Полная версия:
Patrona Halil
“Peki, sonra ne olmuş kıza, öğrenebildin mi?”
“Evet. Ağzınızdan çıkan her söz benim için emirdir Padişahım. Kızın peşinden gittim. Bu esnaf, kızla birlikte kendi evine gitmiş. Elinde avcunda ne varsa onunla paylaşacağını düşünerek mutlu oluyormuş. Kızı yanı başına oturtmuş. Tadına bakmak istemiş. Kızı kucaklamaya kalkmış. Onu göğsüne bastırdığında, kız birdenbire bir ölü gibi yığılıvermiş kollarına. Kendisine herhangi bir erkek dokunduğu zaman yaptığı gibi bir takım büyülü sözler söylemiş. Şeytan işi şeyler. Allah Müslümanları böyle şeylerden korusun. Gâvurların üzerine resminin çizili olduğu semboller taşıdıkları, Müslümanlara saldırırken ismini haykırdıkları o kutsal kadının adını söylemiş.”
“Adam öfkelenip kızı evden atmış mı?”
“Aksine böyle bir şeye tanık olduğu için halinden memnunmuş. Daha da dokunmamış kıza. Onun perili olduğunu, aklının yerinde olmadığını düşünerek kıza yumuşak davranıyormuş. Kız evin içinde istediği gibi gezip dolaşmakta özgürmüş. Halil, kıza ağır işler yaptırmıyor; aksine her işini kendi görüyormuş. Tüm arkadaşları bu olaya bir mucize gözüyle bakıyorlarmış. Halil’in sabrı da dillere destan olmuş. ‘Halil kendine bir cariye aldı, ama nasıl olduysa kızın kölesi olup çıktı,’ diyorlarmış.”
“Gerçekten tuhaf bir olay,” dedi Padişah. “Bundan sonra da nelerin olup bittiğini öğrenmeye çalış. Tezkerecibaşı da senin anlattıklarını kayıt altına alsın ki bu yaşananlar sonsuza kadar hatırlansın.”
Bu konuşma sırasında Berberbaşı, Padişah’ın resmi tıraşını ustaca hareketlerle tamamladı. Sonra İbrikdar Ağa’nın yıkadığı ellerini Peşkircibaşı, dikkatli bir biçimde kuruladı. Tırnakçıbaşı tırnaklarını kesti. Dülbendar, kavuğunu başına yerleştirip uzun doğu kuşağını belinin etrafına sardı. Çobadar, Sultan’ın dış ceketini ve turkuaz binişini giymesine yardımcı oldu. Silahtar, püsküllerle süslenmiş kılıcını taktı. Odada efendileriyle birlikte baş başa kalan Has Odabaşı ve Kapı Ağası haricindeki herkes, geleneksel selamlarını verdikten sonra geri çekildi.
Has Odabaşı, Sultan’ın iki aciz kulunun kapıda olduklarını duyurdu. Dışarıda Şeyhülislam Abdullah ve Sadrazam Damat İbrahim, içeri buyur edilmek üzere beklemekteydiler. İmparatorluğun onur ve güvenliğini ilgilendiren yeni bir gelişme hakkında konuşmak istiyorlardı.
Sultan henüz cevap vermemişti ki hareme açılan kapıda Kızlar Ağası göründü. O, harem ağalarının başıydı. Kalın dudaklarıyla ve kara teniyle saygıdeğer bir beyefendiydi. Hareme günün her saatinde girebilmenin hüzünlü ayrıcalığına sahipti. Şüphesiz ki bu durum karşısında herhangi bir haz duymuyordu.
Harem Ağası’nı “Kızlar Ağası, benim sadık kulum. Ne istiyorsun söyle bakalım?” diyerek karşıladı Sultan Ahmet. Onunla dengiymiş gibi konuşmuştu.
“Merhametli Padişahım!” diye haykırdı. “Çiçekler güneş olmadan hayatta kalamazlar. Ve çiçeklerin en güzeli, en mis kokulusu Haseki Sultanımız, sizin çehrenizdeki güneşten nasiplenmek için yanıp tutuşurlar.”
Bu sözler Sultan Ahmet’in içini daha da yumuşatmış, yüzüne daha sıcak bir gülümseme yerleştirmişti.
Padişah, Has Odabaşı ve Kapı Ağası’na başka bir odaya çekilmelerini emretti. Kızlar Ağası’ndan ise Haseki Sultan’ı getirmesini istedi.
İnsanların Adsalis adını verdiği Haseki Sultan, olağanüstü sayılabilecek güzellikte bir Şam kızıydı. Doğal bir çekiciliği vardı. Teni fildişinden daha beyaz ve kadifeden daha yumuşaktı. Onun siyah perçemleri ile karşılaştırıldığında en karanlık gece bile soluk bir gölge gibi kalırdı. Güleç yüzünün rengi gün doğumunu ve yeni gonca vermiş bir gülü bile kıskandırabilirdi. İçinde cennete ait hazların tomurcuklandığı gözleriyle Sultan Ahmet’e baktığında, Padişah, yüreğinde şimşeklerin çaktığını hissederdi. Adsalis şehvetle büyüleyen dudaklarıyla bir şey istediğinde, onu kim reddedilirdi ki? Sultan Ahmet onu kesinlikle reddedemezdi. Reddetmesi ne mümkün! “Yeter ki iste, ülkemin yarısı senindir,” derdi. Bu sözler, ona yağdırdığı iltifatların en basiti olarak görülebilirdi. Eğer ona sarılabiliyorsa, onun alev alev yanan gözlerini ve gülümsemesini tekrar tekrar görebilecekse, geri kalan her şey boştu. Başkent İstanbul’u, ülkeyi, savaşı ve yabancı elçileri tamamen unutabilir ve ömrünün kalan kısmını böyle bir güzelliği yarattığı için Allah’a şükretmekle geçirebilirdi.
Gözde Sultan, yüzünde büyüleyici gülümsemesiyle Ahmet’in yanına yaklaştı. Sultan, bu gülümsemeye tanıştığı günden beri hiç karşı koyamamıştı. Sultanının dudaklarından dökülen hiçbir isteği bugüne kadar reddedememişti. Bu kez ne istiyordu acaba? Zaten henüz günün yeni ağardığı bu erken saatlerde neden yalnız bırakmıştı ki onu. Kim bilir ne hayaller kuruyor, yüreğinden neleri geçiriyordu.
Padişah, eşini elinden tutarak tahtının yanına getirdi ve ayaklarının dibine oturttu. Sultan, ellerini Padişah’ın dizlerine koydu. Gözlerini yüzüne dikerek konuşmaya başladı:
“Küçük kızınız Emine’nin yanından geliyorum. Beni kendi yerine ayaklarınıza kapanıp yalvarmam için size gönderdi. Sizi nasıl görüyorsam onu da aynı şekilde görüyorum Hünkârım. Ona her baktığımda sanki karşımda siz oluyorsunuz. O da sizi parlak bir yıldız, göz alıcı bir güneş gibi görüyor. Ömrünün üç yılını daha geride bıraktı, dördüncü yazına giriyor. Ne var ki halen kendisine bir talip çıkmadı. Bu sabah siz yanımdan ayrıldıktan sonra bir düş gördüm. Aynı düşü daha önce de görmüştüm. Kızlarınız Ayşe, Hatice ve Emine, Açık Meydan’da olağanüstü güzellikteki çadırların altında oturmaktaydılar. Orada yan yan duran üç çadır vardı. Biri beyazdı, biri menekşe renginde. Bir diğeri ise parlak yeşil. Söylediğim gibi çadırlarda kızlarınız oturuyorlardı. Sırlı kumaştan kapanijaklar giymişlerdi. Başlarında yuvarlak selmikler vardı. Kadın cinsine şans getiren yedi şanslı çemberle süslenmişlerdi. Ah Padişahım, bu çemberlerin ne olduğunu bilir misiniz? Hükümdarlık tacı, gerdanlık, küpe, yüzük, korse, bilezik ve elbise tokası… Bunlar damatların gelinlere, mutluluklarının bir işareti olarak verdikleri hediyelerdir. Üstelik bu üç çadırın yanında, sayılamayacak sayıda başka çadırlar vardı. Çadırlar yeşilin ve mavinin farklı tonlarındaydılar. İçlerinde emir defterdarlar, reis efendiler, müderrisler ve şeyhler vardı. Çok kalabalıktılar. Sarayın önüne üç yüksek palmiye ağacı dikilmişti. Ağaçlar buraya kadar filler tarafından çekilen büyük tekerlekli arabalarla taşınmışlardı. Burada üç bahçe bulunuyordu. Bahçedeki çiçekler şekerden yapılmıştı. Sonra baş vezirler ayağa kalktılar ve düğün başladı. El öpme merasiminden sonra evlenme faslına geçildi. Kâhya damadın, Kızlar Ağası gelinin şahidi oldu. Herkese hediyeler dağıtıldı. Derken hediyeler eşliğinde düğün alayı geldi. Ardı sıra çiçek ve meyvelerle dolu yüz deve altın, değerli taşlar ve yalnızca periler diyarında görülebilecek türden tüller taşıyan bir fil… İki harem ağası zümrüt işlemeli aynalar getirdi. Miri akhorok görkemli bir şekilde donatılmış savaş atlarının dizginlerini elinde tutuyordu. Sonra Sadrazam’ın adamları geldi. Yaptıkları atıcılık gösterisini izleyenlerin şaşkın bakışlarından çok hoşnut kalmışlardı. Sonra, şarap tulumları içerisindeki şarap taşıyıcıları ve gerçek bir insan başlı atla gösteri yapan adamlar için kurulmuş bir çadır ortaya çıktı. Ayrıca Mısırlı kılıç ve çember dansçıları ile Hintli cambazlar ve yılan oynatıcıları da oradaydı. Derken Şeyhülislam geldi. Sizin yüzünüze karşı, Kur’an’dan bir bölüm okudu. Okudukları hakkında kısa bir açıklama yaptı. Cephanelikten gelen iri yarı becerikli adamlar silindirler üzerinde yelkenleri açık büyük kalyonları çekiyorlardı. Arkalarından gelen topçular ise yine silindirlerin üzerinde, bir kale dolusu topu sürüklemekteydiler. Topları arka arkaya ateşleyerek kalabalığı şaşkına çeviriyorlardı. Derken Mısırlı esrarkeşlerin dansı başladı. Gerçekten de en ilgi çekici gösteri buydu. Onlardan sonra ayı ve maymun oynatıcıları sahne aldı, hepimizi çok eğlendirdi. Çok geçmeden sıra, loncaların geçidine geldi ve yeniçeriler için verilen ziyafet başladı. Böylece Palmiye Merasimi tamamlanmış oluyordu. Palmiyeler, daha önce size bahsettiğim şekerden yapılmış bahçelerle birlikte saray kapılarından içeri alınmıştı. Sonra Lamba Merasimi başladı. Çiçek açmış yirmi bin lalenin arasında on bin lamba pırıl pırıl parlıyordu. O kadar iç içeydiler ki uzaktan bakan birisi, lambalar çiçek açarken lalelerin parladığını bile düşünebilirdi. Bir yandan Anadolu ve Rumeli Hisarı’nın bütün topları gümbür gümbür patlarken boğaz, aydınlatılmış gemiler ve havai fişeklerin ışıkları sayesinde adeta bir ateş denizine dönüşmüştü. İşte bu, kullarınızın en âcizinin; Osmanoğulları için uğurlu bir gün olan Cemaziyülahır ayının on ikinci günü, sabahın erken saatlerinde gördüğü rüyadır.”
Böylesine başı sonu belirsiz ve uzun bir hayali dinlemek son derece sıkıcı bir durum olabilirdi. Ama Ahmet iyi bir dinleyiciydi. Ayrıca böyle şeylerden hoşlanıyordu. Hiçbir şey onu büyük merasimler kadar mutlu edemezdi. Onun takdirini kazanmanın en kesin yolu seçkin, gösterişli ve ataları tarafından bilinmeyen özgün kutlamalar düzenlemekti. Adsalis, her yıl düzenlenen Lale ve Lamba Merasimlerini icat ederek Sultan’ın gönlünü fethetmişti. Palmiye Merasimi ve şekerden bahçe kurulması da şimdi ortaya attığı yeni fikirleriydi. Ahmet, büyük bir coşkuyla gözde sultanını göğsüne bastırdı. Hayalini gerçekleştireceğine dair kararlı bir biçimde söz verdi ve Adsalis’i hareme geri yolladı.
Kızlar Ağası, sonunda dışarıda bekleyen iki yüksek rütbeliyi içeriye buyur etti. Önce Şeyhülislam girdi içeri ve arkasından Sadrazam Damat İbrahim. Uzun ve dalgalı sakalları bembeyazdı. Çehrelerinde saygıdeğer ve ağırbaşlı bir ifade vardı.
Sultan’ı yerlere kadar eğilerek selamladılar. Kıyafetinin eteklerini öptüler. Kalkmalarını emredene kadar Sultan’ın önünde secdede kaldılar.
“Sizi saraya getiren nedir, muhterem kullarım?” diye sordu Sultan.
Âdet olduğu üzere önce Şeyhülislam konuştu:
“Merhametli ve kudretli efendimiz. Eğer sözlerimizle huzurunuzu kaçıracak olursak bizi affedin. Su uyur, düşman uyumaz demişler. Gelecek tehlikelere karşı uyanık olmayan kişi, kendi evini soyan adam gibidir. Her zaman uyanık olmakta fayda vardır. Bildiğiniz üzere yüce Padişahım, birkaç yıl önce hikmetinden sual olunmayan Allah, Fars isyancı Eşref’e adil hükümdarı Tamasıp’ı başkentinden çıkarmayı nasip etti. Bunun üzerine prens, kaçak hayatı yaşamaya başladı. Annesi üzerinde yırtık pırtık bez parçalarıyla İsfahan sokaklarında ayak işleri yapan düşkün birisi olup çıktı. Şanlı Osmanlı orduları, bir hırsızın çaldığı tahtta daha fazla oturmasına göz yumamazdı. Vezir İbrahim ve ünlü Numan Köprülü’nün soyundan gelen Adil Köprülü’nün yönettiği muzaffer savaşların sonucunda Kirmanşah, isyancı Eşref Han’ın yönettiği Farsların elinden alındı ve sizin sancağınızın altına girdi. Daha sonra da beklenmedik gelişmeler yaşanmaya devam etti. Mahvolduğu sanılan Şah Tamasıp, başında bulunduğu bir avuç kahraman askeriyle ortaya çıktı ve Damakhar, Derekhan ve İsfahan’da verilen üç büyük meydan muharebesinin sonucunda gaddar Eşref Han’ı bozguna uğrattı. Eşref Han’ı ele geçirdikten sonra onu atlarına çiğnetti. Şimdi de yeniden kurulan hükümdarlık Osmanlı’dan, kaybettiği topraklarını geri almak istiyor. Fars asıllı Sadrazam Safikuli Han, Köprülü’nün oğluna karşı büyük bir ordu hazırlamakta. Yaşanacak olan bir yenilgi, Osmanlı ordularının gücüne gölge düşürecektir. Kudretli Padişahım! Sizin böyle bir felaketin gerçekleşebileceğini düşünerek dertlenmenize gerek yok. Sadrazamınız ve ben, ordunuzu boğaz kıyılarında topladık. Gemilere binmek için hazır vaziyette bekliyorlar. Para ve erzak. heybetli Numan Köprülü’ye 1500 devenin sırtında önceden yollandı. Her şey sizin bir emrinize bakıyor. Emir buyurun, imparatorluklarında taş üstünde taş bırakmayalım. Onlara darbe üstüne darbe vuralım. Sizin bir işaretinizle düşman orduları yeryüzünden silinecek. 400 yıl önce ülkeleri için şehit olan Osmanlı kahramanları bile peygamberin sancağını korumak için mezarlarından çıkmaya hazır. Fakat bunun için sancağı sizin kaldırıp bizim aciz ellerimize teslim etmeniz gerekiyor, yüce Padişahım. Yalnızca sizin mevcudiyetiniz bize zaferi getirebilir. Kalkın ve şanlı atanız Muhammed’in kılıcını kuşanın. Sizin yüzünüzü görmeyi güneşin doğuşunu bekler gibi arzulayan ordularınızın başına geçin! Karanlık geceye bir son verin!”
Ahmet, dalgın gözlerle izliyordu muhatabını. Şeyhülislam’ın kendisine yönelen tutkulu söylevi onu hiç etkilememişe benziyordu.
“Sadık kullarım,” dedi gülümseyerek. “Bugün çok mutlu bir günümdeyim. Haseki Sultan bu sabah gerçekleştirilmeye layık bir düş görmüş. İstanbul’un sokaklarında kutlanacak büyüleyici bir merasim. Bütün şehir ışıklar içinde. Çiçek bahçeleri ve su kenarlarındaki köşklerin avluları lalelerin ve lambaların ışıltısıyla aydınlanmış. Sokaklar dalgalanan palmiyeler ve şekerden yapılmış çiçeklerle kaplanmış. Kalyonlar, tekerleklerin üzerine yüklenmiş, meydanda dolaşıyor. Bu rüya, rüya olarak kalmak için fazla güzel. Mutlaka gerçeğe dönüştürmeliyiz bunu.”
Şeyhülislam, elini göğsüne koyup önünde eğilerek Sultan’ı selamladı:
“Allahu ekber. Allah kerimdir. Allah büyüktür. Nasıl emir buyurduysanız öyle olacak. Siz dilerseniz güneş bile batıdan yükselir, Padişahım.” Şeyhülislam kenara çekildi.
Yaşlı Sadrazam Damat İbrahim öne çıktı. Yaşlı gözlerini kaftanına sildikten sonra, hüzünlü bir şekilde Padişahın karşısına geçti. Ve şunları söyledi:
“Ah efendim. Allah kimi günleri bayram, kimi günleri ise matem için yaratmıştır. Bunları birbirine karıştırmak doğru değildir. Şu anda kutlanacak neredeyse hiçbir şey yok. Ama matem yapmamızı gerektiren pek çok şey var. İmparatorluğun her tarafından, yaklaşan fırtınayı işaret eden kötü haberler geliyor. Büyük yangınlar, salgın hastalıklar, depremler, su baskınları, fırtınalar… İnsanlar bunlar yüzünden paniğe kapılıp kargaşaya sürükleniyorlar. En son bu hafta İstanbul’un en güzel yeri, Çayırbaşı, yanıp kül oldu. Birkaç hafta önce aynı felaket, Eyüp’ün sahil kesiminin başına geldi. Üstelik bu olay yaşandığı sırada, şehrin kalan kısımları Sultan Murat’ın doğum günü şerefine boydan boya ışıklandırılmıştı. Gelibolu’da cephaneliğe yıldırım düştü. Beş yüz işçi orada can verdi. Bir gece Kâğıthane deresi bütün dere yataklarını dolduracak kadar kabardı. Civarda bulunan büyük toplar selle birlikte sürüklendi. Ah Padişahım, bildiğiniz üzere bir başka gün Santorino adasının yanında yeni bir ada yükseldi. İzleyen üç ay içerisinde bu yeni ada giderek büyüdü. O büyürken İstanbul’da yer sarsıntıları yaşandı. Bunlar hiç de hayra alamet değil Padişahım. Ah benim efendim! Eğer bu aciz kulunuzun sözlerine kulak verirseniz İstanbul’un başında dolaşan kara bulutları dağıtmak için bir oruç ve tövbe günü ilan etmelisiniz. Şimdi ihtiyacımız olan merasim yapmak değildir. Düşmanların sesi tüm sınırlarımızdan duyulabiliyor. Tuna kıyılarından, Prut suyunun yanı başından, Erivan dağlarının arasından, Ege Adaları’nın ötesinden… Müslümanlar savaşma azmini korudukları müddetçe imparatorluğu korumak için gereken güce hâlâ sahibiz demektir. Küstahlığımı yaşlılığıma verin Padişahım. Şehir merasimler için her ışıklandırıldığında, gözümün önüne alevler içinde bir İstanbul geliyor; dehşete kapılıyorum. Bizi bu kaderden koruması için önce Allah’a, sonra size yalvarıyorum. Allah yardımcımız olsun.”
Sultan Ahmet’in yüzündeki ifadede yine en ufak bir değişiklik olmamıştı. Merhamet dolu gülümsemesi yerinde duruyordu.
“Muhterem İbrahim,” dedi sonunda. “Senin Osman adında bir oğlun vardı, değil mi? Dört yaşına yeni basmış olacak. Benim de üç yaşını dolduran bir kızım var, Emine. Bak şimdi. Ben bu çocukları evlendirene kadar ne peygamberin kılıcını kuşanırım ne de onun sancağını kaldırırım. Birlikte olmak onların kaderinde var. Bil ki bu evliliğe onay vermen halinde, gözümdeki değerin çok daha artacak. Haseki Sultan’a bunun için söz verdim. Bir ateşperest kâfir gibi sözümden dönecek halim yok. Ateşperestler verdikleri sözleri tutmazlar. Onların verdikleri sözler hep yalandır. Bu yüzden sözlerinin hiçbir kıymeti yoktur. Müslümanlar, onlar gibi sözlerini tutmamazlık edemezler. Ben bu merasimin yapılacağına dair söz verdim. Ve onun çok görkemli bir merasim olmasını emrediyorum.”
Sadrazam Damat İbrahim içini çekti. Mutsuz bir yüz ifadesiyle, kendisine karşı gösterdiği lütuf için Sultan’a teşekkür etti. Her şeye rağmen üç yaşındaki gelin ve dört yaşındaki damadın evlilik törenlerini bir biçimde ertelettirebileceğini umuyordu.
“Allah kerimdir. Allah gölgenizi hiçbir zaman üstümüzden eksik etmesin yüce Padişahım,” dedi Damat İbrahim. Yüce Hünkârının elini öptü. O ve Şeyhülislam odadan çıktılar.
Şeyhülislam sarayın kapısında Sadrazamla konuşurken içi hüzün doluydu.
“Keşke bugünleri hiç görmemiş olsaydık!” dedi.
Bostancı’yı da yanına alan Sultan Ahmet, bu sırada laleleri ile uğraşmak üzere çoktan bahçesinin yolunu tutmuştu.
4. Bölüm
Cariyenin Kölesi
Patrona Halil’in başına gelenler herkesin dilindeydi. Pazarda ona “cariyenin kölesi” adını takmışlardı. Bu durum Halil’e zarar vermedi. Aksine şimdi her zamankinden daha fazla müşterisi vardı. İnsanlar, el süremeyeceği bir cariyeyi satın alan bu adamla tanışmak istiyorlardı. Üstelik bütün ev işlerini de kendisi yapmaya başlamıştı. Sanki Halil cariyeyi değil, cariye Halil’i satın almıştı.
Patrona’nın semtinde geçimini terlik dikerek karşılayan, Musli adında eski bir yeniçeri yaşıyordu. Kimi geceler Halil’in, çatıda uyuyan Gülbeyaz’ın başında beklediğini görürdü. Halil kızın birkaç adım uzağına oturur, saatlerce başucunda beklerdi. Genellikle gece yarısına kadar hiçbir şey yapmadan öylece dururdu. Bazı zamanlarda ise orada sabahlardı. Çenesini avcunun içine alıp Gülbeyaz’ın büyüleyici çehresini izlerdi, solgun ama güzel çehresini… Zaman zaman neredeyse dudaklarını yüzüne değdirecek kadar yaklaştığı olurdu Gülbeyaz’a. Sonra aniden geri çekilirdi. Kız uyanacak gibi olduğunda ise onu sakinleştirerek uyumaya devam etmesini sağlardı. Kimse ona zarar veremezdi, Halil yanında olduğu sürece güvendeydi.
Halil, hakkında dolaşan dedikoduları hiç umursamamıştı. Gerçi nedendir bilinmez yüzü eskiden olduğundan daha solgun gözüküyordu. Yine de gücü kuvveti yerindeydi. Hatta bu meseleyle ilgili Halil’le dalga geçme cüretini gösterenler onun hiçbir biçimde güçten düşmediğini bizzat kendi deneyimleri ile öğreniyorlardı.
Bir gün yine her zamanki gibi dükkânının kapısında oturmuş bekliyordu. Gelip geçenlere karşı ilgisizdi. Dalgın dalgın etrafına bakınıyordu. Bu sırada yavaşça birisi yaklaştı yanına. Gelişini fark ettirmemek istemişti. Şefkatli bir ses tonuyla selamladı Halil’i:
“Eee, benim sevgili aşçım. Nasılsın bakalım?”
Patrona sesin geldiği yöne baktı. Gizemli misafiri Yunanlı Janaki’ydi bu.
“Ooo, sen miydin misafir? Ayrıldıktan sonra iki koca gün boyunca seni aradım. Bana hediye ederek ne kadar aptal olduğunu gösterdiğin beş bin kuruşu sana geri verecektim. Seni bulamayınca aramaktan vazgeçtim. Sonunda da paranın hepsini harcadım.”
“Bunu duyduğuma çok sevindim Halil. İnşallah paranın sana bir hayrı dokunmuştur. Peki, söyle bakalım beni bir kez daha evine misafir olarak kabul eder misin?”
“Zevkle. Ama önce bana iki konuda söz vermelisin. Birincisi benim karşılık beklemeden yaptığım şeyler için bana ödeme yapmaya kalkmayacaksın. Bu amaçla türlü dolaplar çevirmeyeceksin. İkinci olarak gece benim evimde kalamazsın. Çadırını komşum Musli’nin evinin önüne kurarsın. O bekardır. Terlik tamiri yaparak geçinir. Son derece muhterem bir insandır.”
“Neden senin evinde uyuyamıyorum?”
“Çünkü artık evimde yalnız değilim. Bir cariyem var.”
“İyi de bu sorun değil ki Halil. Ben çatıda uyurum. Sen de cariyenle birlikte evde kalırsın.”
“Maalesef bu olmaz Janaki.”
“Neden olmaz?”
“Çünkü ben aslında bir kaplanın ininde uyuyorum. Benim uyuduğum yer aslında bir fil yuvasıdır. Ben timsahların bekçilik ettiği bir kanonun üzerinde yatıyorum her gece. Ben gecelerimi akrepler ve çıyanlarla dolu bir kilerde geçiriyorum. Ya da cinlerin zapt ettiği Surem Kulesi’nde. Bu yerde cariyemle birlikte uyuyacağım, hiç olur mu?”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
Всего 10 форматов