Читать книгу Gödeli Mehmet (Мемдух Шевкет Эсендал) онлайн бесплатно на Bookz (3-ая страница книги)
bannerbanner
Gödeli Mehmet
Gödeli Mehmet
Оценить:
Gödeli Mehmet

5

Полная версия:

Gödeli Mehmet

Bütün bir kış içinde yalnız Talât bir-iki defa eski efendilerinin evine gitti ise de orada bir geceden fazla kalmayıp geldi. Vâkıâ, onlar eskiyi unutmuşlar, onun felaketine teessüf etmekte idiyseler de Talât, Acıbadem’i tercih ediyor ve öteden, daha doğrusu hizmetten kaçıyordu. Tekrar gidip hizmetçi olmak ona ağır gelirdi, beri tarafta bir nedime hâlinde bulunmak vardı.

Hava müsait oldukça inekçinin evine gidiyorlardı, komşulardan da bir-iki defa gidip gelenler olmuş idi; böyle misafir geldikçe onları Talât karşılar, alır, oturur, konuşur ve Besime bir köşede sade dinlerdi. Bu hâl Talât’a, âdeta bir ev hanımı hâlini veriyor, dadıya da büyükhanım mevkisi bahşediliyordu.

İsmail Efendi’nin şimdi her sabah kahvesini o pişiriyor ve saatlerce odasında kalıyordu. Besime birçok defa parlak gözlerini süratle etrafında gezdirerek gölge gibi babasının kapısına yaklaşır, içerisini dinlerdi. Fakat her defasında kendisince ehemmiyeti olmayan şeyler işitirdi. Mesela, ilk defasında Talât’ın bir yemek tarif ettiğini, bir ikinci defasında ise Tevfik Efendi’den bahsettiğini duymuştu. Tevfik Efendi, onun kapısında büyüdüğü efendinin ismiydi ve kendisi uzun müddet mutasarrıflıklarda gezmiş bir adamdı. Şimdi o da mütekait oturuyordu ve Talât’ın ifadesine göre pek zengin bir adamdı lakin parasını yemezdi, evine barkına her ne kadar güzel bakar ise de fazla masraftan da hoşlanmazdı. Besime, bir-iki defa da hep bu Tevfik Efendi hikâyelerini anlayamamıştı. Acaba muttasıl Tevfik Efendi’den bahsetmeye neden lüzum görüyordu?

Bu kış, Talât’ı gelip arayan hatta gece misafir kalan bazı kadınlar da olmuştu. Bunlar bazen Besime’nin yanında bazen yalnız başına oturur konuşurlardı. Talât, kocasının tekrar evlenmek teşebbüsünde olduğunu duyunca fevkalade müteessir oldu; bu havadis genç kadını sarstı, ağlattı, coşturdu, evet, âdeta şimdi onu boşuyormuş, güya şimdiye kadar dargın değillermiş gibi kızdı, beddua etti. Bu hiddetlerin, bu bedduaların ve inkisarların kahrını Besime çekiyordu. Onun odasına kapanıyorlar, ta evlendiklerinden tekrar başlıyor, söylüyor ağlıyor, söylüyor ağlıyor ve sözlerini nöbet nöbet gözyaşları kesiyordu. Kâh hiddet hâkim oluyor ve kızgın bir ateş gözlerini parlatıyor, gözyaşlarını da kurutuyordu. Eğer birkaç gün sonra gelen bir kadın, izdivacın bozulduğu haberini getirmemiş olsaydı belki Talât hastalanacaktı çünkü birkaç gün içinde fark olunacak kadar zayıflamış ve gözlerinin etrafını hafif siyah bir daire çevirmişti. Bu kadın, şüphesiz, kocasını seviyordu, bundan başka bir erkeğe refakat edecek bir sinde bulunuyor ve bu mahrumiyet onun ruhunda bir muvazenetsizlik husule getiriyordu.

Besime, Talât’ın zayıf zamanlarından istifade eder, bir kelime sormayarak, hiçbir şey sormayarak onu dinler, yatağında yalnız kaldığı vakit pek az zamanda öğrendiği bu şeyleri hazmedemediği için uzun müddet uykusuz kalırdı. Besime için artık, Talât’tan ziyade ona gelip giden kadınlar makbul oluyordu. Talât’ın bütün hikâyelerini, bütün esrarını dinlemiş ve öğrenmiş bulunuyordu; hâlbuki şu kadınlar ona yeni bir âlemin esrarını faş ediyorlar, kendi mahallelerini, muhitlerini nakli tersim ediyorlardı.23 Şu üç-dört sokaktan ibaret mahalleyi evlerine, kadınlı erkekli komşularına, sokağından geçen satıcılarına, anlarına, saatlerine, adlarına, bütün mahalle halkının hemen bütün gizli aşikâr dertlerine, elemlerine, sevinçlerine, dedikodularına kadar öğreniyordu. Hele, bazı tafsilat nakil olunuyordu ki bunların ne suretle öğrenildiğini, nasıl olup da bu kadar mahrem, bu kadar derin münasebetlere vukuf hasıl olduğunu anlamak mümkün olmazdı. Bir de bu komşu hanımlar, kadınlar, bu yolda şayanı dikkat eserler vücuda getiren bazı ihtisas sahibi müelliflerimizi hayran edecek kadar sanatkârdılar. Onlar, hikâye ederken bir tertibi mahsus takip ediyorlar ve ihtimal olayları da kendi keyiflerine göre tahrif ediyorlar, değiştiriyorlar ise de sanatta gerçekçilik mesleğine sadakatlerinden şüphe caiz değildir.

Besime’nin, bunlardan fevkalade istifade ettiği ve bu hayatta kendine lazım olacak birçok şeyler öğrendiği muhakkaktır. Hatta başına nasılsa bir kazadır geldikten sonra kocaya varması iktiza ettiği vakit ilaçlanan bir kızcağızın hikâyesini bile onlardan dinlemişti. Onun için, Talât’ın bu misafirlerini daima memnuniyetle karşılar ve lezzetle dinler, işittiklerini asla unutmazdı.

İlkbahar üstü Talât bir-iki defa gidip bir-iki hafta kadar dışarıda kaldığında, sorulunca, “Filan hanımda idim, salıvermediler.” diyordu. Bir aralık, eski kocasının tekrar kendini almak istediğinden ve Üsküdar’da Şeyh Camii’nde bir ev tutup kaynanasından ayrı çıktıklarından bahsetti ise de bir müddet sonra bir daha bunu da kale almadı ve günler geçtikçe hâlinde bir sabırsızlık, bir sıkıntı hasıl olmaya başladı. Hiçbir şeyle kendini teskin edemiyordu, yavaş yavaş bu evin mutat olan derin sükûtu onu da yutacak gibi görünüyordu. Havalar henüz sık sık dışarı çıkacak kadar müsait devam etmiyordu, ekseriya yağmur yağıyor ve bazen müessir bir soğuk onları odalara kapıyor ve soba yaktırıyordu. Konuşulacak bütün şeyler kışın söylenilmiş bitmiş idi. Besime, yeni bir kadının geldiğini kollayıp duruyor ve ara sıra güneş görünüp havanın mavi yüzü güldükçe yine ayna karşısında soyunmak âdetlerine dönmeye başlıyordu. Bu, işsiz geçen günlerin, sessiz saatlerin hemen yegâne tesellisi idi ve bu garip zevk onu terk etmemekte ısrar ediyordu.

Talât’ın en ziyade saatleri efendi ile geçmeye başlamıştı. Ekseriya öğle yemeğinden sonra onun kahvesini götürür ve karşısında yere oturarak saatlerce onunla konuşurdu, dereden tepeden, gelmiş geçmişten her şeyden bahsederlerdi. Sonra, efendi bahçeye çıkarsa yahut kahveye giderse o da ya dadının odasına yahut aşçı kadının yanına geçer ve yavaş yavaş onunla çene çalardı. Çünkü Besime, onu yalnız dinleyecek bir alet gibi idi ve cevap vermez, sual sormaz ve iktiza ederse bile en kısa cümlelerle fikrini ifadeye uğraşırdı; Talât’ın ise dinletecek şeyleri artık bitmiş bulunuyordu.

Bu hayat uzamaya ve ağır ağır sıkmaya başlamıştı, bu esnada yeni bir vaka, yeni bir cereyan ihdas etti. Bir gün öğle yemeğinden biraz sonra Besime odasında oturmuş yorgan çarşafını söküyordu, Talât’ın koşarak merdivenleri çıktığını duydu, sonra kapı açıldı, yüzü gülüyordu.

“Küçük hanım, bizim kalfa ile Dilber geldiler, aşağı gelsenize.”

Besime başını çevirmiş bakıyordu, kendilerini hiç görmediği, fakat isimlerini pek çok işittiği bu ihtiyar azatlı kalfa ile bu cariyeyi tanıdı. Bunlar, Hasip Efendi konağı takımından idiler, Talât da ilave etti ki Zehra Hanım için söz kesilmiş, düğün olacakmış, onun için Talât’ı almaya gelmişler, düğün tedarikinde ufak tefek yardımı olsun diye istiyorlarmış. Mamafih, güya memnun değilmiş gibi görünmek istiyordu.

Misafirler Haydarpaşa’ya çıkmışlar, araba bulamamışlar, epeyce dolaşmışlar, nihayet bir ihtiyarı tutabilmişler ise de evi bilmiyorlar, onun için Tophanelioğlu’na kadar gitmişler, oradan sormuşlar, tesadüfen İsmail Efendi oradaymış, o tarif etmiş, gelebilmişler. Talât Hanım:

“Efendinin şal hırkasından utandım, inşallah İstanbul’a gidersem bir hırkalık getireyim.” diye âdeta ihtiyara vesayet eden bir ev hanımı gibi söylüyordu.

Besime yavaş yavaş aşağı indi. Kalfa, saçları kınalı, başı hotozlu, yaşı elli beş-altmış arasındaydı; güler yüzlü bir kadındı ve köşeye oturmuş, onu görünce pek ziyade memnun olup çeneleri açılan dadı ile fesahat24 yarışına çıkmış görünüyordu. Bu iki kadın da Çerkez oldukları hâlde kendi lisanlarını kaybetmişler ancak telaffuzlarını ıslah edememişlerdi ve nedense mustalah25 konuşmak zevkinde olduklarından, birbirine pek nazik ve başkalarına pek gülünç oluyorlardı.

Besime, bu kalfanın eteğine uzanır gibi yaptı. Bir zamandan beri Talât’tan öğrendiği bu etek öpmeyi ne zaman, ne suretle, kime karşı yapacağını layıkıyla bilemiyordu ancak ihtiyar kalfanın güzel yüzü onda böyle tazim hissi vücuda getirmişti. Bu terbiyeye kalfa hayran olmuş olacak ki ayağa kalktı:

“Estağfurullah, yavrum, evladım. Etek öpenlerin çok olsun, maşallah yavrum.” dedi ve yanaklarından öperek yanına, erkân minderine oturttu.

Bıraksalar belki Besime, Dilber’in de eteğini öperdi ancak tarzı kabul26 onu şaşırttı, sıkıldı ve kalfanın yanına sokulup oturdu. Dilber hemen yerinden kalkıp küçük hanımın eteğini öptü, bu suretle merasimdeki kusur örtüldü.

“Nasılsın evladım? İnşallah keyfiniz, hatırı şerifler iyidir yavrum.”

Kalfa, şüphesiz bu terbiyeli, bu taze çocuğa hayrandı. Dadı pürgurur, Besime birkaç anlaşılmaz şeyler söyledi ve dadı fırsatı kaçırmadı. Besime’yi ilk defa methediyordu:

“Bizim hiç şüphemiz yok efendim, kızımız maşallah saf altın gibidir.”

Besime için bu kadınlar yeni bir tavır ifşa ediyorlardı, bunlar eskiler değildi. O, Talât Hanım’a gelip giden takımdan kadınlara benzemezdi. Bunlar, şu karşıdaki sütçünün karısı cinsinden de değil, bunlar karşıdaki sarı köşkteki hanımlara da benzemezdi. Mektebe gidip gelirken de bunlara benzerini görmemiş bulunuyordu. Bunlarda, onun anlayamadığı bir tarz vardı. Hotozlu hanım görmüştü ancak bu kalfanın hotozu, oymaları onlara benzemiyordu. Şu karşıda oturan kız bile yeni bir numuneydi, kalfasının yanında ara sıra söze karışmak cesaretini buluyordu. Bir yer minderinin üstünde, dizlerini yana kıvırıp oturmuş, dokuma kuşağının püskülleriyle oynuyor. Vücudu gayet nahif ve çehresi ince, özellikle burnu yüzüne ilk bakıldığı vakit nazara nahoşluk verecek kadar zayıf ve sivriydi. Bu burnun nahoş tesiri olmasa gözlerinde gülen tebessüm insana bir inşirah ve muhabbet verebilecek kadar parlaktı.

Kalfa, hayran, dönüp dönüp yanında oturan Besime’ye bakıyor, sonra bir ihtiyar hanımefendi tavrıyla tekrar söze başlıyordu. Besime, kumral saçları arkasında iki örgü örülmüş, başında bir beyaz yemeni, pembe çehresi, parlak gözleri -ah hele o ateş saçan parlak gözleriyle- nadir güzellerden bir çocuktu. Kalfa baktıkça beğenmeye başladı hatta lakırtı sırası getirip:

“Allah kızıma da hayırlı bir koca, bize de böyle bir gelin nasip etsin.” demeye başladı.

Dadı, misafirlerine yemek çıkardı ve gece salıvermeyeceğini söyledi. Her iki taraf da antlar, yeminler ettiler ise de nihayet büyük hanımefendinin pek meraklı olduğu, behemehâl dönmek lazım geldiği anlaşıldı.

Dadı, vaktiyle yine bu evden azatlı kalfanın kapı yoldaşı ve Talât’ın babası olan adamla izdivaç ettiği vakit, bu kalfa, ona pek büyük şefkat göstermiş ve kısa bir zaman süren bu izdivaç hayatında birçok kereler dadının evine gelip gitmiş fakat Besime’nin validesinin vefatından sonra görüşmeye imkân kalmamış ve nihayet bu Çamlıca’da ikamet onları da birbirinden uzaklaştırmış bulunuyordu.

Bir buçuk, nihayet iki saat süren şu misafirlikten, geç kaldık telaş ve endişeleri içinde Talât’ı da beraber alıp çıkıp gittiler. Onlardan sonra, Besime’nin gönlünde bir boşluk, mahzunluk kaldı.

Herkes onu bu evde, bu sükût içinde, yüzüne bakmayan baba ile şu ihtiyar dadı arasında, çok zaman gelip giden ve değişen aşçı kadınlar ortasında bırakmakta ittifak etmişlerdir, zannolabilirdi. Hiç olmazsa uşaklardan bir görüşecek kimse olsa… Ta kaç sene var ki tutulan bahçıvanlar hep bıyıkları kırlaşmış Arnavutlardan, ihtiyar Anadolu köylülerinden ibaret oluyordu.

Kış geldikten sonra da uzaktaki sarı köşkün uşağını ancak iki defa görebilmiş idi. Evvelce bu yalnızlığın ağırlığını, bu sessiz, hadisesiz, değişmez hayatın tazyikini bu derece şiddetle hissetmezdi. Şimdi, böyle yeni şeyler öğrendikçe, yeni kadınlar görüp sevildikçe, okşandıkça, onlardan ayrılmak ruhuna bir ızdırap veriyordu. Bu ızdırap sürüp gitti.

Kalfa, Dilber, Talât arabaya binince ilk lakırtı Besime’den bah-soldu. Kalfa, derhâl pek güzel bulduğunu, pek temiz bulduğunu, pek hanım kadın gördüğünü söylemeye başladı; Talât, pek sessiz bir taze olduğunu ilave etti; Dilber gözlerini, saçlarının uzunluğunu methetti ve ta vapura kadar, sonra köprüyü geçinceye kadar, sonra tramvayda muttasıl, uzun uzadıya hatta söze karışan bir-iki hanıma da tarif ederek bu lakırtıyı konuştular. Oğluna genç kız arayan orta yaşlı bir hanım, evi salık aldı. Eve gidince Besime’nin vasfı tazelendi, uzun bir destan; ne taze, ne körpe, ne sessiz taze… Hanımlarda bir-iki gün dinledikten sonra Besime’yi görmek hevesleri uyandı, zaten evde evlenecek bir genç çocuk olunca bu tariflere fazla alakadar olmak tabiiydi. Büyük hanım merak etti, Hasip Efendi görmek istedi. Zaten, Talât’ı alıp gelince ne kadar da mahzun olmuştur. Gelin hanım da bir parça şımarmıştı, o da arzu beyan etti ve nihayet Talât’ı gönderip Besime’yi ve dadıyı davete karar verdiler.

Bir sabah, Besime henüz kalkmıştı, Talât’ın sesini duydu, sonra dadı odasına gelip söyledi, Talât kapının önünde ve dadının arkasında duruyordu.

Âlâ, ancak Besime ne giyecek? Talât, ilk geldiği vakit anasının eski bir feracesini bozup bir çarşaf yapmışlardı, bu çarşaf henüz yeni duruyordu ancak içine giyecek bir şey yoktu. Uzun bir müzakere yaptılar, nihayet ufak dallı beyaz entariye karar verildi, o zaman efendiden izin almak hatıra geldi. Dadı gitmeyecek, hem dizleri ağrıyor hem de efendiyi yalnız bırakmak münasip değildir, düğün olursa o zaman gelir; zaten Besime de üç-dört geceden fazla kalmamalıdır. Vâkıâ senelerden beri, efendi ile üç-beş kelime konuşmuş lakin onu da hiç yalnız bırakmamıştı. Bu ne acayip bir sadakat numunesi oluyordu. Âdeta dadı ile efendi arasında Besime’nin anasından dolayı unutulmaz bir hatıra, bir kin yatıyor gibi görünürdü. Lakin ne dadı bundan bir kelime söyler ne de efendi kimseye bahsederdi. Efendiden izin almak meselesini Talât deruhte etti ve hemen bahçeye koştu, tekrar geldi, “İzin verdi.” dedi. Talât istedikten sonra, babasının izin vereceğini Besime bilirdi. Hazırlandılar; Talât, arabayı gidip gelme tutmuş, herif beklemez diye acele ediyordu… Bir lokma bir şey bile yemeyerek yola çıkıyorlardı. Dadı, ihtiyaten vapurda bir şey lazım olursa alırsınız diye fazladan birkaç da bozukluk para verdi.

Besime’nin ilk seyahati… Babasının elini öpmeye gitti ve içinde anlaşılmaz bir sevinç ve heyecan vardı; bunun tesiriyle ilk defa bu gülmez çehreyi sevdi, ilk defa ona sokulmak arzusunu hissetti ve yüreğinden taşan bu heyecan ile o zamana kadar babasının elini öperken bu defa entarisinin eteğini öptü. Öteki, bir taş parçası gibi cansız ve manasızdı. Yalnız o da kızına derhâl izin verdi, entarisinin cebinden kırmızı kesesini çıkardı, içinde üç mecidiyeyi aradı:

“Al.” dedi. Bu birinci defa idi. İlk defa evinden çıkıp üç-dört saatlik bir yere gidecek idi. Dadı yüzünden öptü; yeni gelen ihtiyar aşçı kadın, başına örttüğü yazma yemeninin iki ucunu tepesine kaldırıp kapıya kadar geldi. Köşkün çamursuz örülmüş taş duvarı önünde bir eski tek araba duruyor, arabacısı ve beygiri uyukluyordu. Bu arabanın rengi uçmuştu, üstüne gerilmiş muşamba kopmuş, tekrar dikilmiş yamalı paçavralardandı, tekerlekleri doğru duramıyordu. Besime ve Talât, arabacıyı uyandırıp arabaya bindiler; beygir sallandı, yürümeye ve bu harabeyi bozulmuş, oyulmuş, çamurları katılaşıp kazıklanmış yolda sarsıp titreterek sürüklemeye başladı.

Etrafta sümbüli bir ilkbahar havası kokuyordu, ağaçlar çiçeklenmişlerdi. Erenköy tarafları sisli, Haydarpaşa’ya doğru evler ve büyük Karacaahmet Mezarlığı’nda serviler taze ve parlak renklerle görünüyordu. Haydarpaşa’ya iniyorlardı, ara sıra tren düdükleri duyuluyordu.

Besime dalgın, hiçbir şey düşünmüyor, içinde mutat olmayan bir inşirah hissediyor gibi görünüyor, taze çehresi hafifçe solgun, güzel gözleri sanki bir parça büyümüş gibi duruyor ve muttasıl arabacının omuzunun üstünden yola bakıyordu. Talât şen ve güler yüzlü idi, bir şeyler anlatıyordu.

Besime, onun neler söylediğini duyduğu hâlde bilmiyordu; yalnız, ara sıra bir kelime ve o kelimenin cazibesiyle sürüklenmiş birkaç kelime daha yahut bir cümle… Bir aralık Besime sanki uyandı, lakırtıları işitmeye başladı:

“Allah ömür versin beni sever, öteki efendilerim de severler ama beyefendinin hâli başka gönülsüzdür; öyle ya, konuşmasa konuşmaz, hem çok lütfunu gördüm.”

Besime, bir müddet düşündü, Talât acaba kimden bahsediyordu?.. Sonra yavaş yavaş anladı, babasından bahsediyordu, o zaman iyice dinlemeye başladı. Acaba babası Talât’a ne lütfetmiş? Hem bununla oturur konuşur imiş, vâkıâ burası doğru, babası bahçıvanlarından bazılarıyla konuşur bir de bu Talât Hanım’la. Anlaşılan bu Talât Hanım’dan hoşlanıyor, acaba daha başka ne lütuflarda bulunuyordu? Şüphesiz bugün de yeni bir lütfu tekerrür etmiş idi ki Talât onu vesile ederek bu söze başlamış olacak. Besime’de daima şiddetli bir tecessüs hissi bulunurdu lakin bunu asla izhar etmezdi, bu defa da hiçbir şey sormadı ancak sözün alt tarafından anladı ki babası ona gidip orada kaldın diye şikâyet ve sitem etmiş ve babası buna para da verirmiş, Talât itiraf ediyordu, yalnız bir şey söylemiyordu. O da İsmail Efendi’nin sözüdür ki bir gün ona bir lira verdikten sonra sarf etmiş idi:

“Benim para verdiğimi kimseye söyleme, bin türlü mana verirler.” demiş idi. Ne mana verecekler? Kim verecek? Talât, buralarını sormuştu ancak kafasında bir şimşek çakmış bulunuyordu, demek bu ihtiyarın henüz kanı soğumamış, henüz bir taze dul kadın ile arasında birtakım dedikodular düşünüyordu.

Buralarını Besime’ye söylememişti ancak o zamana kadar para alırken sıkılırdı, sonraları bunu âdeta bir hak gibi telakki etmeye başladı; vâkıâ bu lakırtı bir daha tekerrür etmemiş ve nişaneyi ateş ve muhabbet bundan ibaret kalmış ise de Talât güya, “İşte, benden hoşlanıyorsun ya; sana kendimi vermiyor isem de civarında kadınlığın dolaştığını görüyorsun, hissediyorsun ya; ben bu paraları senin mürüvvetin sayesinde değil şu güzel vücudum sayesinde kazanıyorum.” demek ister gibi görünüyordu.

Bir ufak nişane daha görse belki bunda daha ziyade ileri gidecekti, o zamanda pek çok paraya muhtaç bulunmuyordu.

Besime, babasının bu lütufkârlığını manidar buluyor ve bunun ne demek olduğunu biliyor ise de kati hüküm vermiyordu. Buna zaten lüzum da yoktu. Boyaları solmuş, tahtaları çürümüş birkaç evin arasından geçtiler, Ayrılık Çeşmesi’ne doğru saptılar ve çayırın nihayetindeki geçitten iskeleye geldiler. Uzun, tahta iskelenin bir köşesinde kadınların bekleme yeri bir ufak kulübeydi; sıra ile üç-dört hanım deniz tarafındaki pencerenin önünde oturuyorlar ve hiç konuşmuyorlar, iki genç Yahudi matmazeli ayakta konuşuyorlardı. İskelede vapur yoktu, orada oturmaya mecbur oldular. Besime, peçe altında yürümesini şaşırıyor ve sıkılıyor ancak kendini etrafındaki nazarların isabetinden muhafaza ettiği için pek memnun oluyordu hatta bekleme yerinde erkek yoktu ve bütün kadınlar peçelerini kaldırmış bulunuyorlardı, buna rağmen o peçesini açmak istemiyordu.

Talât’a gelince, o tamamen bunun aksiydi; yüzüne dik dik baktıklarını isterdi. Kendini göstermek için çarşafını gayet aşağıdan iliştiriyor, her vakit göğsü açık bir ceket giyiyordu, onun için peçesini indirdiği vakit bile bu peçe çarşafın birleştiği yer arasında beyaz bir leke gibi memelerinin arası yahut biraz daha yukarısı görünürdü. Peçesini kaldırmaya imkân buldukça alnından bir tura görünür, bir demet güzel siyah saç, peçesini indirdikçe kenarından çıkmış avare iki-üç teli bile kâr sayar, bu hâl ona biraz da müptezel bir kadın hâli verirdi.

“Peçeni kaldırsana…”

Besime yavaşça:

“Yok, rahatım.” dedi.

“Kaldır kaldır canım, burada kim var? Erkek yok ya.”

Bu bir erkek kadın meselesi değildi. Besime, odasında yalnız kaldıkça erkekleri düşünürdü ve erkeklerden hiç korkmazdı ve onda anlaşılmaz bir hırsı tehalük,27 genç bir erkeğe sokuldukça vahşi bir zevk ve lezzet canlanırdı; ancak bu bir erkek meselesi değil. Erkek kadın kim olursa olsun, âdeta onun yüzüne bakarlarsa sanki onun düşündüklerini anlayacaklarmış gibi gelirdi, bundan pek ziyade korkar gibi görünüyordu. Karşılarında oturan hanımların dördü de birbirini tanıyorlar ve ara sıra birkaç kelime konuşuyorlardı. Bunların hepsi, artık kadınlıklarının son müellim28 günlerini yaşayan kibar hanımlardı ve fevkalade süslenmişlerdi, hepsi pudralı idiler. Hele bir tanesi uncu çırağı gibi, bembeyaz düğün sürenlerde olduğu gibi dişleri siyah ve gözleri kanlı görünüyordu. Bu hanımların elbet birer kocaları vardır… Kim bilir bu hanımlar bu yaşa gelip böyle çirkin olmadan evvel belki güzelmişler. Acaba hâlâ kocaları onlara öyle bakarlar mı diye düşündü, ya bu Yahudi kızları, bunlar şüphesiz henüz bekârdırlar. Bir genç taze ile bir ihtiyar hanım daha geldiler, galiba ana kız olacaklar, Talât’ın yanına oturdular ve hemen konuşmaya başladılar. Bu esnada dışarıda bir koşuşma, bir kalabalık oldu, bir adam bağırmaya başladı. Besime yavaşça kalktı; hemen kapının önünde uzun bıyıklı, arkasına kürklü bir ceket giymiş bir adam, üstü pejmürde küfeciye benzer bir ihtiyarı dövüyordu, suratına bir yumruk vurdu, ihtiyar ellerini uzatıp müdafaa etmek ister gibi görünüyordu; bir tokat daha, bir yumruk daha, bir tokat daha, herifin başındaki yağlı fesi üzerine sarılmış kirli yemenisi düştü. Herif geri geri gidip kendini kurtarmaya çalışırken şaşkınlıktan yalnız:

“Günahtır, Allah’tan kork.” diye bağırıyordu. O iri bıyıklı, iri adam muttasıl vuruyor, hem bu sefer tekme ile karnına, göğsüne, neresine gelirse vuruyordu.

Nihayet birkaç kişi ricakâr bir vaziyette araya girdiler, ihtiyarı kaldırdılar, ötekinin çehresi sapsarı, burun delikleri kabarmış, gözleri dönmüş:

“Keratayı karakola götürsünler… Deyyus…” diye bağırıyor ve bir polis de kolundan şimdi ağlayan ve başına yemenisini sarmaya uğraşan ihtiyarı çekiyordu.

Bütün kadınlar, fena hâlde korkmuşlardı, Besime hayretle, ayrı ayrı hepsinin yüzüne baktı ve bir müddet ayakta kaldı. Sonra yavaşça oturdu ve ekseriya sakin çehresini takındı. Ancak nedense, kalbinde derin bir helecan hissediyor ve pek ziyade korkuyordu. Sanki şu oturdukları yer memnuymuş ve şimdi adam gelip bunları da dövecekmiş gibi… Talât’a:

“Sahi, bilmiyorsun, bizim burada oturduğumuza darılmasınlar.” diye soracak gibi oluyordu.

Bu adam, Kadıköy iskelesinde memur komiserlerden birisiydi ve şimdi Kadıköy’deki gazinoda tavlada yenilmiş ve dört mecidiye kaybetmiş bulunuyordu. Bu ihtiyar da onun evine su götüren sucuymuş, üç-dört gündür eve uğramamış, bugün de burada tesadüf edince para istemişti; oradaki polisler ihtiyarı çekip götürdüler.

Kadınlar, hep birden korkmuşlardı ve hepsi yanındaki veya karşısındaki ile konuşuyordu. Zaman geçiyor ve vapurun gelmesi uzuyordu. Üç-dört hanım, daha sonra tek tek birkaç kadın geldiler, barakanın içi doldu.

Talât, iki defa bilet yerinin açılıp açılmadığına baktı, tekrar geldi, oturdu. İkinci defa henüz oturmuştu ki vapurun düdüğünün sesi duyuldu; ilkin boğuk, kısık, ıslıklı, sonra gümrah, vakur, ihtiyar bir ses, bir tarafa yatmış, boynunu kaldırmış yorgun bir kaz gibi kanatlarını suya vura vura geldi, iskeleye çarptı. Hâlâ bilet vermiyorlardı. Halk toplanmıştı. Vapur pek kalabalık değilmiş, halk çıktı, bir taraftan da bilet verilmeye başlandı. Bilet verilen deliğin önünde herkes birbirini sıkıştırıyor, bir yere toplanıyor ve kadınlar bu izdihamın içinde muzdarip, rahatsız, seslerini çıkarmayarak kalıyorlardı.

Besime, teessürsüz görünüyordu; hâlbuki dayaktan sonra kalbinde acı ukde çözülmemiş duruyordu, hatta vapurda bile bunu muhafaza etti.

Kadınlar tarafını yelken bezinden bir perde ile ayırmışlardı, vapurun arka tarafında büyük bir dümen dolabı duruyordu.Talât’la ikisi perdeden içeri girdikleri vakit kadınlar oturmuşlardı, ta nihayette birkaç kişilik bir yer buldular. Deniz sakin, her gün uzaktan gördüğü gibi hareketsiz ve berraktı, uzaklara kadar uzanıyordu. Besime, suların üstünde açılıp kapanarak yüzen deniz tabaklarına bakıyordu; bunların kenarlarında gayet hafif bir püskülleri vardı, suyun içinde aheste aheste gidip geliyorlardı, ortalarında dört yuvarlak daire görünüyor ve onlar da sanki yavrularına benziyordu ve muttasıl denize dökülen bir su sesi duyuluyordu. Besime, bunlara dalgın bakıp dururken karşılarına oturan bir genç kadın Talât ile görüşmeye başlamıştı ve ne münasebetle ise bir sergüzeşt hikâye ediyordu. Allah kimsenin başına vermesin kardeş, evlerden uzak, iki kardeşi de ince hastalıktan gitti, ne ise onlar kısmetli imişler, kurtuldular, öteki kurtulamadı, çekti zavallı. Besime, iskele üzerinde gözüne ilişen bir genç hamalla meşgul olmaya başladı.

Bu adam geminin bağlı olduğu babalardan birinin üstünde oturuyor ve başından çıkardığı fesine dikkatli dikkatli bakıyordu. Üstünde temiz bir kemer ve hamal elbisesi vardı, siyah fesi henüz kalıplanmış, üstüne güvez bir yemeni sarılmıştı. Herkes dalgın, birbiriyle konuşuyorlar, sesler tesadüm29 ediyordu, birdenbire bir islim sesi duyuldu ve vapurun tentesi üstüne birkaç iri su damlaları döküldü. Sonra boğuk bir ses, çocuk gibi zannolunuyordu, ancak ötemedi, bir lahza durdu ve bir daha tekrar etti, bu defa vazıh, kalın, ince bir ses çıktı ve çarklar işledi. Bu hâl ile bir parça daha durdular, sonra iskelenin kapılarını kapadılar, halatları çözdüler. Vapur ilkin geri geri, sonra ileri kımıldadı. Sarayburnu’nu tutabilmek için Kız Kulesi’ne doğru çıkarken karşıdan gelen bir-iki yelkenli kayık, bir de vapur, sularla akıyor ve yan yan Marmara’ya doğru gidiyordu; Harem’in, Salacak’ın önünde büyük yük vapurları yatıyordu ve yanlarından geçerken denizin ortasında bir ada gibi duruyorlardı. Kız Kulesi’nden salıverince Sarayburnu’nu güç tutabildiler ve İdareyi Mahsusa30

bannerbanner