Полная версия:
Bizim Nesibe
Asaf Bey onun sözünü kesip:
“Bay Musa.” dedi. “Siz benim sözümü yanlış anladınız, boş yere sinirlendiniz. Ben size totaliter demedim. Sizin sözlerinize karşı söyledim.”
Musa Bey, biraz yumuşar gibi oldu:
“Asaf Bey, biz oyuna geldik.” dedi. “Bak, kime istersen sor; siz burada yoktunuz, bu hat boyundaki ocakların hepsini ben açtım. Millete söz verdik. ‘Yapacağız, edeceğiz.’ dedik. Ne oldu? Bizimkileri mum gibi erittiler. Şimdi bir daha o fırsatı bul da halkı ayaklandır. Ama baştan ben bu işi biliyordum. Hasan Bey’e de söyledim. İşte yüzü. İstasyonda konuşmadık mı? ‘Bunların hepsi ittihatçı düşkünleridir, bizi oyuna getirirler.’ demedim mi? Ben malımı bilirim. Dediğim gibi de oldu. Bu habis ruh bu memleketten kalkmadıkça bu millete rahat yoktur.”
Atiye Hanım bu sözü beğendi.
“Bu doğru.” dedi. “İttihatçılar çıktılar, nur içinde yatsın, paşa babam söyledi. ‘Bunlar…’ dedi. ‘Bu milleti batırırlar görürsünüz.’ Bugün gibi kulağımdadır. Dediği de çıktı. Bu hürriyet sözünü de ilkin onlar çıkardılar. Arkasından başımıza gelmedik kötülük kalmadı. Şimdi de gene hürriyet demeye başladık. Başımız sıkılınca hepimiz söylüyoruz. Hemen Allah saklasın! Biz kiracıları evden çıkaralım derken onlar bizi atmasınlar diye korkuyorum doğrusu.
Musa Bey:
“Atarlar.” dedi. “Hiç bunlara inan olmaz. Bu milletin aklı varsa ilkin bu döküntüleri temizlemeli.”
Bekledim, Asaf Bey: “Kim ittihat düşkünü?” desin yahut başka bir yerden söz açılsın yahut da şimdiye kadar söze karışmayanlardan biri yepyeni bir konu ortaya atsın. Olmadı. Hiç kimse sesini çıkarmadı. Bu adamlardan hoşlandım. Dedikodu da tatlı. Ben ortaya yeni bir laf atıp ortalığı konuşturabilir, faydalı şeyler de öğrenebilirdim ama bizim kız sıkıldı. Gidecek yerlerimiz de var. İzin istedik.
Biz ayağa kalkınca Asaf Bey de ayaklandı. Atiye Hanımefendi’nin elini öpüp çıktık. Asaf Bey de bizimle birlikte istasyon yolunu tuttu.
Birkaç adım yürüdükten sonra ben Asaf Bey’den sordum:
“Kuzum beyefendi.” dedim. “Bu Musa Bey dediğiniz bey kimdir?”
“Efendim.” dedi. “Bu, İbriktar Emin Bey’in kaynıdır. Daha doğrusu kaynı idi. İttihatçılar bunu Sinop’a sürdüler. Bir değeri yoktu ama sürüldü. Oradan geldikten sonra bir aralık Mısır’a gitti. Orada da bir ablası varmış. Sonra döndü, Emin Bey rahmetlinin hanımı ile oturdu. O öldükten sonra, bir aralık dalyan tuttu. Belli başlı bir işi yoktur. Atiye Hanimefendi’den para mı alır nedir, gelir gider.”
“Oldukça ateşli bir politikacı.” dedim.
“Ha evet.” dedi. “Efendim bu, partiye girmişti. Çalıştığı da doğrudur. Geçende ne olmuş, bunu partiden çıkarmışlar. Ateş püskürüyordu. Şimdi başka partiye girecekmiş. Belki de girmiştir.”
“Evet, ağzına bakılırsa öyle.” dedim.
Bu Musa Bey’in ustura ile kazıtılmış, iri yuvarlak bir kafası var. Ufacık kır bıyıklarının uçları kıvrılmış. Boyu pek kısa değil. Yaşı belki yetmiş olmalı ama görseniz elli yaşında sanırsınız.
Biraz daha yürüdükten sonra gene Asaf Bey:
“Bu adamlarda hiç mefkûre yoktur.” dedi. “O Hasan Bey’i de gördünüz ya yarın parti işbaşına gelince bunu mebus yaparsa ne âla, yapmadığı gün partide aramayın. Mebusluğun hastasıdır. Doğrusu parti için de güç!”
Asaf Bey’le konuşarak, anlaşarak istasyona vardık. O trene gitti, biz de tünelden karşıya geçip tanıdıklardan birinin daha kapısını çaldık.
Gene o gün öğleden sonra yeğenim evde kaldı, ben yalnızca bizim Bay Dürrü Eksilmez’e uğradım. Bayram dolayısıyla Dürrü’nün evinde de birkaç arkadaşla karşılaştım. Söz döndü dolaştı, gene politika dedikodularına geldi. Ben de hanımefendinin yanlarında geçen sözleri anlattım. Daha lakırtımı bitirmeden Feyzi Gülcü adında bir arkadaşımız:
“İşte bakınız.” dedi. “Her yerde bu sözler. ‘Demokrasiyi bizim halkımız anlamaz.’ diyenler görsünler. Şimdi asıl kök mesele halka kendi mebusunu seçtirmektir. İşte bu kadar!”
Çok yıllar liselerde fizik okutmuş bir başka arkadaşımız da sordu:
“Bu buyurduklarınız olursa işler düzelecek mi?” dedi.
Gülcü arkadaşımız:
“Yok.” dedi. “işlerin düzelmesi bakımından değil, millî hâkimiyetin tecellisi bakımından… Amerika’da olduğu gibi!”
Biri sorsun “Şu Amerika’da nasıldır, millî hâkimiyet nasıl tecelli eder? Biz de öğrenelim.” diye bekledim; kimse sormadı. Ben bir sırasını getirip sorayım dedim, Fehmi Bey adında biri söz karıştırdı:
“Evet.” dedi. “Milletin istediği de bu değil mi? Birleşmek, anlaşmak, bir el ile çalışmak, bu ayrılığı ortadan kaldırmak! Toprak birliği, hakikat birliği, vatan birliği. Hakikat iki olmaz. İyilik olmalı, rahatlık olmalı, bu yolsuzluklar ortadan kalkmalı. Benim fikrim budur. Doğru değil mi?”
Bu Fehmi Bey lakırdısını bana bakıp söylüyordu. Ben de:
“Evet doğrudur, haklısınız.” dedim.
Feyzi Bey belki bir de açıklama yapardı ama hukuk doçentlerinden olduğunu anladığım kısaca boylu, irice kafalı, koca ağızlı, çok iyi yüzlü bir adam Gülcü’ye bakarak:
“Bu…” dedi. “Şimdi Fransa’da da günün en canlı meselesidir. Asıl ortada İngiltere varsa da biz onu bırakalım. Biz onların yaptıklarını yapamayız. Bilmiyoruz da!”
Fizik hocası, doçentin sözünü kesti:
“Onu Fransızlar da bilmiyorlar.” dedi.
“Evet bilmiyorlar da denilebilir. Gene bizim bildiğimiz Fransa’yı örnek alırsak…”
Fizikçi gene sözü kesti:
“Biz de onlar gibi, sırtüstü yatarız!” dedi.
“Yok, niçin… Evet bugün bir buhran var. Bir…”
Fizikçi:
“Ben onların buhransız günlerini görmedim ki. Beş yıl Fransa’da kaldım, beş yıl buhran geçirdiler.”
“Evet, İngiltere gibi değildirler. Söyledim. Onu kendileri de yazıyorlar. Ben Profesör Alenne’in bir kitabını okudum. Bunu bir anayasa meselesi olarak alıyor.”
Fizikçi:
“Sen Profesör Alenne’in kendisini tanısan kitabını okumazdın.” dedi.
“Niçin? Fena mıdır?”
“Benim sınıf arkadaşımdır. Sadullahın biridir.”
“Ama yazdıklarını ben çok esaslı buldum.”
“Hüsnüniyet sahibisin…”
Gülcü söze karışıp doçente:
“Bir kere ben sizin söylediklerinizi anlamıyorum.” dedi. “Neden İngiltere’de oluyor da burada olmuyor? Demin beyefendinin anlattıklarını dinlediniz. Bu yalnız orada değil her yerde. Bunu bir demokrasi gelişmesi saymıyor musunuz?”
“Yok, esas bakımından bir mesele ise de…”
Anladım söz uzayacak; benim de trenim kaçacak, arkadaşların bu faydalı konuşmalarını çok dinleyemedim. İzin aldım, doğru Haydarpaşa’ya. Biraz daha geç kalsaymışım yataklıyı kaçırıyormuşum. Ancak inanınız ki doyamadım. Adamın günleri boş, durumu da elverişli olmalı da, benim gibi rastgele değil, bir tertip ile bu arkadaşları dinlemeli. Burada konuşmalar o kadar faydalı olmuyor. Orası ne de olsa büyükşehir!
GURBETTEN DÖNERKEN
İlkyaz yağmurları yağıyor, ağaçlar henüz çıplak, tatlı bir toprak kokusu duyuluyor.
Bahçenin yüksek çamları altında, biraz tozlu, biraz yorgun görünen bir otomobil yola hazırlanıyor. Çantaları, yükleri içeriden çıkarıyorlar, otomobilin yanına diziyorlar. Şoför, birtakım ipler çözüyor, çantaları bağlamaya hazırlanıyor.
“Bak buraya! Bu çanta içeriye konulacak.”
“Peki, peki…”
Nedense yüreklerde bir ağırlık var, gönüllerde bir üzüntü duyuluyor. Bir felaket mi var? Bu seyahat istenilmiyor mu? Bu şehirde tatlı hatıralar mı var? Burada sevgililer mi bırakılıyor? Yok, hiçbiri değil… Ancak nedense, gene gönüller mahzundur!
Dostların hepsi oradadırlar veda edecekler, son nezaketlerini gösterecekler, ağlamak sırası gelmesini bekliyorlar. Bu dostlar kimlerdir? Bir kıymetleri var mı? Bunlar, tesadüf olarak burada toplanmış, birbirini tanımış, zemmetmiş,22 zemmolunmuş adamlar. Ama ne kadar sahte olsalar, sanırım ayrılık onların gönüllerine tesir etmiştir. Manalı, manasız sözler söylüyorlar.
Yolcular telaşlı, sabırsız, sinirlidirler. Sanki kalplerinde birer taş, boğazlarında birer düğüm vardır.
Boş kalan odaya bir daha bakılır. Burada ne yaman bir acılık var. Eşyası kaldırılınca sanki haraplaşmış, büyük karyola yerinde yok. Şimdi bu odanın pencereleri, kapıları, duvarları eskimiş kopmuş, yıkılmış. Bu cansız şeyler sanki bir hassasiyet almış, adama ağlamak talim ediyor, ağlamak öğretiyorlar. Boş kalan bu odada bir hayat yaşanmış idi! Burayı bırakmak acı geliyor.
Yola çıkma saati yaklaşıyor, herkes bir ağızdan konuşuyor, çoğu anlamsız laflar ediyorlar; odalar insana daha dar, daha küçük görünüyor. Kapı önünde bir hizmetçi el öpmeye hazırlanmış, dudaklarında hazin bir tebessüm… Her şeyde gizli bir hüzün var sanki…
Hazırdırlar. Paltolar arkada, boyunlar sarılmış, çantalar elde ancak otomobil hazır değil, yükler bağlanmamış. Ayakta bekleniyor. Dostlar içinde, gözyaşlarını tutamayan hanımlar var. Bunlar, muhabbetlerinin bu kıymetli incilerini gösterebildiklerine sevinirler.
Yolcular ayakta geziniyorlar, odalarını bırakmıyorlar.
“Ne duruyoruz? Otomobilin yanına gidelim.”
“Gidelim…”
Artık o yerler bırakıldı, orasını unutmak lazım.
Biraz da otomobilin yüklenmesi ile uğraşılıyor. Nihayet veda!.. Hanımlarda gözyaşı ama “bırakılan o” odalarda duyulan acılık yok. Hep ayrılış sözleri, çoğu manasız!
Otomobile biniliyor, etraftan yardımlar, selamlar, şoför yerine oturuyor, makine işliyor, sonra yavaşlıyor, araba kımıldıyor, bahçenin geniş yolunda yürüyor, kapıdan çıkıyor, düdük sesi, dönüyor. Sonra hiç… Bir sessizlik.
Artık gittiler. Oturdukları yerler boş kalmıştır.
Buralara dönmek istenilmiyor. Buralarda duvarlar, taşlar, tahtalar canlanmış, dillenmiştir; bir acılık söylerler.
Otomobil, şehrin sokaklarını geçiyor, yolcular gözlerine ilişen dükkânlara son bir defa bakmak istiyorlar. Hayatta bir daha bu uzak memleket görülmeyecek. Bu yerler, güzel yerler değil, bu şehir sevilmiş bir şehir değil ama olsun. Değil mi ki bir daha görülmeyecek, o dakika için sevimli olur.
Şehrin kapısında polis onları durduruyor, isimlerini yazıyor, gidebilirler. Kenar mahalleyi geçiyorlar, birkaç dakika sonra da kendilerini kırda buluyorlar.
Ilık, güneşli bir gün. Temiz kır yeli esiyor, saçları uçuruyor. Kır havası taze yüzleri yakıyor mu? Gözler rüzgârdan nemlenmiş. Boğazlarda hep o düğüm, başlarda hep o hafif ağrı. Acaba arkada bırakılan hayat aranacak mı? Acaba bu arkada kalan bir saadet midir?
Otomobilin sarsıntısı rahatsızlık veriyor. Güzelce düşünmeye imkân bırakmıyor. Bu yolculuk bir kurtuluş yolculuğudur. Sevgililere kavuşulacaktır. Yolcular bahtiyardırlar ama yolculuk rahatsızlığı bırakmıyor ki tamamen bahtiyar olsunlar, birbirlerine sokulsunlar, bütün rahatlığı ile gülebilsinler. Bundan başka kadının ebedî şüphesi var ki her zamanda, her düşüncenin altında gizli gizli kendini gösteriyor, ona diyor ki: “Bu erkek seni bir yük gibi taşıyor, hayat onun hayatıdır!”
Otomobilin önünde yollar gittikçe uzuyor, ta ötelerde yol görünüyor, ilkyaz havası esiyor, makine çalışıyor, araba sarsılıyor. Ara sıra birkaç söz konuşuluyor, çok zaman susup boşluklara bakılıyor.
Nihayet, uzun deniz yolculuğu için vapura binilecek liman şehrine varılıyor. Bilinmeyen sokaklardan geçiliyor, vapurların bulunduğu deniz kıyısına geliniyor. Bir kenarda, binilecek, onları sılaya götürecek vapur bekliyor. Deniz açık mavi mi, koyu mavi mi? Göz alabildiğince uzanıyor.
Otomobilden eşyalar indiriliyor, hamallar vapura taşıyorlar onları. Sonra vapura biniliyor. Kamarotlar, kamaralarını gösteriyorlar; yerleşiyorlar kamaralarına. Uzun ve yorucu kara ve tren yolculuğundan sonra, bir süre dinleniyorlar kamaralarında. Tam bir zindelik içinde çıkıyorlar kamaradan. Güvertede dolaşılıyor. Bazı kişilerle tanışılıyor. Sonra da salona giriyorlar. Orada da tanıştıklarından bazıları var. Oturuyorlar.
Başçarkçı ile birlikte çay içiyorlar. Barmen, büfenin yanında, ayakta duruyor. Bir tabak içinde rende talaşı gibi bükülmüş tereyağı parçaları. Kalın çay bardakları, el silmek için ince kâğıtlar, her şeyin üstünde geminin damgası…
Salon pencerelerinde ölçülü bir tıkırtı var. Açık denize doğru gemi yol vermiş. Hava sakin, güneş batıyor. Trende, bitişik bölmede seyahat etmiş bir karı koca ile iki çocuk, gemide de gene beraber. Çaya geç kalmışlar. Çocuklar dehşetli yaramaz, baba ana ne yapacaklarını bilemiyorlar.
Bütün gemi sanki bu birkaç kişi için seyahat ediyor.
Bir genç adam, gözleri ve saçları çok güzel, kaptan köprüsünden iner, cebinden anahtarını çıkarıp kamarasını açar, girer. Gemi memurlarından iki kişi güvertede dolaşıp konuşurlar. Bunlardan birinde, gözleri ile etrafı arayan, kadın görünce bir lahza-cık duran bir hâl var.
İhtiyar, ak saçlı, iri yarı bir kaptan geçer, kadınları kasketi ile selamlar. Bu gemi süvarisi olsa gerek. Güvertede oturup kitap okumak istenir, okunur da ama bir şey anlaşılmaz.
Bu sırada iki genç muavin kaptan, iki genç adam geçerler, çok gizli bir nazarla kadınlara bakarlar. Bunlar belli ki tatlı çapkın adamlar. Birisinin, yeni tıraştan sonra sakal bıyık yerleri belli oluyor, bu güzel mi, çirkin mi? Çabuk hüküm verilebilir bir şey değil.
Tenhada bir kadın, bunların arasına düşse… İnsan onların hâllerini düşündükçe güleceği geliyor.
“Ne gülüyorsun?”
“Ben mi? Şimdi mesela, bizim gittiğimizden annemin haberi olmasa da birden karşısına çıksam…”
“Eee, bunda gülecek ne var? Hem onların haberi de var.”
“Var ya! Sanki olmasa diyorum…”
Gece oluyor, gittikçe deniz kararıyor. Birkaç gemici, merdiven yanında ayakta konuşuyorlar.
Yemek çanı çalınıyor. Yolcular aç değiller ama sofraya gidecekler. Kamaralarına gidip kitaplarını bırakıyorlar. Sofrada kimleri göreceklerini bilmiyorlar.
Yemek salonuna geldikleri vakit sofra henüz boştur, ayakta pencereden bakıyorlar. Bir aralık, gemi başkaptanının, gemi düdüğü kadar kalın sesi duyuluyor, dönüyorlar. Başka yolcular da yetişiyorlar. Herkes yerine oturuyor. O, kadınlara dik dik bakan adam, gemi kâtibiymiş. Yaramaz çocukların anası, babası yemekteler. Çocukları kamaraya kilitlemiş olacaklar.
Yemekte iki genç hanım daha ortaya çıkıyor. Bunların biri o kadar güzel, sevimli bir hanım ki bütün erkeklerin gözü üstünde kalıyor. Açık kumral saçlarından bir demetçik, güzel kaşının üstüne düşmüş. Kendine bakan gözlerden sanki rahatsızdı.
Kaptan iri yarı bir adam, eski bir deniz kurdu. Ensesi kat kat, omurları merdiven basamaklarından daha kalın, iri parmakları arasında çatal bıçak kayboluyor. Uzun yıllar Cava, Hint Çini, Çin seferleri yapmış; çok meraklı hikâyeleri var. Göründüğü gibi kaba bir adam da değil. Yemekte, bir münasebetle Hindistan’da gördüklerini anlattı.
Yaramaz çocukları olan ana baba, herkesten evvel sofradan kalkarlar. Bir kısmı, bir zaman daha kalır, kaptanı dinlerler.
Yemekten sonra gemi büsbütün tenhalaşmış görünüyor. Gemi karanlıkta gidiyor, sular hışırdıyor. Vapurda geziliyor. İkinci mevki salonda birkaç kişi oturmuş konuşuyorlar. İçlerinde genç, güzel bir kadın da var, derin derin esniyor. Çokları kamaralarına çekilmişler, gidip yatmalı…
Bir gece sonra gemi bir limanda duruyor. Yemek yenilmiş, yola çıkmak için zamanı bekliyorlar. Güvertede gezinirler. Karanlık denize bakarlar. Herkes bir tarafta. Geçen günleri düşünüyorlar. Arkada bırakılmış bir şehir var. Orada ne vardı? Hiç! Ne iyi oldu da oradan çıkıldı. Lambalı, abajurlu odalar, çaylar, poker masaları, geçmiş hayattan konuşmalar, dedikodu, yalancılıklar, boş boş şeyler. Bunlarla geçen ömre yazık. Ne olsa gelecek günler bundan fena olmaz. Yoksa acaba az çok farkla, her yerde aynı şeyler mi?
Bu düşünceler bir üzüntü verir. İyi ki insan geleceği bilmiyor.
Şimdi memlekette onları bekliyorlar, sevinç gözyaşları hazır. Öpüşler ne kadar hararetli olacak, birkaç gün onları ne kadar şımartacaklar, ne soracaklar? Neler anlatılacak?
“Orası nasıl bir yer? Hiç, adi bir yer! Orada kimler var? Filan, filan. Nasıl adamlar? Şöyle böyle! Nasıl vakit geçirdiniz? Biz mi? Hiç sorma!”
Vapur hâlâ kalkmıyor, ikinci kamara salonundan piyano sesleri geliyor, bütün erkekler orada toplanmışlar. O ikinci kamaradaki kadın bir artistmiş, Filistin’e gidiyormuş, pek güzel sesi varmış!
Bu erkekler iğrenç şeyler. Bu kadın oynak bir kadın, keskince bir kadın kokusu almışlar, hepsi başına toplanmaya bahane arıyor. Kadının artistliği, sesinin güzelliği hep bundan geliyor.
Deniz sakin, uzakta şehrin ışıkları parlıyor. Ne yapmalı? Yatmak için çok erken değil mi? Yavaş yavaş, arka tarafa gidip bir kanepenin köşesine oturulur, tekrar memleket düşünülmeye başlanır. Acaba filanca beni görünce ne yapar? Şaşıracaktır. Kim bilir! Filan acaba vapura gelir mi? Filan beni görünce bir köşeye çekip havadis soracaktır. Onu memnun etmek için mutlaka bir aşk macerası uydurmalı. Gece ne güzel… Denizde bir buruşuk bile yok.
Artık varılıyor, geminin yanına sandallar sokuluyor. Bir sandal içinde sizi bekleyenleri tanıyorsunuz. İşaret ediyorlar, gülüyorlar, sesleniyorlar, bir şeyler söylüyor, bir çocuğa sizi gösteriyorlar. Sonra sandalın sokulması geç kalınca sizi bırakıyor, gemiyi seyrediyorlar. Birkaç dakika sonra gene işaretler yapılıyor, tekrar selamlar…
Nihayet gemi yanaşıyor, size kavuşuyorlar. Bazıları sizi zayıflamış, bozulmuş; bazıları şişmanlamış, bozulmuş; pek azı da güzelleşmiş buluyor. Siz de bazılarının ihtiyarlamış, bazılarının şişmanlamış, bazılarının da zayıflamış olduklarını söylüyorsunuz ama bunlara inanmalı mı?
Selamlaşmalar, öpüşmeler, latifeler, alaylar… Oradaki hamallar, polis memurları alışık gözlerle sizin bu hâlinize bakıyorlar.
Sevinç gözyaşları tez kurur. Sandala binerken, rıhtıma çıkarken, eve giderken sizi üzen şeyler de oluyor, sevinç arasında onlara da dikkat ediyorsunuz.
Gece, tamamen sevdiğiniz adamlarla birlikte iseniz geç vakte kadar oturuyorsunuz. “O zaman siz yazmıştınız, ben cevap verecektim, hastalandım. Siz böyle yazıyorsunuz, hiç ben yapabilir miydim?”
Seyahat bitiyor. Hazırlanmış yumuşak bir yatak var. Bu oda size yabancıdır. Eşyanızı açıyorsunuz, tekrar toplamak derdi olmadığına memnunsunuz. Pencereyi açıp gecenin karanlığına bakıyorsunuz. Bu kadar istenilen, hasreti çekilen yerler, işte buralardır. Sizi bekleye bekleye bu yerler sanki ihtiyarlamış. Yeni arzular canlanıncaya kadar gönül boş kalıyor.
Aradan aylar hatta yıllar geçer, o bırakılan şehrin hatıraları, bu yolculuk unutulur; yalnız dünyanın büsbütün başka bir köşesinde, başka bir hayatın sürüp gittiği o yerleri rüyada görürsünüz yahut orada dikilmiş bir elbise parçası ele geçer. O zaman birdenbire, geçmiş hayata bir muhabbet duyulur, bir lahza düşünülür, birkaç gün o geçmiş hayatın hatıraları, ne kadar canlılığını kaybetmiş olsalar da sizi oyalar. Bütün geçmiş hayat böyledir.
1928TUZCUOĞLU’NUN OTÇULUĞU 23
Aziz Tuzcuoğlu, askerliğini yaptı geldi, birkaç ay bir işe tutunamadı. Eniştesi Ömer Çavuş bir dükkân tutmak istemiş. Aziz, ablasına:
“Ben dükkânda oturamam.” demiş.
“E ne iş yapacaksın?” diye sordular.
Çerçilik24 yapacakmış. At alacak, köylere çıkacak, öteberi satacakmış. Eniştesi, ablası beğenmediler amma ses de çıkarmadılar. Eniştesi bir at alıverdi. Basmadan, iğneden, iplikten biraz sermaye düzdüler, köylere çıktı.
Altı-yedi ay bu işin arkasında koştuktan sonra köylerden kasaplık hayvan alıp gelmeye başladı. İlkin biraz para batırdı ise de sonra işini düzeltti. Para kazandığını görünce ablası ona köyden bir kız da alıverdi. Bir ev açtılar. Bir yıl sonra da bir oğlu oldu.
İşler yolunda gidip dururken kim bunun aklına girmişse girmiş, beylikçiliğe25 kalkmış. Askere ot verecekmiş. Eniştesini de ortak almak istiyor.
Eniştesi:
“Tuzcuoğlu.” dedi. “Biz otçuluğu nereden biliyoruz? Sen beylikle boğuşmayı kolay mı sandın? Bu, köylerden dana toplayıp Şemsioğlu’nu suluğa vurmaya benzemez. Bir yol içeri gittik mi eldeki avuçtaki de gider.”
Tuzcuoğlu:
“Sen korkma enişte.” diyor. “Sen ortak ol, işin alt yanını bana bırak. Benim anlayan adamım var.”
Ömer Çavuş:
“Benim param yok amma bir yol da ablandan sorayım.” dedi.
Karısı diyor ki:
“Gene sen bilirsin amma iş yapacaksanız bildiğiniz bir iş olsun.”
Kadın doğru söylüyor. Ömer Çavuş’un da aklı yatıyor amma Aziz’i de kırmak istemiyor. Oğlan işi çıkarırsa beş-on para kazanmak da var. Eniştesi paraları verdi.
Aziz Eskişehir’e gidip ot bağlayacakmış.
Eniştesi:
“Aman Tuzcuoğlu! dedi. “Kendini bir diri tut. Herifler bizi oyuna getirirler.”
Paraları koynuna koyunca Tuzcuoğlu yiğitleşmiş, biraz da kendine çekidüzen vermiş, eniştesine:
“Kim?” dedi. “Sen keyfine baksana. Alışveriş olduktan sonra, evelallah kimseye söz ettirmem.”
Eskişehir’e gitti, geldi. Ot bağlamış. Yağlı pehlivan gibi ortada dolaşıyor. Eksiltme günü yaklaştı; bir sabah iki kişi gelip Ömer Çavuş’u buldular.
“İki yüz lira verelim, çekilsin!” diyorlar. Ömer Çavuş soluk soluğa kaynına gitti.
“Tuzcuoğlu.” dedi. “Herifler, ilk ağız iki yüz lira veriyorlar. Belki dört yüz de verecekler. Kısa günün kârı az olur. Alalım paraları çekilelim. Başka işe bakarız.”
Aziz:
“Ne dört yüz lirası?” dedi. “Bin dört yüze bakalım, çekilir miyim? Ben iki yüz vereyim, onlar çekilsinler. Ben bir âlem ota bağlandım. Bana kazık mı atacaklar?”
Eniştesi:
“Heriflerle konuşalım, otları da onlara bırakırız.” dedi.
Aziz:
“Öyle şey olmaz.” dedi. “Enişte sen bırak bana.”
“Korkuyorum Tuzcuoğlu. Sen yenisin, bu herifler eski kurtlar. Adamı tepesi aşağı getirirler.”
Tuzcuoğlu:
“Keyfine bak enişte, başka işin yok mu?” diyor.
Eksiltme günü eniştesine haber vermedi. Yanına birini almış gitmiş. Herifler bunları ortaya almışlar, kırmışlar, kırmışlar, işin hesabı kalmayınca koymuş gitmişler.
Eniştesi haber aldı. Bilenlere danıştı.
“Biraz pahalı aldı.” diyorlar.
Tuzcuoğlu’na gitti:
“Şimdi ne yapacağız?” diye sordu.
“Ne yapacağız? Hiç. Bugün gidip kâğıtlarını yaptıracaklar. Otu da vermeye başlayacağız.”
“Amma senin için, ‘Otu pahalıya aldı, içeri gider.’ diyorlar.”
“Sen de inanıyor musun enişte? Ben iş adamıyım. Ben onların ayaklarını kesmek için yaptım.”
Ömer Çavuş:
“Oğlum.” dedi. “Kırka al otuza sat, para kazanmak bunun neresinde?”
Aziz, eniştesine döndü.
“Enişte.” dedi. “Bu işler senin bildiğin gibi değil. Biz işi içeriden tuttuk. Bu benim yanımdaki Murat yok mu, onların adamıdır. Sen bırak bana, ben işleri biliyorum.”
Ömer Çavuş’a sorarsan işler kötü gidiyor. Aziz, gitmiş yeniden ot almış. Hacı’nın hanında da bir oda tutmuş, bir de kâtip bulmuş. Kendi de masabaşına oturmuş, gelene gidene kahve ısmarlıyormuş.
Ömer Çavuş bunları işitti. Aziz’in yanına bir ay hiç uğramadı.
Bir gün Aziz’in yeni otlarının geldiğini işitti, istasyona gitti. Otlar ot değil saz. Aziz’e gitti.
“Bu sazı senden alıyorlar mı?” diye sordu.
Tuzcuoğlu sıkıntılı. Her rast geldiğine bağırıyor. Eniştesinin sorduğunu sanki işitmedi. Eniştesi de üstelemedi.
Birkaç gün sonra Tuzcuoğlu eniştesine uğradı. Bugün karşılanacak bir senedi varmış, dün para alacaklarmış onu da alamamışlar. Eniştesinden ödünç para istiyor. Yarın verecek.
Eniştesi:
“Tuzcuoğlu.” dedi. “Sen onu yarın ödeyemezsin. Bir hafta sonra öde. Bir daha da benden böyle para isteme!”
“Enişte.” diyor. “Hiç istemesem de olur amma ters geldi. Ot için de Çifteler’e adam çıkaracağım…”
Kelle kulak, kılık kıyafet, Tuzcuoğlu artık tüccar oldu amma aradan aylar geçti, bu para verilemedi. Ömer Çavuş işitiyor ki başkalarına da borç ediyormuş. Üzüldü. Karısına söyledi:
“Bu oğlan hesabı şaşırdı.” dedi. “Bak borç aldığı parayı da vermedi.”
Karısı başka şeyler de biliyormuş.
“Hacı’dan para kaldırmış. Karısının köydeki tarlalarını da satmış.”
Ömer Çavuş bir sabah evine uğradı.
“Tuzcuoğlu, şu bizim parayı versene, bir günlüğüne istiyordun!”
“Enişte.” dedi. “Beni bu hafta sıkıştırma, gelecek hafta paran hazır.”
“Ne gelecek haftası oğlum, senin ipin ucu altına çoktan kaçtı. Borç başından aşmış. Kulağını arkana versene!”
“Enişte inanma bu deyyusların laflarına. Bugün altmış bin lira alacağım. Hükûmette yatıyor. Mahkemeye vereceğim. Ben işleri biliyorum. Allah’ın izni ile de bak nasıl altından kalkarım. Bak o keratalara ne oyun edeceğim. Sen hele korkma, işi bana bırak.
Eniştesi kızdı.
“Bırakmadık da ne ettik?” dedi. “Bildiğin gibi yaptın, daha da yapıyorsun. Boğazına kadar da borca girmişsin. Adam Hacı’dan para kaldırır da onun altından kalkabilir mi?”
“Bir günde onun alacağını temizlerim. Sen bana inan.” diyor.
Bir hafta sonra Aziz gelmiş, ablasından para istemiş. Söz arasında da:
“Rakım yok, şarabım yok, kumarım yok; sabahtan akşama kadar boğuşuyorum. Eniştem de görüyor. Aksi gidince eniştem bana kızıyor.” demiş.
Ablası eniştesine söyledi.
Ömer Çavuş:
“Doğru.” dedi. “Rakısı yok, içkisi yok amma aklı da yok. Elli bin lira borcu var diyorlar. Doğru mu, yalan mı? Bilmem.”
Kadın da tasalandı. O gece uyuyamadı.