Полная версия:
Gödeli Mehmet
Bu köşk tozlu bir yolun kenarında ve birtakım boş arsaların ortasında yapılmıştı. Nadiren, tek bir uzun arabanın, perdeleri sallanarak yolun bozuk taşları üstünden geçip aşağı Kadıköy tarafına yahut Çamlıca’ya bir müşteri götürdüğü ve arkasında büyük bir toz bulutu bıraktığı görülüyordu. Yoldan insanların ayakları, arabaların tekerlekleri ile yahut rüzgârın savurması suretiyle kalkan bu toz bulutu, yazın sıcak günlerinde bir müddet havada kalır, sonra yavaş yavaş ağaçların yapraklarına, yolun kenarında çıkan otların, civardaki ekili bahçelerin sebzelerinin üstüne yahut odalarına, dolaplarına, çekmecelerine hatta kutularına kadar nüfuz eder ve onları hastalandırırdı.
Bu yapışkan ve nüfuz edici bir şeydi; bir-iki yağmurla bu otların, yaprakların üstünden çıkmaz ve onları cılızlaştırırdı.
Bu köşke taşındıktan sonra artık bütün günleri birbirine benzedi. Kız, ihtiyar dadının odasında büyüyordu, babası onu okşamaz, yüzüne gülmezdi ve evin içinde çocuk gürültüsü yoktu. Besime ya bahçede köşk kapısının önünde yahut dadının yaz kış içinden mangal çıkmayan sıcak odasının köşesinde kendi kendine oynar, söylenir bir çocuktu.
Evde daima bir hizmetçileriyle bir de aşçıları bulunurdu. Besime’nin çocukluğunda hesapsız aşçılar, uşaklar ve hizmetçiler bu evden gelip geçtiler; içinde az duranlar, çok duranlar oldu ancak hiçbiri buranın mutat olan sükûnunu bozamadı.
İsmail Efendi ayrı yemek yerdi. Sabahleyin kalkınca kahvesini kendi pişirir sonra bahçeye çıkardı. Bu bahçe şimdi artık onun yegâne eğlencesi, işi. Patlıcan karıklarının arasında gezer, kabaklarını, fasulyelerini dolaşır, saatlerce onlarla oynar ve dünyada en ziyade köstebeklerle uğraşırdı. Onu, civardan geçenler, ekseriya başı açık, arkasında uzun bir entari, belinden kuşağı bağlanmış, gözlerini açarak köstebeğin yeni oynadığı topraklara dikmiş, fevkalade mühim bir heyecan içinde, âdeta çenesi titrerken görürlerdi. Köstebeklere, onun bakla tarlalarının arasında eşinen kedilere cezası pek şiddetli idi. Bazısını ökçesinin altında çiğner, doyamaz; birtakımını diri diri ateşte yakardı.
Onu Tophanelioğlu’nda, yolun kenarındaki arabacıların kahvesinde, arkasında Şam hırkası ve hâlâ asker püskülüyle sallanan rengi uçuk fesiyle, elindeki ekşi elmadan dikenli bastonuna dayanmış su terazisinin önünde otururken görenler, kendisinin hayvanata karşı gösterdiği nefreti, hele böyle onun tarlalarının içinde oynayan köstebeklere gösterdiği cezayı hiç tahmin edemezlerdi.
Öğle zamanları, ekseriya, bu kahveye çıkıp akşamüstüne kadar oturuyor, kışın ise ya bahçesinde geziniyor yahut odasından dışarı bile çıkmıyordu.
Odasında ne yapardı? Bunu kimse bilmez. Parası nerededir? Ne kadar maaş alır? Nerelere saklar, kimseye göstermez. Odasında yerli kilitlere inanmayarak bir de asma kilit kullanırdı.
Dadıya gelince; o da acayip bir Çerkez’di. Burnunda gözlüğü, ekseriya bir şey dikmeye uğraşır ve pek muntazam bir hayat sürerdi. O da bir büyük hanımefendi olduğuna memnun görünüyor ve fazla bir şey istemiyordu. En ziyade dikkat ettiği şey vaktinde yatmak ve kalkmak, vaktinde yemek yemektir.
Kış, etraftaki harap bağ yerlerini karla örtüyor, uzaklar, Gazhane’nin üstünden görünen Maltepe’ye, Kayışdağı’na kadar bütün manzara zaman zaman dumanlanıyor; yazın, bütün uzaktan kırmızı kiremitleri görünen evlerin damlarından dalgalanan sıcak bir havanın olduğu belli oluyordu.
Besime yedi-sekiz yaşında Altunizade’de mektebe gidip gelmeye başladı. Her sabah, yaz kış köşkün arka taraf kapısından çıkar, koşa koşa duvarın yanında uşakların ve bahçıvanın oturduğu kulübeye gider, elindeki çantayı, sefer tasını verir, sonra kestirme olsun diye arka taraftaki tel kapıdan çıkıp boş arsalardan arka yola çıkar, gider, akşam da hemen aynı yoldan döner gelirdi.
Onun için mektep, sıkıntılı bir yer değildi. Otuz-kırk kadar kız erkek çocuk karışık oturuyor ve okuyorlardı. Dersler güç değil ve hoca pek müsait bir adamdı. Mektepten dönüp geldikten sonra bir parça daha serbest, biraz daha şen görünüyor, dadısına hevesle bazı şeyler anlatıyor ve bazen babasına bahçede tesadüf ettikçe bir şey söyleyecekmiş gibi ağzını açıyor lakin hiçbir şey diyemiyordu. Bu gevezelikler bir-iki saat bu evin mutat olan sükûnunda boğulur kalırdı. Yalnız, mektepten dönerken ve ekseriya mektepten aldığı neşeyle uşakları lakırtıya tutar, onlarla konuşur hatta şakalaşır ve gülerdi. Yaşı büyüdükçe, uşaklara karşı olan bu meyil ve heves, bu konuşma ve şakalaşmalar da arttı ve hepsinden ziyade Nail isminde genç bir çocuktan memnun olmaya başladı. Hatta ilk defa onun elinden tuttu, belki o zamana kadar diğer birinin de elinden tutmuş idi; ancak herhâlde bu defa onda başka bir hâl vardı. On bir yaşında bir çocuk olduğu hâlde kendisinde garip bir hâl husule geliyordu, bu heyecan bir iptila, bir meyil ve arzu-i deruni14 idi ki onun sahih sebebi, hakiki amili asla keşif olunamaz.
Besime, Nail denilen bu uzunca boylu, kuru yüzlü, irice sivri burunlu, adaleli delikanlıya alaka etmiştir denilebilirdi. Hele onun üstünde damarlar teressüm15 eden elleri, âdeta mukavemetsiz bir heyecan veriyor, bazen mektepte dalıp bazen gece dadının odasında kitaplarını karıştırır yahut karalamalarını yazarken onu düşünüyordu.
O yaz mektep tatil olduğu zaman gidip gelme ve yol arkadaşlığına imkân kalmadıysa aralarındaki sevgi de ortadan kalkmadı.
Besime, on bir yaşında, gürbüz bir çocuktu; pembe derisinin altında kuvvetli, feyizli bir hayatın kımıldadığı görülüyordu. Bahçede hava tulumbasının altında yahut Nail’in odasında birbirlerine tesadüf ediyor, konuşuyorlardı. Şakalaşıyorlar ve bu sessiz kızın onu gördükçe yüzünde bir tebessüm dalgalanıyor ve damarlarında sıcak bir kan dolaşıyordu. Hatta o kadar ki biraz zaman sonra el şakası etmeye, vurup kaçmaya, kovalayıp tutmaya ve birbirini sıkıştırmaya bile başlamışlardı. Nail, on dokuz yaşında bir çocuktu ve her şeyi bilirdi. Besime’ye gelince, onunla olan muamelesini, evden, babasından, bahçıvandan, aşçı kadından âdeta bir günah gibi saklıyordu.
O esnada münasip bir fırsat zuhur etti ve bahçıvan bir gün hastalanıp gitti. Besime, babasının Tophanelioğlu’ndaki kahveye gittiğini ve dadısının uykuya yattığını kollar ve Nail’in odasına giderdi. Bu odanın tavanı alçaktı ve Nail’in yatağıyla bahçıvanın yatağı karşı karşıya dururdu. Bu odada ona her şeyden evvel tesir eden şiddetli bir bekâr kokusu, keskin ter kokusuna benzer bir koku vardı ve onu tahrik ediyordu; bu erkek kokusu idi. Nail, şüphesiz çirkin idi lakin erkekti, kuvvetli ve şiddetli bir erkek. Orada kâh birbirine hücum edemeyerek yalnız oturup konuşuyorlar kâh âdeta birbirini inciterek oynaşıyorlardı. Yalnız günün birinde, bu latifeler, pek ciddi bir şekil almış bulundu. Besime, âdeta hayran ve bir şey bekliyormuş gibi görünüyordu. Taze, henüz gürbüz bir çocuk vücudu olan vücudunu onun kollarının arasında hissediyor, onun demir gibi kollarını, yanağına dokunan boynunu, kızgın derisinin altında kımıldayan adalelerini duyuyor ve bu genç çocuğu kızgın, katı, sanki onu uyuşturan bir zehir gibi bekliyordu.
Besime, onun kolları arasında sıkıldığını hissetti ancak bu odanın kokusu, bu mekruh koku onu âdeta uyutmak istiyor gibiydi ve hiç hareket edemiyor, kendini bu ızdıraptan kurtaramıyordu. Birkaç lahza sonra, Nail birdenbire gevşedi, sanki latifenin hududunu tecavüz etmiş olduklarını anlar gibi. Birbirlerine hiçbir şey söylemeyerek, hatta yüzlerine bakmayarak ayrıldılar. Nail odanın arkasında fasulye sırıklarının arasına, Besime eve kaçtı. Besime, bu pisliği tamamen anladı mı? Mektep ona neler öğretti, herkes mektepte neler öğrendiğini elbette hatırlar. Ancak ertesi gün Nail’in hiçbir şey yokken, işlemiş gündeliklerini de almayarak savuştuğuna hiçbir mana veremediğine bakılırsa, herhâlde hiçbir şey anlamamıştır ve onu yalnız Nail’in orta yerden kaybolması müteessir etmiştir. Ondan sonra günler şiddetli iştiyak ile geçmeye ve arkasındaki zaif gömlek, vücudunu ateş gibi yakmaya başladı.
Onun yerine gelen, uzun boylu, iri kulakları yelken gibi iki tarafa açılmış, yassı kafalı bir Arnavut delikanlısıydı ve Türkçesi hemen hemen hiç yok gibiydi. Mektebe beraber giderken başını kaldırıp gözlerini açarak, o iri kulaklarıyla, yanında yürüyen Besime’ye bir tuhaf bakışı vardı ki onu âdeta korkutuyordu.
Ertesi sene, mektep terk olunmak mecburiyetini dadı ihtar etti, ondan sonra evde kaldı. Besime, kanlı, gürbüz ve güzel bir kız olmuştu. Daima vücudunda kuvvet hisseder ve bu hâl onu acayip bir surette rahatsız eylerdi. Yaz, uzun ve gayet sıcak gidiyordu ve bu evde günler hep birbirine benziyor ve derin bir sessizlik her tarafı ihata etmiş bulunuyordu.
Burası, sanki şehirle, civarıyla alakasını katetmiş bir yerdi. Sebzenin ve ağaçların yaprakları hararetten gevşiyor, kendini bırakıyordu. Eski bağ yerlerinin kenarlarındaki taş döküntüleri arasından kuvvetli aylandız sürgünleri çıkmıştı. Bir tarafta böğürtlen çalıları kim bilir ne zaman dikilmiş, duvar gibi sık yeşil duruyorlardı. Yolun kenarında sakız ağaçları arasında yine bu çalılardan vardı. Geçerken bu ağaçların köklerinde, kayaların, otların arasında birtakım haşerat sürünerek kaçışırlar, otları çıtırdatırlardı. Böcekler gece gündüz, fasılasız cızırdıyor ve sesleri bütün oraları dolduruyordu. Etrafta, uzaktaki köşkler, sanki boş gibi dururlardı. Yolun karşısındaki arsanın içinde eski bir konak harabesinin yegâne şahidi kalan iri bir ocağın ve büyük bir bacanın altında kendine bir odacık ve ineklerine bir ahır yapan bir sütçü oturuyordu. Fakat onun inekleri de sanki bu yaz böceklerinin sesini dinlemek istiyorlarmış gibi bütün az bir defa olsun böğürmediler. Bu sütçünün karısı, bu evin bir tanecik misafiri ve komşusu idi; çarşafı başında hemen her gün dadının odasına gelir, yaz kış odadan kalkmayan, yalnız kış oldukça bir köşeye çekilen, yaz oldukça erkân minderinin önüne kadar sokulan mangalın başına çömelir, hatta bazen dadıya ve kendisine birer kahve pişirir, bütün civar köşklerin, bütün etrafın dedikodusunu, havadisini sayıp döker ve giderdi.
Besime, onu yalnız dinler ve o Kadıköy’e gidecek oldukça ufak tefek şeyler sipariş ederdi. Besime’nin evde kimse ile konuştuğu yoktu. Nail’den sonra gelen Arnavut çocuğu az zaman durdu kaçtı, ondan sonra da ihtiyar iki adam tuttular. Babasıyla dargın gibi duruyorlardı. Bu baba kız, belki hayatlarının bütün imtidadınca16 beş-on kelime teati etmemişlerdir. Münasebetleri, hemen kandil geceleri, ramazanın ilk gecesi, bayram günleri elini öpmekten ibaret kalıyordu. Elini öptürüyor ve ağız ile burnu arasından birkaç kelime mırıldanıyordu. Yahut bazen bir şey soracak olursa ve tesadüf ederse lakırtı ederlerdi. Zaten hayat o kadar basit, o kadar sade ve külfetsiz idi ki çok defa aralarında konuşacak lakırtı bulamazlardı.
Besime, akşama kadar yukarı odadan aşağıya iner çıkar, mutfak kapısına kadar gider, sabahleyin erken bahçede bulunur ve geceleri oturmayarak erkenden yatardı. Odasında kapalı, aç vakitler gezindiği, öksürdüğü duyulurdu; ne yapardı kimse bilmez. Bütün yaz böyle geçiyordu. Zaten bu sene daha kıştan uzun yağmurlar devam etmiş ve tabiat her nedense baharı hazfedip17 bütün çiçeklere ve kuşlara verdiği vaadi inkâr ederek birdenbire yaza intikal eylemişti. Şimdi her tarafta toz, her tarafta ter. Bir damla rahmet düşmüyor, bütün otlar, çiçekler kuruyor, yanıyor, bütün insanlar gevşek, kızgın, hasta geziyorlardı.
Besime, hiç kimseye bir şey dememesine rağmen, onun bir minderin üstünde uzanıp kaldığını, sonra vücudunun kuvvet ve diriliğine rağmen gevşek adımlarla, ancak sessiz, aşağı yukarı inip çıktığını görenler, bir parça muzdarip zannederlerdi. O, hiçbir şey yapmıyor, ufak tefek dikişten başka hiçbir şeye elini sürmüyor ve hiçbir şey bilmiyordu. Sabahleyin erken kalkıyor, kâh bahçeye inip geziyor kâh pencerenin önünde yazmacıların rutubetini kokluyor, sonra dadının odasına iniyor, aşçı kadınla birkaç lakırtı ediyor ve dadısıyla yemeğini yiyip tekrar öğle uykusuna uzanıyordu; bu uyku geç vakitlere kadar sürebilirdi.
Yalnız, bu âdet yaz ortasından sonra ufak bir vesileyle bozuldu. O vesile, onun ikinci alakası idi. Şu uzaktaki panjurlu köşke yeni bir uşak aldılar; bu çocuk, ihtimal kurağın devamından, kuyuları kuruyan köşke, inekçinin kulübesi yanındaki büyük bostan kuyusundan üstüne fıçı konmuş bir araba ile su taşırdı. Daha ilk gördüğü gün onun dikkatini celbetmiş idi; gürbüz, genç irisi bir oğlandı. Bacakları baldırlarına kadar sıvalı, ayağında bir ince pantolon, sırtında yalnız bir basma gömlek, başı açık, ayakları çıplak. Kovaları çekiyor, sonra arabanın tekerleğine basıp fıçının üstündeki büyük tahtadan yapılmış acayip bir dört köşe huninin içine döküyordu. Sonra tekrar tekne kovasını büyük kuyunun içine atıyor, ipi silkiyor, birkaç el çekip sonra tekrar atıyor, sonra tekrar fakat bu defa kuvvetle çekiyor ve kova ağza yaklaştığı vakit kulpundan yakalayıp arabanın tekerleğine basıp kendini yukarı kaldırdıktan sonra kovayı yavaş yavaş boşaltıyor, etrafa dökülen serin su damlaları tozları lekeliyor, otları canlandırıyor ve nihayet oralarını çamur yapıyordu. Besime, kafesin kenarına başını dayayarak uzaktan bu genç adamı seyretti. İnce mintanın göğsü açık, beyaz bir ten, sonra sıvalı kollarında, bacaklarında katı adalelerin şişip derisini kabarttığı belli oluyordu.
Fıçı doldu, ağzından sular taşıp yuvarlak karnını dolaşarak arabanın altına döküldü ve delikanlı kovayı arabanın yanına bağladı. Sütçünün karısı dışarıdan geliyordu, onunla konuştular. Sonra çocuk, arabanın kolları arasına girdi ve vücudunu öne vererek çeke çeke sürükleyip götürdü. Besime onu, gözleriyle eve girinceye kadar takip etmişti.
Ertesi gün öğle uykusunu terk ederek onu bekledi fakat göremedi. Sonra tekrar, sonra her gün… Uşak ekseriya geliyordu ve bir defa Şefika sütçünün kulübesine gitmişti. Orada iken öteki de kuyuya geldi ve bu defa yakından gördü, çocuk da onu gördü fakat yanında hiçbir şey anlayamadı. Öteki, daima hanımlardan hoş muamele görmüş, şen ve lakayıt, latifeci ancak bakir ve ismetli bir çocuktu, bu görüşmeler pek uzamamalı ve ayrılmalı idi ki o, yanında yanan ateşi görüp anlayabilsin…
Besime, yavaş yavaş onun Karahisarlı olduğunu, adının Abdurrahman olup kısaca Rahman diye çağırdıklarını ve evin efendisinin kendi hemşehrisi bulunduğunu, evvelce başka bir yerde çalışırken sonra bu kapıyı bulduğunu öğrendi. Her gün hatta geceleri mütemadiyen onu düşünüyordu, ona sokulmak istiyordu; yanına sokulmak, onunla konuşmak, kollarını tutmak heveslerini hissederdi. Kim bilir onun kolları ne kadar kuvvetlidir. Lakin kabil olmuyordu; her gün yeldirmesini giyip inekçinin kulübesine gidecek bir sebep icat etmeyi tabiat ona telkin ediyordu. Bu, evdekiler için değil, inekçinin karısı içindi. Bir gizli ses onu şüphelendirir, yaptığın bir günahtır, der dururdu.
Bu esnada ona bir ikinci iptila daha geldi. Âdeta bir günah gibi gizli, kısa ve sık sık icra olunan bir iptila…
Besime, vakit buldukça yukarı misafir odasına çıkıyor, büyük aynanın karşısında bir defa süratle soyunup çırçıplak oluyor ve böyle bir lahza aynada kendini seyrettikten sonra tekrar süratle giyinip odasına kaçıyordu. Hatta evvelce odasında hazırlanıp bir hamleyle, bir hareketle çırçıplak bir hâle gelebilecek kadar hazırlanır, sonra ayna karşısına geçip şu âdetini icradan sonra tekrar elbisesini giyerdi. Bazen giyinmek için odasına dönmüş iken bir ikinci defa aynı arzunun yanması ile büyük odaya döndüğü ve tekrar üstündekini atıp güzel vücuduna baktığı ve bu müthiş arzusunu teskin ettiği vaki idi. Bu, günde iki-üç defa, dört defa tekrar olunabilirdi ve ekseriya öğle vakitlerinin boğucu sıcakları bastığı ve bir fırın gibi yanan odasında dadının sersem olup kedisi bir tarafta, kendisi bir tarafta uyuduğu zamanlarda yapılıyordu.
İlkin, o derece şiddetli değil iken gitgide bu arzu bastırmaya başladı. Güzel vücudunu herhâlde hatta gece, idare kandilinin aydınlığında, dışarıda parlak mehtap varken her türlü tecrübe etti. Bu şiddetli bir lezzet olmaktan ziyade, acayip bir arzunun teskini idi; âdeta bir günah işlemek, ayıplanan bir harekette bulunmuş olmak zevk ve lezzeti idi. Bazı defa, dadısının ve inekçinin karısının yanında oturur ve onların sözlerini dinlerken birdenbire aklına geliyor ve yukarı gidip soyunmak zevk ve lezzeti ve biraz sonra vuku bulacak fiili düşünerek oturup kalıyor ve böyle hâllerde birdenbire hatırladıkça ziyade sevinçli oluyordu. Başkaları için pek haz verici olan bu taze vücut manzarası, kendisine mahsus değildi. O bunu bir gurur, iftihar ile değil, âdeta şehevi18 bir gaşiyle,19 sanki başka bir vücuda bakarmış gibi bakmak için yapıyordu ve günler geçtikçe daha çok türlülerini yapmak hevesleri geliyordu. Kâh yavaş yavaş yarı beline kadar, sonra tamamen soyunuyor kâh tek tek bacaklarını açıp bakıyor fakat ne olursa olsun bütün bu manzaralar gayet çabuk bitiyor ve bu beyaz vücudun aksi aynadan döner dönmez heves de kesiliyordu.
Dadı ona dikiş nakış, yemek öğretmek isterdi ancak öğretecek kimse bulamıyordu. Hatta o zamana kadar komşulara bile gitmek istemezken artık buna bile katlanacak oluyordu. Besime’ye gelince, sonbaharda fevkalade ızdırap içinde kaldı. Kışın dönüşü onun için tükenmez bir azap olacaktı. Vâkıâ şikâyet etmiyor, kimseye bundan bir şey açmıyor lakin bu kış tehlikesi, bu endişe, göğsünde demir gölge gibi asılmış duruyordu. Hâlbuki tesadüf, ikisini birden sevindirecek bir şey icat edivermek lütfunda bulundu.
Bir sabah erken, daha Besime yatağında uyanık yatarken evin büyük kapısı çalındı. Bu nadir bir şeydi. Postacı bir mektup getirirse, eve yabancı bir adam uğrarsa yahut nadiren İstanbul’dan dadıya bir misafir gelirse bu kapı çalınırdı, yoksa onlar her zaman mutfak kapısından eve girerlerdi. Demek oluyor ki sabahleyin erken, yabancı bir adam gelmiş idi. Sonra ayak sesleri oldu, kapı kapandı ve yüksek sesler duyuldu. Sonra sükût geri döndü. Besime dinledi, başka ses yok, yalnız babası da uyanmış olacak, odasında kısa kısa öksürdüğü işitiliyordu. Acaba ne oldu? Pek ziyade merak etmekle beraber bekliyor, dinliyordu.
Sonra yavaş yavaş kalktı, giyindi ve dadının odasına indi. Bir kedi kadar sessiz ve tetik yürüyordu. Evvela kapıdan dinledi, içeride bir kadın ağlıyordu, dadı da onu teselliye uğraşıyordu. Sonra yavaş yavaş anladı; bu, dadının üvey kızı olacak.
Odaya girdiği zaman dadı ile mangalın başında karşı karşıya oturmuşlar, Talât’ın yüzü ağlamaktan kızarmış, hem yüzünü gözlerini siliyor hem anlatıyor; ayakta odanın ortasında duran aşçı kadın da ağlıyordu.
Eve yeni bir adam gelmesi, yeni bir vaka olması onları birbirine yaklaştırır, sevindirirdi. Besime odaya girince misafir ayaklandı.
Dadı da Besime’ye bakıp:
“Baksana bunu kocası bırakmış… Zavallı kız.” dedi.
Besime, müteessir, şaşkın Talât’ın yüzüne baktı. Besime, bir-iki defa daha gördüğü bu genç kadını daha iyi, daha güzel fakat daha esmer buldu.
Talât, orta boylu, esmer fakat yine yanaklı, parlak gözlü, parlak saçlı, şen ve ateşli bir kızdı. Vücudu, kuvvetli olmakla beraber, etli bir vücut gibi görünmüyordu. Onun çehresine bakanlar derhâl laubali ve neşeli bir kadın olduğunu anlayabiliyorlardı.
Bu kız, sonradan dadının vardığı bir eski uşağın kızı idi. Anası, bunu doğururken ölmüş, babası tekrar evleninceye kadar efendilerinin konağında büyümüştü. Sonra, bir müddet dadı ile beraber kaldı. Besime’den beş yaş kadar büyük tahmin olunuyordu. Tekrar eski efendilerinin yanına gittiği zaman hüsnükabul gördü ve küçük hanıma âdeta bir arkadaş, bir nedime gibi yapmak istediler; orada büyüdü, kız oldu, orada sevişti, oradan kocaya kaçtı. Konağın, Ayşe Hanım isminde ihtiyar, eski bir emektarı vardı; o geldi gitti bir-iki defa, kıza müşteri çıktı, nihayet bir vesile buldu evine götürdü ve Telgraf Nezareti’nde Hakkı Efendi isminde bir oğlu vardı, onun yanına çıkardı, kızın aklını çeldiler ve buna verdiler. Hanımlar razı olmamışlardı. Talât da reddolunduktan sonra artık vazgeçmiş görünürken günün birinde, bohçasını koltuğuna sıkıştırınca hem akşamüstü geç vakit Koska’dan aşağı Aksaray’a doğru Ayşe Hanım’ın evine kaçtı.
Vâkıâ, sonra hanımları onun kusurunu affetmişler ve tekrar görüşmüşler ise de bu defa kocasının evinden kovulunca onların yanına dönmeye cesaret edememiş ve birkaç gece Makineci Yahya Efendi namında birinin evinde misafir kaldıktan sonra bir kere de üvey anasının evinde oturup oturamayacağını tecrübeye karar vermiş idi.
Hikâye yeni baştan başladı ve nasıl olduğu, kaynanası olacak cadının, onu evvelce kandırmış iken sonra nasıl oğlunu kandırdığı, Hakkı Efendi’nin bunu nasıl dövdüğü, birkaç defa hem de çürük bere içinde bırakmak şartıyla dövdüğü, nasıl boşadığı anlatılıyordu. Bu esnada, dışarı sofadan İsmail Efendi’nin öksürüğü ve ayak sesleri duyulunca Talât fırladı: “Efendinin eteğini öpeyim.” dedi.
Dışarı çıktı. Besime, hayret içinde idi. Vâkıâ hayret edecek bir şey yoktu lakin bunlar alışmadığı hikâyeler, hareketlerdi. Sanki yorulmuş gibi dinliyor ve yeni bir adam gördüğüne gizli gizli seviniyordu. Talât, sakin bir çehre ile döndü. Besime, “Acaba babam bu kadına ne dedi?” diye düşündü, babası acaba bu kadına ne kadar soğuk bir çehre göstermiştir. Çünkü Besime, onun misafirden hoşlanmadığını bilirdi. Lakin iki gün sonra bu hususta aldandığını anladı.
Bir sabah erken kalktığı vakit bahçede onları lahana fidanlarının arasında gezerken ve yavaş yavaş görüşür gördü. Tuhaftır, demek babası bu genç kadından hoşlanıyor. Ne kadar âlâ, demek o, evde artık uzun müddet kalabilecek lakin gizli bir de eza duyması ihtimali vardır çünkü babası onunla hiç konuşmazdı, âdeta onun bu evde bulunduğunu unutmuş gibi görünüyordu. Besime, başını pencerenin kenarına dayayıp yarı mahmur düşündü. Onlar yavaş yavaş uzaklaşıyorlar, efendi fidanlarını, sebzelerini bu taze, bu genç, bu her tarafı hayat ile dolu dul kadına gösteriyor ve onu yavaş yavaş uşak odasının arkasına yaptırdığı yeni limonluğa doğru götürüyordu.
Sonbahar sabahı gayet latif ve hafifçe serin idi. İhtiyar, bu serinlik içinde, bu taze kadının mevcudiyetinden âdeta neşeleniyor ve bütün hayatında pek az gülen dudakları geç kalmış kır çiçekleri gibi ömür bir tebessümle açılıyordu.
Talât Hanım’a gelince, şen ve gürültücü idi; bağıra bağıra konuşuyor ve hoşuna giden ufak bir şeyden sonra güzel bir kahkaha atıyordu. Onun efendiye karşı tavrı senli benli fakat saygılı idi.
Besime’ye karşı olan tavrına gelince, onu âdeta akran kıyas ediyor ve onunla dertleşiyordu. Bunda o dert ne kadar şiddetli, ne temiz, çare bulunmaz bir dert idi. Bir parça fırsat olursa aralıksız ondan bahsederdi. Geldiğinin ilk günlerinde yalnız iftirak20 tafsilatı ve kaynanasının bitmek bilmeyen hikâyesi ve menakıbı anlatılıyordu ve o söze başladığı vakit, Besime, elini çenesine dayayıp candan dinliyordu. Sonraları bu hikâyeler, daha ziyade hayat ve hararet peyda etmeye başladı. O zaman artık kış gelmişti. Besime’nin odasında sobayı güzelce yakarlar, ikisi de ellerine bir iş alırlar çünkü Talât aynı zamanda Besime’ye iş de gösteriyor idi ve hikâyeyi bir taraftan açarlardı. Ekseriya ikisi de odadan çıktıkları vakit gözleri bulanmış, kulakları kızarmış, dalgın bir hâlde kalırlardı zira Talât Hanım, hikâyenin bütün ölçüsünü, haddini, kıratını kaçırıyordu. Evvelce işin yalnız herkese hikâye olunabilecek kısımlarını söylerken sonra sonra hikâye olunamayacak kısımlarına geçmiş bulunuyordu. Bütün bu tafsilat içinde, kocasıyla alakalı bütün hususlar genç, dul bir kadın ağzında hırs ile dolu, ateşin ve tehlikeli bir hâl alıyordu. Besime, bekâretini sevk-i tesadüfle21 kaybetmiş olduğunu dahi onun bu hikâyelerinden öğrendi. Nail, ondan bekâretini yok etmiş ise bu kadın da bu kış devam eden musahabelerinde,22 onun ismetini kâmilen, en bucak yerlerine, en mahrem taraflarına kadar tamamen silmiş, götürmüş idi.
Besime, şimdi onların oturduğu mahalleyi, evi, sokağı, onun kaynanasını, öksürüklerini, kapının önünde dolaşan ayak seslerini, onun baş ağrılarını, mahalledeki komşuları, tahtaları sokağa doğru çarpılmış basık tavanlı odada, mangalın başında kaynanasının kendini ve oğlunu komşulara çekiştirdiğini, neler söylediğini… Sonra Talât’ın kocasını, boyunun, kolunun, budunun ölçüsüne kadar -çünkü Talât coştukça ayağa kalkıp veya yere uzanıp taklitlerine kadar yaparak anlatırdı- her şeyi biliyordu. Sonra, nasıl bu kadın onu konakta görmüş, ne kadar sevmiş, gizli aşikâr ona ne diller dökmüş, ne hediyeler getirmiş, sonra oğlundan nasıl bahsetmiş, sonra izin alıp evine nasıl götürmüş, oğluna nasıl göstermiş, göstermiş değil âdeta bir odada beraberce oturup yemek yemişler, lakırtı etmişlerdi. Onları evde yalnız bırakıp bakkala limon almaya bile gittiği olurdu. Daha sonra düğün ve bütün tafsilatı… Talât’ın kocasının sarhoş, sefih bir adam olduğu anlaşılıyordu lakin ne olursa olsun, genç ve sevimli bir adamdı. Bu genç kadın onu unutamıyordu.
Bütün bir kış, hararetli ve geveze bir genç neler anlatabilirse hepsini tekrar tekrar söylemişti. Besime, bazen tebessüm ederek ve ekseriya dalgın dinleyerek bunları ezberliyordu, bazı taraflarında hikâye onu ya pek müstefit ettiği veya ona pek leziz bir heyecan verdiği için, “Evet, nasıl olmuş? Bir daha söyle.” diyecek olur lakin derhâl susar ve hiçbir şey söylemezdi. Ve bütün bu hikâyelere mukabil, o, Talât’a hemen hiçbir şey söylemedi. Besime alışık değildi, hissiyatını söylemek onun için kabil olamıyordu, adi muhaveratında bile güya birçok adamların içinde gizli bir şey söylemek, karşısındakine, diğerlerine sır vermeyerek maksadını susturmak isteyen bir adam hâli vardı.