Читать книгу Veysel Çavuş (Мемдух Шевкет Эсендал) онлайн бесплатно на Bookz (3-ая страница книги)
bannerbanner
Veysel Çavuş
Veysel Çavuş
Оценить:
Veysel Çavuş

3

Полная версия:

Veysel Çavuş

Dışarıda bir ayak sesi oldu. Toplandık. Annesi geliyordu. Sanki o gelirse ve gazeteleri görürse kabahat olacakmış gibi, ikimiz birden kapı tarafına bakmışız. Az daha bana, “Topla gazeteleri, ayrılalım..” diyecekti zannettim. Sayfaları çabuk çabuk çevirdi.

Valdesi geldiği vakit, yeni memure olmuş bir komşu hanımı çekiştirip dedikodu yaptık. Bir-iki gece sonra tekrar uğradığım zaman da yine böyle bir bahis üzerine mübahase uzadı, haylice geç kalmışım, giderken hizmetçi kadın uyumuştu, kendisi bana sokak kapısına kadar refakat etti. Zahmet etmemesini rica ettiğim hâlde zaten kapıyı sürmeleyeceğini söyleyerek aşağıya kadar indi. Veda ederken güya daha edilecek birçok lakırtılar varmış da ancak söyleyemiyor imişim gibi kapıyı çekip gidemiyordum.

O esnada Güzide, pek seyrek ziyaret ettiğimden, daha sık gelmekliğim lazım olduğundan bahsetti; ben de kapının karşısındaki mahalle kahvesinde gece gündüz birtakım boş gezen heriflerden sıkıldığımı, girip çıkarken görürlerse elin ağzı acayip, hele böyle zamanda her türlü lakırtı edebileceklerini, bunlardan çekindiğimi söyledim. Arka kapı açık olsa, geç erken bahçe tarafından gelmenin daha muvafık olacağını da ilave ettim. Arka kapı münasip ise de bunun valdeye karşı nasıl olacağını dermeyan eder gibi oldu. Sanırım, ziyaretlerimi valdeden de gizlemek mümkün ise de hizmetçi var… Hizmetçi kolaymış… Çocukla beraber bulunuyormuş… Çocuk yatınca o da yatıyor… Vâkıâ valde de yatsıyı kılar kılmaz uyukluyor… Bakalım, bir-iki akşam sonra münasip bir zaman olursa… Kapı açık olursa ben bahçe üstündeki odada otururum.

Bilmem cevap verdim mi? Herhâlde bu lakırtılar böyle iptidası, intihası olmadan karışık, duman içinde geçti.

Sokağa çıktığım vakit bir garip divane gibiydim. Ayaklarım titriyordu, sallanıyor gibiydim. Mamafih, bundan sonraki ziyaretlerimi arka kapıdan tekrara cesaret edemedim.

Bir gündüz uğradım, evde yoklardı. Yalnız hizmetçiyi gördüm, akşamüstü dışarı çıkmışlar, benden öteberi istemişlerdi, onları bıraktım. Ertesi gün, onlar bize gelmişlerdi. Giderken merdivende konuşuluyordu, bize buyurunuz filan lakırtıları oldu, o zaman güya yalnız Güzide’ye söylermiş gibi, “Bakalım yarın akşam bir vakit bulursam gece uğrarım.” dedim. O gün dairede, ne olursa olsun arka kapıdan girmeye karar verdim. Lakin hem karar verdim hem de pek ziyade merak ediyordum ki acaba akşam olursa arka kapıdan girebilecek miyim?

Gece, dar sokağa saptığım vakit yüreğim şiddetle çarpıyordu. Sokak boş ve karanlıktı. İmaretin yüksekte, ufak pencerelerinden yalnız birinde sönük bir ışık vardı. Ben kapının yerini biraz daha yakın sanıyordum. Daha derince imiş…

Ufak kapı kapalıydı. Tuttum, açılmadı. Dönecektim, kurtuldum diyecektim ve sevinecektim. Ancak birdenbire oradan ayrılamadım, kapıyı bir kere daha, daha kuvvetlice ittim. Hafifçe kımıldadı ve gıcırdadı. Bu gıcırtı bana o kadar büyük bir gürültü gibi geldi ki bırakıp kaçacaktım. Evdekiler uyandılar, bütün mahalle ayaklandı, şimdi her taraftan koşuşacaklar gibi geliyordu.

Kapı yavaş yavaş kendi kendine açıldı ve tak diye arkasına vurdu. Ufak bahçe, büyük dut ağacının gölgesiyle daha ziyade karanlıktı. Korkarak bu karanlığa bir müddet baktım, kaldım.

Görünüyor ki Güzide yoktu. Ev, simsiyah duruyordu, aşağı odaya gidip oturacağımı vadettiğim hâlde, bunun hiç de kabil olmadığını gördüm.

Duyduğum şedit heyecan daha ziyade kalmama engel oldu; kapıyı dahi kapamayarak geri dönüp derhâl kaçtım.

Caddeye çıktığım zaman içimde üç türlü ses duyuyordum. Birincisi, “Zaten bir çocukluk idi, senin budalaca hayallerin… Bunlar olur şey mi zannedersin!” diyordu. Öteki, “Her vakit işlemeyen bir kapı neden açık kalsın, şaşkın! Güzide seni odada beklerken uyumuş kalmıştı, anlayamadın mı?” diyordu. Bir başka ses de ses gibi değil, âdeta bir pençe gibi yakamdan yapışmış, beni eve sürüklüyordu.

Düşünebilecek bir yer lazımdı ve o dakikada yalnız yatağımda düşünebileceğimi hissediyordum.

Odamda acele soyunup, lambayı söndürdüm ve karanlıkta, yorganların arasına sokularak biraz sükûn bulabildim. Hiç olmazsa kapılarını kapamalıydım diyordum. Yarın kapıyı açık görürse benim geldiğimi anlayacak; bu âlâ! Acaba cesaret edemediğimi hisseder ve bana güler mi diye de düşünüyordum. Ertesi gün gitmedim, daha ertesi gün uğradım. Mutat veçhile çehresi sakin idi ve gözlerinden bir şey anlamak mümkün olamıyordu.

Aradan bilmem kaç gün geçti, bir akşamüstü uğradım. Hizmetçi kadın kapıyı açtı.

“Küçük hanım hasta.” dedi.

“Nesi var?” dedim.

“Bilmem! Soğuk almış diyorlar…”

Valdesi, merdiven başından seslendi:

“Gel efendi oğlum, Güzide üstünüze afiyet rahatsızdır. Üşütmüş.” dedi.

“Yukarı kadar çıkıp acaba odasına kadar gitmek lazım mı?” diye düşünürken valdesi tekrar çağırdı.

“Buyursanıza…”

Yukarı çıktım. Güzide yatağında gülüyor. O zamana kadar odasına girmemiş idim. Karyolası o kadar süslü değil ancak o hafif ve müessir lavanta kokusu duyuluyor ve nedense bana dokunuyordu.

“Geçmiş olsun, ne oldu böyle? Doktor getirdiniz mi?”

“Hayır, doktorluk bir şey değil, göğsüm üşümüş. Buyurup otursanıza!”

Oturdum. Küçük kızcağız da dizlerimin üstüne çıktı, şuradan buradan konuşmaya başladık. Bazı şeyler almıştım, onları gösterdim. Bizim hemşire için beğendiğim bir kumaşın bir eşini de Güzide’ye hediye olarak getirmiştim. Onu da verdim. Pek ziyade memnun oldu. Çok şükür hâli iyi idi.

Ertesi akşam daireden erken çıktım, ilkin eve uğrayıp yemek yedim, sonra Azize halanın bir mektubu vardı, onu vermeye gittim. Onlar da beni bir parça tuttular, âdeta vakit yatsı olmuştu.

Dün hasta bırakıp bugün de hiç uğramamak pek ayıp olacaktı! Koşarak oraya gittim. Belki uyumuştur diye kapıdan sorup dönecektim. Hizmetçi kadın Güzide’nin beni görmek istediğini söyledi. Gittim. Yatağın içinde oturuyordu. Kocasına ufak tefek gönderecekmiş, bir bohça hazırlamış, onu postaya vermemi rica etti. Valde, çocuğu almış yatmış. İkimiz yalnızdık. Oturdum kaldım. Lakırtı uzadı, o da konuşuyor, lafı kesmiyordu.

Karyolanın tam yanında oturuyordum.

“Burası sıcak, kabalağınızı çıkarsanıza!”

Terliyordu, yanakları al al olmuştu. Bilmem nasıl oldu:

“Hararetiniz var mı?” dedim ve elimi yorganın üstünde duran elinin üstüne koydum. Ne o elini çekebildi ne ben çekebildim.

“Çok şükür hararetiniz yok!” diyecektim, galiba böyle söylemek istiyordum. Ancak kelimeler ağzımdan çıkmadı zannederim, boğazımda düğümlenir gibi oldu. Onda da ilk gördüğüm günkü heyecan vardı. Sesim boğuldu, titremeye başladım. O bana bakmayarak dedi ki:

“Siz, bahçeden gelirim demiştiniz! Havalar serin oluyor, bir akşam galiba uyuyakalmışım.”

“Aman, affedersiniz…” diyebildim ve gözlerinin içine bakmaya başladım.

O yorganın dikişleri ile oynayarak ve mutatı veçhile hafiften gülerek:

“Yaa.” dedi. “Hem söz verirler, adamı soğukta bahçelerde bekletirler hem de gelmezler…”

İnanınız başım dönüyordu. “Aman, affedersiniz…” diyebiliyordum. Ayakta olsam şüphesiz düşerdim.

Şu münasebetle aklıma gelmişken söyleyeyim. Bütün ahlaki kaideler bir tarafa azizim, genç bir kadın tarafından beğenilmek, onun size malikiyetini duymak ne kadar lezzetlidir. Görüştükçe telakkinin ilk hararetini söndürüp bir minderin kenarında yan yana, âlemin ahvalinden şikâyet etmek, dedikodu etmek, böyle felaket günleri geçiren memleketlerde zuhur eden fesad-ı ahlaktan şöyle afaki dem vurmak, sonra fırsat olursa yeniden tutuşan kalpleri söndürmek… Ne kadar tatlıdır!..

1916

BİR CİNAYET

Geçen sene genç avukatlardan birini yazıhanesinde tabanca ile öldüren bir adam, zabıta tarafından tevkif olunmuş idi. Bu adam zevcesini vakadan iki hafta evvel terk etmiş ve Kafkas Cephesi’nde lekeli hummaya tutularak henüz şifâyab olmuş ve nekahet devresini geçirmek üzere buraya gelmiş bir tabip idi.

Bütün suallere karşı doğruca cevap vermiş ve “Kıskandım öldürdüm çünkü zevcemle münasebette bulunuyordu.” demiş ve başka bir şey söylememiş, bütün delâil de, vakanın bu suretle hâdis37 olduğunu ispat etmekte bulunmuş idi. Ancak yine usulen muhakeme cereyan ediyor, müddeiumumi38 iddianamesini okuyor, müttehim39 vekili cürümde esbab-ı muhaffife arıyor, samiin40 hemen avukatlardan mürekkep gibi hepsi dinliyor; candarmalar uyukluyor, mahkûm bihareket sandalyesinde oturuyordu.

Müdafaa tamam olunca reis, mutat olan suali sordu:

“Müttehim, kendinizi müdafaa yolunda başka bir diyeceğiniz var mıdır?”

Müttehim ayağa kalktı, o zamana kadar saklayabildiği birtakım kâğıtlar çıkardı. Kendisi orta boylu, ancak otuz yaşlarında kadar, sevimli bir adam idi. Gayet muntazam giyinmişti.

“Reis beyefendi, müddeiumumi muavini beyin tasvir buyurdukları şey esasen vakidir ancak sebebi cinayetin tamamen şerh ve izah olunması için şu mektubun, heyeti aliyeniz huzurunda okunmasını da bendeniz pek lazım görüyorum.” dedi ve mektubu okumaya koyuldu.

Beyefendi, her ne kadar henüz zatıalileri ile müşerref olmamış isem de derece-i tahsil ve fikr ü irfan noktainazarından yüksek bir adam olduğunuzu bildiğim cihetle, bu mektubu yazmak cesaretini hissediyorum.

Burada aramızda cereyan eden bir vakanın yine aramızda kalması ve aramızda hall ü fasl edilmiş 41 olması temennisi ile, buna dair bazı nazariyat ve efkârdan başka bir şey olmadığı cihetle, taraf-ı alilerinden hüsnütelakki buyrulacağı ümidini perverde etmekteyim.

Doktor bey, on günden fazla var ki zevcenizi terk etmiş bulunuyorsunuz. Sebebi ise burada bulunmadığınız esnada benimle onun arasında cereyan etmiş bazı vakayiin, gayrikabili ret delâilini elde etmiş bulunmanızdır. Zevceniz esasen kimsesiz olduğu cihetle, terk olunduğu günden beri bendehanenizde, hemşirem ile birlikte bulunduğu için ne derece azap ve ızdırap içinde bulunduğunu, nasıl tazallüm etmekte, ağlamakta olduğunu görerek cürüm ile ceza beyninde bir nispetsizlik bulunduğunu anlıyor ve bu noktayı zatıalinize açıkça bildiriyorum.

Evvela, bu kadın sandığınız derecede günahkâr değildir. Sadece muhitinin kendisini sürüklediği tarafa gitmiş ve tesadüfen o taraf onca mucib-i bedbahti 42 olmuştur. Neticenin bu suretle zuhur edeceğini tahmin edebilse idi, elbette bu suretle hareket etmezdi. Zevci olmak itibarı ile siz, tabii benden daha iyi bilirsiniz. Bakınız ben nasıl düşünüyorum…

Bu kadın uzun müddet taşrada kalmış ve nihayet taşrada ölmüş bir memurun kızıdır. Siz de kendisine, memur bulunduğunuz o kasabada tesadüf ettiniz. Tesadüf ettiniz değil, orada böyle genç ve güzel bir kızın mevcudiyetinden haberdar oldunuz.

Tabii genç idiniz ve mesleğiniz size perhizkârlığı tavsiye etmekte, hem de maişet meselesi ile tehdit etmekte, mutaassıp olan muhit sizden, zâhidâne etvar ve harekâta intizar etmekte olduğunu izdivaç lüzumunu hissediyor idiniz. Belki buna, bir zengin adamın kızını alarak bir parça kesb-i servet fikri de karışıyordu. Sonra günün birinde orada kimsesiz kalmış böyle bir kızın bulunduğunu haber alınca, bir parça da şair oldunuz değil mi? Böyle bir zavallı, genç ve güzel bir doktorun karısı olacağını asla tahattur etmez, onun için her ümit boş, her şey karanlıktır. Onu kurtarmak ateşi gönlünüzü yaktı.

Yine muhitin sevk ve tesiri ile dindarâne ve mütevekkilâne hareket edebilecek kızın izdivacına talip oldunuz. Herkes münasip gördü, tahsin etti ve evlendiniz. Azizim itiraf ederim ki zevceniz güzel bir kadındır; elbette o zaman daha da dilber olsa gerekti.

Tahmin ederim ki böyle dindarâne izdivaçların ilk gecelerinin de kutsi bir hâli olmak gerekir. O gece acıdır ya da tatlıdır demiyorum ancak insanın bütün hayatınca süren bir letafeti ve tatlılığı vardır, sanıyorum.

Bu kadın ile yaşamaya başladınız. O, her ne kadar müstesna bir fıtrata malik bir kadın ise de taşrada büyümüş bulunuyor ve malumatı size pek nakıs geliyordu. Siz bu noksanı görür görmez âdeta sevindiniz ve hayırhahâne bir gayretle çalışmaya başladınız. İnsan, hiç tanımadığı adamlara bile bir şey öğretmiş olmaktan mütelezziz olup dururken sevdiği bir kadına hatayı öğretmekten zevkyâb olmaz olur mu?

Ancak onu siz olduğu gibi de kullanabilirdiniz. Şüphesiz güzel yemek pişirir, dikişini diker, evine bakardı. Böyle müstesna bir kadının her hizmeti de müstesna olur, kim bilir belki de böylesi daha rahat olurdu. Fakat ilim dururken cehil düşünülür mü?

Bilmemek, bilmeye müreccahtır diye iddia edenleri tımarhaneye sevk ederler. Binaenaleyh derhâl işe başladınız; ona din hakkında, insanlık hakkında, medeniyet ve kadınlık hakkında bütün bildiklerinizi bol bol vermeye başladınız. Hatta yazısını işlek hâle getirmeye, okumasını düzeltmeye çalıştınız. Yalnız tababetten bahsetmeye cesaret edemediniz çünkü biliyordunuz ki, bu pek güç ve derin bir ilimdir, hiçbir şey de öğrenmeyecektir.

Dersleriniz birdenbire feyiz vermedi ise de tesirden de hâli kalmadı. Kadın, ilkin kemal-i kuvvetle şuna kani oldu ki o zamana kadar sevdiği hayat boş ve mukassidir. 43 Bunun öte tarafında hayalî, leziz bir âlem mevcuttur. Buna kail olmuştu. Bunun için de bu âleme layık bir kadın olmak için çalışmaya başladı. İlkin musiki arzusu gösterdiğini müşahede ettiniz ve memurinden birinin hanımından ders almasını alkışladınız. Genç bir kadını ufak bir gurur pek ziyade okşar ve çalıştırabilir. Beğenilecek bir şey yapmış olmak gururu ile musikiye fevkalade meyl ü rağbet eyledi ve bir müddet sonra da hoşça bir istidat, pek az da muvaffakiyet gösterdiğini gördünüz. Vâkıâ bu meyl ü rağbet onun sair işlerini bir dereceye kadar engelledi ise de ne zararı var!.. Bu bir defa öğreninceye kadardır. Öğrenildikten sonra, evin içinde musiki gibi tükenmez bir hazine-i şetaret ve medeniyet bulunmuş olacak, bir taraftan da siz nasihatlerinize devam edeceksiniz… Başka memleketlerde kadınlar kendi haklarını kendileri bilir ve dava edebilirler; bizde ise müsavatı hukuku44 öğretmek iktiza etmektedir. Birçok zevat gibi bir defa da siz, onun bu mefhumu da bellemeye başladığını hissettiniz ve anladınız.

Bu hâl böyle devam ederken bir taraftan da kadında bir doğurma endişesi hasıl oldu. Hâlbuki tevlit 45 hususunda siz henüz karar vermemiş bulunuyordunuz. En muzdarip mahluk beşer olduğuna göre, kendi payınıza bu nesli idame etmekte bir faide acaba melhuz46 mudur? Doğru düşünüyordunuz doktor bey ben de sizin fikrinizdeyim.

Bize sorsa idiler, ağleb-i ihtimal 47 dünyaya bu suretle gelmezdik. Madem ki bizden sonrakilerle bugün istişare mümkün değildir; beşer denilen mahluka mukadder olan hayatı gördükten sonra, hiç olmaz ise bir murakabe, kendi kendimize bir muhasebe yapmak pek doğru bir şeydir. Bu hesabın neticesine taliken kadın gebe kalmalı idi.

Bir müddet sonra siz İstanbul’a tahvil ettiniz. Sıhhiye dairesinde bir memuriyet, güzel bir maaş, mektepte muallim muavinliği, bir de bizim eczanenin üstünde bir muayene odası. Ayazpaşa’da evvela bir ev, sonra bir apartmanda hoşça bir daire, bir de hizmetçi… Bu tahvili memuriyetten aileye ne derece saadet geldiğini pek güzel tahmin ederim; âdeta yeni evlenmiş gibi oldunuz. Kadının tedris ve terakkisinde muhitin de büyük bir tesiri görülmeye başladı. Malumdur taşrada, hele küçük yerlerde, böyle genç kadınlar pek serbest olarak çarşıya pazara giderlerse, mevkilerini kaybederler. İstanbul’da bunun tamamen zıddı cereyan etmektedir. Gelinlik feracenin tabut üzerine örtüldüğü zamanlar çok şükür artık geçmiştir. Avrupa’da oturanların, o azim vücud-ı medeniden bigâneliklerine tahammül olunamayacağı artık yavaş yavaş anlaşılıyor, zannederim.

Zevceniz evvela evdeki Rum hizmetçinin delalet ve irşatları ile dükkân ve mağazalara çıkmaya ve alışveriş etmeye; eksik kesip pot dikmekten vazgeçerek elbiselerini, çamaşırlarını diktirmeye başladı. Bir akşam eve döndüğünüz zaman onu beyaz iskarpinleri ile beyaz ipekli elbiseler içinde gördüğünüz zaman itiraf ediniz ki hayran oldunuz! Birkaç gün sonra da size kuş tüyü yorganları ile temiz, şık bir yatak hazırlamış olduğunu tahattur edersiniz. Yavaş yavaş tavrında, yürüyüşünde bir rikkat, 48 bir mümtaziyet görüyordunuz; o kadar ki birkaç zaman daha geçince onu beraberinizde sokağa götürmek heveslerini duydunuz, çünkü sokakta, yanınızda ince boyu, nazan49 ve çalak50 hıramı51 ile yürüyen bu hanım âdeta size başka bir kadın imiş gibi geliyordu.

Mektup yazabiliyor, pek çok roman okuyordu. Siz de efkâr-ı felsefiyenizi telkinde zannederim hiç imsak etmiyordunuz. 52 Hatta bir aralık muayenehanenize götürmek ve beraber çalıştırmak dahi istediniz ise de her nedense bundan sarfınazar ettiniz.

Onun her gün yeni tavır talim ettiğini görüyordunuz, vâkıâ her gün biraz daha tembel oluyor ve masrafı da bir dereceye kadar artıyor idiyse de zararı yoktu çünkü siz de kazanıyordunuz.

Zannederim bu esnada hemşiremle akt-i münasebet 53 eyledi. Bu münasebete vesile de sizin yanınızdan çıkıp bize gelen Eleni olmuştu. Hemşirem, bilmem tanır mısınız, cihanşinas bir kadındır. Hayatını tedrisata vakfetmiş ve asla izdivaç eylememiştir. Bu itibar ile vücudunun zindegisini,54 metanetini muhafaza eder. Zaten sinni55 de o kadar müterakki değildir. Ancak on sekiz ay kadar farkımız olduğu cihetle şimdi nihayet otuz beş yaşlarındadır. Yegâne kusuru, son zamanlarda işrete inhimak göstermesinden ibarettir.

İki kadın birbirini derhâl kemal-i suhulet ile sevdiler. Hemşiremin onun üzerinde tesiri biraz feylesofâne, biraz derin oldu. Ona hayatın şedâidine karşı lakaydi ve tahammül talim etmekte olduğunu gördüm. Pek müstesna, pek nevmit 56 dakikalarda, biraz içerek iktisab-ı neşe etmek taraflarını da yavaş yavaş öğrenmeye başladı. Siz bunları pek bilmezsiniz çünkü o zaman Çanakkale’ye azimet etmiş bulunuyordunuz ve zaten bu sebeple teşerrüf vaki olamamıştı.

Sizin gaybubetiniz müddetince o, medeni bir kadın olmak için iktiza eden dersleri, hemşirem marifeti ile tanıdığı hanımlardan, vatanın teali ve terakkisi için çalışan birtakım heyetlerin konferanslarından ve sinemalardan öğrenmeye başladı. Bu sinemalar gerçi genç kızlar için muzır ise de evli bir kadının oradan kötü örnek alması ihtimali yoktur, sanırım.

Konferanslar ve dersler ise ona başlıca şunu telkin etmiş oldular ki İstanbul’da en çok verem İslam hanımları ile ikinci derecede de Ermeni erkeklerinde görülüyor imiş. Bu ikincilerde, şüphesiz işledikleri işler dolayısıyla, İslam hanımları da peçe altında ve kafes arkasında yaşamaları dolayısıyla bu hastalığa müptela oluyorlarmış. Gene buralardan öğrenmiş oldu ki bizde hayat yalnız erkeklere göre tanzim olunmuştur, kadın tarafı yoktur. Hâlbuki hayatta kadın da vardır. Demek oluyor ki bizim memleketin hayat-ı içtimaiyesindeki tealinin noksanı, yarım memleketin felce uğratılmış olmasındandır. Bu noksan uzvu ancak kadınlar itmam edecek ve memleketi kurtaracaklardır. Bunun için de bir hamleye lüzum vardır. Ancak bu hamle iledir ki bu ihtiyaç bertaraf olunabilir.

Bunları öğrenirken tabii birtakım tavr u hareket de öğrendi ve her kadın gibi o da kalbinde bu hamleye cesaret buldu. Bunun ilk eseri de hemşirem delaleti ile benimle görüşmesinden ibarettir. Tabiidir ki bunda hiçbir mahzur yoktur çünkü kadınların kocalarına karşı istimal edebilecekleri o müthiş silahı kullanmak niyetinde değildi. O silah ancak sevkitabii ile ateş almıştır azizim, buna tamamen itimat edebilirsiniz. Lakin teşekkür olunur ki mermi de size isabet etmedi yani bir başkasının çocuğuna baba olmak felaketine uğramış bulunmuyorsunuz. Eğer böyle bir hâl vaki olsaydı, o zaman şimdiki ceza ile cürüm arasında bir nisbeti adilane olurdu. Yoksa teslim buyurursunuz ki bir kadın temiz giyinebilir, o hâlde sokağa çıkar, sinemaya gider, konferans dinlerse bunda hiçbir fena maksadı yoktur; o, bunları yapıyor ise şık, zarif olmak ve asra uymak için yapıyordur. “Ben şık ve zarif olacağım, asrın icâbatına kendimi uyduracağım.” diyen bir kadına, “Hayır, olmayacaksın, uydurmayacaksın.” demek mümkün müdür? “Memleketin yarım kalan hayat-ı içtimaiyesini itmam edeceğim, erkeklerle birlikte ben de bulunacağım!” diyen bir kadına da “Erkek yanına çıkmayacaksın ve görüşmeyeceksin!” demek aynı suretle mümkün olamaz.

Bundan sonrasına gelince insan vâkıâ tabancayı nefsini müdafaa için taşır ama tabancanın patlayıp kendini vurmak ihtimali de bulunduğunu unutmamalıdır. Tabiat uleması ispata çalışırlar ki bir zamanlar yeryüzünün müthiş ormanlar yetiştirip beslemeye bir istidad-ı harikuladesi varmış. Arzı baştan başa cesim ormanlar, cesim 57 nebatat kaplamış. Bunun gibi, zaman zaman muhtelif mevcudat hakkında da böyle azim bir hırs ve hevesle bu arz kudurmuş ve hiç şüphesiz bir zamanda nöbet, hayvanata gelmiştir. O zaman tabiatta en ufak bir şeyin tesadüfi bir hareketi, bir hayvanın yaratılışına kifayet ettiği gibi, keza en ufak bir sebeple de yeni bir cins ayırıp türetmiştir.

Ve işte azizim, insan denilen mahluk-ı muzdarip şüphesiz, böyle şiddetle mahmul 58 bir zamanın veledi marazıdır. Onun için sadayı tabiata karşı asi ve muzdarip ömür sürmektedir. Bütün otların, taşların, hayvanların vücuda getirdikleri manzume-i tenasüp içinde yalnız insanın elinin değdiği şeylerin manzarası yine, bizzat insanın -akıbet bir hayvan olmak itibarı ile- nazar-ı tabiisi önünde çirkin bir manzara arz eylemektedir. Mesela, muntazam bir bahçe, ekilmiş ve resmedilmiş çiçeklerle, insan ayağı değmemiş bir ormanın bir alanlık yerinde biten çimen otlarına bakınız. Bir suni göl ile bir tabii göl de böyledir. Ben bir tavşanın, bir kuşun kendilerini ve yuvalarını tabiatın aguşuna ne kadar maharetle sakladıklarını hayretle temaşa ederim. Evet, bizzat insanların nazar-ı hayvanisi önünde bile insan çirkindir.

Bu, her şeyde olduğu gibi, bana kalırsa insanların tenasüllerinde 59 de aynen caridir. Tabiattan serbest tenasül emrini alan hayvanatın dişisi de erkeği de bu emre inkıyat ederler. Aynı surette çift yaşamak için emir alanlar da o suretle yaşayıp giderler. Yalnız insan bu davada mülkiyeti ortaya çıkarmış ve malik olduğu şeyleri, öldükten sonra da kendine en yakın gördüğüne terk ve tahsis etmek istemiş ve bu en yakınını bulabilmek için de usulü izdivacı ihdas etmiştir. Hâlbuki bu düşünce, bu mahluka vaki olan sadayı tabiata tearuz etmektedir. Ve o bazen o kadar kuvvetlidir ki inkıyat etmemek âdeta mümkün olamaz. Buna muhalefet bütün hayvanat gibi insanlarda da hastalık tevlit edebilir. Doktor olduğunuz cihetle tabii benden daha iyi bu hâli takdir edersiniz. Bir zaman, bütün asap hastalıklarının, cihaz-ı tenasül hastalıkları ile hemahenk olduğunun iddia edildiğini hatırlıyorum.

Böyle bir ihtiyacı tabii mukabelesinde teşebbüs-i tasaddiye 60 imkân taalluk etmediği tasavvur olunursa acaba fikren teşebbüse de imkân tasavvur olunabilir mi? Kendini bu yolda tefekkürata kaptırmış bir tek olsun insan düşünülebilir mi? Evet! Kemal-i cesaretle itiraf ediyorum ki sizin dahi gayrıkabili ret delâiline tesadüf ettiğiniz veçhile bir gün adaya gitmiş idik. Maksadımız pek samimi ve masumane idi. Sadece bir tenezzüh edecek idik. Ancak bedbahtlık eseri olarak vapuru kaçırmış bulunduk, hatta bir müddet sandal ile Maltepe’ye geçmeyi bile düşündükse de cesaret edemeyip otelde kalmaya karar verdik. Akşam yemeğini taraçada yedik, bir aralık hemşirem içeri girdi, vakit gecikti, lambalar da zaten yanmıyordu. Bağteten 61 yine bu müthiş sadayı tabiatın bağırdığını ve âdeta beni sersemleştirdiğini hissettim.

Siz ise bir tesadüf eseri olarak buna muttali oldunuz ve onu evinizden dışarı attınız. Eğer ben de hilaf-ı tabiat bir surette mukayyet bir hayat-ı zevciye sürmeye karar vermiş bulunsa idim ve maişetim de buna müsaade etseydi şüphesiz, bu kadını himaye edecek idim. Bugün ise maatteessüf onun nale ve gözyaşlarına lakayıt kalmak mecburiyetinde bulunuyorum. Ancak azizim, siz ki her nasılsa bir defa böyle bir kayıt altına girmiş ve bu kadının hayatına tahammül etmiş bulunuyorsunuz, rica ederim, öteden beri ezberlenmiş tekerlemelerle mahkûm olup kalmayınız.

Şayet bu kadının hareketi bir günah ise emin olunuz ki bunda onun dahli yoktur. Onu biz hazırladık, birçok da siz hazırladınız. Bütün bu müterakki 62 İstanbul hazırladı. İster iseniz ben de üstüme bir parça kabahat alabilirim. Evet!.. Bu bir günah ise belki ben de onu bir parça buna teşvik etmişimdir. Hâlbuki siz bütün ukubatı63 bu kadına tevcih ediyorsunuz. Şu vakıa karşısında her ne kadar bigâne ve lakayıt kalabilirdim ancak vicdanım bu lakaydiden beni menettiğinden, şu satırları yazdım. Ümit ederim ki sizin gibi bir fen adamı nezdinde su-i tefsir64 ve telakki görmez.

Mektup bitti. Müttehimin gözleri hummalı bir hâlde parlıyordu. Bir dakika sükût ettikten sonra ilave eyledi:

“Reis beyefendi! Bu mektubu okuduğum zaman insanlar üstünden mazarratları izale olunabilecek iki kimse olduğunu gördüm. Bir tanesini öldürdüm, diğerini ise heyeti aliyeniz izale buyurursunuz!” dedi ve bir külçe et ve kemik hâlinde sandalyesine yığılıp kaldı.

bannerbanner