Читать книгу Patrona Halil (Maurus Jókai) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Patrona Halil
Patrona Halil
Оценить:
Patrona Halil

4

Полная версия:

Patrona Halil

Mektubu fazla incelemeden sarrafa verdi. Böylelikle bundan sonra yapması gerekenleri ondan öğrenebilirdi. Sarraf mektubun üzerinde yazan adresi inceledikten sonra bir an büyük bir şaşkınlığa kapıldı.

“Patrona Halil!” diye bağırdı. “Sen çok mu safsın, saf taklidi mi yapıyorsun? Yoksa okuman mı yok?”

“Okumam var tabii. Ama adamın mektubu kime gönderdiği beni ilgilendirmiyor.”

“Peki öyleyse, şöyle söyleyeyim. Sen bu kişiyi çok yakından tanıyorsun. Bu mektup sana yollanmış be adam!”

Şaşkına dönen Halil, o ana kadar ilgisini çekmeyen mektubu eline aldı. Gerçekten de kendisine yazılmıştı.

“Galiba mektubu bırakan adam delinin tekiydi.

İşin tuhafı şimdi elimde bir de teslim etmem gereken para kesesi var.”

“Evet, onun üzerinde de senin adın yazıyor.”

“İyi de ben bu para kesesi ve mektupla ne yapacağım? Bunları bana emanet eden adamın kesin aklından zoru var.”

“En güzeli sen bu mektubu açıp oku. O zaman onlarla ne yapman gerektiğini de öğrenmiş olursun.”

Öyle ya. Doğrusu buydu. Bir adam kendisine gönderilen bir mektupla ne yapması gerektiğini ancak onu okuyarak öğrenebilirdi.

Mektupta şunlar yazıyordu:

“Muhterem Patrona Halil,

Sana yoksul bir adam olduğumu söylemiştim. Bu doğru değil. Aksine, Tanrı’ya şükür ki varlıklı bir adamım. Sürekli seyahat etmemin sebebi ise benden çalınan hayvan sürülerini geri almak değil benim için tüm hazinelerimden daha değerli olan kızımdır. Her nerede olursa olsun onu bulabilmek ve eğer mümkünse kaçıranların elinden kurtarabilmek için arkasında bıraktığı izleri takip ediyorum. Bana çok büyük yardımın dokundu. Benim hatrım için sarhoş yeniçeri ile kavga ettin. Evini benimle paylaştın. Kendin yerde yatarken yatağını bana verdin. Daha rahat olabilmem için kendi kaftanını bile çıkarıp bana yatak yaptın. Sana olan minnet borcumun bir karşılığı olarak, mektubun yanındaki bu küçük keseyi kabul et. İçinde beş bin kuruş var. Seni tekrar ziyaret ettiğim zaman, daha iyi koşullarda yaşadığını görebilmeyi umuyorum. Her konuda Tanrı yardımcın olsun.

Minnettar kulun,

Janaki”

“Ben demedim mi bu adam deli diye!” diye yüksek sesle söylendi Halil. “Bir deliden başka kim üç kırmızı soğan için beş bin kuruş verir?”

Konuşulanlara tanık olanlar, etraflarında toplanmıştı. Kafa kafaya vermişler, üç kırmızı soğan için beş bin kuruş veren Janaki’nin mi yoksa bu parayı kabul etmek istemeyen Halil’in mi daha saf olduğunu tartışıyorlardı. En sonunda, saflık konusunda kimsenin Halil’in eline su dökemeyeceğine kanaat getirildi. Zira hiç vakit kaybetmeden, kendisine parayı veren adamı aramaya başlamıştı. Ne var ki tüm aramalarına rağmen adamın izini bulamadı. Bu kadar para elinden çalınmış olsaydı hırsızların peşine düşüp yakalamak belki de bundan çok daha kolay olacaktı.

Janaki’nin izini bulmak için dolaşırken Halil’in yolu, üç gün önce Halil Pehlivan’la kavga ettiği yere düştü. Nerede olduğunu hemen fark etmişti. Devasa adamın kafasından akan kan izleri hâlâ yerde duruyordu. Karşıdaki evin duvarında, her ikisinin de adları yazılıydı. Anlaşılan, yaşadıkları olayı ölümsüzleştirmek isteyen yeniçeri, kendine geldiğinde parmağını kendi kanına daldırıp duvara kendisinin ve rakibini ismini karalamıştı. Üstte Halil Pehlivan’ın, altta ise Patrona Halil’in kendi isminin yazılması dikkatinden kaçmadı.

“Yok. İşte bu doğru değil,” dedi Halil kendi kendine. “Mağlup olan sendin!”. Yerden kaptığı kırmızı bir taş parçasıyla kendi adını Halil Pehlivan’ın üstüne yazdı.

Geç saatlere kadar ordan oraya koşuşturup durmasına rağmen, Janaki’nin izine rastlamak mümkün olmamıştı. Akşam karanlığı çökerken kafası çeşit çeşit düşüncelerle karmakarışık bir haldeydi. O kadar ki Et Meydanı’nda balık pazarlığı yaparken tek bir sazanın bin kuruş olduğunu söyleseler Halil birazcık olsun şaşırmazdı. Bütün geceyi, parayı nasıl saklayabileceğini düşünerek uykusuz geçirdi.

Ertesi gün yine pazarları dolaştı. Sonra adının duvarına yazılı olduğu evin olduğu yere gitti. O da nesi? Halil Pehlivan’ın adı yine kendi isminin üstüne çıkmıştı.

“Artık buna bir son vermeli,” diye homurdandı Halil. Bir hamal çağırdı. Hamalın omuzlarının üzerine çıkarak adını evin saçaklarının hemen altında bulunan bir noktaya yazdı. Böylece Halil Pehlivan’ın adı artık kendi isminin üstüne çıkamayacaktı. Patrona Halil, altta kalmayı kabullenmeyen bir tabiata sahipti. Kendisinden üstün başka bir insanın varlığı düşüncesi ona ıstırap veriyordu. Evine doğru giderken Çırağan Sarayı’nın yanından geçti. O geçtiği sırada, Padişah Sultan III. Ahmet, Sadrazam’ı Damat İbrahim, Kâhya Bey, Kaptan-ı Derya ve Ayasofya Vaizi İspirizade sarayın çevresinde geziniyorlardı. Onları fark edince yere kapandı. O sırada kalbinin derinliklerinden gelen bir sesin ona şöyle fısıldadığını hissediyordu: “Bir gün gelecek şimdi benim yaptığım gibi siz de benim karşımda eğileceksiniz. Benim, Patrona Halil’in, işportacının… Evet evet siz, imparatorluğun ve evrenin tüm efendileri.”

Halil, evrenin efendileri maiyetleri ile beraber yanından geçip giderken kafasını kaldırmadığı için çok şanslıydı. Aksi halde Sultan’ın önünde, elinde palasıyla yürüyen Halil Pehlivan onu tanıyabilirdi. Bu durumda yeniçeri, Halil’in kafasını ortadan ikiye ayırıverdi. Hiç kimse de gariban işportacının başına gelenleri sorgulamaz, Halil canından olduğu ile kalırdı.

2. Bölüm

Gülbeyaz

Patrona Halil’in dükkânı pazardaki yerini almıştı. Halil, tütün, uzun tütün çubuğu ve pipo sapları satıyordu. Yaptığı iş çok kârlı sayılmazdı. Tezgâhında, âlemcilerin en önemli gözdesi olmasına rağmen afyon bulundurmuyordu. Zaten haline ve tavrına bakan birisi, onun uyuşturucu satmadığını kolaylıkla anlayabilirdi. Ruhu uyuşturan böyle şeyleri tezgâhında satmayacağına dair kendi kendine söz vermişti. Ne zaman bu konudaki kararlılığında bir gevşeme hissetse kendisine verdiği bu sözü aklına getirirdi. Zaman zaman etrafına topladığı komşularına bu mesele hakkında söylevler veriyordu. Afyon belasını inançlı insanların başına, onları mahvetmek isteyen şeytan musallat etmişti. Afyon cinlerin pisliğiydi. Buna rağmen Müslümanlar bu pis şeyi ağızlarına alıp çiğnemekten, dumanını içlerine çekmekten çekinmiyorlardı. Bu yaptıkları onlar, gelecek kuşaklar ve tüm İslam dünyası için büyük bir felakete neden olacaktı. Komşuları onu karşı çıkmadan dinleseler de olabildiğince fazla miktarda afyon satmaya devam ediyorlardı. Zira afyon ticareti benzerleri arasında en kârlısıydı. Meseleyi kendi aralarında da tartıştıkları oluyordu. Herhangi bir kişi bıçakla kendi boğazını kesebilir diye tezgâhlarda bıçak satmaktan vazgeçmek akıllıca bir iş miydi? Halil’in ticaretten anlamadığı çok açıktı. Elde ettiği küçük kârla mutlu oluyor ve asla daha fazlasını istemiyordu.

Birdenbire beş bin kuruşa sahip olan Halil, ne yapacağını şaşırmıştı. Gerçekten arzuladığı şey, erişemeyeceği kadar uzaktaydı. Gönlünde yatan arzu; donanma filolarını, savaş düzenindeki şanlı orduları yönetmekti. Şehirler ve kaleler inşa etmek; bir emriyle yükselttiği paşaları bir diğeriyle indirmek istiyordu. İçinde her şeye hakim olma arzusu vardı. Ne yazık ki sahip olduğu beş bin kuruş, bu hayallerin gerçekleşebilmesi için yeterli değildi. Bir açıdan bakıldığında çok fazla gözüken bu para, hayallerinin büyüklüğü karşısında çok küçük kalıyordu. Sonuç olarak elindeki parayla ne yapacağını hâlâ bilemiyordu.

Dükkânı, pazarın nispeten daha tenha bir bölümüne bakıyordu. Bu boş alan, pazarın esnaflara ait dükkân ve tezgâhların bulunduğu bölümünden yüksek demir korkuluklarla ayrılmıştı. Burası, kölelerin en aşağı sınıfının alınıp satıldığı bir köle pazarıydı. Halil dükkânından burada yaşananları izlerdi. Her gün yirmiye yakın insan, tezgâhtaki mallar gibi sergilenir ve satışa sunulurdu. Artık alışmıştı bu manzaraya.

Köle pazarında, şair ve romancıların anlatmaktan çok hoşlandığı dokunaklı manzaralardan eser yoktu. Lafın gelişi burada Derbend’in zengin tüccarının en yüksek teklifi verenlere sunduğu şehvet dolu mucizevi güzelliklere rastlayamazdınız. Erkeklerin sert bakışlarını üzerlerinde fark ettiklerinde yanakları kızaran ve yeni efendilerinin kendilerini çağıran sesleriyle gözleri dolan Çerkez ve Gürcü bakireler hani neredeydi? Bu civarda böyle şeyler yoktu. Burası yıllarca kullanıldıktan sonra bir kenara atılan işe yaramaz esirlerle doluydu. Derileri buruş buruş olmuş yaşlı zenci kadınlar, artık hiçbir işe yaramayan, içleri kinle dolu eski beslemeler… Bu insanlar emirlerini yerine getirecekleri yeni sahiplerinin kim olacağı konusunda tam bir kayıtsızlık içerisindeydiler. Ne kadar kaliteli olduklarını ballandıra ballandıra anlatan mezatçının konuşmalarını da aynı kayıtsızlık içerisinde dinliyorlardı. İstekli alıcılar işlerine yarayıp yaramayacaklarını anlamak için dişlerini, kollarını ve bacaklarını inceledikleri sırada sanki orada değillermiş gibi davranıyorlardı.

Halil her zaman olduğu gibi, pazardaki dükkânının önünde oturuyordu. Bu sırada çığırtkan, köle pazarının ortasında beliriverdi. Peçeli bir cariyenin elini tutuyordu. Bağırarak anlatmaya başladı:

“Merhametli Müslümanlar! Hele bir bakın. Sizlere haşmetli Sultanımızın hareminden bir odalık getirdim. Kendisi bizzat Padişahımızın emriyle açık artırmaya çıkarılmıştır. Bu odalığın ismi Gülbeyaz’dır. On yedi yaşındadır. Dişleri tamam, sağlığı yerindedir. Cildi temiz, saçları gürdür. Dans edip şarkı söyleyebilir. Elinden, kadınlara özgü her iş gelir. En yüksek ücreti veren ona sahip olacak, satış geliri ise dervişler arasında pay edilecektir. Şimdiden onun için iki bin kuruş verenler vardır. Gelin ve inceleyin onu. Kim daha fazlasını verirse ona sahip olacak.”

“Aman Allah korusun!” dedi akıllı bir tüccar. “Böyle bir kıza sahip olmanın bir sürü para verip Padişah’ın gazabını satın almaktan ne farkı var?” Esnaflar, aklın yolu birdir deyip tezgâhlarının gerisine doğru çekildiler. Sultan’ın hareminden çıkarılan bir odalığı almaya kalkan bir adamın başına nelerin gelebileceğini çok iyi biliyorlardı. Bu cüreti gösteren bir kişiden, evinin duvarlarına intikam meleklerinin adını yazmasını ya da muskasını ayaklarının altına alıp çiğnemesini de bekleyebilirdiniz. Sultan’ın attığı bir çiçeği yerden kaldırıp koklamak, akıllı bir adamın yapacağı iş değildi.

Çığırtkan, yanında köle kızla birlikte pazarın ortasında kalakalmıştı. Esnaflar, dükkânlarına girmekle kalmamışlar; kapılarını koruyan demir parmaklıklarını da indirmişlerdi. Sanki bu hareketleriyle “Çok teşekkür ederiz ama biz böyle bir hediyeyi kabul edemeyiz,” demeye çalışıyorlardı.

Hâlâ dükkânının önünde duran tek bir adam kalmıştı: Patrona Halil. Sadece o, köle kızı dikkatli bir şekilde inceleyecek cesarete sahipti.

Belki de acımıştı köle kıza. Zavallı kız kim bilir nasıl tir tir titriyordu şimdi. Topuklarına kadar uzanan örtü, kızın ne halde olduğunu tam olarak anlamasına izin vermiyordu. Sadece gözleri görünebiliyordu kızın, gözleri yaşlıydı.

“Gel bakalım. Onu dükkânıma getir,” dedi Halil çığırtkana. “Ortalık yerde durmasın, bütün gözler onun üstünde.”

“İmkânsız,” diye yanıtladı çığırtkan. “Bana verilen emirleri yerine getirmezsem kellem gider. Örtüsünü sıradan kölelerin satışa sunulduğu açık artırma alanında açmam emredildi. Onun için ne kadar ödeme yapıldığını da herkesin duyabileceği bir şekilde buradan ilan etmem gerekiyor.”

“Bu kızın günahı nedir? Neden böyle rezilce davranıyorsunuz ona?”

“Patrona Halil!” diye yanıtladı çığırtkan. “Sen bu soruyu hiç sormamış ol. İkimiz için de en iyisi bu. Ben bana ne denildiyse onu yapıyorum. Kızı tanıtmak, elinden ne işlerin geldiğini anlatmak benim vazifem. Eksik de söylemem fazla da. Hiç kimseye ne almasını ne de almamasını tavsiye ederim. Allah hepimizin alnına ne yazdıysa başımıza gelecek olan da odur.” Lafı biter bitmez, kızın başındaki örtüyü çekip çıkardı.

Aman yarabbi! Ne güzel kızdı gerçekten. Ne gözler ama. Konuşuyorlar sanki. Bir adam bu gözlere yeterince uzun süre bakarsa ne çok şey öğrenebilirdi. Kim bilir belki Kur’an’ın tümünde yazılandan daha fazlasını. Ne de güzel dudaklardı! Sadece bu dudakları izlemek için sonsuza dek sarayın kapısının önünde beklenebilirdi. O nasıl bir beyazlıktı öyle. Gerçekten de Gülbeyaz adını hak ediyordu. Yanakları beyaz güller gibiydi. Ve yanaklarından akan gözyaşları, güllerin üzerindeki çiy tanelerini andırıyordu. Güldüğünde nasıl olurdu bu gözler? Kim bilir hafifçe kızardığında nasıl da tatlı bir hal alırdı? Konuştuğunda ya da arzuyla ürperdiğinde kim bilir ne güzeldi bu mükemmel ağız…

“Uzaklaştırma onu” dedi çığırtkana. “Kimseye gösterme ki hiç kimse onu almaya cüret etmesin. Ben sana onun için hiç kimsenin vermeyi düşünemeyeceği bir para ödeyeceğim, tam beş bin kuruş.”

“Öyle olsun,” dedi çığırtkan. Tekrar örttü kızı. “Nasılsa kızı gördün. Parayı getir kızı al.”

Halil, içeri girip keseyi aldı. Çığırtkana teslim etti. Kesedeki paraya hiç dokunulmamıştı. Odalığın elinden tuttu. Artık kızla yan yanaydılar.

Halil, bir dakika bile kaybetmeden dükkânının kapısını kilitledi. Elinden tuttuğu odalığını yalnız ve yoksul evine götürdü.

Yol boyunca kız tek bir kelime bile etmedi.

Halil, eve vardıklarında kızı ocağın yanına oturttu. Yumuşak bir tonda konuşmaya başladı:

“Burası benim evim. İçeride gördüğün ne varsa bundan sonra ikimizindir. Gerçi çok bir şeyimiz yok, burada süslü eşyalar da bulamayacaksın. Fakat istediğin gibi girip çıkmakta serbestsin, kimseden izin almana gerek yok. Burada iki kuruş var. Bununla bize bir akşam yemeği hazırla.”

Halil, kızı evde yalnız başına bırakıp pazara geri döndü. Akşam saatlerine kadar da geri dönmedi.

Bu sırada Gülbeyaz iki kuruşla alabildiği malzemelerle akşam yemeğini hazırlamıştı. Halil akşam eve döndüğünde Gülbeyaz, onun tabağını önüne koyup yanından uzaklaşarak kapının eşiğine oturdu.

“Oraya değil, gel de yanıma otur,” dedi Halil. Odalığın titreyen elini sıkıca tutarak onu yanı başındaki mindere oturttu. Kızın tabağına pilav koydu ve onu güzel sözlerle cesaretlendirerek yemeğe davet etti. Odalık, kendisine söyleneni yaptı. O ana kadar tek bir kelime bile etmemişti. Yemeğini bitirdiğinde Halil’e döndü ve kısık bir sesle konuşmaya başladı:

“Altı gündür hiçbir şey yememiştim.”

“Ne?” şaşkınlıkla çığlık attı Halil. “Altı gün! Korkunç! Kim yaptı bu zulmü sana?”

“Kendim! Ölmek istedim çünkü.”

Hafifçe başını salladı Halil.

“Bu kadar gençsin ve ölmek istedin ha? Peki, söyle bakalım hâlâ ölmek istiyor musun?”

“Gördüğün gibi artık istemiyorum.”

Halil, kıza karşı büyük bir yakınlık hissetmeye başlamıştı. Daha önce hiç kimseye âşık olmamıştı. Fakat şimdi; kara kirpiklerinin gölgesi solgun yanaklarına düşen kızın donuk çehresindeki hüznü izlerken, bir peri kızının karşısında olduğunu hayal ediyordu. Bu sıradışı cazibenin etkisiyle içinde yepyeni bir insanın ortaya çıkmakta olduğunu fark etmişti.

Halil, böyle bir coşkuyu en son ne zaman hissettiğini hatırlayamıyordu. Şu an ise bu güzel hizmetçinin karşısında otururken kalbi göğsünden fırlayacak gibiydi. Şairin sözleri ne kadar da doğruydu: “Gerçekte iki dünya vardır: Biri güneşin altında, diğeri de bir genç kızın yüreğinde.”

Bir süre, kendinden geçmiş bir biçimde, güzel cariyeyi izledi. Kızın hoş yüzü, şehvet uyandıran sinesi ve her bakımdan bir huriyi andıran görüntüsüne hayran kalmıştı… Nasıl bir güzellikti bu böyle, ne kutsal bir güzellik. Sonra, bu güzelliğin kendisine ait olduğunu hatırladı. O bir cariyeydi. Ona sahip olan kişi onunla birlikte olma hakkına da sahipti. Bu düşünce heyecanlandırdı Halil’i. Kız onu yumuşacık kadife kolları ve simsiyah dalgalı bukleleri ile saracaktı. Ah bu kırmızı dudaklar ne de tatlıydı. Bu kar beyazı göğüsler ne kadar da dolgun ve ateşliydi. Bu düşüncelerin dolaştığı zihni büyük bir neşeyle doldu.

Hâlâ ona nasıl seslenmesi gerektiğine karar verememişti. Daha önce hiç cariyesi olmamıştı. Cafcaflı kibar laflara bir türlü dilini döndüremezdi zaten. Bir kadını etkilemek için ona neler söylenmesi gerektiğini de bilmiyordu.

“Gülbeyaz,” diye mırıldandı boğuk bir sesle.

“Emrinize amadeyim efendim.”

“Benim adım Halil. Sen de bundan sonra bana Halil de.”

“Emrine amadeyim Halil.”

“Bırak şimdi emirleri. Gel yanımda otur. Hadi, yaklaş biraz.”

Kız yanına oturdu. Şimdi iyice yaklaşmıştı Halil’e.

İşin en kötü yanı, Halil’in kıza ne söylemesi gerektiğine dair en ufak bir fikri olmamasıydı.

Kız ise üzgün ve ilgisizdi. Köle kızlardan beklendiği gibi ağlayıp zırlamıyordu. Halil kızın kendisine başından geçenleri, neden böyle hüzünlü olduğunu anlatmasını çok isterdi. Böylelikle konuşmak onun için de kolaylaşmış olacaktı. Hem bu sayede kızı teselli edebilirdi. Tabii ki tesellinin arkasından aşk gelecekti.

“Anlat bakalım Gülbeyaz,” dedi. “Nasıl oldu da Sultan seni pazarda satışa çıkardı?” Kız büyük siyah gözleriyle baktı Halil’e. Uzun kara kirpiklerini kaldırdığında sanki iki siyah güneş çıkmıştı ortaya. Hareketsiz ve hüzünlü bir şekilde bakmaya devam etti. “Yakında öğrenirsin,” diye mırıldandı Gülbeyaz.

Halil, ateş parçasına yaklaştıkça arzularının giderek daha fazla şiddetlendiğini hissediyordu. Bu güzelliğe tanık olan gözleri ışıl ışıldı. Kızın elini tuttu ve dudaklarına götürdü. O da nesi? Nasıl bu kadar soğuk olabilirdi bu eller! Alın size bir sebep daha. Bu elleri öpmesi, sinesinde ısıtması lazımdı. Ne var ki bütün çabasına rağmen bu küçük elleri ısıtmakta başarısız kaldı. Kızın elleri bir ceset kadar soğuktu.

Herhalde bu dolgun göğüsler, bu kışkırtıcı dudaklar o kadar soğuk olamazdı. Tutkuyla kendini kaybeden Halil kızı kucakladı. Kızı göğsüne doğru çekip bastırdığı sırada, kendi kendine mırıldandı kız; sesi yürekten bir yakarışı andırıyordu: “Kutsal Meryem.”

Kızın uzun siyah saçları yüzüne döküldü. Halil, kucaklamasının kızın yüzüne biraz olsun renk getirip getirmediğini görmek için saçlarını düzeltti. Hayret! Kızın yüzü her zaman olduğundan daha beyaz görünüyordu. Bütün canlılık izleri kaybolmuştu. Gözleri devrilmişti, dudakları kapalıydı ve iyiden iyiye morarmıştı. Yoksa? Yoksa yanı başında bir cenazeyle mi beraberdi Halil?

İnanmak istemedi. Kızın ölü taklidi yapıyor olabileceğini düşündü. Elini kızın güzel göğsünün üzerine koydu. Kalp atışlarını hissedemedi. Kız, tüm yaşam belirtilerini kaybetmişti. Onunla ne yapacaktı şimdi? Göğsünün üstünde bir ölü yatıyordu.

Halil’in kalbini, tüm şehvetini söndüren buz gibi bir korku kapladı. Kızı ürkekçe uzaklaştırdı kendinden ve geri bıraktıktan sonra korkuyla fısıldadı:

“Uyan hadi. Sana zarar vermeyeceğim. Sana zarar vermeyeceğim.”

Kızın parlak kaftanı göğsünün altına doğru kaymıştı. Eliyle düzeltti. Ve dehşet içerisinde bu güzel cesedi izlemeye devam etti.

Kısa bir süre sonra kızın dudakları aralandı, Gülbeyaz yeniden nefes alıyordu. Çok geçmeden büyük kara gözlerini açtı. Dudakları yeniden eski koyu kırmızı rengindeydi. Gözlerinin büyüleyici parlaklığı, yüzünün beyaz gülleri andıran kırılgan tazeliği yeniden eski halini almıştı. Göğsü yükselip alçalıyordu.

Halil’in onu yatırdığı halıdan doğruldu. Etrafta dağınık duran bulaşıkları toplamaya başladı. Birkaç dakika geçtikten sonra ise şaşkınlığını frenleyemeyen Halil’e fısıldadı:

“Artık Padişah’ın neden adi bir köle gibi pazarda satılmamı emrettiğini biliyorsun. Herhangi bir adam beni kucakladığı anda bir ölüden farksız hale geliyorum. Ancak beni bıraktıktan kısa bir süre sonra eski haline dönüyor bedenim. Beni öpmeye kalktıklarında dudaklarım buz kesiyor. Bana sarıldıklarında hissettiğim kalp atışları midemi bulandırıyor. Benim asıl adım Gülbeyaz değil, ölü beyaz!”

3. Bölüm

Sultan Ahmet

Sarayın pencerelerine güneş vurmuştu. Padişah için dua etmekle görevli iki ulema geri çekilmişti. Kapı Ağası ve Anahtar Oğlanı, aceleyle Padişah’ın soyunma odasına giden yoldaki kapıları açmaya çalışıyorlardı. Onu orada, sarayın en mümtaz şahsiyetleri beklemekteydiler. Giysilerin efendisi Has Odabaşı, Sultan’ın kıyafetlerini giymesine yardımcı olan Çobodar, kuşağını belinin etrafına dolayan Dülbendar, Sultan’ı tıraş etmekle görevli Berberbaşı, Sultan’ın ellerini yıkayan İbriktar Ağa, Sultan’ın ellerini kurulayan Peşkircibaşı, Sultan’a nefis içecekler hazırlamakla görevli Şerbetçi-başı ve dikkatli bir şekilde tırnaklarını kesen Tırnakçı. Tüm bu asil kişiler, Sultan’ı fark ettiklerinde yerlere kadar eğilerek selamladılar. Üzerinde ihtişamlı oyma kapıların bulunduğu yoldan soyunma odasına doğru ilerlemesi için Sultan’ın önünü açtılar.

Burası basit, altıgen bir odaydı. Altın işlemeli afili pencereleri vardı. Duvarlara mor kuvars taşlarıyla süslemeler yapılmıştı. Topaz ve süsenle yapılan parlak çiçek kabartmalarının arasında belirgin bir biçimde göze çarpan sümbül rengi arka plan, odanın güzelliğinin asıl kaynağıydı. Sultan değerli taşlara çok düşkündü. Giysileri pırıl pırıl parlayan görkemli elmaslar, yakutlar ve incilerle süslüydü. Bütün parmaklarında, ışıldayan yüzükler vardı. Şatafatın onun hayatında çok önemli bir yeri vardı. Çehresi de aynı ölçüde ihtişamlıydı. Zarif, kibar ve ışık saçan bir yüzdü bu. Bir baba şefkati vardı yüzünde. Yüz yüze geldiği herkesi sevecen bakışlarla izlerdi. Düz ve hassas alnında hemen hemen hiçbir kırışıklık yoktu. Sahibi hiçbir zaman öfkelenmeyeceğinden, belki de hiç kırışmayacaktı. Bakımlı, siyah saçlarında tek bir beyaz bile yoktu. Sanki gamın, kederin ne olduğunu hiç duymamıştı. Her daim mutlulukla doluydu.

Gerçekten de onun neşesini kaçırmak mümkün değildi. Yirmi yedi yıl boyunca tahtta kalmıştı. Bu yirmi yedi sene içerisinde hiç sevindirici olmayan pek çok gelişme yaşanmıştı. Neyse ki Allah onu, bu olaylar karşısında kayıtsız kalabilmesini mümkün kılan huylarla donatmıştı. Aslına bakılırsa kendi canını bile fazla düşünmüyordu. Gerçek bir filozof olarak her koşulda kendini mutlu edecek bir şeyler bulabiliyordu. Güzel kadınları ve güzel çiçekleri seviyordu. Ve her ikisine de fazlasıyla sahipti. Bahçesi, Kanuni Sultan Süleyman’ınkinden bile daha olağanüstüydü. Sahip olduğu otuz bir çocuk, hareminde de hiç canının sıkılmadığının en güzel deliliydi.

O gün, Sultan’ın keyfi fazlasıyla yerindeydi. Gece alışılmadık hoş rüyalar görmüş olabilirdi. Gözde eşi güzel Adsalis’in onu anlattığı sıradışı hikâyelerle eğlendirmiş olması da mümkündü. Belki de yeni bir lalenin açmasına tanıklık etmişti. Herkese el öptürdüğü sırada, arkasındaki minderi düzeltmekle uğraşan sadık hizmetkârı Berberbaşı’nın kırmızı tombul yanaklarını hafifçe tokatladı. Berberbaşı, henüz Zara kasabasında bir berber çırağıyken bile tombul yanaklıydı. Yine de bu yanakların şimdiki hallerini almaları Berberbaşı’nın yüksek makamlara gelmesinden sonra mümkün olabilmişti.

“Allah razı olsun Berberbaşı, ellerin dert görmesin. Anlat bakalım, şehirde yeni haberler var mı?”

İstanbul’da da berberler dedikoduları büyük bir ilgi ile takip ederlerdi. Berberbaşılık makamına bile gelmiş olsalar, bu durum değişmezdi. Bu sayede en ilginç dedikoduları anlatarak tıraş ettikleri müşterilerini rahatlatırlar, sıkılmalarına engel olurlardı.

“Eğer değersiz kölenizin her şeyi duyan zavallı kulakları ile işittiği değersiz sözleri dinleme lütfunda bulunursanız, size İstanbul’da yaşanan ilginç bir olayı anlatabilirim.”

Sultan bir parmağından çıkarıp diğerine taktığı yüzüğüyle oynamaya devam ederken, “Bana emir buyurmuştunuz kudretli Padişahım” dedi Berberbaşı. Sultan’ın başındaki inci nakışlı kavuğu çıkardıktan sonra devam etti: “Bana haremden kovulduktan sonra Gülbeyaz’ın başına ne geldiğini öğrenmemi emir buyurmuştunuz. Akşamdan sabaha, sabahtan akşama; ev ev dolaştım. Dikkatli bir şekilde araştırma yaptım. Onlardan biri gibi giyinerek pazar esnafının arasına karıştım. Konuşturup ağızlarını aramaya uğraştım. Sonunda olan biteni öğrenebildim. Duyduğuma göre uzun süre kimse kızı almaya cesaret edememiş. Öyle ya, dünyanın en büyük hükümdarının fırlatıp attığını yerden kaldırmaya kim cüret edebilir? Hünkârımızın nargilesinden dökülen küllerin bile üzerine kimse ayak basmamalıdır. Buna rağmen kızın cazibesine kapılıp eceline susayan akılsız bir adam çıkmış. Beş bin kuruş verip kızı çığırtkandan satın almış. Bu beş bin kuruş da zaten sahip olduğu yegâne paraymış. Evinde ağırladığı yabancı bir tüccar vermiş ona.”

“Adı neymiş bu adamın?”

“Patrona Halil.”

“Peki, sonra ne olmuş?”

“Adam, güzelliği herkesin başını döndüren bu kızı alıp evine götürmüş. Kızın başına gelenlerden habersizmiş. Sadrazam Damat İbrahim’in köşkünde yaşananları, Beyaz Şehzade’nin, hareminde tanık olduğu şeyleri bilmiyormuş. Kızı sadece seyretmenin bile nasıl bir zevk olduğu malum. Bu güzelliğin karşısında insanın aklını kaybetmesi işten bile değil. Hele hele onun asla koparılmaması gereken bir çiçek olduğunu bilmeyenlerin vay haline. Cennetteki hurileri bile utandırabilecek olan bu güzellik, bir adamın kollarındayken kaskatı kesilip bir ceset halini alıyor. Ne Padişahımızın güneş yüzünün sıcaklığı ne de Sadrazam’ın gazabı… Ne Haseki Sultan’ın kırbaç darbeleri ne de Beyaz Şehzade’nin yalvarışları… Hiçbiri kızı bu ölümü andıran baygınlık halinden kurtarmak için yeterli olmadı.”

bannerbanner