![Kerem ile Aslı](/covers/69428431.jpg)
Полная версия:
Kerem ile Aslı
![](/img/69428431/cover.jpg)
Kerem ile Aslı
Kerem ile Aslı
Eski zamanlarda İran’ın İsfahan şehrinde çok adil bir hükümdar vardı. Memleketi çok güzel idare eder, kimsenin hakkını kimsede bırakmazdı. Bunun için herkes tarafından sevilirdi. Fakat bu hükümdar talihinden şikâyet eder, mesut olmadığına yanardı. Çünkü dünya yüzünde tek bir evladı yoktu.
Bir gün makamında otururken düşünceye daldı, kendi kendine; “Ben…” dedi. “Yeryüzündeki insanların en bedbahtıyım. Ölünce namım dünyadan silinecek, adımı kimse ağzına almayacak. Ne olurdu Cenabıhak bana bunca görkem ve servet yerine bir tek evlat verseydi. O vakit ben de diğer insanlar gibi hâlimden şikâyet etmezdim. Zenginlik, mevki, rütbe, şan ve şöhret insanı mesut edemez.” Saadet, ekmek parası kazanmaktan âciz bir adama gülümsüyordu, şöhreti her tarafı saran bir iktidar adamına dönüp bakmıyordu bile!..
Hükümdarın bir de Keşiş Hazinedarı vardı. Tuhaf değil midir ki, bu Keşiş’in de şimdiye kadar hiç evladı olmamıştı. O da talihinden şikâyetçiydi.
Hükümdar, kendi kendine söylenirken içeri Keşiş girdi. Efendisinin hatırını sordu. Hükümdar zaten dertleşecek bir arkadaşın gelmesini bekliyordu. Hemen içini dökmeye başladı:
“Görüyorsun, çok fena vaziyetteyim. Bir insan ne kadar çok yaşasa da bir gün muhakkak ölür, hiçbirimiz bâki değiliz. Lakin ölünce yeryüzünde bir iz bırakamadan, çabucak unutuluvermek tecellilerin en acısıdır.”
“Ah benim devletli efendim. Ben de aynı dertten mustaribim, benim de dünya yüzünde tek bir zürriyetim yok fakat gam yemiyorum. Çünkü insan ne kadar düşünürse o kadar üzüntülü olur. Senin de gece gündüz düşünmen lazım. Mal, mülk, para vs. her şeyin tamam. Yalnız bir noksanın var ki, buna sahip olsaydın baba olamamanın acısını unuturdun.”
Hükümdar merakla sordu:
“Aman Keşiş. O noksan neymiş? Söyle de hemen icabına bakalım.”
Keşiş kısaca anlattı:
“Çok basit devletlim, çok basit. Hem de çabucak yapılması mümkün! Öyle bir bahçe yaptır ki, içinde havuzlar bulunsun, renk renk çiçekler olsun. Ağaçlarında çeşit çeşit kuşlar ötsün ve muhtelif yerlerinde şırıl şırıl sular aksın. Sonra devletli efendim de bahçeye gelip gönlünü avutsun.”
Hükümdar Keşiş’e hak verdi:
“Çok doğru söylüyorsun, böyle bir bahçe yapılması için derhal emir vereceğim.”
Ertesi gün memlekette ne kadar mimar, mühendis varsa davet edildi. Onlara gerekli olan ne kadar bahçıvan varsa saraya getirtildi.
Tam bir buçuk sene süren devamlı bir çalışmadan sonra bahçe ikmal edildi. Hükümdar büyük merasim ile bahçenin açılış törenini yaparak memleketin fakir fukarasına para dağıttı, ziyafet çekti.
Bahçe hakikaten insanın acı ve kederini dağıtıyordu. Hükümdar ile Keşiş her gün bahçenin güzel bir yerine oturuyorlar, dereden tepeden konuşuyorlar, kuşların ötmelerini, suların şırıltılarını dinliyorlar, rengârenk çiçeklerin bayıltıcı kokularını içlerine çekiyorlar, kederi hatırlarına bile getirmiyorlardı.
Bir gün hükümdarın karısı Hanım Sultan’la Keşiş’in karısı bahçeye gezmeye geliyorlardı. Önlerine ağaç fidanları satan bir köylü çıktı:
“Ucuz veriyorum, birer elma fidanı alınız, bahçelerinize dikiniz. Göreceksiniz, yakın zamanda meyve verecekler.”
Hükümdarın karısı ile Keşiş’in karısı birer elma fidanı aldılar, getirip bahçeye diktiler. Artık ikisi her gün geliyorlar, fidanlarını seviyorlar, büyütmeye çalışıyorlardı. Bu iki kadın, elma fidanlarıyla uğraşırken âdeta teselli oluyorlardı. Diyorlardı ki:
“Evladımız olmadı, bari birer ağaç yetiştirelim de meyvelerini yiyelim.”
Fakat büyüyüp kocaman ağaç oldukları hâlde fidanları meyve vermedi. Hükümdarın karısı bu duruma çok üzüldü:
“Ya Rabbi, yeryüzünde bir evladım yok. Bari bir ağaç yetiştireyim dedim. Fakat bu hususta da şansım yaver gitmedi. Her ne olursa senden olur.” diye yalvardı ve bir ağacın dibinde uyuyakaldı.
Rüyasında fidanı aldığı adamı gördü.
Adam aynen:
“Merak etme kızım.” dedi. “Ağacın meyve verecek, muradın hâsıl olacak.”
Hanım Sultan rüyasını sabahleyin Keşiş’in karısına söyledi. Merak edip ikisi bahçeye girdiler, gerçekten ağaçta kırmızı bir elma gördüler.
Hükümdarın karısı elmayı kopardı; tam ortasından kesti, yarısını kendisi yedi, yarısını da Keşiş’in karısına yedirdi. Sonra dedi ki:
“Bunda bir hikmet var… Galiba Mevla bize birer evlat ihsan edecek. Gel sözleşelim; benim oğlum, senin de kızın olursa kızını oğluma verir misin?” dedi.
Kadınların niyetleri sağlam çıktı. Allah’ın izniyle o akşam hamile kaldılar ve vakit gelince birer evlat sahibi oldular. Hanım Sultan bir oğlan, Keşiş’in karısı da bir kız doğurdu. Oğlanın adını Ahmet Mirza, kızın adını da Kara Sultan koydular.
İsfahan hükümdarı bu iki bebek için memlekette günlerce şenlik yaptırdı. Hapishane kapılarını ardına kadar açtırıp bütün mahpusları salıverdi. Fakir fukaraya sadakalar verdi, memleket halkına ziyafetler çekti.
Keşiş vesveseli adamdı. Bir gün kendi kendine düşündü: “Gerçi hükümdarın gözündeyim. Beni çok seviyor. Fakat onun yolu ayrı, benim yolum ayrı; onun dini başka, benim dinim başka. Hâlbuki karım, kızımı Ahmet Mirza’ya vereceğini vadetmiş, bu nasıl olur? İmkânı yok. Galiba bu yüzden İsfahan’dan ayrılmak mecburiyetinde kalacağım.”
Bu düşüncesini gidip karısına söyledi:
“Ah karı, düşünmeden söz verirsin de insanı zor durumda bırakırsın. Ben kızımı dini ayrı bir hükümdarın oğluna hiç verir miyim? Öyle zannediyorum ki, bu kızın yüzünden başımıza işler gelecek, diyar diyar dolaşacağız.”
Karısı, kocasına seslendi:
“Gene zırvalamaya başlama. Kızımız daha üç aylık bebek. Evlenmesine on beş yirmi sene var. O zamana kadar kim bilir neler olur! Aradan bir müddet geçince kızı saklarız, hükümdarı kız öldü diye kandırırız. Yalandan bir cenaze merasimi yapıp ahalinin gözünü de boyarız. Sonra bir bahaneyle memleketi terk edip başka yere gideriz. İsfahan’dan başka memleket yok değil ya…”
Keşiş, karısını takdir etti:
“Aferim be karı. Ben öyle ince düşünememiştim, güzel fikir, dediğin gibi yaparsak hükümdarın elinden yakamızı kolayca sıyırırız.
İki sene sonra memleketi kara bir haber sardı. Keşiş’in kızı ölmüş. Bu kara haberden hükümdar çok müteessir olmuştu. Çünkü Keşiş’in kızı ölmüş demek, kendisinin müstakbel gelini ölmüş demekti.
Keşiş, bir gün hükümdarın huzuruna çıktı:
“Devletli efendim.” dedi. “Cenabıhak verdiği saadeti çok görüp geri aldı. Üzüntümden deli divane olacağım. İsfahan’ı terk ederek şöyle kısa bir seyahate çıkarsam biraz açılırım zannediyorum. Şimdiye kadar hizmetinde kusur etmedim. Bundan sonra da sağlığına dua edip diyar diyar dolaşayım. Kızımın ölümü bana çok acı geldi.”
Bu teklife karşı, hükümdar ne diyebilirdi ki! Hemen bu teklifi kabul etti.
“Senin yanımdan ayrılmanı arzu etmiyorum fakat elimden ne gelir? Yaşlı bir babanın burada kalmasına ve üzüntüsünden kahrolmasına göz yumamam. Allah selamet versin, kısmet olursa inşallah bir gün gene görüşürüz.”
Keşiş, hükümdarı bu suretle aldatarak evine geldi. Zaten yolculuk hazırlığını iki gün evvel yapmıştı. Hemen hareket etti İsfahan’dan. Üç günlük mesafede bulunan Zengi köyüne yerleşti. Kısa zamanda orada itibar ve şöhret sahibi oldu, kendisini herkese tanıttı.
Gelelim Ahmet Mirza’ya:
Küçük Mirza, beş yaşında okula başladı. Sofu adında cin fikirli bir çocukla arkadaş olmuştu. Onun yaşı da beşten fazla değildi. Okula daima beraber giderler, derslerine beraber çalışırlardı. Seneler geçtikçe büyüye büyüye on iki on üç yaşına girdiler. Bir gün Sofu dedi ki:
“Daima okul derslerine çalışıyoruz. Hâlbuki hayatta alınacak, öğrenilecek daha çok dersler var. Ata binmeyi, avcılık yapmayı bilmek çok lazımdır. Biraz da bunlara çalışalım.”
“Olur be, yarından itibaren başlayalım. Hükümdar babam ikimize de birer at verir.”
İki arkadaş hemen ertesi gün okulu asmaya, ata binmeyi, avcılık yapmayı öğrenmeye başladılar ve kısa sürede başarı gösterdiler. Hem öyle ki, kırk yıllık binicileri, avcıları yarı yolda bıraktılar.
İki sene daha geçti. Ahmet Mirza on beş yaşına girdi. Yakışıklı bir delikanlı oldu. Değil kızları, birçok yaşlı kadını bile çileden çıkaracak kadar ilgi uyandırdı. Issız bir yerde rast geldikleri vakit ilanıaşk eden dilberlerin haddi hesabı yoktu. Amma o hepsini reddediyor, birer bahaneyle başından savıyordu.
Bir gece rüyasında güzellikte emsalini görmediği bir kızın elinden şarap içti. Uyanınca kendisini değişmiş buldu, içinde ılık bir şeyin dolaştığını hissetti. Rüyasında gördüğü kızın hayali bir türlü gözlerinin önünden gitmiyordu. Bir gün Sofu’ya:
“Arkadaş.”dedi. “Bana bir hâl oldu. Rüyamda bir peri kızı gördüm, elinden şarap içtim. Şimdi ona tutuldum, aşkıyla kül olacağım. Babamdan izin alayım da seninle kısa bir seyahate çıkalım. Belki kendimi biraz toplarım. Âşık olmak ne kötü şeymiş.” dedi.
Arkadaşının razı olması üzerine gidip babasından izin aldı. Atlarına binerek, şahinlerini kollarına, tazılarını arkalarına, ok ve yaylarını omuzlarına alarak yola çıktılar. Üç saat sonra Zengi köyüne vardılar. Köyün en zengini olan Keşiş’in evine indiler. Keşiş misafirlerine çok ilgi gösterdi. Fakat iki taraf da birbirini tanımıyordu. Ahmet Mirza kendisini bir çiftlik sahibinin oğlu diye tanıtmıştı.
Bunlar Keşiş’in evinde bir haftadan fazla kaldılar. Gündüzleri ava çıkıyorlar, geceleri de gelip yıldızların altında deliksiz bir uyku çekiyorlardı. Mirza aşkı filan unutmuş, kendisini toplamıştı.
Bir gün ava çıkmışlardı, güzel bir kuş gördüler. Mirza kuşu salıverdi. Kuş da gide gide bir bahçeye indi. Şahin de arkasından onu takip etti.
Mirza atından inip:
“Aman Sofu şu atı biraz tut. Ben bahçeye girip kuş ile şahini bulayım.” dedi.
Bahçeye girip şahini ararken gördü ki, bir köşk, köşkün önünde bir havuz var… Havuzun kenarında tıpkı rüyasında gördüğü kıza benzeyen bir melek gergef işliyor.
Beyin dizleri gevşedi, gözleri karardı. Kalbindeki aşk ateşi kabardı.
Başı yastık göre miGözü dilber göreninGözüne uyku gire miZülfüne berdar olanındiyerek üzerine atıldı. Gözlerinden, yanaklarından, dudaklarından öptü.
Kız neye uğradığını şaşırdı, kendisini gayriihtiyari meçhul delikanlının kolları arasına bıraktı. Sonra aklını başına toplayarak birdenbire silkindi. Küçücük çıplak ayaklarıyla çimenlerin üzerinden kaçmak istedi. Fakat mümkün mü! Nazik bileği, Mirza’nın çelik parmakları tarafından yakalanmıştı. Baktı ki olacak gibi değil, yalvarmaya başladı:
“Ne olur, beni üzme. İşte alacağını aldın. Daha ne istiyorsun?”
“Daha ne mi istiyorum? Bu da sorulacak şey mi? Kalbini alıp götürmek istiyorum. Ben avcıyım, bir kalp avlamadan gidersem sonra beni ayıplarlar.”
Kız bunlardan bir şey anlamadı. Hafif bir çığlık kopararak:
“Kalbimi vermem, sonra ölürüm!” diye bağırdı.
Mirza dayanamadı. Kızın yalnız güzelliğine değil, saflığına da âşık oldu. Ani bir hareketle dudaklarını dudaklarıyla birleştirdi. Onu bayıltıncaya kadar öptü.
Baygın kızı alıp bir ağacın altına götürdü. Yüzüne su serperek onu ayılttı. Kız gözlerini açıp da delikanlıyı baş ucunda görünce hafifçe gülümsedi. Demek o da memnun olmuştu. İkisi konuşmaya başladılar:
“Adın ne?”
“Kara Sultan. Ya senin?”
“Benim de Mirza. Kimin kızısın?”
“Keşiş’in kızıyım. Babam vaktiyle İsfahan hükümdarının hazinedarıymış. Bu kadar konuştuk. Şimdi kerem eyle de bizi görmesin.”
“Baban İsfahan hükümdarının hazinedarıymış, aslı nedir?”
Kız “Aslı nedir?”den bir şey anlamayıp ricasını tekrar etti:
“Kerem eyle artık ayrılalım.”
“Aslı nedir? Söyle de ayrılalım.”
“Ben de keremin ne olduğunu bilmiyorum.”
Mirza, “Aslı nedir?” diye Keşiş’in soyunu sopunu öğrenmek istiyordu. Kız, “Aslı” kelimesini şimdiye kadar hiç işitmediğinden bu sualden bir şey anlamıyordu. Delikanlı “Aslı nedir?” diye sordukça kız “Kerem eyle”den başka bir şey söylemiyordu. Bu Mirza’nın hoşuna gitti.
“Peki ayrılalım.” dedi. “Fakat bundan sonra senin adın Aslı, benim adım Kerem olsun.”
Kız kabul etti ve o dakika delikanlıya âşık oldu.
Mirza sevdiğinden ayrılıp uzaklaştı. Fakat bir türlü gitmek istemiyordu.
Oralarda dolaşmaya başladı. Bunu gören Kara Sultan şunları söyledi:
Aldı Aslı:
Ne gezersin melül melül bu yerdeAman Kerem beni rüsva eylemeBeni sana kısmet etmiş YaradanAman Kerem beni rüsva eylemeHiç olur mu buralarda öyle işKeşiş babam duyar ederse teftişDurmadan öp gül yüzümden, kalk sıvışAman Kerem beni rüsva eylemeDoyamadım tatlı tatlı dilindenGözüm kan bürüdü korkmam ölümdenSarılma hiç ince meyatı belimdenAman Kerem beni rüsva eylemeAğa Kerem, paşa Kerem, han KeremAteş Kerem, tutuş Kerem, yan KeremAdı olsun sana kurban can KeremAman Kerem beni rüsva eylemedeyip kesti…
Mirza, kızın yalvarmasına dayanamayıp ayrıldı. Fakat bir hatıra bile almadım diye geriye döndüğü vakit, Aslı’yı bıraktığı yerde bulamadı.
Dört tarafına bakarken gergefin üstünde bir çevre gördü. Çevreyi alıp koynuna soktu.
Sofu’nun yanına gelince:
“Ey Sofu.” dedi. ”Bugün bu kadar avladığımız yeter. Haydi artık dönelim.”
“Ama elimizde bir şey yok.”
“Elimizde bir yay var mı, yok mu sonra anlarsın.”
Sofu arkadaşının hâl ve tavırlarında bir başkalık sezdi. Anlamış gibi görünerek itaat etti:
“Peki dönelim.”
Kerem günden güne kötülüyordu. Aslı’nın aşkı onun kalbini yangın gibi sarmıştı, cayır cayır yanıyordu.
Keşiş, delikanlının gün geçtikçe sararıp solduğunu görünce:
“Beyim.” dedi. “Buranın havası yaramadı galiba. İsfahan’a geri dönseniz iyi olur.”
Kerem, manalı manalı Keşiş’in yüzüne baktı:
“Beni bu hâle koyan hep senin kızındır. Lakin senin bir şeyden haberin yok.”
Ertesi gün iki arkadaş İsfahan’a geri döndüler.
Babası, oğlunun durumunda bir değişiklik, bir gayritabiilik hâsıl olduğunu ilk görüşte anlayarak sordu:
“Yavrum bir derdin mi var?”
Mirza utandı. Derdini söylemedi, kısaca:
“Hayır!” dedi.
Fakat hükümdar emin olamadı. Hemen hekimler, hocalar getirerek oğlunun derdini keşfetmelerini emreyledi amma bir netice elde edemedi. Çünkü hastalığının derdini kimse bilemedi.
Bir gün hükümdar, oğlunun yanına geldi:
“Derdini söylemekten niçin sakınıyorsun? Sen derdini sakladıkça ben babalık vazifemi yapamayacağım. Çünkü derdini bilmiyorum ki, derman bulmaya çalışayım.”
“Baba, benim derdimi Lokman Hekim bile keşfedemez. Bana bir saz getirirsen her şeyi öğrenirsin.”
Hükümdar, bir saz getirilmesini emretti. Kerem, sazı alıp çalmaya başladı.
Aldı Kerem:
Keşiş bahçesinde bir güzel gördümAklımı başımdan aldı ne çareTaramış zülfünü, dökmüş yüzüneSerimi sevdaya saldı ne çareBen de bildim bu kız Keşiş kızıdırSeherde göğe çıkmış tan yıldızıdırDarılmış o güzel, bana küsmüştürHâlimden bilmezsin şimdi ne çareHasretlik çekerim ben ey atalarBülbül gülü dalında kurar yuvalarÇar köşe dibinden yâre baksalarBulmazlar cihanda mislin ne çareBir kerre sormazsın benim ahvalimAsla rahmetmedi o lebi lâlimAşk oduna yaktı beni o zalimAteşi serimde kaldı ne çareDertli Kerem der ki firkatim katiKeskindir kılıcı, yürüktür atıOl İsevi ben, Muhammet ümmetiBir kâfir sabrımı çaldı ne çaredeyip kesti…
Lakin hükümdar bundan bir şey anlayamadığını söyledi. Kerem kızdı:
“Baba! Ben seni anlayışlı bilirdim, meğer dünyadan haberin yokmuş, diyerek çekilip gitti.”
Hükümdar hayret etti. Bütün müneccimleri, falcıları çağırttı:
“Her kim oğlumun derdini bilirse onu ihya edeceğim.” dedi.
Müneccimler, falcılar hemen işe başladılar ama kaç para eder. Kerem’in derdini bir türlü öğrenemediler.
Bir gün Kerem, sarayın penceresi önüne ah ederek oturdu. Bu hâli bir kocakarı görüp pencerenin dibine geldi:
“Oğlum, burada mahzun mahzun ne oturuyorsun? Şehrin bütün gelinlik kızları yaylaya çıktı. Sen de çıksan onlara bakarak gönlünü eğlendirirsin.”
“Kocakarı, sen iyi kalpli bir kadına benziyorsun. Kimseye söylemediğim sırrımı sana söyleyeceğim. Acaba kızların arasında Zengi’de oturan Keşiş’in kızı da bulunacak mı?”
“Aman oğlum doğru söyle, yoksa onun aşkı için mi bu hâle düştün?” diye sordu.
“Anladığın gibi. Fakat bunu kimseye söyleme.”
Kocakarı söylemeyeceğine dair söz vererek oradan ayrıldı. Koşa koşa hükümdarın huzuruna gitti. Meseleyi anlatarak epeyce ihsan aldı.
Hükümdar derhal Zengi’ye adamlar gönderdi. Keşiş’i huzuruna getirtti.
“Ee… Keşiş hani senin kızın ölmüştü?”
“Doğrudur.”
“Ya yanınızdaki kız neci?”
Kurnaz Keşiş hiç düşünmeden bir yalan uydurdu:
“Zengi’ye giderken yolda fakir bir kadına rastladık. Kucağında çocuğu vardı. Parayla çocuğu satın alıp evlat gibi büyüttük; yanımızdaki kız işte odur.”
Hükümdar inandı. Çünkü Keşiş’i, katiyen yalan söylemez, doğruluktan ayrılmaz bir adam olarak tanıyordu. Sadece dönerek:
“Artık evlatlığın değil, kızın demektir. Allah’ın emriyle Peygamber’in kavliyle onu oğluma istiyorum.” dedi.
Keşiş yerinden üç karış yukarı sıçradı:
“Aman hükümdarım nasıl olur? Dinimiz ayrı değil mi?” dedi.
Hükümdar:
“Bu bir mâni teşkil etmez. Kızı Müslüman yaparak meseleyi hallediveririz.”
Keşiş:
“Aman devletlim. Onun yanımdan ayrılmasını istemiyorum. Malımı, mülkümü, bütün varımı al da kızımı benden ayırma.”
“Fakat oğlum onun için harap oluyor. Eğer güzellikle vermezsen zorla alacağım…”
Keşiş sapsarı kesildi ama kendisini çabuk topladı:
“Bana beş ay müddet ver de hazırlık yapayım. Mademki zorla almak niyetindesin, ben de buna meydan vermemek için razı oluyorum.”
“Anlaştık ama kızını oğlumla nişanla da öyle git.”
Keşiş, İsfahan hükümdarının elinden kurtulmak için bunu da yaptı.
Nişan alıp nişan verdikten sonra Zengi’ye geri döndü.
Meğer, Sofu konuşmaları dinliyormuş. Derhal Kerem’e müjde götürdü.
Kerem bu müjdenin sevinciyle sazını eline alıp çalmaya başladı.
Aldı Kerem:
Vadesi erince susam, sümbülünSefasın sürdükçe dal gelsin gitsinSürelim dünyanın zevk-i sefasınTek dola boynuma kol gelsin gitsinSusam nedir, sümbül nedir, gül nedirMah yüzünde dane dane hâl nedirŞeker nedir, şerbet nedir, bal nedirVer, ağzım içinde dil gelsin gitsinDost benimdir, evvel gelen benimdirAğzında söylenen kelam benimdirYârim seyre çıkmış âlem benimdirGiyinmiş yeşili al gelsin gitsinŞah geldi fethetti Kerem’in kanıGerçek âşık kapısında refik et beniDostu kapısında refik et beniUğrasın üstüne el gelsin gitsindeyip kesti…
Fakat günler, haftalar geçtikçe Kerem’in sabırsızlığı artıyordu:
“Acaba babam benim sevdiğimi ne zaman getirecek?” diye acele ediyor, bazen de ağlıyordu.
Bir gün tahammül edemeyip sazını eline alarak babasının yanına gitti. Derdini söylemeye başladı.
Aldı Kerem:
Aştı gitti karlı dağın ardınaHan Aslı’m aklıma düştü ağlarımHey ağalar dayanamam derdineHan Aslı’m aklıma düştü ağlarımYüce dağlar başı bana yurt olurDağ başında arslan, tilki kurt olurBu ayrılık bize yavuz dert olurSevdiğim aklıma düştü ağlarımYüce dağ başında ötüşür kuşlarMeralin uçuşun kimler görmüşlerDerdimi anlamaz bunda KeşişlerHan Aslı’m aklıma düştü ağlarımEy ağalar dinlen sözüm ezeliGüz gelince bağlar döker gazeliBizi anlamaz bu yerin güzeliSevdiğim aklıma düştü ağlarımDertli Kerem eder bu derdim bitmezYârimin sevdası serimden gitmezYüz bin öğüt versen biri kâr etmezHan Aslı’m aklıma düştü ağlarımdeyip kesti…
Hükümdar, bir taraftan düğün hazırlığını yapadursun; Keşiş, Zengi’ye dönünce meseleyi karısına anlattı:
“Ben sana bu kız büyürse başımıza çok felaketler getirecek dememiş miydim? İşte korktuğum başıma geldi. Mirza Bey burada misafirken kızımı görmüş, ona âşık olmuş, babasına söylemiş. Şah da benden kızı istedi. Şimdi ne yapacağız?” dedi.
Karısı:
“Bunun için merak etme. Kızı alıp kaçarız.”
Keşiş karısının bulduğu çareyi kabul etti. Derhal yol hazırlığı yaparak ertesi gün erkenden hareket ettiler. Keşiş’in köyü terk ettiği haberi çabucak her tarafa yayıldı.
Keşiş’in kaçmasında önemli bir sebep vardı. Belki, köyün başına büyük bir felaket gelecek diye kaçmıştır, tarzında görüş yürüten köylü de köyü terk etmeye karar verdi.
Bir hafta içinde Zengi köyünde tek bir insan kalmadı.
Verilen süre dolmuştu. İçlerinde Kerem de olduğu hâlde hükümdar Zengi’ye bir heyet gönderdi.Yolda acele acele gitmekte olan iki adama rast geldiler.
Kerem:
“Böyle acele acele nereye gidiyorsunuz?” dedi.
Onlar da:
“Bir hafta evvel Keşiş buradan kaçtı. Biz de acaba başımıza bir felaket mi gelecek diye köyümüzü terk ettik, bunun için başka bir tarafa gidiyoruz.” dediler.
Kerem, bu cevabı işitince ağlamaya başladı.
“Eyvah, bütün hayallerim mahvoldu.” diye ah çekerek şunları söyledi:
Aldı Kerem:
Han Aslı’m Zengi’den firar eylemişYol vermeyin başı dumanlı dağlarBile gitmiş atasiyle anasıYol vermeyin başı dumanlı dağlarİsfahan beyleri kalktılar toyaZengi’nin halkı da dayandı Hoy’aHas gümüşten olsa bir akça mayaYol vermeyin başı dumanlı dağlarUzak gitmiş yeğreğiyle eşkiniSona kalmış ihtiyarı düşkünüNe kaçarsın hey Tanrı’nın şaşkınıYol vermeyin başı dumanlı dağlarDertli Kerem bu aşk ile pişmiştirSevda için bu serin geçmiştirAslı, Keşiş Hoy üstüne gitmiştirYol vermeyin başı dumanlı dağlardeyip kesti…
Atını son süratle sürerek kafileden ayrıldı. Çabucak Zengi’ye gelip kızla görüştüğü bahçeye gitti. Aslı’nın gergefinden başka bir şey bulamadı. Bunun üzerine şu türküyü söyledi:
Aldı Kerem:
Geldim dost bağına eyledim nazarGördüm yârin bahçesinde gül yeriAk gerdana dane dane dizilmişAklımı başımdan aldı hâl yeriGece gündüz çağırırım ya CelilKadir Mevla’m üstümüzde hem delilGergefini örtmüş iğnesi melilBelli yârin gergefinde et yeriArzuhâl yazdırdım ben Aslı dostaOnun için gönlüm oldu çok hastaYastığı kan ağlar, yorganı yastaDöşek cevap eder bende bel yeriKerem’ini atmış yatları tutmuşDerdini toplayıp derdime katmışEla gözlerinden kan revan etmişİşte dostlar yatağında sel yerideyip kesti…
Sonra köşkün yanındaki selvi ağacının dibine gitti. Selvi ağacına sevdiğini sormak için hazin hazin bakalım ne söyledi:
Aldı Kerem:
Dur selvi dur, senden haber sorayımSelvi ağacı senin meralin kaniDinle gel dinle ver bana cevabıSelvi ağacı senin meralin kaniHayal meyal olmuş karşıki dağlarHastanın hâlinden ne bilir sağlarDöşek melül durur, yastık kan ağlarSelvi ağacı senin meralin kaniDoğru söylemezsen kaddin eğilsinDilerim Mevla’dan belin bükülsünÇürüsün yaprağın dalın kurusunSelvi ağacı senin meralin kaniDertli Kerem eder yanıp tüterimYavrumun peşinden bir gün yeterimViran bağda bülbül olup öterimSelvi ağacı senin meralin kanideyip kesti…
Kerem bahçede feryat edip gezerken bir köşkün önüne vardı. Baktı ki köşkte bir kız oturuyor. Tıpkı Aslı Han’a benzer.
Bu kızı görünce:
“Ey vefasız yâr, oradan beni seyredip zevklenirsin.” diyerek kıza şu türküyü söyledi:
Aldı Kerem:
Ela gözlü nazlı dilberMeylini bu yana dönderEvvel benim idin amberGelin m’oldun, gelin m’oldunPencereye çektin perdeSen uğrattın beni derdeBen gidersem sen bu yerdeKalır m’oldun, kalır m’oldunEvlerinin önü iğdeİğdenin dalları yerdeAlt tavanlı yüksek evdeGelin m’oldun, gelin m’oldunAynasın almış dizineSürmesin çekmiş gözüneSerpuşun eğmiş yüzüneHanım m’oldun, hanım m’oldunSiyah zülfün, ince belinYoktur Aslı’m sencileyinDertli Kerem bencileyinYanar m’oldun, yanar m’oldundeyip kesti…
Kız, Kerem’e bakıp:
“Beyim sen beni kime benzettin? Gelip böyle türkü söylersin.” dedi.
Kerem:
“Ben seni Keşiş kızı Aslı Han’a benzettim.” dedi.
Kız:
“Beyim ben Aslı Han değilim. Sual eylediğin Keşiş buradan kaçalı beş gün oldu. İşte görmez misin, Zengi’nin içinde kimse kalmadı, hep beraber kaçtılar.” dedi.
Kerem:
“Şimdi Keşiş ne tarafa gitti?” diye sordu.
Kız:
“Kim bilir belki Hoy’a doğru gitmiştir.” dedi.
Kerem bu haberi işitip tekrar Keşiş’in bahçesine geldi. Baktı ki, bahçenin şenliği gitmiş. Bahçe melül ve mahzun duruyor. Bahçenin sessizliğini görüp:
“Ah efendim senin bahçen bile mahzun olmuş.” deyip aldı sazı eline, bakalım ne dedi.
Aldı Kerem:
Keşiş bahçesine geldimGördüm ki ben, nazlım gitmişBağ gözüme hor göründüSalınıp gezenim gitmişBaktım kaşına gözüneCan mı dayanır sözüneSiyah zülfün mah yüzüneTarayıp dökenim gitmişYâr boyu benzer fidanaYanar ateş saldı canaBen arayım yana yanaOl benim cananım gitmişVarayım ben de varayımNazlı cemalin göreyimSineme hançer vurayımSevgili yâranım gitmişNe yerde olduğun bilmemBulam seni sonra gülemBaktım kaşına gözüneKo ecelim gelsin ölemMadem Aslı Hanım gitmişKerem der böyle kalırsamDüşmandan öcüm alırsamVadem yeter ben ölürsemdeyip kesti…
Kerem, Keşiş’in bahçesinde söyleyedursun, biz gelelim babasına… Kerem’in arkasından birçok asker gelmişti. Askerler de İsfahan’dan Zengi’ye doğru geliyorlardı. Keşiş’in konağına gelip içeri girdiler. Baktılar ki, Keşiş yok! Şah, Zengi’nin içinden birkaç ihtiyar çağırıp Keşiş’i sordu. Onlar da bütün durumu haber verdiler: