
Полная версия:
Şehir Mektupları
manzumesinde vezin ve kafiye olmadığını iddia edenlerin:
Boynuma kabak takarım,Hovardayı gözünden çakarım.A dinga dinga din kabak...... sevdiği kıza bak.şarkısındaki kafiyelerin mukayyet84 olduğuna karar verdiklerini Karşı85 gazeteleri yazıyorlar.
Çok fazla içip durmaktan dilaltı86 olan biri, geçen kandil gecesi fitil gibi dolaşmakta iken düşüp de çürük kellesinde kaldırım çiçekleri peyda olunca, zariflerden biri, aşağıdaki beyti okuyarak o kişiye vermiştir:
Kandil günü gökkandil olup gezme sokakta;
Bayram günü meyhanede yat, kalma konakta.
Malumat:
“Pek iyi ama ramazanda ne yapsın?”
Mektupçu:
“Geçmiş gecelere mahsup ederek akşamdan ayılmaya gayret etsin.”
13
“Havadis-i belediyye” terkibini kabul eder misiniz? Bu yeni tabir, âdeta, “havadis-i medeniyye” nevindendir. Birbirine pek ziyade yakındır. “Havadis-i medeniyye” sütunu altında bulunan fıkralar yeni icatlardan, ilme ve fenne dair mühim keşiflerden, sanayiye ait reformlardan ve düzenlemelerden ve buna benzer şeylerden bahsettiği gibi “Havadis-i belediyye” dahi yalnız bizim şehirde icat edilen şeylerden dem vuracaktır. Bu hafta içinde Havadis-i Belediyye’ye dair kulağıma gelen mühim haberleri, itibarlı Malumat gazetesine ulaştırıyorum.
Bakırköy’de oturmakta olduğum için, oranın belediye durumunu oldukça bilirim. Eski müdür, bin zahmet, bin sıkıntı çekerek, orada bir “bahçe” vücuda getirdi. Bahçede ağaçlar, çiçekler bitti; otlar, çimenler çıktı, “lâk” dedikleri bizim büyük havuzlardan bir tane yapıldı. Su verecek makinesi yerli yerine konuldu. Kadınlara, erkeklere mahsus yerler ayrıldı. En son, buraya bir kiracı bulmak meselesi çıktı. Kiracı bulundu. Onlarca “eksiltme kaimesi” denilen kâğıt çıkarıldı, karşılıklı imzalar atıldı. Fakat, bir mesele askıda kaldı:
Biraya izin verelim mi, vermeyelim mi? İki komşu:
“Hayır olmaz!” der. Zabıta:
“Bizce bir mâni yoktur.” diye cevap verir.
Bahçe, kahve ile işlemez. Tekrar belediyeye müracaat ediliyor. “Bir şeye benzetiriz!” cevabı veriliyor. Nasıl?
Kadıköy Belediyesi de Haydar Paşa Rıhtımı’nı doldurmak için, önüne gelen yere toprak yığmaktadır. Pekâlâ! Fakat yerler çok yufka olduğu için, geçen gün bağ arabalarından birine binmiş olan bir familya87 halkı, arabanın dolan yerlerden birine batıp devrilmesi yüzünden, az çok hırpalanıp yaralandılar. Hanımlarla araba güç hâlle kurtuldu. Zannederim ki biraz dikkat, epeyce büyük kazaları savuşturur.
Sırası gelmişken, belediye dairelerine birer ricada bulunayım: Bizim arabacılarımızın hâlini kendileri bizden daha iyi bilirler. Bir kere daha tembih edilemez mi ki bu adamlar, iradenin dizginini her yerde beygirlerin çenelerine bırakmasınlar. Bahçekapı’dan Köprü’ye gitmek kadar, şehrimizde tehlike atlatacak bir yer daha düşünülemez. Ya, Köprü başında? Maazallah! Zaman oluyor ki halk, kaçacak yer diye, birbiri üzerine çıkıyor. Üstü başı temiz bir zat görmesinler, yirmi tane araba birdenbire hareket ederek bu işler için zaten dar olan o meydanı kaplıyorlar. Geçen gün, iki kadın ile üç yavru bunların arasında birbirini kaybettiler. Çocuklar, “Anne! Abla!” diye bağrışır. Kadınlar, “Kızım! Oğlum! Kardeşim!” diye haykırırlar. Fakat kim dinler! Sürücüler, yine; “Beyefendi! Küçük bey! Gözlüklü efendi! Paşa baba! Hanımefendi!” Küçükhanım! diye feryada devam ettiler. Kadınlar, çocuklar güç hâl ile kavuştular. Üç dakikada bir hasret ki tarif edilemez.
Hatırda mıdır? Şehri güzelleştirmek maksadıyla, arabacıların tek çeşit elbise giymeye mecbur edilecekleri söylendi idi. Bu fikir yerine getirilseydi ne kadar şık olurdu. Eğer buna himmet edilir ve kamçıların ipleri de küçültülürse, belediye adına gerçekten hizmet edilmiş olur.
14
Sıcaklar arttıkça serin yerler aramak, âdeta, tabii bir ihtiyaç hâline geliyor. İnsan, Boğaz’da yükseldikçe yükseliyor. Ben bile, kısa zaman için Göksu’yu bırakarak Sulara88 doğru aktım. Büyükdere’de89biraz oturup karnımı doyurayım diyerek uzunca, bahçesi denize kadar uzanan bir lokantaya girdim. Sofrada alafranga, beyaz, kar gibi örtü. Takımlar temiz. Ortada bir liste.
Ben zaten deniz havasını bilirim. Beni her zaman acıktırır. Lüzumundan fazla masrafa sokar. Listeyi ele alır almaz içindekilerin her birinden birer tabak yemek istedim. Ne de güzel ne de ustalıkla yazılmış:
Piliç suyuna çorba, piliçli pilav, pirzola, tas kebabı, orman kebabı, şiş kebabı, dağ kebabı, Büyükdere kebabı, İzmir köftesi. Bunlar, etli yemekler. Gelelim sebzelere: patlıcan beğendi, patlıcan musakka, patlıcan oturtması, patlıcan silkmesi, patlıcan imambayıldı, patlıcan tavası, ayşekadın, barbunya, çalı fasulyeleri, bamya (etli), domates dolması, türlü (güveç ile).
Balıklar: barbunya (tavası), kefal (pilakisi). Yemişler: kavun, karpuz, şeftali, armut (akça). Şarap ve türlü peynirler…
Tamam! Her şey var. Fakat, hangisini yiyeyim? Çorba; hava sıcak. Tereyağlı pilav; sonra. Piliçli pilav; birdenbire tıkar. Piliç kızartması; kupkuru. Piliç soğuğu; söğüşten ne çıkar? Piliç ekşilisi; kim bilir nasıl şey? Biftek; burada pişirmezler. Fileto;90 insan Yani’de olup da yemeli. Pirzola; bizde de yapıyorlar. Tas kebabı; yemeden bıktım. Orman kebabı; burası yeri değil. Şiş kebabı; biraz durdum. Dağ kebabı; işitmediğim bir yemek. Büyükdere kebabı; şaştım. Patlıcan kebabı; şiş kebabından ne farkı var? Kuzu ciğeri; vakti geçti. Kuzu başı; işkembeci dükkânında mıyım? Kuzu fırında; şimdi tatsızdır. İzmir köftesi; hiç sevmem. Patlıcan beğendi; patlıcanı ez, üzerine tas kebabı koy, ver müşteriye! Yenmez. Patlıcan silkmesi; o da öyle. Patlıcan imambayıldı; zeytinyağlıdır. Patlıcan tavası; bir tanesi yenir. Ayşekadın, barbunya, çalı fasulyeleri; sebze dedik ya! Bamya (etli); sıvışık. Domates dolması; iyi pişiren olsa! Türlü; karmakarışık şeyden hoşlanmam. Barbunya; bu fena değil, hem alafrangada önceden balık yenir. Kefal pilakisi; şimdi hiç yenmez. Kavun; acaba topatan mı? Karpuz; soğuk mu? Şeftali; sulu mu? Armut; porsiyonu kaça? Şarap; yerlidir. Türlü peynirler; malum ya, kaşar, beyaz, gravyer, Felemenk.
Ben bu düşünce, bu tereddüt içinde iken cingöz bir garson:
“Efendim, ne buyuracaksınız?” dedi. Artık, “düşüneyim” olmaz. “Şiş kebabı.” dedim. Dedi ki:
“Yanına biraz fasulye koysun mu?”
“Peki, fakat önceden bir barbunya ver. Şarap getir. Yemiş de getir.” dedik. Emirlerim sırasıyla yerine getirildi.
Yemek yerken sordum:
“Buraya ne derler?”
“Pamuk Yani!”
Pamuk Yani mi? Dikkat ettim: Topuz gibi biri. Beyaz bıyıklı, karnı çenesinden ziyade ileriye fırlamış. Pekâlâ! Ağzımızı sildik. Borcumuzu sorduk. Herif pamuk değil, çelik imiş. otuz beş demesin mi… Zengin ahbaplarımdan biri ile bazen böyle yerlere gelip de ben garsonun hesabını incelemeye kalkıştığımda:
“Dokunma. Buralarda hesap sormak ayıptır.” derdi. Keşke demez olaydı! Her sözü tutmam da bu zararlı öğüdü tutarım. Kuzu gibi iki mecidiyeyi verdim. Silik bir çeyreği cebe atarken, düşünüp de hazım kabiliyetim bozulmasın diye birdenbire dışarıya fırladım.
Daha kapıdan çıkar çıkmaz bir araba durdu. Benim “zengin ahbaplardan” dediğim zat içinde. İçimden “Biraz önce gelseydin ne olurdu?” diye söylendim. İki taraftan, bir “Vaay!”dır gitti. Sordum:
“Nereye?”
“Bendler’e!91 Haydi, beraber gideceğiz.”
“Olur.”
Arabaya atladık. Daha ömrümde Bendler’e gitmemiştim. Bu ilk ziyaretten doğacak sevincin pek çok olacağını tahmin ediyordum. Her ne ise! Araba zıplar, biz zıplarız. Maltız Mahallesi’nden geçtik. Karakol’un önünden Büyükdere Çayırı’na girdik. İnce, pürüzlü bir zurna sesi, gürültülü bir davul bizi karşıladı. Eski tunç renginde iki Kıbti, birden temenna ederek arabaya yaklaştılar. Arkadaşım biraz şık, âdeta hoppaca olduğundan:
“Biraz dinleyelim.” dedi. Durduk. Zurnacı boğazının yan damarlarını şişirerek bir ‘medet!’ kopardı, yahey! Davul da basso tutuyor. Uşşak92 üstünden biraz gezinir gezinmez:
“Allının allısıyım ben.Kara kızın ablasıyım ben!”diye bir feryattır koptu. Meğer üç dört nazenin yüzlü, etrafımızı sarmışlar. Başlarında tabii çiçeklerle süslü örtüler, rengi atmış, önü yırtık mavi yeldirmeler, kırmızı renkte şalvarlı entariler, o kınalı parmaklar, rastıklı kaşlar, kar gibi dişler, sicim gibi örgülü perçemler. Arada bir göbek hoplaması -nasıl tarif edeyim?– bir nağme, bir cümbüş ki hakikaten çingenece. Hava değişti, yine hep bir ağızdan:
“Sevdiğim Bursalı, BursalıBana gel her salı, her salı!”türküsüne girdiler. Arada bir mâni:
“Adam aman ne derde,Ne belaya uğradı garip başım, ne derdeBen onun kurbanıyımBeni sevmez ne eder de?”Ooh! Yahey! Yaşa! Yarım saat böylece dinlendikten sonra, yine yolumuza revan olduk. Sultan Suyu denilen yere geldik. Bir alay da orada koptu. Zurna, klarnet, davul, çifte nağra,93 laterna.94 Bir çalgı topluluğu ki alaturkası da var, alafrangası da. Orada da birkaç hava dinledikten sonra, yine yollandık. “Kambur” deniyor, bir yere geldik. Burası sakin, gürültü yok. Karşımızda koca bir su terazisi; yapılır şey değil. Tam bir alçak gönüllülükle altından geçerek yürüdük.
Bendler, hakikaten Osmanlı medeniyeti eserlerinden örnek verecek heybetli tesislerden imiş. Hayret içinde kaldım. Çevrenin latifliği, o ormanların güzelliği, şairce düşünenler için epeyce sermaye verir. Ne çare ki zurna bizi orada da yakaladı.
Büyükdere piyasası pek güzel oluyor. Akşamın saat on ikisinde95 başlayan bu gezinti, gecenin üçüne, hatta dördüne kadar sürerek gündüzün cayır cayır yanan ateşzedeler, gecenin kararsız tazeliğinden şöylece istifade ediyorlar. Çevrenin gözlere ve düşünceye bahşettiği tatlılık dolayısıyla, bu piyasaların parlaklığı çoğalıyor.
Fakat, gazinoda oturmak için epeyce yürek ister. Kendine güvenmeyen içeriye girmesin. Ne diyorlar, biliyor musunuz?
İnsan, Büyükdere’ye para yemeye gelirmiş. Doğru. Fakat vapur parasına kadar soyulursa burası biraz endişe vermez mi?
Meşhur kemancımız Tatyos,96 bu sene yine Çırçır’da97 kemanını öttürüyor. Fasıllar yapıyor. Karakaş,98 Kanuni Şemsi,99 Tamburi Yuvakim100 birleşmişler. Fakat geçen pazar günü gibi yağmur yağacak olursa tente altında oturmak hoş kaçmıyor. Ne var ki dinlenecek bir saz takımı varsa o da ancak bu takımdır. Çırçır sahibinin yüksek zevkini zaten işitmişiz: Derme çatma şeylere iltifat etmez.
Ne dersiniz? Tuzlu şeyler yiyip de sulara gitmek âdeti henüz kaybolmamış. Ben bile bir içgüdü ile, sardalya yiyip gitmeyeyim mi? İç bire, iç! İnsan kırbaya101 dönüyor. Bereket versin su durmuyor, akıyor. Yoksa ben de İstanbul’a davul gibi bir karınla dönecektim.
15
(Âşık ile sevgili üstünedir)– Facialı ve gayet yanık komedya —
Perde: 1
Fasıl: 2
Tablo: 3
Kanto:102 4
Bale: 5
Perde açıldığında alafranga bir yatak odası. Yan tarafta, bir mermer masa üzerinde lavmana.103 Onun yanında örtülü, ayaklı, çekmeceye benzer bir şey. Sıkı sıkıya kapanmış pencereler. Tek, madenî, kabarık bir karyola, kanepe, iskemle, sandalye, koltuk, yastık. Geyik evini tasvir eden bir levha. Karpuz, üzüm, şeftalili bir levha daha. Yaz mehtabı. Hava sıcak. Âşık, ayakta terini siliyor. Sevgili, köşede oturmuş, gözlerini süzüyor. Konuşma Fransızca oluyor.
Sevgili:
“Siz beni seviyor musunuz?”
Âşık:
“Bütün kalbimle, madam.”
Sevgili:
“Ne vakitten beri seviyorsunuz?”
Âşık:
(Bir hayli düşündükten sonra) “İşte, o günden beri…”
“Oof! Hava da sıcak. Şu ceketimi çıkarır mısınız?”
“Başüstüne!” (Vişneçürüğü, üzeri siyah kaytan ile oymalı yakası sarımsı dantelalı, kısa ve dar kollu ceket çıkarılır. Ufak, düz bir gerdan ile bir karış yüz ölçümünde dekolte bir göğüs, yumuk iki omuz görünür.)
(Süzülerek) “Hâlâ seviyor musunuz?”
“Şüphe mi var, madam? Görmüyor musunuz? Neler çekiyorum…”
“Hava da pek ağır! Şu korsemin bağlarını çözer misiniz?”
“Başüstüne, madam!” (Çözer çözmez “puf” diye bir göğüs sedası, dümbelek bir karın şişkinliği.)
“Oh! Biraz genişledim.”
“Evet…”
“Benden evvel bir başkasını sevdiniz mi?”
“Kabil mi? İlk aşkım bu. Ben yalnız sizi sevdim, severim, seveceğim, seviyorum.”
“Teşekkür ederim. Fakat siz de sıkılıyorsunuz, ceketinizi çıkarın.”
“Başüstüne, madam!”
“Yanıma oturmaz mısınız? Fakat, bu hararet ne olacak! Jüpon bile sıkıntı veriyor. Çıkarmaz mısınız?”
(Beyaz dantelalı diğer bir şey daha çıkarır.)
“Ama siz de terliyorsunuz. Yeleğinizi çıkarın, boyun bağınızı çözün.”
“Peki, başüstüne madam!”
“Aşk hakkında fikriniz nedir?”
“Sizden başka fikrim yoktur. Yanıyorum.”
“Bari gömleğinizi de çıkarın. (İnce ten fanilası, aralığından bir iki göğüs kılı perçemi) Ah! Madam…”
“Söyleyin mösyö…”
…
“Fakat iskarpinlerim de…”
“Çıkarayım…”
“Zahmet ama çoraplarımı da çıkarmaz mısınız?”
“Başüstüne!”
“Ya siz pantolonunuzu neden çıkarmıyorsunuz?”
“Aman! Ne kadar esniyorum…”
“Karyolanıza yatsanız ya…”
(“Güm” diye bir ses. Madam yatakta, mösyö ayakta.)
“Sizin uykunuz gelmedi mi?”
“Uyuyalım mı, madam?”
“Elbette!”
(“Güm” diye ikinci bir ses daha. Ah! Ooh! Oof!)
Âşık, kendi kendine:
“Başımda bir ağırlık var. Evet, evet; uyumalıyım. Çaresiz uyumalıyım.”
(Derin, dik sesli bir esneme. Gözlere su hücumu. Çene ayrılmaları. Ufaktan nefes. Gözlerde alajapone104 bir uzanış. Bir esneme daha, bir daha. Kalın, haykırtılı bir esneme daha. Peşinden bir horultu, burun ıslıkları, bir iki ağız şapırtısı. Tek tük lafımsı sedalar… horultu)
“Bu mösyö mutlaka ahmaktır… Mutlaka, benimle eğleniyor. Benim gibi kadınla eğlenmek ha!”
(“Güm” diye üçüncü bir ses daha. Mösyö karyoladan aşağıya. “Aman” sesleri, çırpınma. Apartmanda telaş belirtileri. “Ne var?” sedaları. Anahtar şakırtıları. Mösyöde telaş. Yere düşmüş. Yerde, akşamdan kalma kadeh varmış. Ayağına çarparak kırılmış, kesmiş. Kan akıyor. Basamayıp sekiyor. Kapıdan “tık tık!” darbeleri. “Açın!” diye bağırtı. “Bu ne rezalettir…” sözleri. Meğer sürahi de devrilmiş, aşağı odaya akmış.)
16
Cenabıhak mübarek oruç ayını kadın ve erkek bütün inananlara uğurlu kılsın, âmin!
Tebriklerimi şu biçimde arz eyleyişimden maksadımın ne kadar samimi olduğunu elbette hissetmişsinizdir. Gerçi pek çok söylenmiştir. Fakat gönüller, içine doğanı doğru ifade etmek için başka bir deyiş bulmaya lüzum görmez değil mi? Esasa gelelim:
Elde işkembe fener, arkada zenbîl-i sahurGece faslında şikem – hârelerindir meydân 105berceste106 beytinin unutulmaz şöhretli nâzımı olan merhum Sabit107 şimdiki İstanbul şehrinin aydınlatma şirketini ve zenbil modasının geçmiş bulunduğunu görmüş olsaydı, ilk mısrası ne türlü bir edebî kılığa sokardı? Bunu halledene, ben kulunuz tarafından büyücek bir aferin verilecektir. İşte biz, şair ve edipleri yine merhumun:
Yevm-i şek niyyetine şîre sıkarken yârânSıkboğaz etti gelip şahne-i şehr-i ramazan 108seçkin matlasının109 anlattığı “sıkboğaz etmek” birleşik mastarı ile şöyle bir zamanda sıkboğaz ederiz. Er olan, meydana çıksın! İkinci mısraya gelince orasını Baba Yaver’imiz halletsin.
Oruç hâli bu ya! Vakit geçirmek lazım. Elde, yerlere sürünür kuka110 tespih; belde, açlığı gidermeye yarar düşüncesiyle, bir yün kuşak; dilde, harareti önlemek ümidiyle, şapırtı; belki öte beri görürüm, hevesiyle gözde gözlük; omuz ileri, sırt geri; bir seker, bir oyalanır; gözler süzük, surat uçuk, dudaklar asabi titreyişlerle titrek, “yılbaşı, yevm-i şek” diye akşamdan fazlaca kaçmış olduğu için vücudun bütün bölgeleri, kısımları, oyukları ve adaleleri uçar gibi gezinirken hatırıma yine bizim gazeteler geldi. Aman, efendim! Gül bre, gül! Ne latif şeyler! Bunlar da tonton! O ne tuhaf isimler! Neler, ne makaleler! Hele, ilan kısmına bakın! Bizim Mösyö Baldo’nun, kuvvet vermek için, ispirtosuz halis İngiliz kınakınasını derhâl görürsünüz. Bel ağrılarına şifa imiş. Biraz daha ileriye gidin. Yine onun balık yağı. İnsanı semirtir imiş. Rica ederim, biraz daha göz gezdirin:
“Meraklılar”a (zevk sahibi, meraklı olanlara) mahsus terzi mağazası (hastane olması ihtimali de var) nefes darlığına ve göğüs nezlesine karşı ilaç (Tramvay Şirketi’nin dikkatini çekeriz), altı ayda Fransızca öğreten bir şöhretli üstat. Frengi, belsoğukluğu, tuzlu balgam,111 mayasıla112 bakan bir hanım. Köşeye sıkışmış bir şakalı fıkralar bölümü. Geçen yazdan kalma, galiba hanımelinden yapılmış bir solgun demet. Akşam ezanının on ikide okunur olduğunu gösteren günlük ramazan takvimi (imsakiye). “İcmal-i Melaib” başlığı altında, Suriye’den gelme bir oyuncu. Yine Portakalis’in şurubu. “Hayret!” başlıklı bir saç boyası. Mihyoti’nin konyağı. İki fikir üzerine makbuldür diye, Rumcadan Fransızcaya, Fransızcadan Ermeniceye, Ermeniceden yine Rumcaya, Rumcadan bir daha Fransızcaya tercüme edildikten sonra, tatlı söyleyişli Osmanlı diline geçirilen bir şey. Yeni Cami ayarı ile113 hareket eden İdare-i Mahsusa vapurları. İki gözüm Osmanlı Bankası’nın yüzde beş faizli ilanı. Midenin bütün hastalıkların kaynağı olduğunu insanlığın hakikati aramakla meşgul olduğu zamanlarda anladığını bildiren lezzetteki nefislik… Adlı, sanlı, şanlı bir tebliğ varakası. Damla114 tedavisine mahsus bir oluk bulunduğunu haber veren müjdeler de görürsünüz. Oh! Ey, kahkaha! Neredesin?
Bırakın o sahifeyi, geçin günün mühim bahislerine:
“Servet” te115 Şehzadebaşı, Fatih, Haliç, Aksaray, Fındıklı muhabirleri gırtlak gırtlağa gelmiş, saracak adam arıyorlar. “İkdam”116 Birinci Belediye Dairesi aleyhine niye yazmış diye bir makale. Biri: “Kaldırımlar bozuk.”, öteki: “Sağlam”, beriki: “Henüz tamirden çıkmış.”, daha öteki: “Hiç kaldırım yok.” diyor. Efendinin bülbülü, “La Muse Ottomane” (La Müz Otoman) diye bir mağaza. Edebiyyat-ı Cedide117 hakkında edebî devirlerimizden yapılmış, kendiliğinden işler bir özetleme. Boğaziçi’nde Hülya mevkisinde bir temaşa. Hacı Reşid-i Binevâ’nın118
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Mazmun: Bir mısrada, beyitte, cümlede, şiirde, parçada, sözde gizlenen anlam, çağrışımlar yaptıran sanatlı söz, deyiş.
2
Adalar: İstanbul’a yakın, bugün bie ilçe teşkil eden dört ada: Büyükada, Heybeli, Kınalı, Burgaz.
3
Şirket-i Hayriye:1850- 1944 yılları arasında, İstanbul şehir hatlarının bazı kesimlerinde vapur işleten bir Türk anonim ortaklığı
4
Yenibahçe: İstanbul’da bugünkü Vatan Caddesi ile Surlar ve Malta arasına düşen bir semt. Ahmed Rasim’in anlattığı zamanda, orada bir koru vardı; çayırlıkta koç güreşleri ve başka şenlikler yaptırılırdı.
5
Akustik: Ses tertibatı, işitme düzeni.
6
Sa’d-âbâd: Haliç’in ucundaki kıyının kuzeydoğusunu kaplayan Kâğıthane semtine, Lâle Devri’nde verilen ad. Bu semti Haliç’e Kâğıthane deresi bağladığı gibi Göksu ile Küçüksu’yu da Göksu deresi bağlamaktadır.
7
Göksu: Boğaz’ın Anadolu kıyısındaki Küçüksu’nun arkasında, deresi, çayırlığı ve buralarda yapılan eğlenceleri ile ünlü bir gezinti yeri…
8
Yadigâr: (burada) ‘‘Baş belası’’ anlamındadır.
9
Hisarlar: Boğaziçi’nde birbirlerine karşı kıyılardan bakan Rumeli ve Anadolu hisarları.
10
Kadıköy tarafının, Marmara kıyısı boyunca, başlıca semtleri.
11
A. Rasim’in uydurduğu Arapça bir cümle: ‘‘Sağlığı korumak, deniz hamamlarında yıkanmakla olur.’’
12
Malumat: 1895’ten itibaren Baba Tâhir’in çıkardığı, tanınmış bir gazete. Uzun bir süre haftalık,bir aralık da günlük olarak çıkmıştır.A.Rasi, ‘‘Şehir Mektupları’’ kitabındaki yazılarının çoğunu, ilkin bu gazetede yayımladı.
13
Maslak: İstanbul’da Şişli kazasından Boğaziçi’ne inen yol üzerinde bir gezinti, dinlenme yeri. Zincirlikuyu: Şişli’ye bağlı semtlerden biri.
14
Bergamudi: Turunçgillerden bir meyve olan ‘‘bergamud’’ un renginde, sarımsı pembe.
15
Bismark rengi: Koyu kahverengiye çalar bir renk.
16
Velosiped (velocipede): Bisiklet.
17
Büyükdere: Boğaz’ın Rumeli yakasındaki uzak semtlerden biri.
18
Turn right: (İngilizce) Sağa geriye! demektir. Denizcilik ve trafik terimidir.
19
Harem, selamlık: Büyük konaklarda kadın ve erkeklere ayrılan yerler.
20
Ayvaz: Mutfak ve yemek hizmeti gören uşak.
21
İbrikdar: Eskiden misafirlere ibrikle su döken kimse.
22
Müştemilat: Büyük bir binaya ek ve gerekli olan küçük binalar.
23
İspir: At uşağı.
24
Taya: Dadı.
25
Halayık: Cariye.
26
Çekçek: Dört tekerlekli el arabası.
27
Paraşol (paraçol): Tek atlı, üstü kapalı, dört tekerlekli, yanları açık araba.
28
Brik: Tek atlı, iki tekerlekli, oturulacak yerleri yanlarında olan araba.
29
Kupa: Her tarafı kapalı, dört tekerlekli ve iki yanda pencereleri olan araba.
30
Lando: Çift körüklü, dört tekerlekli, büyük araba.
31
Abraş: Alaca benekli.
32
Yaşmak: Eskiden kadınların giydikleri ve ferace adı verilen manto ile beraber başlarına örttükleri tül. Yalnız gözleri açıkta bırakan bu tülün uçları boyuna dolanırdı.
33
Yeldirme: Eskiden, kadınların yazlık mantolarına verilen isim. Yeldirme ile yaşma kullanılmaz, başörtüsü kullanılırdı.
34
Kerpiçe (karpiçe): Ayakkabı çivisi, kabara.
35
Küpeşte: Gemilerin güvertesini çepeçevre çeviren parmaklık.
36
Turn right! sağa kır; stop her! (durdurun!) anlamında,İngilizce denizcilik terimleri.
37
Full speed! (tam yol!) Denizcilik terimi.
38
İdare-i Mahsusa: O zaman İstanbul şehir hatlarının bir kısmı ile bazı memleket sularında vapur işleten başka bir şirket.
39
Sarıyer: İstanbul’da boğazın Rumeli yakası semtlerinden birisi.
40
Kirye: Bey, Oriste: ‘‘Buyurun!’’ anlamlarında Rumca hitaplar.
41
Terkos: İstanbul’un Terkos gölünden alınma su şebekesi.
42
Kremis: Avusturya altını.
43
Mecidiye ve çeyrek: Biri yirmi kuruşluk (beşte bir altın değerinde) öbürü beş kuruşluk gümüş para birimleri. (Bunların, çok kullanılmaktan dolayı silik ve altın veya gümüş miktarlarının eksilmiş olması gümüş ve altın değerlerini azaltıyor.)
44
Verdu: Beyoğlu yakasında Tünel’in yukarı ucunda bir gözlükçü ve saatçi mağazası idi.
45
İkdam: 5 Temmuz 1894’te Ahmet Cevdet tarafından çıkarılmış gündelik gazete. Meşrutiyet’ten sonra da çıkmaya devam eden ikdam, Abdülhamit Devri’nin iki mühim gazetesinden biridir.
46
Mostura: Göstermelik numune.
47
Redingot: Uzun etekli, ardı yırtmaçlı, çift sıra düğmeli tören ceketi.
48
Fukara-yı sâbirîn: Muhtaçlığını gizli tutarak herkese göstermeyen yoksullar.
49
Sebilci: Sebilde hayır için su dağıtan kimse.
50
Santur: Kanun gibi mâden telli bir çalgı.
51
Armonik (armonika): Herbirine üfledikçe ayrı ses çıkan delikli, küçük ağız çalgısı.
52
Kaside: Övgü veya yergi şiiri, (burada) dilencinin makamla okuduğu övücü veya hikmetli manzume.
53
İdare-i keam: Hâle uygun laf etmek.
54
Köprücü: Galata Köprüsü’nden geçmek, uzun bir süre, ücretli olmuştu. Bu parayı kesen memurlara Köprücü deniyordu.
55
Camgöbeği: Yeşile çalar mavi.
56
Laden: Beyaz, pembe, sarımtrak bir süs bitkisi.
57