Читать книгу 21. Yüzyıl Türkiye-Rusya İlişkileri (Muhammet Koçak) онлайн бесплатно на Bookz (3-ая страница книги)
bannerbanner
21. Yüzyıl Türkiye-Rusya İlişkileri
21. Yüzyıl Türkiye-Rusya İlişkileri
Оценить:
21. Yüzyıl Türkiye-Rusya İlişkileri

4

Полная версия:

21. Yüzyıl Türkiye-Rusya İlişkileri

Ağustos 1920’de İstanbul’daki Osmanlı hükûmeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarını İtilaf Devletleri arasında bölüştüren Sevr Antlaşması’nı imzaladı. Bu antlaşmayı reddeden Ankara’daki Millet Meclisi komutasındaki yeni kurulan Türk ordusu, işgalci güçlerle (batıda Yunanlılar ve İtalyanlar, güneyde Fransızlar, doğuda Ermeniler ve Küçük Asya’daki diğer birçok cephede İngiliz birlikleri) mücadele etmek durumunda kaldı. 1922’ye kadar Anadolu ve Trakya’nın büyük bir kısmı yabancı işgalinden kurtarıldı. Yeni kurulan Meclis’in temsil heyeti tarafından Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile Türkiye bağımsızlığını kazandı, ekonomik kapitülasyonlara son verdi ve bazı istisnalar dışında, Misakımillî’de belirtilen toprak hedefleri gerçekleştirildi. Bağımsızlığın kazanılmasının ardından Mustafa Kemal, Osmanlı İmparatorluğu’ndan tepeden inme reformlar yoluyla Batılılaşmış bir yaşam tarzına sahip, homojen, laik bir Türk ulusu yaratmayı amaçladı.

Bağımsızlık ve egemenlik için verilen diplomatik ve askerî mücadele, Türk stratejik kültüründe ve dış politikasında kalıcı bir Batı karşıtlığı refleksi bıraktı. Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı Devleti’ne dayatılan Sevr Antlaşması’na atıfla Sevr Sendromu olarak da adlandırılan ve Türkiye’yi bölmek isteyen iç ve dış mihraklara dikkat çeken bu anlatı Türk dış politikasında varlığını sürdürdü. Bu dinamiğe rağmen Türkiye’nin yeni cumhuriyetçi seçkinleri, Batı’yı medeniyetin merkezi olarak görmeye devam ettiler ve Türkiye’yi Batı uluslararası toplumunun saygın bir üyesi yapma hedefleri doğrultusunda bir politika da izlediler. Türkiye’yi Batı dünyasının dışında tahayyül edemeyen bu anlayış doğrultusunda Türkiye, İngiltere ve Yunanistan ile ilişkilerini yeniden kurarken Batı’ya yönelik devam eden kuşkular Sovyetler Birliği ile yaptığı iş birliğinde görülebilecek bazı taktiksel esneklikler sağladı.27

Sovyetler Birliği

Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı koşullarda yıkılan Rus İmparatorluğu’nun yerine kurulan Sovyetler Birliği, Çarlık dönemi siyasi uygulamalarının temel yönlerini gerek iç gerekse dış politikada benimsedi. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce, Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin (RSDİP) Bolşevik fraksiyonu, o dönem Rus siyasi yelpazesinde uç bir unsurdu. Bolşevik fraksiyonu, işçilerin tam zamanlı devrimcilerin liderliğine duyulan ihtiyacını vurgulayan ve RSDİP’yi katı bir şekilde merkezîleştirilmiş bir yeraltı örgütüne dönüştürmek isteyen Vladimir Lenin’in liderliğine dayanıyordu.28 Ekim 1917’de Bolşevikler, çarın Mart 1917’de tahttan çekilmesinden sonra kurulan geçici hükûmete karşı bir darbe düzenleyerek yönetimi ele geçirdiklerini ilan ettiler. Bolşevikler bu “devrim”i Rus İmparatorluğu’nun sanayi kentlerinde hızla yayılarak 1905 Devrimi’nde önemli bir rol oynayan ve “Sovyet” olarak adlandırılan işçi meclisleri adına gerçekleştirdiklerini ilan ettiler. Bolşevikler köylülere toprak, askerlere barış ve Rus olmayan uluslara iktidarı ellerinde tutmaları için kendi kaderlerini tayin etme sözü vererek ve silahlı güç kullanarak halk tabanında kısa zamanda geniş destek toplayabildi.

Mart 1918’de imzalanan Brest-Litovsk Antlaşması’yla Bolşevikler, Almanya’ya Rusya’nın Avrupa kısmında önemli miktarda toprak bırakarak Rusya’nın savaştan çıkmasını sağladılar. Bunun ardından iç savaşta Kızıl Ordu ile Rus İmparatorluğu topraklarının önemli kısmına hâkim olan Bolşevikler, işçiler adına tüm ulusun üretim araçlarına el koyarak 1922’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni (SSCB veya Sovyetler Birliği) ilan ettiler. Ekonomik araçların merkezîleşmesinin kıtlığa yol açmasıyla Lenin, sınırlı özel girişim ve yabancı yatırımı mümkün kılan Yeni Ekonomik Politika’yı (YEP) ilan etti. Bu sayede Sovyet ekonomisi bir nebze nefes alırken sınırlı ekonomik liberalleşme SSCB’nin o dönemde diğer devletlerle ilişkilerini de geliştirmesinin yolunu açtı. 1924’te Lenin’in ölümünün ardından Stalin, YEP’ten vazgeçecek ve “Tek Ülkede Sosyalizm” ilkesi çerçevesinde bir modernleşme programı ve dış politika tutumu benimseyecekti.

Sovyetler Birliği’nin kuruluşunun ilk yıllarında yönetim kadrosundaki hâkim anlayışa göre rejimin hayatta kalması kapitalizme karşı küresel bir zafere bağlı olduğundan Lenin, bir dünya devrimini Sovyetler Birliği’nin ulusal çıkarlarından üstün görüyordu.29 O yıllarda 1919’da yabancı komünist partileri denetlemek ve yurt dışında propaganda yapmak üzere kurulan Komintern (Kommunistiçeskiy Internatsional-Komünist Enternasyonel) SSCB’nin merkezî dış politika aygıtıydı. Bu enternasyonalizm, SSCB’de küçük işletmelerin açılmasını sağlayan ve dış ticarete izin veren YEP ile dönüşerek daha uyumlu bir dış politika yaklaşıma yol açtı.30 Narkomindel’in (Narodnıy Komissariyat Vnutrennnih Del-İçişleri Halk Komiserliği) kurulmasıyla emperyalist ülkelerle yürütülen ilişkileri bu kuruluşun üstlenmesi ile Sovyetler Birliği, çift kanallı bir dış politika izlemeye başladı. Komintern, Batı’nın uluslararası düzenini yıkmayı amaçlarken Narkomindel, SSCB’nin çıkarlarını modern diplomatik düzlemde koruyacaktı. Stalin döneminde SSCB, siyasi ve ekonomik gücü yeniden merkezîleştirerek Çarlık döneminin dış politika anlayışını tekrar benimsemiş oldu. Dış dünyaya yönelik korku ve şüphe ile statü ve güvenlik elde etmek için açığa çıkan sürekli genişleme dürtüsü güçlü bir geri dönüş yaptı.31 Sovyetlerin Türk siyasi seçkinlerine yönelik şüpheleri ve Türk Boğazlarının Sovyet ana vatanının savunması için stratejik bir nokta olarak yeniden ortaya çıkmasıyla bu değişiklikler, Türkiye-Sovyet ilişkileri üzerinde önemli bir etkiye sahip olacaktı.

İki Savaş Arası Dönemde SSCB-Türkiye İlişkileri

Türkiye ve Sovyetler Birliği, Osmanlı ve Rus İmparatorluklarının daralmış topraklarını ve imparatorluk miraslarını devralan iki devlet olarak 1920’lerden itibaren ikili ilişkilerini yeniden inşa etmeye koyuldu. Bu iki devleti oluşturan siyasi kadrolar Batı’ya karşı giriştikleri siyasi ve askerî mücadelenin sonrasında yönetimi ele geçirmişlerdi. Türk Kurtuluş Savaşı birden fazla Batı devletine karşı verilirken Bolşevikler ise Batı sermayesine karşı savaşı bir tür devlet politikası olarak benimsemişlerdi. Dolayısıyla bu iki devlet bir anlamda Batı’ya karşı belli ölçüde ortak çıkarlara sahiplerdi. 1921’de Türk Kurtuluş Savaşı sırasında imzalanan Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması’nı doğuran etmenlerden biri de bu ortak karşı duruş oldu. İki ülke arasında varılan bu antlaşma ile sınır anlaşmazlıkları çözüldü ve Sovyetler Birliği, Ankara hükûmetinin ordusuna askerî ve mali yardım sözü verdi. Fakat yeni kurulan Ankara hükûmetinin Sovyetler Birliği ile ideolojik bir yaklaşım içerisine girmeye niyeti yoktu. Mustafa Suphi tarafından 1920 yılında Bakü’de kurulan ve Leninist bir program benimseyen Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) lider kadrosu, Anadolu’ya geldiklerinde Karadeniz kıyısı açıklarında katledildi.32 Birden fazla cephede mütevazı imkânlarla çetin bir savaş veren Ankara hükûmetinin başarısında Sovyetlerden gelen yardım ve bu ülke ile sınır anlaşmazlıklarının çözülmesi önemli rol oynadı. 1925’e gelindiğinde Türkiye’nin Batı ile problemleri devam etmekteydi. Musul Sorunu, Milletler Cemiyeti ve ilgili komisyonun kararı doğrultusunda İngiliz mandası olan Irak’a verilmiş İtalya, Anadolu toprakları üzerinde hak iddia etmekteydi. Benzer şekilde Almanya ile diğer Batılı devletler arasında savaş sonrası yaşanan yumuşama ve bu sürecin sonucunda imzalanan 1925 Locarno Antlaşması, Sovyetler Birliği’ni tedirgin ediyordu. İşte böyle bir ortamda Türkiye ve SSCB, Sovyet-Türkiye Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması’nı imzaladı. Bu antlaşma neticesinde taraflar birbirlerine karşı askerî ittifaklara girmeme sözü verdi.

Siyasi sahada gerçekleşen ilerleme ticari ilişkilere de tesir etti. SSCB yönetimi Türkiye’nin ekonomisinin dizaynında rol oynayarak dolaylı yoldan siyasi olarak etkilemeyi amaçlarken Türk yetkililer ise hızlı kalkınma için Sovyet ekonomik modelini öğrenmeyi amaçlıyordu.33 O yıllarda Sovyetler Birliği, “Sovyet Doğu Politikası” çerçevesinde İngiliz emperyalizmini zayıflatmak için Sovyet terminolojisinde burjuva milliyetçi olarak nitelendirilen Ankara hükûmetinin yanında yer almakta veya Çin Kuomindang gibi burjuva-milliyetçi devletleri desteklemekteydi. 1932’de Sovyetler Birliği, Türkiye’ye yirmi yıllığına 8 milyon dolar (2023’e kadarki enflasyon düşünüldüğünde yaklaşık 160 milyon dolar) kredi sağladı. Kredi, Türkiye’de Nazilli ile Kayseri’deki askerî teçhizat ve tekstil fabrikaları için kullanılacaktı.34 Bu iki fabrika Türkiye’nin müstakil bir devlet olarak ekonomik bağımsızlığını kazanmasında önemli rol oynayacaktı. Bu dönemde Türkiye, Sovyetler Birliği’nin tavsiye ettiği kalkınma planını gönüllü olarak benimseyen ilk yabancı devlet oldu.35 Türkiye bu yıllarda her ne kadar Batılı devletler ile ilişkilerini geliştirmek istese de uluslararası toplumun birçok konudaki uzlaşmaz tavrı ve Musul-Kerkük konusunda Milletler Cemiyeti’nin yanlı tutumu, Türkiye’yi SSCB ile dirsek temasında bulunmaya itmişti.

Ancak 1930’ların ortalarından itibaren Türkiye’nin devam eden Batılı uluslararası düzenin bir parçası olma arzusu ve iki devletin Avrupa’daki çalkantılı atmosfere verdiği tepkiler, 1920’lerde başlayan süreci akamete uğrattı. 1930’larda başlayan Akdeniz’e yönelik İtalya’nın Mare Nostrum (Bizim Deniz) söylemi çerçevesinde gelişen revizyonist tavrına cevap olarak Türkiye, bölgesel ittifaklara öncülük ederek ve tartışmalı bölgelerin statüsünü Türkiye lehine değiştirerek toprak bütünlüğünü korumayı amaçladı. Türkiye’nin bu stratejisine Sovyetler Birliği olumsuz tepki gösterdi. Örneğin, 1936’da Türkiye’nin Boğazların kontrolünü yeniden ele geçirdiği Montrö Konferansı sırasında Türkiye’nin, İngiltere ve Sovyetler arasındaki diplomatik manevraları Moskova’yı hayal kırıklığına uğrattı.36 Bu dönemde Türkiye, İtalyan revizyonizmi çerçevesinde komşularının dayanışmasını sürdürmek amacıyla iki bölgesel güvenlik düzeninin kurulmasına öncülük etti. Orta Doğu’da Sadabat Paktı (Türkiye, İran ve Irak ve Afganistan’dan oluşuyordu.) ve Balkanlar’da Balkan Paktı (Yunanistan, Türkiye, Yugoslavya’dan oluşuyordu.) ile Türkiye egemenliğini güvence altına almayı amaçladı. Bu adımlar, bu paktların oluşumunu Sovyet etkisini kontrol altına alma hamleleri olarak gören Moskova’yı daha da kızdırdı.37

İlişkilerdeki bu atmosfer İkinci Dünya Savaşı (1939-1945) yıllarında da devam etti. 1939’da henüz savaş başlamadan Türkiye, önce İngiltere ile bir savunma antlaşması, ardından Fransa ve Britanya ile Üçlü Antlaşma imzalarken Sovyetler Birliği, Nazi Almanyası ile Molotov‐Ribbentrop Paktı’nı imzaladı. İkinci Dünya Savaşı tüm Avrupa’ya yayıldıkça Türkiye ve SSCB arasındaki gerginlikler de artış gösterdi. Nazi Almanyası’nın Sovyetler Birliği’ni işgale başlamasından sonra dahi Türkiye’nin Almanya’ya savaş ilan etmemesi ve 1944 yılına dek Nazi Almanyası’yla ticari ilişkilerini sürdürmesi, Sovyetler Birliği’ni kızdırdı. Savaşın sona ermesinin ardından Sovyet liderliği Karadeniz’deki tüm Müslüman nüfusu ihanetle suçladı ve 1944’te toplu hâlde Sibirya ve Orta Asya’ya sürülmelerini emretti. Bu eylem, ikili ilişkileri doğrudan etkilemese de Sovyet düşmanlığını ve Türk halkının içerisindeki şüpheciliği arttırdı. Bunun yanı sıra Karadeniz’in kuzeyini Ruslaştırarak Karadeniz Bölgesi’ndeki güç dengesini değiştirecekti.

İki savaş arası dönemde, uluslararası sistemde devam eden istikrarsızlık; Türkiye, Sovyetler Birliği ve Batı’nın karşı tutumlu dış politika stratejileri oluşturmasını engelledi. Türkiye ve Sovyetler Birliği, her ikisi de Batı emperyalizmine karşı bir mücadeleden sonra doğmuş, Batı’nın uluslararası toplumundan izole kalan iki devlet olarak 1920’lerde birçok alanda iş birliğine imza atmışlardır. Fakat sonraki yıllarda, uluslararası ortamın değişmesine paralel olarak Türkiye, Batı ile olan bağlarını kuvvetlendirdi ve egemenliğini güvence altına almak için bölgesel paktlara öncülük etti. Bu sırada Sovyetler Birliği’nde Stalin’in yarattığı iklimin de etkisiyle içeride ve dışarıdaki siyasi aktörlere karşı duyulan güvensizliğin de etkisiyle SSCB yönetimi, Türkiye’nin izlediği dış politikayı tehdit olarak gördü. Bu durumun ilişkilerde yarattığı bozulma, İkinci Dünya Savaşı yıllarında doruğa çıktı. Soğuk Savaş yıllarının başında ikili ilişkiler, bu güvensizlik atmosferinde şekillenecekti.

Soğuk Savaş

Soğuk Savaş sırasında, iki savaş arasındaki yılların istikrarsızlığı, Müttefik Kuvvetlerin İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası’na karşı kesin zaferiyle sona erdi. Savaş sonrasında Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği iki süper güç olarak ortaya çıktı ve iki kutuplu bir uluslararası sistem doğdu. İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda, Türkiye’nin NATO üyesi olarak Sovyetler Birliği’ni çevrelemede oynadığı kilit role paralel şekilde küresel güç dengesinin Türkiye-Sovyetler Birliği ilişkileri üzerindeki etkisi de arttı. Bu durum Osmanlı Devleti’nin İngiltere ve Fransa açısından Rusya’ya karşı bir tür tampon görevi icra ettiği 19. yüzyıl, bölgesel dinamikleri ile benzeşiyordu.

Savaşın sonlanmasının ardından henüz 1945’te Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov’un, Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’e Boğazlarda Sovyet üsleri kurma ve SSCB-Türkiye sınırını SSCB lehine revize etme talebini iletmesiyle ikili ilişkilerde önemli bir dönüm noktası meydana geldi.38 Türkiye Cumhuriyeti siyasi elitleri tıpkı Osmanlı’nın 19. yüzyılda yaptığı gibi Rusya’ya karşı Batı’nın desteğini aradı. Türkiye’nin diplomatik girişimlerinin ardından ABD Kongresi, Rusya’nın Yakın Doğu üzerindeki kontrolünü önlemek için Türkiye ve Yunanistan’a mali ve askerî destek sağlama planını onayladı.39 Bu stratejiye göre Türkiye, Sovyetler Birliği ile Akdeniz ve Orta Doğu arasında tampon bölge rolü oynayacaktı.40 Soğuk Savaş’ın başladığı yıllarda Türkiye’nin jeopolitik konumu, Orta Doğu petrolü için bir kanal olarak ABD dış politikası adına çok önemliydi.41 Bu durum Osmanlı Devleti’nin Britanya’nın ticaret yollarındaki öneminin dönemin bölgesel dinamiklerinde oynadığı rol ile ciddi oranda benzerlik taşıyordu.

Dönemin ABD Başkanı Harry Truman zamanında uygulamaya konan ve adına sonradan Truman Doktrini42 denilen ABD’nin bölgeye yönelik geliştirdiği strateji, takip eden yıllarda Türkiye’nin iç ve dış politikasında önemli kırılmalar yarattı. 1952’de Türkiye, Kore Savaşı’na asker gönderdikten sonra NATO’ya katıldı. Türkiye’nin NATO üyeliği ile attığı adım, yukarıda bahsedilen Türkiye’nin stratejik kültürünün temel unsurlarından biri olan Batılılaşma ile uyumluydu.43 SSCB ile oldukça iyi ilişkilere sahipken dahi Batı ile ilişkilerini ilerletme gayretinde olan Türkiye için NATO üyeliği ciddi öneme sahipti. Türkiye’nin NATO üyeliği, İkinci Dünya Savaşı yıllarından itibaren Türk topraklarında varlık gösteren ABD ordusunun Türk ordusu üzerindeki etkisini artıracaktı.44 Soğuk Savaş yıllarında Türk Silahlı Kuvvetlerinin ABD tarafından donatılması ve Türk subaylarının eğitimi, Türk Silahlı Kuvvetleri üzerinde ciddi bir ABD etkisi yaratacak ve bu etki sayesinde ABD, Türk siyaseti üzerinde de yönlendirici bir etki sahibi olacaktı.45

1953’te Stalin’in ölümünün ardından SSCB-ABD arasındaki Detente (Yumuşama) Dönemi ve ABD-Türkiye ilişkilerinin bozulması, Türkiye-Sovyet ilişkilerini olumlu yönde etkiledi. Yeni Sovyet liderliği, Türkiye’ye iyi komşuluk ilişkileri talep eden ve hiçbir toprak iddiası taşımadığını belirten bir nota gönderdi.46 Türkiye başlangıçta bu notayı göz ardı etti ve başlıca amaçları Sovyetler Birliği’nin güneye nüfuz etmesini engellemek olan iki Sovyet karşıtı bölgesel pakta katıldı. Türkiye, bu doğrultuda 1953’te imzalanan Balkan Paktı’na Yugoslavya ve Yunanistan ile; 1955’te imzalanan Bağdat Paktı’na ise İran, Irak, Pakistan ve Birleşik Krallık ile beraber katıldı. Türkiye ile ABD arasındaki stratejik ilişkiler sürerken 1950’lerin sonlarında, Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye’nin kalkınmasını kredilerle finanse etmeyi bırakması ve Türkiye’ye afyon ekimini durdurması için baskı yapmasının ardından Türkiye ekonomik bir krizle karşı karşıya kaldı. ABD Başkanı Johnson’ın 1964’te Türkiye’yi Kıbrıs’a askerî müdahalede bulunmaktan caydırmak için sert bir dille kaleme aldığı mektup,47 Batı’nın Türkiye’ye yönelik politikalarından duyulan endişeleri yeniden alevlendirecekti.

1960’ların sonundan itibaren ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki Detente çerçevesinde Soğuk Savaş gerilimlerinin daha da hafiflemesi, Türkiye’nin ABD’nin stratejik hesaplarındaki rolünü de azalttı. Bu dönemde Türkiye, Kıbrıs’a müdahalesinin ardından bir ABD ambargosu ile karşı karşıya kaldı. Bu duruma Türkiye’nin tepkisi, geçmiş dönemlerde olduğu gibi Sovyetler Birliği ile ilişkilerini geliştirerek Batı etkisini dengeleme yönünde gerçekleşti. Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki sınırlı yakınlaşmanın, Detente sırasında Türkiye’nin ABD nezdindeki stratejik öneminin azaldığı bir döneme denk gelmesi ise tesadüf değildi. Bu dönemde, 1920’lerde olduğu gibi SSCB’nin Türkiye’ye yönelik kalkınma yardımı ciddi artış gösterdi. Türkiye’de Sovyet yardımı ile inşa edilen İskenderun Demir Çelik Fabrikası, Seydişehir Alüminyum Fabrikası, Aliağa Petrol Rafinerisi, Bandırma Asit Kükürt Fabrikası ve Artvin Sac Fabrikası, Türkiye’yi 1970’lerde en fazla Sovyet kalkınma yardımı alan ülke hâline getirdi.48 1978’de ise iki ülke arasında İyi Komşu İlişkileri İlkeleri’ne imza atıldı. İmza töreninde dönemin Türkiye Başbakanı Bülent Ecevit, Türkiye’nin Sovyetler Birliği’ni bir tehdit olarak görmediğini ilan etti.49

1980’lerin başından itibaren, 1970’lerde Bretton Woods Sistemi’nin yıkılmasıyla başlayan süreçte dünyanın yeniden yapılanması ve küreselleşmesi, Türkiye-SSCB ikili ticari ilişkilerindeki ekonomik potansiyeli açığa çıkardı. Türkiye’deki 1980 Darbesi’nden sonra ortaya çıkan siyasi istikrar, Türkiye’nin yeni başbakanı Turgut Özal’ın Türkiye’nin piyasa ekonomisine geçişini sağladı. Sovyetler Birliği’nde ise 1985 yılında iktidara gelen Gorbaçov, Sovyetler Birliği’ni bürokratikleşmiş ve durgun ekonomisinden, iktisadi ve idari reformlarla kurtarmaya çalıştı. Her iki ülkedeki bu değişiklikler, ikili ticaret hacminin artmasının ve özellikle enerji alanında iş birliğinin önünü açtı. İkili ticaretin önemli bir kısmını Türkiye’nin SSCB’den temin ettiği doğal gaz ve karşılığında ihraç ettiği malzemeler oluşturuyordu. 1980’lerde Türkiye’nin SSCB’ye ihracatı yüzde 260, SSCB’nin Türkiye’ye ihracatı ise yüzde 506 arttı.50 İkili ticari ilişkilerin hacmindeki artış, bölgesel iş birliğini de beraberinde getirdi. 1980’ler boyunca iki hükûmet ortak sınır, kültürel alışveriş ve Karadeniz uçuş bölgesini düzenleyen anlaşmalar imzaladılar. Bu dönemde atılan adımlar 1990’larda gerçekleşecek olan daha geniş ve yoğun bir yakınlaşmaya zemin hazırladı.

Soğuk Savaş dinamikleri bu dönemde Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerin seyrini belirledi. Soğuk Savaş’ın başladığı yıllarda, SSCB tarafından kendini tehdit altında gören Türkiye, NATO’ya üye olarak Batı ittifakının bir parçası oldu. NATO üyeliği sayesinde Türkiye, ordusunu modernleştirdi lakin ABD’den alınan bu ekonomik ve askerî yardımlar Türkiye’nin Batı’ya olan bağımlılığını artırdı. Türkiye bu meseleyi Kıbrıs’a müdahale etme planları üzerine Johnson’ın mektubunu aldığı 1960’larda anlayacaktı. Bu dönemde SSCB Türkiye’yi Batı’nın piyonu olarak görse de Türkiye ile çeşitli kanallardan iyi ilişkiler geliştirmeyi ve sürdürmeyi hedefledi. Burada SSCB hem Türkiye üzerindeki etkisini artırmayı hem de Türkiye ile Batı arasındaki bağları zayıflatmayı hedefliyordu. Özellikle Stalin’in ölümünün ardından Hruşçov dönemi ile başlayan süreçte SSCB, Türkiye’ye hem kalkınma yardımı yapmış hem de aralarındaki siyasi ilişkileri geliştiren adımlar atmıştır. İki ülke arasındaki ekonomik bağlar, Soğuk Savaş sonrası dönemde daha da önem kazanacaktır.

1990’larda Soğuk Savaş Sonrası Türkiye-Rusya İlişkileri

SSCB’nin çöküşü, Soğuk Savaş dönemi dinamiklerinin ortadan kalkmasıyla birlikte Türkiye-Rusya ikili ilişkilerinde ticari olarak iyileşme sağlarken aynı zamanda bölgesel rekabetin de önünü açtı. Gorbaçov’un Sovyet sistemini güçlendirmek için uyguladığı reformlar Sovyet rejiminin sonunu getirirken birkaç yıl içinde Doğu Avrupa’daki tüm Sovyet uydu cumhuriyetleri Moskova ile bağlarını kopardı. 1991’de Bağımsız Devletler Topluluğu’nun (BDT) kurulması ile SSCB’nin dağılış süreci nihayete erdi. SSCB’nin dağılmasından sonra, Moskova’nın Orta Asya ve Kafkaslar’daki etkisinin azalması, Türkiye ve Batı’nın bu bölgede nüfuz için Rusya ile rekabete girme yolunun açılmasına sebep oldu.

Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin ve Dışişleri Bakanı Andrei Kozyrev, dış politikada Sovyet sonrası bölgeleri Rusya’nın arka bahçesi olarak gören tutumdan vazgeçti ve Batı dostu bir dış politika izledi. Bu politika doğrultusunda Rusya, Batı kaynaklı kredilere erişim ve yeni kurulmakta olan Soğuk Savaş sonrası dünya düzeninin güçlü ve uyumlu bir üyesi olmayı hedefliyordu. Fırsatı değerlendiren Türkiye, ortak Türk ve Müslüman kimliklerini vurgulayarak Orta Asya ve Kafkaslar üzerinde ekonomik ve stratejik planlar uygulamaya çalıştı. TİKA (Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı), bölgedeki Türk kalkınma yardımlarını koordine etmek amacıyla 1992 yılında kuruldu. Özal’ın aktif teşviki ile 1992 yılında Ankara’da Türk Dili Konuşan Ülkeler Zirvesi toplandı. 1993 yılında, ortak Türk kültürünü geliştirmek için Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı (TÜRKSOY) kuruldu. Bu girişim, birkaç zirvenin ardından 2009 yılında kurulan Türk Keneşi’nin tohumlarını atacaktı. Türkiye’nin eski Sovyet coğrafyası ile ticari faaliyetleri aynı dönemde önemli ölçüde arttı.

Ancak 1990’ların ortalarından itibaren Rusya’nın dış politikasında yaşanan değişim ve Türkiye’nin Sovyet sonrası bölgede Batı’nın yetersiz desteği sonucunda güçlü bir etki kuramaması, Moskova’nın Sovyet sonrası bölgedeki etkisini kısa sürede geri getirdi. Rus bürokrasisi ve dış politika yapımında rol alan kurumların Kozyrev ile onun Batı yanlısı dış politikasına karşı gösterdiği direniş nedeniyle, Rusya’nın Sovyet sonrası alanda büyük güç rolünü vurgulayan ve küresel çok kutupluluğu teşvik etmesi gerektiğini öne süren Yevgeni Primakov dışişleri bakanı oldu. 1997’de bu iki amaç, Soğuk Savaş sonrası Rusya’nın resmî stratejik ve dış politika doktrinlerinin temel parçaları hâline geldi.51 Rusya’nın uyumlu politikasının beklentileri karşılamak şöyle dursun, NATO’nun genişlemesi gibi sonuçlar getirmesi Rus dış politikasındaki dönüşümde önemli bir rol oynadı. Türkiye’de Özal’ın 1993’te ölümü; PKK terörünün tırmanmasının, zayıf koalisyon hükûmetinin ve ekonomik krizlerin önünü açtı. Bu faktörlerin bir sonucu olarak Rusya, Sovyet sonrası alanda hegemonik etkisini sürdürürken Türkiye ve Batı, bölgede yalnızca sınırlı ekonomik etkiye sahip olabildi.

Sovyetler Birliği ile Türkiye arasındaki ikili ticareti artırmaya yönelik karşılıklı çaba, 1980’lerin ortalarında başladı ve 1990’larda Türkiye ile Rusya Federasyonu arasında devam etti. Türkiye Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 1992 yılında Moskova’yı ziyareti sırasında iki ülke Türkiye Cumhuriyeti ile Rusya Federasyonu Arasındaki İlişki İlkeleri’ni imzaladı.52 Bu antlaşma, 1925 tarihli Türkiye-Sovyetler Birliği Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması’nda ortaya konan genel ilkeleri izledi. 1994 yılında Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü (KEİ), Karadeniz Bölgesi’nde diğer devletlerin katılımıyla çok taraflı siyasi ve ekonomik iş birliğini geliştirmek için bir şemsiye kurum olarak ortaya çıkarıldı.

Bu dönemde ikili ilişkilerdeki en önemli başarı ise ticari ilişkilerde sağlandı. Her iki ülkenin de ekonomik durgunluğa girdiği 1998 yılına kadar, iki ülke arasındaki ticaret hacmi birkaç kat artarak yıllık 8-10 milyar dolara ulaştı.53 Bu ticaretin önemli bir kısmının, ilgili kurumsal çerçevenin yokluğunda bavul ticareti olarak gerçekleştiği dönemde Türkiye; Rusya’dan zırhlı araçlar, makineli tüfekler ve helikopterler de satın alarak Rusya’dan silah satın alan ilk NATO ülkesi oldu.54 1997 yılında Türkiye ve Rusya, Rusya’nın doğal gazın Karadeniz’in altından doğrudan bir boru hattı ile Türkiye’ye taşınmasını sağlayan Mavi Akım Anlaşması’nı imzaladı. Mavi Akım Anlaşması, ikili ticari ilişkileri önemli ölçüde genişletti.

Ancak bu noktada Türkiye-Rusya ilişkilerinde gelişmeyi ve olumlu eğilimlerin sürmesini sağlayacak ikili platformlar hâlâ oluşturulamamıştı.55 Ayrıca iki ülke, ticari ilişkilerin güçlendirebilmesine rağmen; ticaret ve turizmdeki ekonomik potansiyeli yakalamak şöyle dursun, bu alanlardaki iş birliği imkânlarının birçoğunu henüz keşfedememişti.56 Bununla birlikte, Kafkaslar ve Orta Asya’da artan çok sayıdaki çatışma nedeniyle, araştırmacılar ikili ilişkilerde önemli bir gelişme olduğunu göstermek için ticari ilişkileri genişletmeyi düşünmekte tereddüt ettiler. Rus dış politikası çalışmalarının duayen ismi Dmitri Trenin, bu dönemdeki ilişkileri “şizofrenik” olarak tanımlamıştı.57

Türkiye ile Rusya arasında gelişen birden fazla bölgede meydana gelen nüfuz rekabeti, bu bölgelerdeki krizlerde kendini gösterdi. Dağlık Karabağ ihtilafı sırasında Rusya, Ermenistan’ı paralı askerler ve silahlarla destekledi.58 Türkiye’nin müdahale girişimleri, dönemin Bağımsız Devlet Topluluğu (BDT) Kuvvetleri Başkomutanı tarafından “Üçüncü Dünya Savaşı” tehditleriyle karşılandı.59 O dönem kapasiteli bir orduya sahip olmayan Azerbaycan, Sovyet ordusunda önemli görevler alan Ermeni kurmay kadrosu tarafından yönlendirilen ve Rusya’dan ciddi destek gören Ermeni ordusu karşısında başarılı olamadı ve Ermenistan, Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ bölgesini işgal etti. Ermenistan’ın daha da ileriye giderek Dağlık Karabağ bölgesi dışındaki Azerbaycan topraklarını işgal etmesinin ardından Türkiye, Ermenistan ile diplomatik ilişkilerini durdurdu. Buna karşılık, Rusya’nın bölgedeki etkisi, Ermenistan’ın koruyucusu olma rolü ve Dağlık Karabağ çatışmasının çözümü için kurulan, Rusya’nın yanı sıra Fransa ve ABD’nin de rol aldığı Minsk Grubu aracılığıyla ve çatışmanın ara bulucusu olmasıyla arttı. Bu dönemde iki ülke arasında gerginlik yaratabilecek bir konu da Rusya’daki Çeçen Direnişi oldu. Fakat Türkiye’nin Çeçenlerin bağımsızlık hedefine yönelik sempatisi, Rusya’nın PKK’yı desteklemesi ve Çeçen gerillaların Türkiye’deki kaçırma ve bombalama faaliyetleriyle tehdit oluşturmasının ardından60 bir desteğe dönüşmedi. Böyle bir ortamda, Azerbaycan petrolünün Gürcistan ve Türkiye üzerinden Akdeniz kıyılarına taşınmasını öngören Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı Projesi (BTC), Rusya’nın bölgenin enerji jeopolitiğindeki tekelini zayıflattı. Rusya, BTC’yi kendi çıkarlarına aykırı olarak görse de ABD’nin BTC’ye olan ciddi desteği karşısında projeyi kabul etmek durumunda kaldı ve anlaşmayı engellemek için oyun değiştirici özellikte bir hamle yapmadı.61

bannerbanner