
Полная версия:
Polis Katili
Tabancalar, hobilerinden biriydi.
“Atış yapmayı severim,” dedi Nöjd.
Güldü.
“Ama insanlara değil,” diye ekledi. “Hayatımda hiç kimseyi vurmadım. Hatta kimseye hedef bile almadım. Bu yüzden tabancamı üstümde taşımam. Revolverim de var, yarış modeli. Ama o alt kattaki mahzende kilitli.”
“Nişanda iyi misindir?”
“Eh, işte. Ara sıra kazanırım. Yani nadiren. Rozetimi aldım tabii.”
Bu tek anlama gelebilirdi. Altın rozet. Yani sadece seçkin nişancıların kazandığı rozet.
Martin Beck berbat bir nişancıydı. Altın rozetin yanına bile yaklaşamamıştı. Ya da başka bir ödülün. Öte yandan, insanlara hedef almış, atış da yapmıştı. Ama kimseyi öldürmemişti. Hep iyi yanından bakılacak bir şeyler oluyor.
“Masayı temizleyebilirim,” dedi Nöjd, pek hevesli olmadan. “Ben genelde mutfakta yiyorum da.”
“Ben de,” dedi Martin Beck.
“Sen de mi bekârsın?”
“Sayılır.”
“Anladım.”
Nöjd ilgili görünmüyordu.
Martin Beck boşanmıştı, yetişkin iki çocuğu vardı, kızı yirmi iki, oğluysa on sekiz yaşındaydı.
“Sayılır” derken kastettiği, son bir yıldır oldukça düzenli aralıklarla onunla yaşayan bir kadın olmasıydı. Adı Rhea Nielsen’di ve Martin Beck muhtemelen ona âşıktı. Onun gidip gelmesiyle evi değişmiş, daha güzelleşmişti, elbette Martin Beck’in gözünde.
Fakat bu Nöjd’ün pek umurunda değildi, Cinayet Büro Şefi’nin özel hayatının nasıl olduğuyla ilgilenmiyordu.
Mutfak pratik ve kullanışlıydı, bütün modern aletler vardı. Nöjd ocağa bir demlik su koydu, dolaptan dört yumurta çıkardı ve kahve demliğinde çay demledi, yani içinde su ısıtıp kupalara poşet çay koydu. Etkili bir yöntemdi, gerçi pek de tiryakilere göre değildi.
Bir işe yaraması gerektiği hissine kapılan Martin Beck iki dilim ekmeği elektrikli kızartma makinesine koydu. “Burada ekmekler çok lezzetlidir,” dedi Nöjd. “Ama ben genelde Kooperatif’ten alırım. Kooperatif’i severim.”
Martin Beck Kooperatif’i sevmezdi ama bir şey demedi.
“Çok yakın,” dedi Nöjd. “Burada her şey burnunun dibindedir. Bence Anderslöv, ticari açıdan İsveç’teki en yoğun yer. Ya da onun gibi bir şey işte.”
Kahvaltı ettiler. Bulaşıkları yıkadılar. Tekrar oturma odasına döndüler. Nöjd katlanmış raporu arka cebinden çıkardı. “Kâğıtlar,” dedi. “Kâğıttan gına geldi. Tam bir kâğıt işine dönüştü bu iş; başvurular, ehliyetler, kopyalar, ıvır zıvırlar. Eskiden burada polis olmak tehlikeliydi. Yılda iki kere, pancar sezonunda. Buraya her tür insan gelirdi. Bazıları içip kavga çıkarırlardı. Bazen gidip ayırmak zorunda kalırdın. Yumruğun kuvvetli olmak zorundaydı, yüzünü gözünü korumak istiyorsan yani. Zor bir işti ama bir bakıma eğlenceliydi. Şimdi farklı. Otomatik, mekanik.”
Durdu.
“Ama ben bunu anlatmayacaktım. O yüzden rapora ihtiyacım da yok. Durum gayet basit. Mevzubahis kadının adı Sigbrit Mård. 38 yaşında ve Trelleborg’da bir pastanede çalışıyor. Boşanmış, çocukları yok, Domme’de küçük bir evde yalnız yaşıyor. Malmö yolunda bir semt.”
Nöjd, Martin Beck’e baktı. Yüzü çok ciddi ve kasvetliydi ama yine de halinden memnundu.
“Malmö’ye doğru,” diye tekrar etti. “Yani Route 101 üzerinde, buranın batısında.”
“Benim yön duyguma pek güvenmiyor gibisin,” dedi Martin Beck.
“Skåne ovalarında kaybolan o kadar kişi var ki,” dedi Nöjd. “Ha yeri gelmişken…”
“Evet?”
“Eh, ben en son Stockholm’e geldiğimde, umarım sonuncu sefer olmuştur, Emniyet Müdürlüğü’nü arıyordum ama onun yerine Komünist Parti Merkezi’ne girdim. Parti başkanına merdivenlerde rastlayınca ya bunun Emniyet’te ne işi var diye merak ettim. Ama adam çok kibardı. Beni istediğim yere götürdü. Bisikletini yürüterek hem de.”
Martin Beck kahkahalarla güldü.
Nöjd da fırsatı kaçırmayıp ona katıldı.
“Ama bitmedi. Ertesi gün kalkıp sizin amire bir merhaba diyeyim dedim. Yaşlı olan, eskiden Malmö’de çalışan. Yenisini tanımıyorum çok şükür. O yüzden belediyeye gittim ve bekçiye benzeyen bir adam bana Mavi Galeri’yi gezdirmeye çalıştı. En sonunda ona istediğimi açıklayabildiğimde beni Scheele Caddesi’ne gönderdi, sonra da adliyeye girdim. Güvenlik görevlisi davamın hangi salonda görüleceğini ve duruşmamın konusunu sordu. Nihayet Agne Caddesi’ndeki emniyete vardığımda Lüning o gün çıkmıştı. Olay öyle kapandı. Trenle eve döndüm. Güneye doğru giderken çok güzel vakit geçirdim. 450 kilometre. Çok farklı.”
Düşünceli görünüyordu.
“Stockholm,” dedi. “Ne sefil bir şehir. Ama sen tabii ki seviyorsundur.”
“Tüm ömrüm boyunca orada yaşadım,” dedi Martin Beck.
“Malmö daha iyi,” dedi Nöjd. “Ama çok değil. Orada çalışmak istemezdim, beni Emniyet Amiri filan yapmadıkları sürece. Neyse, bırak şimdi, Stockholm’den bahsetmeyelim bile.”
Dışından gür bir kahkaha attı.
“Sigbrit Mård’a gelelim,” dedi Martin Beck.
“Sigbrit o gün izinliymiş. Arabasını tamirciye bırakıp Anderslöv’e otobüsle gelmiş. Ayak işlerini halletmiş. Bankaya ve postaneye gitmiş. Sonra da ortadan kaybolmuş. Otobüse binmemiş. Şoför onu tanıyor ve otobüste olmadığını biliyor. O zamandan beri onu gören olmamış. Günlerden 17 Ekim. Postaneden çıktığında saat bir civarıymış. Arabası, VW marka, hâlâ tamircide. Orada hiçbir şey yok. Kendim bizzat gittim. Birkaç örnek alıp Helsingborg’daki laboratuvara yolladık. Hepsi negatif çıktı. Kısacası hiç ipucu yok.”
“Sen onu tanıyor musun? Şahsen?”
“Tabii ki. Şu doğaya dönüş hevesi başlayana kadar, bu bölgedeki herkesi şahsen tanırdım. Artık kolay değil. İnsanlar bakımsız eski evlerde ve yarı yıkık binalarda yaşıyor. Belediyeye kayıtlı değiller ve arabanla oraya gittiğinde çoğunlukla taşınmış oluyorlar. Başka birisi taşınıyor. Geriye kalan tek şey bir keçi ve makrobiyotik sebze bostanı.”
“Ama Sigbrit Mård farklı mıydı?”
“Evet, aynen. Sıradan tiplerden biriydi. Yirmi yıldır burada yaşıyordu. Aslen Trelleborg’lu. Fazla değişken biri değildi. Hep aynı işte çalışırdı falan. Son derece normal. Belki biraz yılmış biri.”
Düşünceli düşünceli inceledikten sonra bir sigara yaktı.
“Ama bu ülke için normal bir şey bu,” diye devam etti. “Örneğin ben çok sigara içiyorum. Muhtemelen bu da yılgınlıktan.”
“Yani kaçmış olabilir.”
Nöjd eğilip köpeğin kulaklarının arkasını kaşıdı. “Evet,” dedi sonunda. “Bu da bir ihtimal. Ama ben öyle olduğuna inanmıyorum. Burası öyle kimse çakmadan çat diye kaçabileceğin bir yer değil. Ayrıca insanlar evlerini olduğu gibi bırakmaz. Trelleborg’dan gelen komiserlerle birlikte evine gittim. Her şey, bütün belgeleri, kişisel eşyaları yerli yerindeydi. Mücevherleri filan. Kahve demliği ve fincanı hâlâ masadaydı. Sanki bir süreliğine çıkmış da birazdan evine dönecekmiş gibi görünüyordu.”
“Peki sen ne düşünüyorsun?”
Bu kez Nöjd’ün cevabının gelmesi uzun sürdü. Sigarasını sol elinde tuttu, köpeğin oyunbaz bir hava içinde sağ elini kemirmesine izin verdi. Yüzünde gülümsemeden eser kalmamıştı.
“Bence öldü,” dedi.
Bu konu hakkında tek söylediği de bu oldu.
Uzaklarda, ana yolda gümbür gümbür akan yoğun bir trafik sesi geliyordu.
Nöjd kafasını kaldırıp baktı.
“Büyük kamyonların çoğu hâlâ Malmö’den Ystad’a geçerken bu yolu kullanır,” dedi. “Hem de yeni Route 11 daha hızlı olmasına rağmen. Kamyoncular alışkanlıklarını kolay kolay değiştiremiyor.”
“Peki ya şu Bengtsson meselesi?” dedi Martin Beck.
“Sen onun hakkında benden daha bilgilisindir.”
“Olabilir. Olmayabilir de. Yaklaşık on yıl önce onu bir seks cinayetinden yakaladık. Bir sürü ‘ama’ ve ‘eğer’ sonucunda. Tuhaf bir adamdı. Ama sonrasında ona ne oldu, bilmiyorum.”
“Ben biliyorum,” dedi Nöjd. “Buradaki herkes biliyor. Akıl sağlığının yerinde olduğunu söylediler, hapishanede yedi buçuk yıl yattı. Sonunda buraya taşınıp kendine küçük bir ev satın aldı. Anlaşılan birikmiş parası varmış çünkü bir tekne ve eski bir araba da aldı. Balık tütsüleyerek geçimini sağlıyor. Bazen kendi yakalıyor, bazen de yan meslek olarak balıkçılık yapanlardan alıyor. Profesyonel balıkçılar arasında bu bireysel avlananlar pek popüler değil ama yasaya aykırı da değil. En azından benim gördüğüm kadarıyla. Sonra arabasıyla gezinip tütsülenmiş ringa balığı ve taze yumurta satıyor, zaten düzenli müşterileri var. Buradaki insanlar Folke’yi düzgün biri olarak kabul etti bile. Kimseye bir zararı dokunmadı. Çok konuşmaz, kendi başına takılır. İçine kapanık tiplerden. Ona rastladığım zamanlarda hep sanki varlığı için özür dileyecekmiş gibi görünüyordu. Ama…”
“Evet?”
“Ama herkes onun bir katil olduğunu biliyor. Hüküm giymiş, hapis yatmış. Galiba çok da çirkin bir cinayetmiş. Zararsız, yabancı bir kadını…”
“Adı Roseanna McGraw’du. Gerçekten de mide bulandırıcıydı. Hastalıklı. Ama kadın adamı tahrik etmişti. Yani kendi öyle görüyordu. Onu yakalayabilmek için onu tekrar tahrik etmek zorunda kalmıştık. Psikiyatr muayenesinin nasıl geçtiğini ben şahsen hayal edemiyorum.”
“Ah, yapma ya,” dedi Nöjd, göz kenarlarına örümcek ağı gibi kırışıklıklar yayılmıştı. “Ben de Stockholm’de bulundum. Adli psikiyatri kursuna katıldım. Olayların yüzde ellisinde doktorlar, hastalardan daha çatlak.”
“Anladığım kadarıyla Folke Bengtsson kesinlikle hastaydı. Sadistti, oldukça bağnazdı ve kadın düşmanıydı. Sigbrit Mård’ı tanıyor muydu?”
“Tanımak mı?” dedi Nöjd. “Evi onun evine iki yüz metreden daha yakın. Komşu sayılırlar. Kadın onun düzenli müşterilerinden biri. Ama en kötüsü bu değil.”
“Gerçekten mi?”
“Esas mesele şu ki, kadınla aynı anda postanedeymiş. Birbirleriyle konuştuklarını gören şahitler var. Bengtsson arabasını meydana park etmiş. Postane sırasında kadının arkasında duruyormuş ve ondan beş dakika sonra orayı terk etmiş.”
Anlık bir sessizlik oldu.
“Folke Bengtsson’u tanıyorsun yani,” dedi Nöjd.
“Evet.”
“Sence bunu yapmış olabilir mi…?”
“Evet,” dedi Martin Beck.
5
“Eğer tamamen dürüst olmam gerekiyorsa, ki her zaman öyleyim, Sigbrit öldü ve Folke için durum oldukça kötü görünüyor,” dedi Nöjd. “Tesadüflere inanmam ben.”
“Kocası hakkında bir şey demiştin?”
“Evet, doğru. Gemi kaptanı ama çok içki içiyor. Altı yıl önce tam olarak ne olduğu belirlenemeyen bir karaciğer hastalığına tutuldu ve onu Ekvador’dan eve gönderdiler. Kovmadılar ama doktorlar temiz sağlık raporu vermediği için bir daha gemiyle açılamadı. Yaşamak için buraya geldi, içmeye devam etti ve çok geçmeden de boşandılar. Şimdi adam Malmö’de yaşıyor.”
“Onunla iletişimin devam ediyor mu?”
“Evet. Maalesef. Yakın fiziki temasım var denebilir. Daha doğru ifade etmek gerekirse. Doğrusu, boşanmak isteyen Sigbrit’ti. Kocası karşıydı. Hem de sonuna kadar karşıydı. Sigbrit’in dediği oldu. Uzun zamandır evliydiler ama kocası çoğunlukla denizde, evden uzaktaydı. Eve senede bir kere geliyordu ve anlaşılan, öyleyken araları iyiydi. Ancak sonra sürekli bir arada yaşamaya başladıklarında tam felaket oldu.”
“Peki şimdi?”
“Şimdi mesele şu ki adam körkütük sarhoş olup dırdır etmeye geliyor. Ama dırdır edecek bir şey yok çünkü genellikle bir ayar çekmekle son buluyor.”
“Ayar çekmek mi?”
Nöjd kahkaha attı.
“Skåne’de,” dedi, “biz böyle deriz. Stockholm’de ne diyorlar? Pataklamak mı? Polis dilinde aile içi kavga. Ne kadar boktan bir ifade şu aile içi kavga. Neyse, iki kere oraya gitmek zorunda kaldım. Birincisinde adamla mantıklı bir şekilde konuşup onu sakinleştirdim. İkinci sefer o kadar kolay olmadı. Ona vurmak ve onu havalı hücremize getirmek zorunda kaldım. Sigbrit o sefer bayağı perişan görünüyordu. Gözleri mosmor, boğazında çirkin parmak izleri.”
Nöjd aslan avcısı şapkasını dürtükledi.
“Bertil Mård’ı tanıyorum. Arada çıldırır ama göründüğü kadar kötü biri olduğunu sanmıyorum. Bence Sigbrit’i seviyor da. Bir de kıskanıyor, elbette. Gerçi kıskanması için ortada bir şey yok. Sigbrit’in seks hayatı hakkında hiçbir şey bilmiyorum, hatta öyle bir hayatın varlığından bile şüpheliyim. Buralarda herkes, herkes hakkında her şeyi bilir. Ama herhalde en çok ben bilirim.”
“Mård ne diyor peki?”
“Malmö’de onu sorguya aldılar. Ayın 17’si için iyi bir tanığı var. O gün Kopenhag’da olduğunu iddia ediyor. Tren feribotuna binmiş, Malmöhus ama…”
“Onu kimin sorguya çektiğini biliyor musun?”
“Evet. Başkomiser Månsson diye biri.”
Martin Beck, Per Månsson’u yıllardır tanırdı ve ona çok güvenirdi. Boğazını temizledi.
“Bir başka deyişle, işler Mård için de pek iç açıcı görünmüyor.”
Nöjd cevap vermeden önce biraz daha köpeğini kaşıdı.
“Hayır,” dedi. “Ama Folke Bengtsson’dan çok daha iyi durumda.”
“Eğer herhangi bir şey olmuşsa.”
“Kadın ortadan kayboldu. Bu bana yeter. Hiç kimse mantıklı bir açıklama getiremiyor.”
“Bu arada kadının dış görünüşü nasıl?”
“Şu anki görünüşü, pek düşünmek istemediğim bir şey,” dedi Nöjd.
“Hemen çıkarıma varıyor gibisin?”
“Evet, öyleyim. Ama ben fikrimi söylüyorum. Normalde, şöyle görünüyor.”
Elini arka cebine sokup iki fotoğraf çıkardı, birisi pasaport fotoğrafıydı, diğeri de büyütülmüş bir renkli fotoğraf.
Nöjd fotoğraflara bakıp ona uzattı.
“İkisi de güzel,” diye yorum yaptı. “Bence dış görünüşü gayet normalmiş. Çoğu insan gibi. Bayağı çekici tabii ki.”
Martin Beck fotoğrafları uzun uzun inceledi. Nöjd’ün bunları onun gibi görebildiğini sanmıyordu ki tabii ki bu pek de mümkün değildi.
Sigbrit Mård hiç de çekici değildi. Bayağı sıradan, çirkin bir kadındı. Ama dış görünüşünü güzelleştirmek için elinden geleni yaptığı belliydi, bu da genelde talihsiz sonuçlara yol açardı. Yüz hatları biçimsiz, dar ve çıkıktı ve suratı kaygı doluydu. Bugünlerdeki çoğu fotoğraf gibi, pasaport fotoğrafı bir Polaroid ya da otomatik kabinde çekilmemişti. Fotoğrafçıda çekilmiş bir vesikalıktı. Saçını ve makyajını yapmak için çok özen göstermişti ve fotoğrafçı ona kesinlikle aralarından seçmesi için birçok pozunu vermişti. Diğer fotoğrafı amatör çekimdi, makinede çoğaltılmamıştı. Büyütülmüş ve elle rötuş yapılıp portreye dönüştürülmüştü. Kadın bir rıhtımda dikiliyordu ve arka planda iki bacalı bir yolcu vapuru duruyordu. Doğal olmayan bir bakışla güneşe dönüktü, kendini güzel gösterdiğini zannettiği bir poz veriyordu. Üstünde kolsuz, ince yeşil bir bluz ve pilili mavi bir etek vardı. Bacakları çıplaktı, sağ omzuna turuncumsu kocaman bir yazlık çanta takmıştı. Ayaklarında apartman topuk ayakkabı vardı. Sağ ayağı hafifçe öne doğru, topuğu yerden kalkmış şekilde duruyordu.
“Bu pozu daha yakın zamana ait,” dedi Nöjd. “Geçen yaz çekilmiş.”
“Kim çekmiş?”
“Bir kız arkadaşı. Birlikte seyahate gitmişlerdi.”
“Anladığım kadarıyla Rügen’e. Şu arka plandaki Sassnitz tren feribotu değil mi?”
Nöjd çok etkilenmişti.
“Vay, nereden bildin?” dedi. “Personel sıkıntısı çektiklerinden pasaport kontrol noktasında nöbetçiydim ve o vapurları birbirinden ayırt edemezdim. Ama haklısın. Bu arkadaki Sassnitz ve Rügen’e çıktılar. Gidip tebeşir kayalıklarına bakabilir, Komünistleri izleyebilirsin falan. Gayet sıradan görüntüler. Oraya gidenlerin çoğu hayal kırıklığıyla dönüyor. Günübirlik gezinti sadece birkaç kron.”
“Bu fotoğrafı nereden aldın?”
“Evini aramaya gittiğimizde aldım. Duvara bantla asmıştı. Herhalde bayağı güzel olduğunu düşünüyordu.”
Başını bir yana eğip fotoğrafı inceledi.
“E bayağı güzel de zaten. İşte aynen böyle görünüyordu. Hoş kızdı.”
“Sen hiç evlenmedin mi?” diye sordu Martin Beck birden.
Nöjd keyiflendi.
“Beni sorguya çekmeye mi başlayacaksın?” dedi gülerek. “İşte işini mükemmel yapan biri.”
“Affedersin,” dedi Martin Beck. “Aptalca bir soru oldu.
Konumuzla alakası olmayan bir soru.”
Bu bir yalandı. Soru hiç alakasız değildi.
“Ama cevap vermekte sakınca görmüyorum. Bir dönem Abbekås’tan bir kızla çıkıyordum. Nişanlandık. Ama inan bana, kız et yiyen bitkiler gibiydi. Üç aydan sonra burama kadar geldi ve altı aydan sonra, kızın canına hâlâ tak etmemişti. Ondan beri köpeklere sadığım. Ben bildiğimi konuşuyorum. Erkeklerin eşe ihtiyacı yok bence. İnsan bir alıştı mı büyük rahatlık. Her sabah uyandığımda böyle hissediyorum. Üç erkeğin hayatını kararttı. Tabii ki şimdiye kaç kez büyükanne oldu.”
Bir an sessizce oturdu.
“Hiç çocuğunun olmaması biraz üzücü bir şey,” dedi sonra. “Yani bazen. Ama çoğu zaman tam aksini hissediyorum. Burada koşullar bayağı iyi olmasına rağmen, yine de toplumda genel anlamda bir sıkıntı var. Burada çocuk yetiştirmeyi denemek istemezdim. Mesele şu, böyle bir şey yapılabilir mi?”
Martin Beck sessizce dinledi. Çocuk yetiştirme konusunda kendi katkısı çoğunlukla ağzını kapalı tutmak ve çocuklarının doğal biçimde kendi kendilerine büyümelerine izin vermekti. Sonuç, kısmen başarılı olmuştu. Gayet iyi, bağımsız bir insana dönüşen, onu seven bir kızı vardı. Öte yandan, hiçbir zaman anlayamadığı bir oğlu vardı. Kesinlikle açık sözlü olması gerekirse oğlundan pek hoşlanmıyordu ve daha on sekiz yaşında olan çocuk da ona güvensizlik, kandırmaca ve son yıllarda, açıktan açığa burun kıvırma haricinde bir davranış sergilemiyordu.
Oğlunun adı Rolf’tu. Konuşma girişimlerinin çoğu şu cümlelerle sona eriyordu: “Tanrım, baba ya, seninle konuşmanın bir manası yok, zaten hiçbir zaman ne dediğimi anlamıyorsun.” Ya da: “Elli yaş büyük olsaydım, belki bir şansımız olabilirdi ama artık on dokuzuncu yüzyılda değiliz biliyorsun.” Ya da: “Keşke polis olmasaydın!”
Nöjd köpekle meşguldü. Şimdi kafasını kaldırıp baktı.
“Ben sana bir soru sorabilir miyim?” dedi hafifçe gülümseyerek.
“Tabii.”
“Neden hiç evlendim mi diye öğrenmek istedin?”
“Aptalca bir soruydu.”
Tanıştıklarından beri ikinci kez, karşısındaki adam son derece ciddi göründü. Biraz da kırılmış gibiydi.
“Bu doğru değil. Doğru olmadığını biliyorum. Ben neden sorduğunu anladım.”
“Neden?”
“Kadınları anlamadığımı düşündüğün için mi?”
Martin Beck fotoğrafları elinden bıraktı. Rhea ile tanıştığından beri, dürüst olma konusunda sıkıntıları azalmıştı.
“Tamam,” dedi. “Haklısın.”
“Güzel,” dedi Nöjd, dalgın dalgın bir sigara daha yakarak. “Gayet iyi. Teşekkürler. Haklı olabilirsin de. Özel hayatına hiç kadın girmemiş bir erkeğim. Annem haricinde tabii ve Abbekås’lı bir balıkçı kız. Kadınları hep sıradan insanlar olarak görmüşümdür, benden ve genel olarak erkeklerden farklı değillermiş gibi. O yüzden arada ince farklar varsa, o zaman ben kaçırmışımdır. Bu konuda cahil olduğumu bildiğim için kadınların libidosu hakkında birçok kitap ve yazı okudum ama çoğunluğu saçmalıktı. Saçmalık olmayan kısımsa o kadar barizdi ki bir Hottentot bile anlayabilirdi. Mesela eşit işe eşit maaş ve cinsiyet ayrımcılığı.”
“Neden Hottentot?”
Nöjd o kadar yüksek sesli kahkaha attı ki köpek, yerinden sıçrayıp yüzünü yalamaya başladı.
“Belediyede bir adam vardı, Afrika’daki göçebe Hottentot’ların iki bin yıl da yaşasalar, tekerleği bile icat edemeyecek tek kültür olduklarını iddia ederdi. Saçmalık tabii ki. Onun hangi partiden olduğunu söylememe lüzum yok.”
Martin Beck bilmek istemiyordu zaten. Nöjd’ün hangi siyasi görüşe yakın olduğunu da bilmek istemiyordu. İnsanlar ne zaman siyaset konusunu açsa Martin Beck bir istiridye gibi kapanıyordu.
Orada hâlâ kapalı bir istiridye sessizliğinde oturuyorken otuz saniye sonra telefon çaldı.
Nöjd ahizeyi kaldırıp açtı.
“Nöjd,” dedi.
Her kim arıyorsa, anlaşılan komik bir şeyler söylemişti.
“Evet, şu anda karşımda oturuyor.”
Martin Beck ahizeyi aldı.
“Beck.”
“Alo, merhaba, ben Ragnarsson. Sana ulaşabilmek için birçok yeri aradık. Ne var ne yok?”
Cinayet Büro Şefi olmanın bir sıkıntısı da büyük gazetelerin nereye neden gittiğini öğrenmek için peşine adam takmasıydı. Bunu yapabilmek için, polis teşkilatından para yedirdikleri ispiyoncuları olurdu, bu da sinir bozucuydu ama elden gelen bir şey yoktu. Emniyet Genel Müdürü de çok sinir oluyordu ama haber sızacak diye de ödü patlıyordu. Hiçbir şey hiçbir yere sızmamalıydı.
Ragnarsson gazeteciydi, daha iyi ve düzgün olanlardan biriydi, ancak bu asla ve asla onun çalıştığı gazete daha iyi ve düzgün olanlardan biri demek anlamına gelmiyordu.
“Hâlâ orada mısın?” dedi Ragnarsson.
“Birisi ortadan kaybolmuş,” dedi Martin Beck.
“Kaybolmuş? İnsanlar her gün kayboluyor ama seni çağırmıyorlar. Dahası, duyduğuma göre Kollberg de oraya doğru yola çıkmış. Burnuma kötü kokular geliyor.”
“Olabilir de. Olmayabilir de.”
“İki adam gönderiyoruz. Hazırlıklı olun bari. Tek söylemek istediğim buydu. Arkandan iş çevirmek istemedim, biliyorsun. Bana güvenebilirsin. Hoşça kal.”
“Hoşça kal.”
Martin Beck kafa derisinin kenarını sıvazladı. Ragnarsson’a güveniyordu ama muhabirlerine ve çalıştığı gazeteye güvendiği söylenemezdi.
Nöjd düşünceli düşünceli bakıyordu.
“Gazeteci mi?”
“Evet.”
“Stockholm’den mi?”
“Evet.”
“Demek bomba patladı.”
“Kesinlikle.”
“Burada da yerel gazeteciler var. Olaydan haberdarlar. Ama söz dinliyorlar. Bir nevi sadakat. Trelleborgs Allehanda iyi. Ama bir de Malmö gazeteleri var. En kötüsü de Kvällsposten. Şimdi bir de Aftonbladet ve Expressen çıkacak başımıza.”
“Evet, maalesef.”
“Hassiktir!”
‘Hassiktir,’ Skåne’de yumuşak, gündelik bir sözdü.
Biraz kuzeye çıkıldı mı, çok ayıp karşılanırdı.
Belki de Nöjd’ün bundan haberi yoktu. Ya da belki umurunda değildi. Martin Beck, Nöjd’ü çok sevmişti.
Aralarında doğal bir arkadaşlık gelişmişti. Bir sorun çıkmayacak gibiydi.
“Şimdi ne yapıyoruz?”
“Sana bağlı,” dedi Martin Beck. “Uzman olan sensin.”
“Anderslöv bölgesi. Evet, öyle olmalıyım. Sana etrafı gezdirip anlatayım mı? Arabayla? Ama devriye arabasını almayalım. Benimki daha iyi.”
“Domates rengi olan mı?”
“Tabii. Elbette herkes biliyor. Ama ben onunla daha rahat ediyorum. Gidelim mi?”
“Sen nasıl istersen.”
Arabada üç şeyden bahsettiler.
Birincisi Nöjd’ün her nedense daha önce söz etmediği bir şeydi.
“Burası postane ve şimdiyse otobüs durağına geliyoruz.
Sigbrit en son burada beklerken görülmüş.”
Yavaşlayıp durdu.
“Bir şey daha görmüş olan bir tanığımız var.”
“Ne görmüş?”
“Folke Bengtsson arabasıyla yaklaşmış ve Sigbrit’in yanından geçerken yavaşlayıp durmuş. Gayet doğal gözüküyor. Arabasını almış eve gidiyormuş. Birbirlerini tanıyorlardı; komşuydular. Kadının otobüs beklediğini biliyordu, onu eve bıraktı.”
“Nasıl bir tanık bu?”
Nöjd parmaklarıyla direksiyona yavaşça vurdu.
“Buralı, yaşlıca bir kadın. Adı Signe Persson. Sigbrit’in ortadan kaybolduğunu duyunca karakola gelip, sokakta karşı kaldırımda yürürken Sigbrit’i gördüğünü ve sonra ters istikametten Bengtsson’un arabasıyla yaklaştığını anlatmış. Adam frene basıp arabayı durdurmuş. Kadın geldiğinde Britta karakolda yalnızmış, o yüzden ona daha sonra benimle konuşmaya gelmesini söylemiş. Ertesi gün geldi de, ben de onunla konuştum. Bana da hemen hemen aynı hikâyeyi anlattı. Sigbrit’i görmüş, Folke arabasını durdurmuş. Ondan sonra ona arabanın hakikaten durup durmadığnı ve Sigbrit’in arabaya bindiğini görüp görmediğini sordum.”
“Ne dedi?”
“Dönüp bakmak istemediğini çünkü insanların hayatına burnunu sokan meraklı biri gibi görünmek istemediğini söyledi. Bu da salakça bir cevaptı çünkü bu yaşlı kadın herhalde İsveç’in en meraklı insanıdır. Biraz dil dökünce çok geçmeden başını çevirdiğinde Sigbrit de araba da kuş olup uçmuş. Sonra biraz havadan sudan sohbet ettik ve bir süre sonra, emin olmadığını söyledi. İnsanların arkasından konuşmak istemiyormuş. Fakat ertesi gün benim Kooperatif’teki adamlarımdan birine rastladığında kesinlikle Bengtsson’un durduğunu ve Sigbrit’in arabaya bindiğini gördüğünü söylemiş. Eğer bu ifadesine sadık kalırsa, o zaman Folke Bengtsson kesinlikle kadının ortadan kaybolmasıyla ilişkilendirilebilir.”
“Bengtsson ne diyor?”
“Bilmiyorum. Onunla konuşmadım. Trelleborg’dan iki polis oraya gitti ama evinde yoktu. Sonra seni çağırmaya karar verdiler ve bana açıkça hiçbir şey yapma dediler. Karıştırma filan. İşine bak ve uzmanı bekle. Signe Persson ile konuşmamı resmî rapora dökmedim. Sence ihmalkâr mı davranmışım?”
Martin Beck cevap vermedi.
“Bence düpedüz ihmalkârlık,” dedi Nöjd gülerek. “Ama ben Signe Persson’a biraz temkinli yaklaşırım. Hayatımda önüme gelen en kötü dosyaya karışmıştı. Beş sene önceydi sanırım. Bir komşusunun kedisini zehirlediğini iddia etti. Resmen şikâyette bulundu, biz de soruşturmak zorunda kaldık. Sonra diğer kadın da Signe Persson’dan şikâyetçi oldu çünkü kedisi onun muhabbet kuşunu öldürmüştü. Kediyi mezarından çıkardık, Helsingborg’a yolladık. Zehir filan bulamadılar. Bunun üstüne Signe diğer kadının bir tütüncüden iki tane puro alıp haşladığını iddia etti. Bir dergide okumuş, puroyu uzun süre haşlarsan, nikotin kristalleri çıkarırmış, bunlar da ölümcül derecede zehirleyiciymiş ve hiç iz bırakmazmış. Komşusu sahiden de iki puro almış ama misafirlerine ikram etmek için olduğunu ve erkek kardeşinin onları içtiğini söyledi. Ona kedinin muhabbet kuşunu öldürmeyi nasıl başardığını sordum, ne de olsa kuş hep kafesindeydi. Güya Signe kedisini, kuşu korkutmaya ikna etmiş çünkü kuş konuşabiliyormuş ve bazı gerçekleri ötmüş. Signe, sahiden de kuşun ona birçok kez orospu dediğini doğruladı. Burada, o sırada bir polis akademisi öğrencisi vardı, tuttuğunu koparan bir tipti ve şu puro teorisini araştırdı, teorik olarak mümkün olduğuna kanaat getirdi ve eğer kurban zaten sigara içiciyse, o zaman zehirlenmenin kanıtlanamayacağı sonucuna vardı. Dolayısıyla Signe onuncu ya da on ikinci sefer geldiğinde ona kedisinin ağır sigara tiryakisi olup olmadığını sordum. Ondan sonra bana senelerce merhaba bile demedi. Dosyayı kapattıktan sonra da akademi öğrencisi evde kalıp puro haşladı, sonunda da şutlandı. Sonra Eslöv’e yerleşip mucit oldu.”