Полная версия:
Bizim Nesibe
Sular kararmaya5 başlamıştı. Lambalar yakıldı. Sofranın üstüne mezeler, ufak tabaklarla rakı sürahicikleri dizildi.
Mahalleden şöyle ayak hizmeti edebilecek birkaç kişi daha geldiler. Rakının idaresi işini Bahriyeli Şemi Bey üstüne aldı.
Evin içinde rakı kokusu, meze kokusu, daha başka anlaşılmaz baygın kokular birbirine karışıyordu.
Tevfik Bey ayakyollarına üçer beşer kova su döktürdü.
Misafirler baş gösterdiler. İlkin mahalleliden üç-beş kişi kapıdan girdiler. Kapı önünden, merdiven başından, yukarı kattan birkaç “Buyurun!” sesi duyuldu.
Toplu gelen birkaç kişiden biri:
“Cemal Bey geldi mi?” diye sordu.
“Gelmedi!”
“Olmaz şey, şimdi önümüz sıra geliyordu! Nereye kayboldu!..”
Odaya hatırlı misafirler alınacak iken hatıra gönüle bakmayarak ilk gelenler alındı.
Keman çalacak olan Kemal Bey, birkaç arkadaşı daha, biraz sonra da Hafız İsmail Efendi, Nazmi’yi bulup getirdi. Arkadan başka misafirler de gelince, köşedeki büyük odayı açmadıkça, hizmet edeceklere dönecek yer kalmayacak. Yalnız, büyük odanın lambası yokmuş.
Tez, birini koşturup büyük bir lamba buldurdular. Masa, takım bulmak, odayı açıp misafirlere buyurun demek epeyce uzun bir iş oldu ise de sıcaktan, daraçlıktan6 boğulan misafirlere de bir ferahlık oldu.
Mahalleden yardıma gelmiş olanlar alt katta, çakırkeyif olmuşlardı.
Kanunu, udu akort etmeye başladılar. Misafirlerden her biri istedikleri yerlere oturmuş tabakların, mezelerin de yerlerini değiştirmişlerdi.
Odada, köşede, pencere önünde oturmuş, başını da açmış şişman bir efendi, yanındakilerden bir kadeh rakı istedi. Çatalla meze de uzattılar. İçti, yedi, bir de cıgara yaktı; köşeye yaslandı, bir ayağını altına aldı, öteki dizini de dikti. Sonra eliyle çıplak kafasını okşayıp:
“Oh, efendim, safa!” dedi. Anlaşılan keyfi yerine geldi.
Saz takımı bir kanun, bir keman, bir tambur, iki ut, altı-yedi de okuyan! Akort bitti. Keman taksime başladı. Herkes sustu. Rast taksim.
Mahalleliden babacan bir efendi, kemanın sesinden coşmuş olacak ki:
“Allah, Allah…” dedikten sonra, orada duran gençlerden birine:
“Hakkı oğlum.” dedi. “Şuradan doldur bir tane, ver bakayım!..” Bu adamın içişi, içmeye daha başlamış olanlara bir emir gibi oldu. İçmeye başladılar. Yanındakilere rakı, cıgara verenler, alaya başlayıp gülüşenler, kemanın sesini gölgede bıraktılar..
Alt katta içki daha önceden başlamıştı. Hıfzı Paşanın aşçısı, konağın yemeğini yamağına tapşırıp7 düğünevine gelmiş, kafayı da tütsülemiş, mutfakta oynuyor, bir sürü çoluk çocuk da kapıya yaslanmış seyrediyorlardı.
Hizmet eden mahalle delikanlıları sofracı karılara bağırıyorlar, meze taşıyan, rakı getirip götüren sofracı karılar da mutfak kapısında duranlara çıkışıyor, bir bağrışma, bir gürültüdür gidiyordu.
Merdiven ayağına yakın bir yerde oturmuş ablak yüzlü bir delikanlı iyice sarhoşlaşmış, önünden gelip geçen kadınların arkasından, ağzı açık, uzun uzun bakıyor.
Sonradan getirilen iki sofracı kadından birini, kalabalıkta çimdiklemişler, darılmış, çalışmıyor ama keyfi yerinde olacak ki mahalle delikanlıları ile şakalaşıyordu.
Yukarıda da rast taksimi, peşrev bitmiş, şarkılar başlamıştı. Okuyan altı kişi, bağırmakta birbiriyle yarışıyorlar. Ses odada, sofada, alt katta, komşularda değil, mahalle aşırı yerlerde de duyuluyordu. Bunun için odada konuşanlar da birbirini duyabilecek kadar bağırıyorlardı. İçeri odalarda bu kadar bağırmadan da anlaşabilirlerdi. Ne var ki odada herkes söylüyor, kimse de dinlemiyor, sözünü dinletebilmek için oldukça yüksek sesle konuşuyorlardı. Sofracı karılar aşağı yukarı koşuşuyorlar. Bir meze tabağı düşüp domatesler merdivenlerin üstüne yayılıyor, kadın ayağı ile bunları bir kenara itiyor.
Ara sıra hizmet gevşer gibi oluyor. Karılar aşağıda çeneye başlıyorlar. Yukarıdan bağırıp çağırıyorlar. Hizmet edenler yeniden yukarı çıkıyorlar.
Ağır aksaktan üç şarkı, arkasından bir gazel.
Oh!.. Ortalıkta bir sessizlik. Sanki şarkılar bitti diye herkeste bir hafiflik vardı.
Aksaraylı Selim okuyor: Nazarımda gene afak-ı siyeh-fam8 oluyor. Hafız Osman ağzı olacak. Daha doğrusu gramofon gibi okuyor. O kadar benzetiyor ki gramofonun o him himliği bile var. Okuyan sanki ağlıyor. Coşan coşana… “Allah!” diye bağıranlar, derin derin içini çekenler… Bu arada aldırmayıp birbirine sarhoş hulusu çakanlar9 da vardı.
Gazel bitince faslı çevirip curcunalara başladılar. Ortalık da coştu. Uslu akıllı bir adama benzeyen efendi, saz çalınan odada, ortaya çıkıp kıvıra kıvıra oynamaya başladı.
Bir arkadaşı eteğinden çekip:
“Otur, Hakkı Bey!” diyor.
Hakkı Bey dinlemiyor. Birkaç kişi de el çırpıp onu coşturuyorlar. Sarhoş olmasa güzel oynayacak. Köçekçelerin tadını bu adam çıkarıyor. Saz çalanlar da Hakkı Bey’in oynayışına bakıp coştular.
Bu coşkunluğun arasında gençten bir adam da bildiği bir eski şarkıyı saza çaldırıp arkadaşlarına dinletmek istiyor. Gidip Cemal Bey’in kulağına şarkıyı çalmaları için ricada bulunuyor. Cemal Bey anlamıyor. Genç adam çalacaklarını sanıyor. Gelip arkadaşlarına da söylüyor, umutla bekliyorsa da çalmıyorlar, bir başka köçek havasına geçiyorlar.
Tevfik Bey, saz çalanları yorgunluktan korumak, biraz ikram edip ağırlamak için odaya giriyor ise de çalanların oynayanların keyiflerinin yerinde olduğunu görüp dışarı çıkıyor yandaki odada, birkaç sarhoşun karşısında dalkavukluk eden güveyi bulup:
“Canım, Cemal Bey’e, çalgıcı imiş gibi şarkı ısmarlıyorlar, bu da olur mu?” diyor.
Güveyi şaşkın, sersem, hiçbir şey anlamıyor. Ne olduğunu, ne yapacağını da bilmiyor.
Tevfik Bey, güveyi şaşkın bırakıp aşağı iniyor. Şemi Bey’i buluyor. Şemi Bey ayakta güç duracak kadar içmiş. Tevfik Bey damacananın bitip bitmediğini soruyor.
“Hangi damacana birader, binlik desene! Ben damacana filan görmedim. Hesabını da… Dur! Aklımı toplarsam sana söylerim. Ne kadar mahalle çocuğu varsa selamladılar. Ben de kaynanadan para aldım! Tevfik Sıtkı’nın anası büyük kadın… Ha, ne dersin? Ben sıkılarak hani yok mu ya rakı makı derken, oğlumun şerefidir, içsinler, afiyet olsun. Ben onun için ne fedakârlığa katlanmam ki. Bak bak lakırtıya! Eridim. Ha? Doğrusu…”
Tevfik Bey sarhoşun sözünü keserek:
“Oh babam.” dedi. “Biz seni sanki rakının başına koyduk, sen onlardan önce olmuşsun! Nerede bakayım rakılar? Nerede büyük şişe?”
“Burada idi!”
“Neredeydi?”
“Bilmem, şimdi burada idi…”
Rakıları mutfağa aşırmışlar.
“Vay hinoğluhinler be, ulan bedava rakı buldular, yıkanacaklar. Sadri, getirin şunları buraya!”
O sırada, orada oturan sofracı karı gözüne ilişti.
“Oh, hanım yaymış kıçını… Ulan, kalkıp hizmet etsene!”
Ayakta duran genç çocuklardan biri:
“Onu çimdiklemişler de darıldı oturuyor.” dedi.
“Çimdiklemişler mi? Bu gürültüde daha ne yapacaklardı. Haydi kalk bakalım işe. Naz istemem. Kenarı kırık metelik bile vermem!”
Karı homurdanarak kalktı, gidip yüzünü yıkadı. Tevfik Bey arkasından söylendi:
“Ulan!” dedi. “Amma da namuslu şeyler be!”
Sonra kapıları açık görüp sokağa baktı. Bir sürü adam, kapıda, ta karşı kaldırıma kadar ayakta yığılmış, içeri bakıyorlar.
“Kim açtı bu kapıları? Sadri, gel kapa şunları. Nerede Kel Hüseyin? Bekçi nerede?”
Bekçi hastalanmış, Kel Hüseyin de bahçede kusup yatıyormuş…
“Patlasın kerata, yarın ben ona sorarım. Bak şuradan birini bul, kimdir orada uyuyan?”
Bir adam alçak bir sandalyeye oturmuş, merdivenin parmaklığına da dayanmış, ağzı açık uyuyor. Yavaşça da horluyordu.
Karıları getiren herifmiş. Tevfik Bey:
“Uyandırın şunu, uyumasın orada.” dedi.
Mahalle delikanlılarından biri herife yaklaşıp:
“Kalk, karıları kaçırdılar.” dedi.
Herif uyku sersemi, gözlerini ovuşturup kalktı, ne dediklerini de anlamadı. Tevfik Bey Sadri’ye:
“Sadri.” dedi. “Sen şu rakıların başında dur!”
“Beni dinlemezler ki Tevfik Bey.”
“Nasıl adamsınız be! Bir rakının sahibi olamıyorsunuz! Kim gelirse bana haber ver.”
Tevfik Bey, yemeğe bakmaya gitti.
Yukarı katta sarhoşluk kargaşalığı artmıştı. Uşşak faslının bitiminde birkaç kişi ayağa kalkıp:
“Güveyi isteriz.” dediler.
Sağlığına içeceklermiş. Güveyi, içeri odada bulup getirdiler. Orada olanlardan biri birkaç söz söylemek istiyormuş. O, söze başlayacağı sırada arkadan biri:
“E, şerefinize!..” dedi.
Hepsi “Şerefinize!” dediler. Rakılar içildi, söz söylemek isteyen adam da dolu kadehini masanın üstüne bırakıp yerine oturdu, yüksek sesle:
“Herzevekiller10 arasında kaldık.” dedi.
Kimsenin işitmediğini görünce yanında oturan adama:
“Anladın mı Kadri Efendi?” dedi. “Herzevekiller içinde kaldık. İki lakırdı söylemeyi bilmezsin, hiç olmazsa sus!”
Kadri Efendi birkaç kadeh içmiş, uykusu da gelmişti. O adamın söylediklerini de anlamadı.
“Ben susuyorum, bir söz söylediğim de yok…” dedi.
Beriki büsbütün sıkıldı. Fesini bir öne bir arkaya götürüp başına yerleştirdikten sonra döndü, arkasındakilere baktı. Biri ötekine içirmek istemiş, o adam da içmek istememiş, o da rakıyı üstüne dökmüş. Kavga başlangıcı var. Bir başkası arkadaşına laf atmaya çalışıyor, dinleyen hemen sızacak gibi görünüyor.
Nutuk söylemek isteyen efendi bunlara söz anlatamayacağını görüp kalktı, yürüdü. Masanın ayağına dayanmış uda çarparak, ötekinin, berikinin ayağına basarak odadan çıktı. Merdiven başında Tevfik Bey’le karşılaştı.
“Rıza Bey, nereye birader?”
“Evime gidiyorum! Bir sürü herzevekil dolmuşlar, bırakmıyorlar ki insan iki çift lakırtı etsin. Güveye birkaç söz söyleyecek oldum, herzevekilin biri karıştı. Ben de evime gidiyorum.”
Tevfik Bey, bu adamın dargınlıkla gitmesini istemedi.
“Canım, Rıza Bey, sen düğün hâlini bilmez misin? Artık bu akşam ne olsa olur. Ben güveyi çağırırım, burada şerefine içer, söyleriz!”
O sırada yanından geçen sofracı karıya da:
“Siz yavaş yavaş sofrayı hazırlayın.” diye emir verdi.
Gene Rıza Bey’e dönerek:
“Bak, bu kadeh temiz.” dedi.
Ellerine birer kadeh rakı alıp saz olmayan odaya girdiler. Bu odada da hiç kimse kimseyi dinleyecek hâlde değildi. Tevfik Bey gürültüyü bastıracak dik bir sesle:”
“Güveyi nerede güveyi.” dedi. “Onun şerefine içmeye geldik. Rıza Bey de hitabesini yapacak!”
Güveyi şaşırmış, yorgun, ömründe bu kadar uykusuz kalmamış, sararmış suratla bir köşeden çıkarılıp masa başına getirildi. Eline de bir kadeh rakı verildi. Rıza Bey de öksürüp söze başladı.
“Huzzar-ı kiram11 ve muhterem Damat Bey. Bu gece, bu muhteşem ve mübeccel12 gece… Bütün hazır olan zevat-ı kiramın13 öyle muhterem bir gecesidir ki… Bunun alkışlarla takdis olunmasına şayandır! Çünkü bu gece, bizim mübeccel ve muhterem refikimiz Sıtkı Bey’in izdivaç ettiği bir gecedir.
Sesini perde perde yükselterek:
“Evet biz fahrederiz14 zira bu gece bizim mübeccel bir gecemizdir başımızı yukarı kaldırırız ve deriz ki bu gece bizim bir ihtifal gecemizdir. Çünkü böyle muhterem ve mübeccel bir simanın karşısında bulunmakla, böyle muazzez ve mübeccel huzurda korkmayarak konuşabiliriz. Otuz üç senelik devr-i menhus-ı istibdadın15 korkunç, karanlık ve kanlı bulutları üzerimizden kalkmıştır; onu horlatmayız ve horlatmayacağız. Evet bu irade ve azim ölmez ve ölmeyecektir.
Herkes dinliyordu ama alkış yok. Birisi bir el vursa, nutku işitmeyen odalardan bile Rıza Bey alkışlanacaktı. Söze yeniden başlayarak:
“İhvan-ı kiram,16 bu mübeccel arkadaşımızın sayesinde bu gecemizi idrak etmiş bulunuyoruz. Çünkü o Allah yolundadır. Evet Allahımız da bize böyle buyurmuş, Peygamberimiz de ‘ve zevvecnâ’ emretmiştir. Yani, zevce alınız. Zevce alan milletler ölmezler ve ölmeyeceklerdir. İşte bizim mübeccel, muazzez refikimiz Sıtkı Bey izdivaç ediyor. Yani evleniyor ve evlenecektir. Bu sebeple tebrik ederek diyorum ki ‘Yaşasın bizim mübeccel ve muhterem refikimiz!’ ”
“Yaşasın!” diye bir gürültü koptu. Rıza Bey, masayı dolaşarak güveyi öpmek istedi. Sıtkı Bey teşekkür için ne diyeceğini bilemiyordu. Rıza Bey’in elini öpmek istedi. Kadehlerdeki rakılar döküldü, karmakarışık bir şeyler oldu. Kim, kimi öptü belli olmadı!..
Rıza Bey’in keyfi yerine geldi. Biraz din, biraz politika, sonunda işi tebriğe bağladı. Duruşu, herkesin yüzüne bakışı: “Nasıl, iyi söyledim mi?” demek istiyor gibi idi.
Düşmez mi bir fırsat ki bu adamcık bir hitabe daha söylesin!
Dışarıda sarhoşun biri, içeride nutuk söylendiğini duymuş, onun da damarları kabarmış, kadeh elinde gözleri eğrilmiş, fesi çarpılmış, soluğu artmış, sallanarak odadan içeri girdi. Bakındı, hiç kimsenin ona aldırdığı yok. Biraz durduktan sonra:
“Sıtkı.” dedi. “Ama ses çıkmadı. İkincisinde:
“Sıtkı!” diye bağırdı. “Gel buraya!”
Sıtkı’nın yüzüne uzun uzun baktıktan sonra:
“Yoksa beni adam yerine saymıyor musun?”
“Estağfurullah, o nasıl söz İrfan Bey!”
“Yok, koltuğa gelmem,17 anladın mı? Ben bu zıkkımı bak şu kadar piçken gene içerdim. Şimdi de içerim. İçerim ama ne bok karıştırdığımı da bilirim. Anlatabildik mi?”
Uzun bir süre sustuktan sonra:
“Benim ona da minnetim yok.”
“Yok, sana zahmet oluyorsa otur yerine…”
“Yok İrfan Bey, ne diyorsun? Bu sözleri nereden çıkarıyorsun!”
“Ben akşamdan beri sesimi çıkarıyor muyum?”
“Çıkarmıyorsun!”
“Hah, çıkarmıyorum.”
Parmağını kaldırıp ayrı ayrı herkesi gösterdikten sonra hiçbir şey söylemedi. Sonra da söylemiş gibi Sıtkı’nın yüzüne baktı.
İçeride saz başlamıştı. Sofada sofraları kuruyorlar. Bu yandaki odalarda oturanlardan biri, sazın hep o odada çalmasına içerledi:
“Ne demek yani!.. Saz hep o odada mı çalacak?” dedi.
Bu efendiye Azapkapılı Yahya derler. Kırk yaşlarında kadar bir adamdır. Eskiden yorgancı çırağı imiş, sonradan askere yazılmış, çavuşluk, başçavuşluk derken tabur kâtibi olmuş. Bugün, topçu dairesi evrak memurudur.
Bu gece biraz çokça içmişti. Yavaşça yerinden kalktı; içerideki odaya gitti, kapının önünde durdu, terbiyelice bir de selam verdi.
Odada bulunanlardan birkaç kişi bunu gördüler, çağrılmış da geç kalmış bir adam sandılar.
Yahya dedi ki:
“Bey biraderler, af buyurursunuz, bizim o kadar aklımız ermez. Bir kusurumuz olursa affedersiniz! Yani biz de ekmek yiyoruz, saman yemiyoruz! Saz akşamdan beri size çalıyor!”
Bu sözleri odadakilerden çoğu işitmedi. İşitenler de aldırmadılar. Yalnız kapı karşısında oturan bir genç bey, başını çevirip Yahya’ya:
“Ağzını topla.” dedi. “Burada çalgıcı yok, burada herkes ihvan!”
Yahya da başını çevirdi, bu adama baktı.
“Affedersiniz.” dedi. “Bir de temenna etti.”18
Biraz durduktan sonra:
“Biz de ihvan da onun için… Gene bir kusur ettik ise affedersiniz.”
İşin uzayacağı anlaşıldı. Ortalığa bir durgunluk gelir gibi oldu. Yahya’nın ne çamur olduğunu bilenlerden biri, Tevfik Bey’e haber vermeye gitti. Tevfik Bey yetişti. Yahya’yı dışarı çekip:
“Ulan.” dedi. “Bunlar bizim misafirimiz, sen ne halt ediyorsun!”
“Misafir değil, ne bok olursa olsun, ben bu gece o pezevenge sözümün hesabını verdirmezsem, bana da Yahya demesinler.”
“Aman Yahya, canım Yahya, anan yahşi, baban yahşi…”
Tevfik Bey:
“Gördün mü işin antikasını?” dedi. “Düğünü bir rezaletle bitireceğiz.”
Ara sıra Yahya kalkıp içerideki odaya gitmek istiyor, bırakmıyorlardı.
Yahya’yı sarhoş etmekten başka yolunu bulamadılar.
“Evet Yahya Bey hakkın var, hadi içelim.” dediler.
Akşamdan çokça içtiği için, yerinden kalkamayacak kadar turşulaşması çok sürmedi. Bir duvar dibine uzattılar.
Yemek başlamazsa cıvıklık artacağı bilindiği için, Tevfik Bey aşağı indi.
“Yemek!” dedi.
“Hazırdır.” dediler.
Yukarı çıktı, ilkin saz çalan, okuyan beyleri yemeğe çağırdı.
Yemek yenileceğini duyanlardan birkaçı, bu kadar erken yemek çıkarılmasına kızdılar.
“Bu bizi kovmaktır.” dediler.
Tevfik Bey bunları önledi:
“Beyler.” dedi. “Arkadaşlardan yemek isteyenler var, yemek veriyoruz. İçmek isteyenlere de afiyet olsun, sabaha kadar içsinler!”
Sofra başında oturanlar, güveyin sağlığına birer kadeh kebaplık içmek istediler, güveyi aradılar. O küçük odada İrfan Bey’in nutkunu dinliyordu.
“Ben… Ben… Dünyaaada… Ben… Sen…”
Anlaşılmaz sözler. Sofra başındakiler bekliyorlar.
“Canım İrfan Bey, bir dakika izin ver, gitsin gene gelsin!”
“Olmaz…”
Neyse bir aralık güveyi aşırdılar. Sofradakiler de kebaplıklarını içtiler.
Yemek yiyenler yediler, yemeyenler içtiler, sızan sızdı. Giden gitti. Gidemeyenleri komşularda hazırlanan yataklara aşırdılar. Sabaha karşı ev boşaldı.
Kadınlar geldiler, kolları sıvadılar. Bu ev bugün temizlenecek de öbür gün koltuk19 olacak.
Tam kırk yıl sonra, Ankara’da Kızılay önünde yaşlıca iki efendi hem yürüyor hem de konuşuyorlardı. Biri ötekine diyor ki:
“Hatırlar mısın Sıtkı’nın düğünü olmuştu?.. Ne kadar eğlenmiştik. Biz o günlerin kadrini bilememişiz. Sabahleyin gözümü açtım, hiç tanımadığım bir ev. Düşün bakalım neredesin! Ev sahibi, Tevfik Bey diyorlar bir efendi. Şimdi o insan adamlar da kalmadı. Mahalleden imiş, bize ekşili bir çorba da pişirtmiş. Benim gibi iki kişi daha varmış. Onlar da içeri odada yatıyorlarmış.”
İSTANBUL’DA BİR BAYRAM GÜNÜNÜN HİKÂYESİ 20
Bayramın ikinci günü, gelen gidenimiz bastırmadan eniştemi evde bırakıp biz de biraz komşularımıza, İstanbul’da bildiklerimizin eskilerine, hatırlılarına uğrayalım diye, yeğenim Hatice ile çıktık. Birkaç komşuya da uğradık. Bunlar arasında eski tanıdıklarımızdan, köşk komşularımızdan, mahallemizin sevilir ihtiyarlarından Atiye Hanımefendi’ye de gittik. Yaşlı bir hanımdır. Bu son yıllarda da üstünüze sağlık, biraz keyifsizlendi; yerinden güçlükle kalkabiliyor, sağ elini de kullanamıyor.
Köşkün kapısından girince sağdaki büyükçe odaya “Buyurun!” dediler, girdik. Odada tanıdık, tanımadık beş altı kişi daha var. Selamlaştık, bayramlaştık, oturduk.
Oda geniş olduğu için, biz girince bizden önce gelmiş olan misafirlerden kalkan olmadı. Misafirlerin hepsi de erkek. Yaşlı başlı, efendiden adamlar. Biraz hoşbeşten, beylik sözlerden sonra Atiye Hanım, biz odaya girmeden başlamış olduğu söze döndü. Politikadan konuşuyor, bugünlerin modası olan “hürriyet” lakırtısı ediyorlarmış.
Yaşça bizlerden epeyce büyük olmasına bakmayarak Atiye Hanım’la akran gibi konuşur, ara sıra da takılırım. Bu, hürriyet sözünü de işitince:
“Aman hanımefendi.” dedim. “Siz de mi hürriyet istiyorsunuz? Bu o kadar işe yarar bir şey mi?”
Yüzüme baktı:
“A, elbet isterim beyefendi.” dedi. “Ne kiracıyı çıkarabiliyorum ne kirayı arttırabiliyorum. Ben istemeyeyim de hürriyeti kimler istesin!”
“Ha, anladım ama hanımefendi…” dedim. “Bu hürriyetten kiracılar da faydalanırlar.”
Hanımefendi, sözümü pek kavrayamadı.
“Kiracıların faydalanması da ne oluyormuş?” dedi. “Şaka ediyorsunuz…”
“Hiç şaka etmiyorum.” dedim. “Sizin faydalanacağınız hürriyetten onlar faydalanmazlar mı?”
Bayan Atiye, benim söylediklerimle kendi düşündüklerini kaynaştıramadı.
“Canım.” dedi. “Öyle de maskara hürriyet olur mu?”
Orada oturanların yüzlerine baktı. Hemen hepsi de kiracılardan olan bu misafirler, Atiye Hanım’a nasıl yardım edebileceklerini kestiremediler. Biraz susulduktan sonra misafirlerden, uzun boylu, kuru gövdeli, kalın sesli, kara bağa21 gözlüklü bir adam:
“Yok, esasta beyefendinin, buyurdukları doğrudur.” dedi. “Yalnız bir zümre için hürriyet istemek kimsenin hatırından geçmez.”
Hanımefendi sıkıldı:
“Eee?” dedi. “Ne olacak, biz şimdi hakkımızı istemeyecek miyiz? Demin böyle konuşmuyorduk ama…”
Kendisinin yargıçlarımızdan, adının da Asaf Bey olduğunu sonradan öğrendiğim o adam, hem hanımefendiyi üzüntüden kurtarmak hem de sözü derleyip toplamak için:
“Yok, hanımefendi.” dedi. “Sözümüz gene söz. Yalnız demin bir kiracı lakırtısı etmedik. Onu siz, şimdi beyefendi geldikten sonra söylediniz…”
“E, söyledimse ne olmuş, ben kiracıların eşyalarını kapının önünde görmedikten sonra hürriyetten bana ne! Bak ben küçük evi kırk liraya veriyorum. Bugün boşaltsın, iki yüz lira hazır. Bin lira da hava parası. Bir yıllık da peşin! Bize de yazıktır.”
Ben söze karıştım.
“Valla hanımefendi…” dedim. “Ben o kadar iyisini bilmem ama bu istediğiniz hürriyet bu işlere yaramaz sanırım.”
Asaf Bey hürriyeti, biraz da benim anlayabileceğim gibi açıklamak, belki de hanımefendinin işine nasıl yarayacağını anlatmak için:
“Efendim.” dedi. “Hürriyet; hep bildiğimiz gibi, demokrasinin geniş ölçüde gelişmesi, bugünkü yolsuzlukların da bir kanuna bağlanması demek olduğuna göre, demokrasi olunca herkesin hakkını hukukunu tanıması da tabiidir. Hanımefendi de bunu buyuruyorlar sanırım.”
Ben anladıklarımı, Asaf Bey’den bir kere daha sormak isterdim ama Hanımefendi tezce davrandı:
“Ben sizin söylediklerinizi anlamadım ama…” dedi. “O kiracılar o evde oturdukça hürriyet ağzı ile kuş tutsa bence beş para etmez.”
Bu sözler orada oturanlardan emekli Deniz Subayı Hasan Bey’i sinirlendirmiş olsa gerektir ki sesi, elleri titreyerek:
“Biz hürriyeti istiyorsak milleti kurtarmak için istiyoruz. Kendimiz için değil. Herkes istediğini mebus seçecek. Öyle, filan yerden buyrulmuş, partiden istenilmiş yok. Kimseden sormayacaksın. Gözün kesiyorsa adını yazar sandığa atarsın! İşte bu! Millet hakkını istiyor. O günler geçti. Bizim kimseden korkumuz yoktur. İsterlerse assınlar!” dedi.
Çok ateşli söylenmiş olan bu sözleri Atiye Hanım beğenmedi. Gene “Kiracıları çıkarsınlar.” diyecekti. Hasan Bey onun sözünü karşıladı:
“Yok hanımefendi.” dedi. “Affedersiniz ama ben sizin buyurduklarınızda şahsi menfaat görüyorum. Benim evim, ötekinin dükkânı, şimdiden başlarsak… Evi olmayanlar sokakta mı kalsınlar?”
Hanımefendi:
“Onlar sokakta kalmasınlar, biz mi kalalım?” diye sordu. “Siz, bak kaç yıldır dul kadının evinde oturuyorsunuz. O da Allah’ın kulu. Bir yerden on para bir geliri var mı? Bir damlacık, hasta kızını işe yolluyor da onun aldığı beş-on para ile yarı aç, yarı tok geçiniyorlar. Hiç onları düşünüyor musunuz?”
Hasan Bey biraz bozuldu. Tanıdık, tanımadık adamların yanında bu sözlerin söylendiğini istemezdi.
“Onlarda yok da bizde var mı?” dedi. “Bugün bayramdır, şu benim kılığıma bir baksanıza! Küçük kızın ayağına bir ayakkabı alamadım.”
Atiye Hanım gülümsedi.
“İlahi Hasan Bey!” dedi. “Ablaları alıvereydiler. Naylon çantaları çifter çifter. Artık size de mi acıyalım!..”
Hasan Bey:
“Ama ev sahibinin kızının giydiklerini söylemiyorsunuz.” dedi.
Hanımefendi kaşlarını çatıp:
“A, hangi giydikleri ayol?” dedi. “Anasının eskilerini bozup dikiniyor, o mu? Şurada Zekiye düzeltip dikmeseydi…”
Hasan Bey:
“Benim gözüm yok.” dedi. “Siz söylediniz de ben de söyledim.”
Atiye Hanım:
“Yalan mı söyledim?” dedi. “Ablaları isteseler kıza bir ayakkabı alamazlar mı? Gelsinler ben kendilerine söyleyeyim. Hem siz erkeksiniz, kendinizi o dul kadınla bir mi tutuyorsunuz?”
Hasan Bey:
“Erkek olduk da ne oldu hanımefendi?” dedi. “Ben tekaüt olurken ‘Daha yaşlı değilim, eh, elbette bize de bir iş bulunur.’ diyordum. Bizim gibi emeklileri işe koyuyorlardı. Mebus bile yaptılar. Tanıdıklara başvurdum. Partiye kadar da yazdım. Hiçbir şey çıkmadı. Yapsalardı elbet bu da böyle olmazdı. Kabahat benim mi?”
Asaf Bey söze karıştı:
“Eh bu da böyle gitmez ya.” dedi. “Bir gün olur hak yerini bulur.
Hasan Bey:
“Bizim de beklediğimiz o ya.” dedi. “Çoluk çocuğu avutup duruyoruz. Oradan da boş çıkarsak bilmem artık!”
Asaf Bey:
“Çıkmazsın, çıkmazsın.” diye Hasan Bey’e güvenlik verdi.
Dövüşmeye hazırlanmış aslanlar gibi kükreyerek söze başlayan Hasan Bey’in dervişler gibi boynunu büküp sözünü bitirmesi bana hoş göründü.
Odada oturan beylerin, bu politika alanında söyleyecek çok sözleri, dökecek çok dertleri olduğunu şimdi anlıyorum. Hasan Bey’den sonra, karşı koltukta oturan Musa Bey adında biri söze karıştı:
“Çıkmaz demeyin Asaf Bey.” dedi. “Çıktı bile. Biz bu işe nasıl başladık? ‘Millet hakkını istiyor.’ demedik mi? Alabildik mi? Korktular. Bir postta iki aslan olmaz. Ya onlar ya biz. Bu iş böyle tutulur. Hiçbir şey yapacakları yok. Boş yere kendimizi avutmayalım!”
Asaf Bey sinirlendi.
“Ne yapacaklardı?” dedi. “İhtilal mi çıkaracaklardı?”
“Çıkaracaklardı ya! Yalvarmakla kimse yerinden kalkmaz. Kolundan tutar atarsın, kafasını da ezersin bir daha canlanamaz.”
Asaf Bey:
“Yok.” dedi. “Musa Bey, o devirler geçti. Biz kanunun hâkim olduğu bir devirde yaşıyoruz. Sizin buyurduğunuz totaliter bir zihniyet ifadesidir.”
Musa Bey gücendi:
“Teşekkür ederim.” dedi. “Şimdi de totaliter olduk. Koca mitingin ortasında: ‘Yaşasın demokrasi, kahrolsun kara kuvvet!’ diye bağıran kimdi? İktidarla anlaşınca ağızlar döndü, değil mi? Biz de totaliter olduk. Zarar yok. Günü gelince görüşürüz. Biz millet yolundan dönmedik.”