
Полная версия:
Selçuklu Anadolusu’nda Devlet-Toplum-Ekonomi / Makaleler
Yâr Ali Şirazî’nin Sadreddin Konevî’nin özel defterlerinden kopya ettiği ikinci mecmua da Bursa Eski Eserler Kütüphanesi, Hüseyin Çelebi kısmı no. 1183’tedir. Bu mecmuada Yâr Ali, Konevî’nin özel defterlerinde bulduğu bazı önemli risaleleri ve Konevî’nin dostlarına, dostlarının da ona yazdıkları mektupları derlemiş ve bu mecmuanın muhtelif yerlerinde Şeyhin defterinden alınmıştır gibi ifadeler kullanarak bu mecmuayı S. Konevî’nin defterlerinden kopya ettiğini belirtmiştir.129
Nitekim Osmanlı il yazıcıları Karaman ili evkafını tescil ederken Sadreddin Konevî Kütüphanesindeki kitapların adlarını tespit etmişlerdir. Bu listede S. Konevî’nin eserlerinin müellif nüshaları ve şahsi defterleri mevcut değildir. Öyle anlaşılıyor ki Sadreddin-i Konevî’nin özel defterleri ve hocası Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin ve diğer yakınlarının el yazıları ve hatıra niteliği taşıyan notları ve belgeleri kütüphanesine intikal etmemiştir. Bunlar yakınlarının ve ahfadının ellerinde bulunuyorlardı. Dönem dönem Konya’ya gelen ilim ve fikir adamları buralarda S. Konevî’nin ve hocaları ve yakınlarının el yazılarını görme ve inceleme imkânı buluyorlardı.
İşte Yâr Ali Şirazî gibi başkaları da dönem dönem S. Konevî’nin soyundan gelenlerin elinde bulunan onun telif eserlerini, şahsi notlarını ve mektuplarını görme imkânı bulmuşlardır. Mesela 898 (1493) yılında Hacı Mu’min Halife adlı bir zat S. Konevî’nin el yazısı ile yazılmış olan risaleler ve mektuplara ulaşmış, bunları istinsah ettiği “Nafahatü’l ilâhiye”nin sonuna eklemiştir.130 Kütüphane çalışmalarım sırasında bunun gibi daha pek çok şahısların S. Konevî’nin özel defterlerinden istifade ettiklerini ve onun el yazısı olan nüshalardan istinsahlar yaptıklarına rastladım. Mesela Ayasofya (Süleymaniye) Kütüphanesi no. 2412’deki “Mükâtebât” nüshası keza yine Ayasofya (Süleymaniye) Kütüphanesi no. 2358’deki Müsâri’ul Müsâri adlı eser S. Konevî’nin özel defterlerinden bir tanesi günümüze gelmiştir. Bu defter Konya Yusufağa Kütüphanesi no. 7850’de kayıtlıdır.131 Ola ki başka kütüphanelerde de S. Konevî’nin bu defterleri ve kendi telifi olan eserlerin müellif nüshaları vardır.
d. Fikir Adamı ve Bir Muallim Olarak Sadreddin KonevîYukarıda da ifade edildiği gibi Anadolu Selçukluları zamanında Konya, İslam dünyasının önde gelen ilim ve irfan merkezi durumunda idi. Selçuklu ve Osmanlı tarihi boyunca iki büyük fikrî ve irfani hareketin merkezi olma özelliğini korumuştur. Bu fikir ve irfan hareketlerinden biri Mevlana Celâleddin-i Rumi’nin başlattığı “Celâliyye” hareketidir. Mevlana’dan sonra Mevleviyye (Mevlevilik) adı altında bir tarikat şeklinde devam etmiştir. Konya’dan neşet eden diğer bir fikir akımı da “Ekberiyye” hareketidir. Bu hareket adını “Şeyhu’l-ekber” diye anılan Muhyiddin İbnü’l-Arabî’den almakta ve Konyalı Şeyh Sadreddin Muhammed’in başlattığı ilmî ve irfani harekettir.
Sadreddin-i Konevî uzun süre Şam’a yerleşen üvey babası ve hocası İbnü’l-Arabî’nin yanında kalmış ve onun yetiştirdiği en tanınmış talebesi ve takipçisi olmuştur. 645 (1247) yılında Konya’ya dönmüş ve ömrünün sonuna kadar Konya’da olmuştur. Sadreddin Konevî Suriye’den Konya’ya gelirken öz babası Mecidüddin İshak ve üvey babası İbnü’l-Arabî’den kendisine intikal eden külliyetli miktardaki eserleri beraberinde Konya’ya getirmiştir. Konya’da talim, tedris ve telif ile meşgul olmuş Konya’yı “Ekberiyye” denilen fikir akımının merkezi hâline getirmiştir. Hocasının eserlerini okutmuş şerh etmiş ve pek çok talebeler yetiştirmiştir. Talebesi Müeyyedüddin Mahmud el-Cendî onun ölümü üzerine yazdığı mersiyede şöyle demektedir:132
Dünyanın halifesi ve inanlığın sözü mana denizi derin bilgilerin kaynağı göçtü.Şeyhülislam’ın ölümünden sonra olgunluk ve aydınlıktan eser kalmadı. Keşke o aramızdan ayrılmasaydı.Ondan sonra problemlerin çözücüsü, gerçekleri ortaya koyan kaldı mı?Ondan başka karanlık vadileri sabah yıldızı gibi zirvede parlayıp ışık saçan var mı?Ey asrımızın şeyhi ve karanlık labirentlerde bize yol gösteren sana selam olsun.Bugün Konya Yusufağa Kütüphanesi’nde Sadreddin Konevî’nin vakfı olan 168 kitap bulunmaktadır. Bu kitaplardan bir kısmı S. Konevî’nin ölümünden sonra onun kütüphanesine vakfedilen kitaplardır. Bizzat kendisinden intikal eden kitaplarda onun temellük imzası veya vakıf kaydı bulunmaktadır.133 Konevî’ye ait olan bu kitapların pek çoğunun kıraat ve sema kayıtlarında, kenar notlarında hocalarının, yakınlarının, kendisinin ve talebelerinin el yazıları bulunmaktadır.134
Tarih boyunca dönem dönem S. Konevî’nin koyduğu vakıf şartlarında da yer aldığı üzere yerine rehin konularak Konevî’nin bazı kitapları kütüphanesinden alınmış fakat bilemediğimiz sebeplerden dolayı yerine iade edilmemiş olduğu anlaşılmaktadır.135 Sadreddin Konevî’nin birçok kitapları bu şekilde zayi olmuştur. Mesela İstanbul İslâmî Eserler Müzesi’ndeki el-Futûhâtü’l-Mekkiye nüshası vaktiyle Konya’da bulunuyordu. Muhtemelen iare yoluyla İstanbul’a götürülmüş geri iade edilmemiştir. Keza Mecidüddin İbnü’l-Esir’in Câmi’u’l-usûl adlı eserinin altı cildi Konya Yusufağa Kütüphanesi’nde olduğu hâlde bir ciltteki müellif nüshasıdır ve Konya İzzet Koyunoğlu Kütüphanesi’ndedir.136 Bu cilt vaktiyle S. Konevî’nin kütüphanesinde idi.
Sadreddin Konevî’nin damadı Afifüddin ve kızı Sekine’ye intikal eden eserlerin izini sürmek mümkün olmamaktadır. S. Konevî ile Ahi Evren diye bilinen Hace Nasîrüddin Mahmud sürekli olarak birbirlerine mektuplar yazıyorlardı ve yazdıkları eserlerini birbirlerine gönderiyorlardı.137 Ancak Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud 1261 yılının Nisan ayında Kırşehir’de öldürülünce eserleri takibata maruz kalmış ve büyük ölçüde imha edilmiştir. Bu yüzden birçok eserleri kaybolmuş ve günümüze gelmemiştir. Günümüze gelenler de ancak tek nüsha veya iki nüsha olarak kütüphane izbelerinde tesadüfen günümüze gelebilmişlerdir.
Ahi Evren Hace Nasîrüddin’in bazı eserleri Sadreddin Konevî’nin terekesi olan kitaplar arasında bulunuyordu. Sonraki asırlarda Ahi Evren Hace Nasir’in eserlerini S. Konevî’nin kitapları arasında bulanlar, bu eserlerin ona ait olduğunu sanmışlar ve ona nispet etmişlerdir. Bu iki bilge kişinin birbirlerine yazdıkları mektuplardan bu durumu öğrenmekteyiz. Bu yüzdendir ki Ahi Hace Nasîrüddin’in Tabsiratü’l-Mübtedi ve Tezkiretü’l-Müntehi, Tuhfetü’ş-Şekür ve Metali’u’l-İman gibi Farsça olan eserleri Osmanlı uleması tarafından Sadreddin Konevî’ye nispet edilmiştir. Oysa iyi bilinen bir husustur ki S. Konevî hiç Farsça eser kaleme almamıştır. Ahi Evren’in bu eserleri de S. Konevî’nin vârislerinin elinde bulunuyordu. Araştırıcılar bu eserleri orada görme imkânını bulmuşlardır.
Son olarak esefle şunu belirtmek durumundayım. Geçtiğimiz yıl Konya Yusufağa Kütüphanesi’nden 173 kitap çalınmıştır. Bu çalınan kitapların büyük bir kısmı Sadreddin Konevî’nin koleksiyonuna ait kitaplardır. Bu konunun davası Konya 1. Ağır Ceza Mahkemesinde devam etmektedir. İnşallah bu değerli kitaplar bulunup yerine konulur ve böylece Türkiye Selçukluları dönemi arşivi niteliğindeki bu koleksiyon dağılmaktan kurtulur. Çünkü bu kitaplar üzerindeki Sadreddin-i Konevî’ye ait notlar Selçuklu devri arşivi niteliğindeydi.
3. KUTLU MELEK HATUN KÜTÜPHANESİ VE KİTAPLARIKutlu Melek Hatun uzun yıllar Konya’da kadılık yapan 1282 yılında vefat eden Urumiyeli Kadı Sirâcüddin Mahmud’un 5. göbekten torunudur. Konya’da kendi adıyla anılan bir kütüphane kurmuştur. Kadı Siraceddin Urmevî ölünce oğullarına intikal eden eserleri ve kütüphanesi, dip torunlarından Mevlana Mahmud Çelebi’nin kızı Kutlu Melek Hatun tarafından Konya’da Atabekiye Medresesi hizasında inşa edilen “daru’l-huffaz”a (hafızlık okulu) vakfedilmiştir. (Bk. Burada Levha, VIII.) Bu daru’l-huffaz bugünkü Konya Kız Lisesinin yerinde veya Ali Gav Hanikâhı’nın batısında bulunuyordu. Kutlu Melek Hatun’un vakfettiği kitaplar, Cumhuriyet Dönemi’nde Yusufağa Kütüphanesi’ne intikal etmiştir. Bu kitaplardan günümüze gelmiş olanlar 20-25 kadardır. Bu tür şahıs kitapları ailelerin elinde kaldığı zaman zayi olmaktadır. Kadı Siracüddin-i Urmevî’nin kitapları beş nesil boyunca varislerinin elinde kalmıştır. Bu müddet zarfında birçok kitapların zayi olduğu muhakkaktır.
Kutlu Melek Hatun’un kitabeli mezar taşına Sivas’ta rastladım. (Bk. Burada Levha, VII.). Kadı Siraceddin bir süre Sivas’ta kadılık yapmıştır. Öyle anlaşılıyor ki Kadı Seracüddin ailesinin Sivas’la bağı kesilmemiştir. 5. göbekten torunu olan Kutlu Melek Hatun ömrünün sonunda Sivas’a gitmiş ve orada ölmüş olduğu anlaşılmaktadır. Kutlu Melek Hatun’un vakfettiği kitaplar arasında Kadı Siraceddin’in telif eserleri de bulunmaktadır. Vakfedilen her eserin kapak sahifesine Kutlu Melek Hatun adına düzenlenmiş vakıf kaydı yazılmıştır. (Bk. Levhalar Kısmı.) Bu vakıf kaydında Kutlu Melek Hatun’un babası el-Hac Mevlana Mahmud Çelebi, onun babası Mevlana İmadüddin Mehmed, onun babası Ali, onun babası Ömer onun da babası Kadı Siraceddin Mahmud el-Urmevî olarak gösterilmiştir. Bazı kitapların üzerinde Kadı Siraceddin’in el yazılarına rastlanmaktadır. Yusufağa Kütüphanesi no. 5395’teki Şerhü’l-veciz adlı eser bunlardandır. Aynı kitabın 4815 numaradaki nüshasının la sahifesinde Kadı Siraceddin-i Urmevî’nin bir şiiri bulunmaktadır. Yusufağa Kütüphanesi no. 4866’daki kitabın tamamı Kadı Siraceddin el-Urmevî’nin el yazısı olduğu kuvvetle muhtemeldir. (Bk. Burada Levha VI.) Bu kitap her nasıl olmuşsa önceleri Kutlu Melek Hatun Kütüphanesi’nde iken Sadreddin Konevî Kütüphanesine intikal etmiştir.138 Öyle anlaşılıyor ki Konevî Kütüphanesi’ndeki orijinal nüshası, muhtemelen müellif nüshası (çalınmış) alınmış yerine bu nüsha konmuştur.
4. MEVLANA DERGÂHI KİTAPLIĞIMevlana Dergâhı kurulduğu günden itibaren dergâh içinde bir kitaplık da oluşmuştur. Bilindiği gibi Mevlevi hareketinin eğitim ve öğretim ocağı olan bu dergâh Sultan Veled’in postnişinliği zamanında kurulmuş ve teşkilatlanmıştır. Bu yapı içerisinde zamanla bir kütüphane de teşekkül etmiştir. Hiç şüphesiz Mevlana’nın ve hocalarının eserlerinin orijinal nüshaları burada muhafaza ediliyordu. Mevlana’nın ve hocalarının eserleri kopya ediliyor, nüshaları üretiliyor ve bu nüshalar dergâhta korunuyordu. Başta Mesnevi ve Divan-ı Kebir olmak üzere Mevlana’nın kürrâseler (sahifeler) hâlinde bulunan eserleri bu kitaplıkta korunuyordu. Mevlana hayatta iken yani 662’den (1264) sonra gelen birkaç yıl içinde kürrâseler hâlinde bulunan Mesnevi derlemeleri altı defter hâlinde kitaplaştırıldı. Divan-ı Kebir de önceleri kürrâseler hâlinde bulunuyordu. Mevlana’nın vefatından 70-80 sene kadar sonra şiirler tasnif edilerek kafiye sırasına konarak kitap hâline getirilmiştir. Hiç şüphesiz bütün bu işler Sultan Veled’in ve kendisinden sonra gelen postnişinlerin gözetiminde ve bilgisi dâhilinde yürütülmekteydi. Bugün o dönemde istinsah edilen Mesnevi ve Divan-ı Kebir nüshaları, Mevlana Müzesi İhtisas Kütüphanesi’nde, bir kısmı da Mevlana Müzesi Teşhir salonunda bulunuyor. Zamanla bu kitaplık, kitap bakımından zenginleşmiş ve ünü, Sadreddin Konevî’nin kütüphanesi gibi yayılmıştır. Bu kütüphanedeki kitapların üzerindeki mühürde “Vakf-i Kitaphane-i Hazret-i Mevlana Kuddise Sirruhu” yazılıdır. Buna göre dergâhtaki kütüphanenin resmî adı “Hazret-i Mevlana Kütüphanesi” imiş.
Tarih boyunca Mevlana ve çevresindekilerin yarattığı fikrî ve dinî harekete ilgi duyanlar bu kitaplıkla da ilgilenmişler ve tarihte birçok ünlü zevat bu kitaplıkta çalışmışlar ve Mevlana ile çevresindekilerin eserlerini istinsah etmişlerdir. Eskiden rehin koyarak kitap iare etmek yaygın olarak uygulanmaktaydı. Bu yolla kitaplar uzak yerlere götürülüyordu. Mevlana Müzesi İhtisas Kütüphanesi no. 67’deki Divan-ı Kebir nüshası, rehin karşılığında iare edilerek Herat’a götürülmüştür. Orada kitaptan suretler çıkarılmıştır. Kitap yıllarca orada kalmış, Molla Abdu’r-Rahman Cami’nin kayınbiraderi olan Heratlı ünlü yazar ve mutasavvıf Hüseyin Vaiz el-Kâşifî kitabın kenarına notlar yazmış, sonuçta kitap tekrar Mevlana Dergâhı’na geri dönmüştür. Kitapların sağlam bir biçimde geri dönüşünü sağlamak için kitap iare bedelinin çok yüksek tutulduğu anlaşılmaktadır. Aksi hâlde çok uzak yerlere götürülen kitapların sağlam bir şekilde geri getirilmesi sağlanamazdı.
Karaman Oğulları zamanında Mevlana Dergâhı’nın yanı başında Mevlana Celâleddin’in adına nispeten Celâliyye Medresesi adında bir medrese kurulmuştu. Bu medresenin de bir kitaplığının olduğu anlaşılmaktadır. Zira Konya’daki kütüphanelerde bu medresenin kitaplarına rastlanmaktadır. Celâliyye Medresesi faal olduğu zamanlarda buradaki kitaplık ile dergâhtaki kitaplık arasında bir bağlantı olup olmadığını bilmiyoruz. Caner Arabacı Konya Medreseleri adlı çalışmasında Celâliyye Medresesi’ni tespit etmediğine göre bu medresenin XX. yüzyıldan önce münkariz olmuş olmalıdır.
SONUÇBu çalışmada gösterilmeye çalışıldığı gibi Türkiye Selçukluları zamanında Anadolu’da bilim, sanat ve kültür alanında büyük bir gelişme kaydedilmiş ve bunun sonucunda sağlam bir toplumsal yapının oluştuğu ve yüksek bir medeniyetin teşekkül ettiği görülmektedir. XII. yy.ın ikinci yarısı ile XIII. yüzyılın ilk yarısında parlak bir dönem yaşanmıştır. Bu fikrî, ilmî ve kültürel gelişmenin, Moğolların Anadolu’yu işgal etmelerini takip eden yüzyılda (1243-1337) tedricen zayıflamaya, toplumsal yapının çözülmeye yüz tuttuğu görülmektedir. Bu devrede daha çok tasavvufi-dinî düşüncenin ön plana çıktığı fark edilmektedir. Bu alandaki faaliyetlerin himaye ve destek gördüğü de görülmektedir. Buna muvazi olarak pozitif (tabiat bilimleri) ilimlere ilgi ve himayenin de azaldığını görüyoruz. XI. ve XII. yy.da Anadolu’da telif edilen eserlerin hemen tamamı tabiat bilimlerine ve felsefeye dair iken XIII. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Anadolu’da telif edilen eserlerin büyük ekseriyeti tasavvufi-dinî ve edebî eserlerdir Anadolu’daki bu fikrî ve ilmî gelişim ve değişimin sebeplerini maddeler hâlinde açıklamak gerekirse:
1. XIII. asrın ilk çeyreğinden itibaren çok sayıda mutasavvıf ve dervişler, Moğol istilası önünden kaçıp Anadolu’ya sığınmıştır. Bu tasavvufi zümrelerin Anadolu’da faaliyet göstermeleri sonucu Anadolu’da fikrî denge tasavvuf lehine bir gelişme göstermiştir.
2. Moğol iktidarının Anadolu halkı üzerinde yarattığı şiddetli fikrî ve siyasi baskı ve gerçekleştirdiği acımasız katliam Anadolu halkını bezginliğe ve ümitsizliğe sevk etmiştir. Bu durum meyus ve çaresiz insanlara umut ve huzur kaynağı olan tekke ve zaviyelere rağbeti arttırmıştır. Bu hızlı mistikleşme tabiatıyla pozitif ilimlere karşı ilgiyi azaltmıştır.
3. Moğolların Anadolu’da gerçekleştirdikleri katliam ve zulümler pek çok aydın, kültürlü ve bilge kişilerin telef olmasına veya Moğol zulmünden ötürü Batı Anadolu’ya göçmelerine, Anadolu’yu terk etmelerine sebep olmuştur. Özellikle Orta Anadolu’dan uç bölgelere ve Bizans topraklarına yoğun bir göç dalgası yaşanmıştır. Bu durum hâliyle ilmî faaliyetleri olumsuz yönde etkilemiştir.
4. Moğol hâkimiyeti, Anadolu Selçuklu Devleti’nin siyasi otoritesinin zayıflamasına, ekonomik gücünü yitirmesine sebep olmuştur. Bu da ilim adamlarının himayesiz kalmalarına ve onların Anadolu’dan göçmelerine sebep olmuştur. Ancak XIII. asrın sonlarında istiklallerini ilan eden Türkmen beylerin -sınırlı da olsa- bazı ilim ve fikir adamlarını himayelerine aldıkları görülmektedir.
5. Moğollar döneminde Anadolu’da Cavlakiler (Kalenderîler), Baraklar gibi birtakım başıbozuk dinî zümreler ortaya çıkmıştır. Genel olarak bilime ve akılcılığa, akli ilimlere muhalif olan bu zümreler Moğol iktidarının himayesinde bütün Anadolu’ya yayılmıştır. Moğollar, Ahi ve Türkmen çevrelere ait müesseseleri sahiplerinden müsadere yoluyla alarak bu zümrelere vermişlerdir. Bu durum Anadolu’da bilimin ve sanatın geri kalmasına sebep olmuştur.
Burada Konya’nın Selçuklular zamanındaki durumunu çeşitli yönleriyle genel bir tasvirini sunmaya çalıştık. Bu kısa açıklamadan da anlaşılacağı üzere Selçuklu devri Türk kültür ve medeniyetinin en önemli merkezi olan Konya’nın Selçuklular devrindeki durumunu; sosyoekonomik, sosyopolitik ve sosyokültürel yönleriyle ve detaylı biçimde ele almak ve değerlendirmek gerekmektedir. Böyle bir çalışma içine girmek esasen karanlık durumunu muhafaza etmekte olan Türkiye Selçukluları devri Türk kültür ve medeniyetini aydınlatmaya yönelik bir çalışma olacaktır. O devirde kurulmuş müessese ve teşkilatların faaliyet ve prensiplerini, sosyal ve ekonomik değerlerini günümüze getirmek, tanıtmak, gerekirse modernize etmek bu çalışmalar sonucunda mümkün olabilecektir.
Bilindiği gibi tarih çalışmaları ile geçmişteki müesseselerin, kuruluşların sosyal, siyasi ve kültürel olayların nasıl ortaya çıktıkları, nasıl bir gelişme gösterdikleri, doğruya en yakın biçimde tespit edilmeye çalışılmaktadır. Sonra bu fikrî, siyasi ve kültürel olayların, kuruluşların, günümüze nasıl intikal ettikleri aydınlanmış olmaktadır. İşte bu veriler elde edildikten sonra ekonomist ve sosyologların, geçmişten gelen bu fikrî, siyasi, kültürel ve sosyal olayların kuruluşların aktüel hâle getirilmesi yolları üzerinde imal-i fikir etmelerine ve günümüzde bunların ne şekilde yaşatılacağı ve bunlardan nasıl yararlanılacağı hakkında fikir yürütmelerine imkân doğmuş olacaktır.

Levha: I
Altta, Sadreddin Konevî’nin imaret ve kütüphane kitabesi üstte ise Sultan II. Abdülhamid devri Konya Valisi Mehmed Ferid Paşa’nın 1317 tarihli tamir kitabesi.

Levha: II
(Yusuf Ağa Kütüphanesi no. 4866, yp. la.)
Kadı Siracaddin Mahmud el-Urmevî’nin el yazısı.

Levha: III
Kutlu Hatun’un mezar taşı kitabesi .......

Levha: IV
(Konya Yusuf Ağa Kütüphanesi no. 4812, yp. la) Kadı Siraceddin el-Urmevî’nin ahfadından Mahmud Çelebi’nin kızı Kutlu Melek Hatun’un Konya’da yaptırdığı Dârü’l-Huffâz’a vakfettiği Tavzihü’l-hâvf adlı eserin kapak sahifesindeki vakıf kaydı.

Levha: V
(Konya Yusufağa Kütüphanesi no. 5467, la) Tercümesi şöyledir: Bu kitap büyük emir, soylu, asaletli, ülke ulusu, şehir muhafızı hace-i Cihan diye ünlenen Bedrüddîn Ahmed b. Kayser b. Süleyman Dârü’s-Sadriyye’ye vakfetti, Allah ondan razı olsun. Kıymetli bir rehin koymadan oradan çıkarılmamasını şart koştu. Her kim bu şarta uymazsa Allah’ın laneti üzerine olsun, Allah işiten ve bilendir. 20 Ramazan sene 616. (29 Kasım 1919 tarihlidir.)

Levha: VI
(Konya Yusufağa Kütüphanesi no. 4679) Ahkâmu’l-Kubra adlı eseri, (II. cilt) Anadolu’da maliye nazırı olan Celâleddin Mahmud tarafından Konya’da Ahmedek önünde kendisinin yaptırdığı hanikâha vakfettiğine dair olan vakıf kaydı. Bu kayıt 670 (1272) tarihlidir.

Levha: VII
Bu belgede adları geçen 20 kişi Safer ayının 10. günü 666 yılında (31 Ekim 1267) Câmiu’l Usûl adlı eserin I. cildini Sadreddin Konevî’den okumuşlardır. Altına da Sadreddin Konevî kendi el yazısı ile bu tespitin sahih olduğunu belirtmiş ve bu talebelerine icazet vermiştir.

Levha: VIII
(Konya Yusufağa Kütüphanesi no. 4862) Fütüvvet Teşkilatı’nın Şeyhü’l Meşâyihi (Şeyhlerin Şeyhi) Şeyh Şihabüddin Ömer es-Sühreverdi’nin 627 (1230) yılında Bağdat’ta Eğâlitü’s Sufiye adlı eserin 68a sahifesine kendi el yazısı ile düştüğü bir not. (Konya Yusufağa Kütüphanesi no. 5060) Sadreddin Konevî’nin Ahkâmu’l-Kubrâ adlı eseri Endülüslü Kemalüddîn Ebu’l Hasan Ali’den okuduğuna dair olan sema kaydı. En üstte Konevî’nin kendi el yazısı ile yazdığı temellük kaydı bulunmaktadır. Bu kayıt 13 Rebiyülahir 624 (03 Nisan 1227) tarihinde Malatya’da yazılmıştır.

Levha: IX
Konya’da Kalenderhane Mahallesi’nde bulunan Kalenderi şeyhlerin türbelerinden biri.
ANADOLU SELÇUKLULARINDA DEVLET TEŞKİLATI139
Çok iyi bilinen bir husustur ki Türk örfünde ve töresinde devlet, devleti kuran ailenin (hanedanın) erkek fertlerinin ortak malı kabul edilir, hanedana mensup fertlerin tamamının devlet yönetimine katılma hakları bulunmaktadır. Devlet, kutsal bir varlık olduğu gibi onu kuran ailenin fertleri de kutlu kişilerdir. Devletin başında bir hakan bulunur. Hanedana mensup olan diğer fertler ikinci, üçüncü dereceden yöneticiler olarak ülkenin (devletin) kendi payına düşen yöresini elinde bulundurur ve baştaki hakana tabi olarak yönetime iştirak ederler. Bu hiyerarşinin bozulması durumunda hanedan üyeleri arasında savaşlar vuku bulmaktadır. Zaman zaman bu savaşlar sırasında hanedan üyesi olan prenslerin ölümleri veya öldürülmeleri de meydana gelmektedir. Bu prenslerin kanlarının toprağa (yere) akması uğursuzluğa ve talihin dönmesine sebep olacağına inanıldığı için, onların boğularak öldürülmelerine azami itina gösterilirdi. Bu inançlarından dolayı Türkmenler hakan soyundan olmayan kişilerin etrafında toplanmaz ve siyasi mücadelelerinde onlara destek olmazlar.
İşte bu inanç ve töreden dolayı birçok Türk devletinde, kurulduktan kısa bir zaman sonra, doğu-batı veya kuzey-güney gibi isimlerle bölünmeler meydana gelmekte, bu durum devletlerin kısa sürede parçalanmasına yol açmaktadır. Kök Türklerde (Göktürk) ve Karahanlılarda olduğu gibi dönem dönem devletin birliğini muhafaza etmek için hanedan içi çatışmalar yaşanmaktaydı. Bunlardan biri de Büyük Selçuklu Devleti’ndeki yabguluk savaşları ve taht mücadeleleridir. Birçok Türk devletinin kısa ömürlü olması da bundan kaynaklanmıştır.
İslamiyet’ten sonra kurulan Türk devletlerinde de bu inanç ve törenin (töre hukuku) bazı değişmelere uğramakla beraber, devam ettiği görülmektedir. Bu dönemde devletin ve hanedanın kutsallığını vurgulamak için menkıbeler imal edildiği, devlete esrarengiz bir hüviyet verilmeye çalışıldığı görülür. Bunun için genel olarak tasavvufi motiflerden ve teorilerden yararlanılmaktadır.
Türkmenler tarafından kurulan Büyük Selçuklu Devleti döneminde Gaznelilere karşı kazanılan Dandanakan Zaferi’nden hemen sonra (1040) bu devleti kuran Selçuklu hanedanı üyelerinin devletlerini Türk töresine ve örfi kanunlara göre yapılandırmaya çalıştıkları müşahede olunmaktadır. Tuğrul Bey Nişabur’da sultan (büyük hakan) olarak ilan edilmiş, diğer hanedan üyelerinin her biri bir yöreye “melik” (Yabgu) unvanı ile gönderilmişlerdir. Çağrı Bey, Musa Yabgu, Kavurt, Alp Arslan, Yakuti, Kutalmış ve oğulları, İbrahim Yinal vs. her bir hanedan üyesi bir yörede devlet yönetimine iştirak etmişlerdir. Bu yolla “Türk-Cihan Hâkimiyeti Ülküsü”nün gerçekleşmesine çalışılmaktadır. Her melik bulunduğu yörede fetihler yaparak ülkesini imar ederek hükümranlığını devam ettirmektedir.
Bu yazıda Türkiye Selçuklularında yukarıda ana hatlarıyla tasvir edilen Türk devlet anlayışının uygulanmasında ne gibi yenilikler olduğu, nasıl bir yapılanmaya gidildiği gösterilmeye çalışılacaktır. Anadolu’daki sosyal, kültürel ve siyasi şartların bu yapılanmada ne gibi değişik uygulamalara yol açtığı belirtilecek ve bunun fikrî ve felsefi temelleri açıklanacaktır. Anadolu’da ortaya çıkan bu devlet anlayışı ve yapılanmanın Osmanlı Devleti’ne de temel teşkil ettiği bu vesile ile gösterilecektir.
Anadolu’da Siyasi Birliğin TesisiGenel olarak Türklerin Anadolu’yu fethi Malazgirt Zaferi (M 1071) ile başlatılır. Rahmetli Fuat Köprülü’nün de işaret ettiği üzere Malazgirt Zaferi’ni takip eden ilk yüz senede Türkler Küçük Asya’yı askerî bakımdan fethetmekle meşgul idi. Bu dönemde Anadolu’da siyasi bir belirsizlik hüküm sürmüştür. Bir yandan Selçuklu Devleti ile Anadolu’da kurulan diğer Türk beylikleri arasındaki mücadeleler, bir yandan da Anadolu topraklarını çiğneyip geçen Haçlı dalgaları bu topraklarda siyasi istikrarın sağlanmasını hem zorlaştırmış hem geciktirmiştir. Selçuklular zamanında Anadolu’da siyasi birlik ve istikrar ancak II. Kılıçarslan’ın saltanatının son yıllarında sağlanmıştır. Bu istikrarın sağlanmasıyla birlikte Anadolu’da yoğun biçimde ilmî, fikrî, kültürel ve ticari faaliyetler başlamıştır. Gene bu istikrarla birlikte Anadolu’da sosyal kültürel ve sınai nitelikli halk örgütlenmeleri görülmektedir.