü” diye adlandırılan söğüt kuşlarının güzel sesleriyle söyledikleri şarkıları, her gece ve sabah Ketti Marsden, kamarasının penceresinden dinliyordu. Doğrusu, Ketti Marsden Sibirya’da uçan, koşan hiçbir şey olmadığını düşünmüştü ama bu düşüncelerinin hepsinin yanlış olduğunu anladı. Dahası Lena Nehri’nin kıyısındaki birbirine yakın beş altı postane, yanlarında ağaçlardan temizlenerek ormandan devşirilmiş tarlalar ve tarlalardaki yeşermiş ekinleri görebiliyordu. Nehrin ortasından giderlerken postanelerin önlerinde, nehrin kıyısında çocuklar ve kadınlar onlara el sallıyordu.

İşte, böyle yolculuk ederek haziran ayının dokuzuncu gününün gecesinde Lena Nehri kıyısındaki üçüncü şehir olan Ölüöhüme’ye geldiler. Bu şehrin ön önemli özelliği, Lena Nehri’nin sağ kıyısından Ölüöhüme Nehri’ne girilmesiydi. Burada, Lena Nehri’nin iki kıyısı genişliyor, iki tarafındaki tepelerin arasında yer alan ekinlerin, otların yeşermesi biraz daha vakit alıyordu.

Ketti Marsden Hanım, yirmi bir gün boyunca geminin kamarasında hapis kalmaktan çok sıkılmış, gidecekleri yere ne kadar kaldığını öğrenmek için:

– Kaptan Bey, ne zaman Cokuuskay şehrine varırız? Diye sordu.

– Burası Cokuuskay’dan önce duracağımız son yerdi. Şimdi Cokuuskay’a kadar hiç durmadan gideceğiz, dedi kaptan.

– Peki, kaç güne oraya ulaşırız?

– Yarın gece buradan ayrılacağız. Bu ayın on ikisinin sabahında ulaşmış oluruz, dedi kaptan. “O hâlde iki gece sonra Cokuuskay’a ulaşmış oluyoruz.” diyerek Ketti Marsden sevindi, içi ferahladı. Refakatçisi olan jandarma askerine:

– Bizim bu ayın on ikisinin sabahında Cokuuskay’a ulaşmış olacağımızı haber verin, diye rica etti.

– Anladım, hemen haber veriyorum, dedi refakatçi jandarma askeri.

Ketti Marsden, bu seyahatinde Lena Nehri’nin uzunluğuna çok şaşırdı. O kadar yol gittiler ama bir türlü ulaşamamışlardı. Tam aksine, yol gittikçe daha da uzuyordu. Ancak şimdi iki gece sonra hedeflerine, Cokuuskay şehrine ulaşacaklarına seviniyordu.

III

Gerçekten de kaptanın dediği gibi haziran ayının on ikisinde sabah onda gemi Cokuuskay şehrinin Golminka’daki iskelesine, otların yeni yeni yeşerdiği, az sayıdaki söğüt ağaçlarının bulunduğu kıyısına yanaştı. İskelede Ketti Marsden ve onun yardımcısını karşılamak için Saha İdari Bölgesinin Valisi, Resmî Devlet Danışmanı Kolenko Bey ve birkaç bürokrat hazır bulundular.

İrkutsk’tan Ketti Marsden Hanım’a rehberlik yapmak için görevlendirilmiş jandarma eri, Doğu Sibirya valisine gönderilmiş olan mektubu Kolenko Bey’e verdi. İskeleden şehre giderken Vali Bey ile Ketti Marsden aynı at arabasına bindi. Birlikte Vali Bey’in makamına geldiler. Valinin çalışma odasını Ketti Marsden’e tahsis etmişlerdi.

– Ketti Marsden Hanımefendi, uzun ve zor bir yolculuk yaptınız doğrusu. Bugün dinlenin. Size Tüccar Astarhan’ın evinde bir oda hazırlattık. Yardımcınız da orada kalacak. Yemeğinizi size o getirecek, dedi Vali.

– Vali Bey, benim duyduğuma göre Saha Yeri’nde yazlar çok kısa sürermiş. Bu yüzden ben burada fazla dinlenemem. Yirmi beş gün boyunca gemi kamarasında yeterince dinlendim. Cüzzam hastalarını görüp onlara uygulanan tedavileri öğrenerek en kısa zamanda dönmek istiyorum, dedi Ketti Marsden.

– Neredeki cüzzam hastalarını görmek istersiniz?

– Vali Bey, sizin idari bölgenizdeki cüzzam hastaları nerede yaşıyorlar?

Saha Yeri’nin valisi olan Kolenko Bey, buraya 1889 yılında atanmıştı. Kısa süredir görev yaptığı için Saha Yeri’ndeki cüzzamlı hastaların nerelerde yaşadığını bilmiyordu. Bu yüzden çok eski zamanlardan beri valilikte çalışan bir memuru çağırıp ona cüzzam hastalarının nerede yaşadıklarını sordu.

– Cüzzam hastaları, Halıma Nehri’nin yukarı taraflarında, nehrin etrafında yaşayan yerliler arasında çoktur, dedi memur.

Ketti Marsden bunu duyunca Halıma’ya gitmek istedi ve:

– Cüzzam hastalarının yaşadığı Halıma buradan ne kadar uzak? Diye Vali Bey’e sordu.

– Marsden Hanım, Halıma buraya çok uzak ve yazın oraya gidebilmek çok zor, orası ulaşılmaz bir yerdir.

– O zaman beyler, ben yazın cüzzam hastalarını nerede görebilirim?

– Cüzzam hastalarının olduğu ikinci yer, Bülüü Nehri çevresidir. Orada çok fazla cüzzam hastası var, dedi memur oturduğu yerden hiç düşünmeden. “Yazın oraya atla da gemiyle de gidilebilir. Marsden Hanım, lütfen, oraya gidin!”

– Hayır, Vali Bey, ben Halıma’ya gitmek istiyorum, dedi Marsden Hanım.

– Hanımefendi, yazın oraya insan hiçbir şekilde ulaşamaz, dedi Saha Yeri’ni çok iyi bilen memur. O, bu zamanda Halıma’ya giden yol olmadığını, Verhoyanskay, Skalistay ve Suntaar Dağlarının büyük engel teşkil ettiğini, birkaç nehrin yolu çevrelediğini söyleyip yazın atla da yaya olarak da oraya gidilemeyeceğini anlattı. O, bunları anlattıktan sonra Ketti Marsden ile Bülüü’ye gitmeye karar verdiler. Onların bu konuşmalarını İrkutsk’tan gelen jandarma subayı çeviriyordu. Doğu Sibirya Valisinin emriyle jandarma subayına Cokuuskay’dan İrkutsk’a dönmesi söylendi. İrkutsk’tan gelip Ketti Marsden’e yardım eden Kazak İvan Prokofev, kalıp hizmet etmeye devam etti. Sonra İngilizce bilen bir çevirmen aradılar. Cokuuskay’da İngilizce bilen kimse yoktu. Ama Batı Avrupa dillerinden Fransızca ve Almanca bilenler vardı.

– Anadiliniz olan İngilizceden başka hangi dili biliyorsunuz? Diye Ketti Marsden’e sordular.

Ketti Marsden Fransızca da biliyordu. Onun Fransızca bilmesine sevindiler. Çünkü valilikte çalışan memur Petrov, Fransızca biliyordu. Dolayısıyla, jandarma subayı İrkutsk’a döndükten sonra artık memur Petrov çevirmen oldu.

Bülüü’ye ne zaman gidileceğini Ketti Marsden ile Vali Bey birlikte konuşup görüştüler. Bülüü’ye giden gemiyi beklemeden ormandan, posta yolu üzerinden eyerli atla gidilmesini kararlaştırdılar. Yaklaşık 110 km gidebilecek atların hazırlanması için birkaç gün gerekliydi. Ketti Marsden Hanım, çok acele ettiği için haziranın yirmisinde yola çıkmaya karar verdiler. Ketti Marsden Hanım çok kısa bir süre dinlendikten sonra şehirde yaşayanlarla ve şehrin ileri gelenleriyle görüşüp burada cüzzam hastalarına yardım edecek bir birlik kurdu. O, bu işle sürekli meşgul olurken daha önceden belirledikleri haziranın yirminci günü de gelmişti.

Onlar için beş at hazırlanmıştı. Ketti Marsden Hanım, onun yardımcısı Kazak İvan Prokofyev, memur tercüman Petrov, polis şefinin yardımcısı Sleptsov ve rehber Kazak Yegor Kozlov ile birlikte yola koyuldular.

Yazın sıcakta atla gitmenin yorgunluğuna, yolun kötülüğüne, çokça sivrisineğe, arıya çoğu insan dayanamazdı. Bunların hiçbirinden şikâyet etmeden kararlı ve iradeli Ketti Marsden Hanım atla bu yolculuğa dayandı. Bülüü şehrine haziran ayının yirmi dokuzunda, sabah saatlerinde ulaştılar.

Polis şefi yardımcısı Sleptsov, Bülüü’nün polis şefi Antonoviç’e Cokuuskay’dan getirdikleri Doğu Sibirya valisinin talimatnamesini verdi. Talimatnamede Vali hazretleri “İyi yürekli Hemşire Ketti Marsden Hanım’a, onun bu önemli görevinde, İmparatoriçe Mariya Fedorovna’nın doğrudan talimatıyla gereken her şeyle ilgili sınırsız yardım edilmesini emrediyorum.” diye buyurmuştu.

Çariçe’nin emri o zamanlar Çar’ın emirlerine denkti. Fakat Bülüü’nün polis şefi ve beyler, Ketti Marsden Hanım’a ve onun yardımcısına kalacak yer bulamadı. Polis şefi, kendi evinin bir odasını Ketti Marsden Hanım’a verdi. Ketti Marsden’in yardımcısı Kazak İvan Prokofyev ve çevirmen Petrov da bu evde kaldılar.

Ketti Marsden uzun yolculuğun ardından yorulup yardımcısıyla birlikte o gün dinlendiler, yıkanıp tarandılar ve elbiselerini değiştirdiler. İkinci gün Ketti Marsden, polis şefi Antonoviç Bey ile çevre bölgelerin beylerini toplayıp onlara hangi mesele hakkında geldiklerini anlattı.

– Sizin bölgelerinizde cüzzam hastaları var mı?

– Var hanımefendi, var, dediler.

– Bu hastalığa maruz kalan ne kadar hasta var?

– Kesin bir rakam yok.

– Ben onları nerede bulabilir, konuşabilirim?

– Mastaah kasabasında çok fazla var ve birer, ikişer tane de Orta ve Yukarı Bülüü kasabalarında var. Bu kasabalara gidip cüzzam hastaları ile görüşebilirsiniz, dedi bölge beyleri.

– Hastaların çok olduğu yere, Mastaah’a gideceğim, dedi Ketti Marsden.

– Şimdi oraya sadece atla gidilebilir, yolları çok kötü, dedi polis şefi Antonoviç.

– Ben Cokuuskay’dan buraya atla geldim, oraya da atla gidebilirim.

İşte böyle, Mastaah kasabasındaki cüzzam hastalarıyla görüşüp konuşarak kullandıkları ilaçları öğrenmek için yola çıkmaya karar verdiler. Oraya, merhametli Hemşire Ketti Marsden Hanım, onun yardımcısı Kazak İvan Prokofyev, Rusça-Fransızca tercümanı memur Petrov, Sahaca-Rusça tercümanı ve rehber Kazak Sofronyev ile birlikte gittiler. Sahalar, Sofronyev’e Ördek Parmağı adını vermişlerdi. Onun gençken sarhoş olup sağ elinin parmakları soğuktan donduğu için kesilmiş, bu yüzden parmakları ördek parmaklarına benziyordu.

Ketti Marsden’in aradığı cüzzam hastalarının çoğu, Mastaah kasabasının Mastaah’ın ebesi denen büyük, bol balıklı gölün çevresinde yaşayan, balıkçılıkla geçinen halkın arasında yaşıyordu. Fakat başka yerlerde, Orta Bülüü kasabasında ve Müküçü Gölü’nün yakınlarında yaşayanlar arasında, Yukarı Bülüü kasabasında, Homustaah Gölü çevresinde yaşayanlar arasında az da olsa cüzzam hastası vardı. Bu yerleri Ördek Parmak çok iyi biliyordu.

Temmuz ayının ilk gününde Bülüü Nehri’ni şehrin aşağı yakasından sandalla geçerken ansızın kuvvetli bir fırtına çıktı. Dalgalar, sandalı suya batırıp çıkararak oldukça tehlikeli bir yolculuk yapmalarına neden oldu. Şimdi burada, Toyon bölgesinde Halbaakı köyünün muhtarı onlar için dört at göndermişti ancak on dört, on beş yaşlarındaki bir çocuğun, atların bulunması gereken yerde tek başına ağladığını gördüler.

– Atlar nerede? Diye sordu Ördek Parmak, çocuğa.

– Atlarım… Kaçtılar, dedi çocuk ağlayarak.

– Bu çocuk neden ağlıyor? Dedi Ketti Marsden Hanım.

– Muhtarın size gönderdiği atlar, bir şeyden ürküp beni burada bırakıp kaçtılar, dedi çocuk hıçkırarak. Bunu Ketti Marsden’e çevirdiklerinde:

– Ağlamasın, at bulabileceğimiz yer buradan ne kadar uzak? Diye çocuğa sordu.

– Uzak, muhtarın yaşadığı yer buradan yaklaşık bir buçuk günlük mesafede, dedi oğlan.

Ketti Marsden Hanım çocuğa acıyıp şöyle söyledi:

– Bize muhtarınıza giden yolu göster, yayan gidiyoruz.

İşte böyle, Ketti Marsden ve yardımcılarının Bülüü’ye seyahatleri çok olaylı başladı. Merhametli Hemşire Ketti Marsden, hiç söylenmeden erkeklerle eşit şartlarda, bir buçuk günlük mesafeyi yürüdü.

Halbaakı köyünün muhtarı, sürpriz yapmak için çocukla at göndermişti ancak onlar yürüyerek köye vardılar.

Muhtarın evinde yemek yiyip dinlenirken kaçan atlar da yakalanmıştı.

Bütün geceyi Halbaakı köyünün muhtarının evinde geçirdiler. Sabah erkenden kalkıp Toruoy Küület köyüne, Kıççık Miiterey’in evinin çitlerinden içeri girdiler.

IV

Kıççık Miiterey onu ziyarete gelen kadının, Çariçe’nin izniyle cüzzam hastalarını araştırmaya geldiğini duyunca çok şaşırdı. O, cüzzam hastalığını çok bulaşıcı ve tehlikeli bir hastalık olarak biliyordu. Dahası anne, baba veya çocuk fark etmez, kim bu hastalığı kaparsa ev ahalisi bir arada olduğu için bulaşma tehlikesinden dolayı hastalanmış kişiye, hayvana bakmazlar; onlar insanların yaşadığı yerden uzakta, ıssız ormanda tek başına yaşar, o hastaya yaklaşılmaz, deniyordu. Bu yüzden hasta ölene kadar gömülmüş gibi yaşıyordu. Yaşadığı süre boyunca ailesi varsa ailesi ona uzaktan, ona yaklaşmadan yardımcı oluyordu. Fakat ailesiz zavallı biri hasta olursa köylüler sırayla onun yemeğini yapıyor, yaptıkları yemeği onun ekiniyle uğraştığı yere götürüp bırakıyordu. Zavallı hasta bu şekilde hayatını idame ettiriyordu. Birkaç gün içinde bırakılan yemeği almazsa onun ölmüş olduğu düşünülüyordu.

Sahalar, cüzzam hastalığını çok eskiden beri korkunç ve tehlikeli bir hastalık olarak kabul etmişti. Bu hastalığa kapılan kişi, ben lekesi gibi kararıp ölüyordu. El veya ayaklarının parmaklarında çıkarsa parmaklarının eklemlerini kesiyorlardı. Yüzünde çıkarsa burnunda veya dudaklarında korkunç bir görüntü oluyor ve bulaştığı yer çürüyordu. Cüzzam hastası olan kişinin vücudunda deri kaldığı hiç görülmemişti.

Cüzzam hastalığından başka hiçbir hastalıkta, hastaya evden dışarıda, farklı bir yerde bakılmıyor, kendi evlerinde ölene kadar bakıyorlardı. Cüzzam hastalığı farklı farklı bölgelerde ortaya çıkabilen bir hastalıktı. Bulaşıcı hastalık denince insanlar korkuyordu. Bu yüzden bu hastalığın adıyla insanı çağırırlar mı? Fakat cüzzam hastalığının bilinmediği, olmadığı yerlerde bu hastalığı geçiren kişiyi “bodon”, yani “hastalıklı” diye adlandırmışlardı. Bodon, durmadan hastalanan, zayıf düşmüş hastalar için kullanılan bir tabirdi.

Cüzzam hastalığı, Saha Yeri’nde Halıma ve Bülüü’de vardı. Bülüü’de üç yerde insanlarda bu hastalık görülüyordu: Mastaah, Orta Bülüü ve Yukarı Bülüü kasabalarında. Bu kasabalarda çok fazla balık yenildiği için insanlar hastalanıyordu. Bu göz önüne alındığında cüzzam hastalığı balıktan insana bulaşıyor gibi görünse de bu konuda o zamanlar henüz bir araştırma yapılmamıştı.

Cüzzam hastalığı kapmış kişilerin iyileşmediği, yaşarken etlerinin çürüyüp, kemiklerinin ayrılıp çok büyük acılar çekerek öldükleri biliniyordu. Fakat onlardan intihar edenler hiç duyulmamıştı. Gerçi, böyle iyileşmez ağır bir hastalığa maruz kalmış biri, çektiği acıları hafifletmek için intihar edebilirdi. Ancak onların intihar ederek dertlerinden, acılarından kurtulamayacakları şeklinde bir düşünce bizim anlayışımızda, inancımızda vardı. İntihar ederek ölen kişinin ruhunu Tanrı Aybıt Ayıı Toyon, Aşağı Dünya’nın kapısına gidip ruhunu kurtarmaz; onun ruhu, doğduğu Orta Dünya’da başıboş olarak gezer diye bir düşünce vardı. Farklı yerlerde intihar edenlerin ruhlarıyla ile ilgili insanların duyduğu, onların hoşuna gitmeyen, korktukları birçok olumsuz hikâye, rivayet vardı. Cüzzam hastalığına yakalanan hastalar, bir müddet yapayalnız ıssız ormanda, kulübelerinde ölecekleri günü bekleyerek dert ve sıkıntı çekerler ama ruhumuz kötü, başıboş bir melek olacak diye korktuklarından intihar etmezlerdi.

Cüzzam hastaları, kulübelerinde yaşarken beş altı gün boyunca insanların getirip bıraktıkları yemekleri almayınca onların öldüğü düşünülüyordu. Çok dikkatli bir şekilde, onun yaşadığı kulübeyi uzaktan gözetleniyordu. Öldüğünden emin olduklarında, eğer yazın ölmüşse kulübeyi dışından yıkıyorlar; buraya, insan ve hayvan yaklaştırmıyorlar, ağaç ve dal parçalarını kulübenin üstüne yığıyorlardı. Fakat cüzzam hastası kışın ölmüşse kulübenin üstüne ve çevresine kuru ağaçları koyarak yakıyorlardı. İşte böyle, cüzzam hastalığından ölen kişiyi başka bir hastalıktan ölmüş gibi tabuta koyup çukur kazarak gömmüyorlardı.

Doğrusu, cüzzam hastalığı dünyadaki bütün halklar arasında bilinen bir hastalıktır. Eski Yunan doktorları bu hastalığa lepra derler. Tıp bilimine Latince lepra olarak girmiştir. Ruslarda prokaza, Sahalarda ise aran derler.

Yabancı yerden Mastaah’a gelen merhametli hemşireye, Mastaah’ın çevresinde yaşayan halkın arasında bulunan cüzzam hastalarının yaşadığı yerleri gösterip onların yaşadığı kulübelere girerek onlarla konuşmalarını dinlemek, Muhtar Kıççık Miiterey’in içinde çok fazla korku oluşturmuştu.

Ketti Marsden Hanım, Mastaah Gölü çevresinde yaşayan halka sorarak cüzzam hastalarının yaşadığı yerlere birkaç defa gitti. Buradaki cüzzam hastalarına, başka yerde defalarca gördüğü hastalarla kıyaslanamayacak şekilde gaddarca davranıldığını, onların çok kötü şartlarda yaşadıklarını gördü. Hastaların yaşadığı kulübeler, yaklaşık dört metrekareydi. Bu kulübe, yere kazılmış yarım metrelik çukur içine ağaç direklerin dikilmesi suretiyle meydana getirilen duvarlardan yapılmıştı. Kulübenin yüksekliği yaklaşık iki metreydi. Dış tarafında en fazla yirmi beş santimetre genişliğinde penceresi vardı. Pencerenin yanındaki duvarın dibinde tahtadan bir yatak, kulübenin kapısının bulunduğu köşede küçücük topraktan yapılmış bir ocak, ocağın karşısındaki duvara bitişik küçücük tahta bir masa, kütükten kısa bir sandalye, küçük bakır çaydanlık, küçük bakır kazan ve ahşap bir kap vardı.

bannerbanner