
Полная версия:
Yeryüzünün tarihi

Şekil 2.8 Scheuchzer’ın “Bir adam, Tufan’ın Tanığı ve Kutsal Elçi” gravürü (Homo diluvii testis et theoskopos, 1725). Eğitimli bir doktor olarak Scheuchzer’in bu fosilin, her ne ise, kesinlikle insan olmadığını anlamış olması gerekirdi. Belki de Woodward’un bilimsel yargı yeteneği, tüm fosillerin korkunç Tufan’ın kalıntısı olduğu yorumunu koşulsuz kabul etmesi yüzünden yanlış bir yola sapmıştı (Bir asır sonra önde gelen karşılaştırmalı anatomist Georges Cuvier tarafından bu foslin nesli tükenmiş bir amfibi, devasa bir semender yani kuyruklu kurbağa olduğu belirlendi).
18. yüzyılın başında diğer birçok doğabilimci, Woodward’un Tufan’ın karakteri ve nedeni hakkındaki spekülatif fikirlerini benimsemiş olsalar da olmasalar da, fosillerin artık tarihsel gerçeklik konusunda olağanüstü bir sav oluşturduğunu iddia ederek onu izlediler. Bunların arasında, Woodward’un kitabının Latince tercümesini yayımlayarak uluslararası boyutta erişilebilir olmasını sağlayan İsviçreli doktor Johann Scheuchzer de bulunuyordu. Woodward gibi Scheuchzer de verimli bir şekilde ürettiği yayınlarında, organik kökenli tüm fosilleri İncil’de yer alan büyük olaya bağlamıştı. Yarım asır önce Kircher, Tufan öyküsü hakkındaki yazılı yorumunu Nuh’un gemisine binmiş olması gereken tüm canlı hayvanların resimli anlatımlarıyla süslemişti. Scheuchzer, oldukça benzer bir derlemede aynı olaya değinirken canlı hayvanların değil kendi mükemmel fosil koleksiyonunun resimli listesini kullanmıştı. Bu çok önemli bir değişiklikti. Fosiller, Tufan’ın kalıntıları olan doğal eserler olarak şimdi yeryüzünün kendi tarihiyle ilgili süregelen tartışmanın odak noktası olmuştu. Hatta Scheuchzer örneklerinden birinin, kendi neslini o korkunç olay hakkındaki tarihsel gerçek konusunda uyarmakla görevli bir adamın, “Tufan’a tanık olan kutsal bir elçinin” iskeleti olduğunu bile iddia etmişti. Kendini, bu eşsiz fosilin, çok sayıda bitki ve hayvanın kalıntılarını gömen olayın aslında Nuh’un döneminde yaşayanların da hayatlarını kaybettiği büyük Tufan olduğuna ilişkin daha önce eksik olan belirleyici kanıt olduğuna ikna etmişti.
Fosillerin tufan sonucu oluştuğu açıklamasına tabii ki itiraz edildi. Bu açıklama, Genesis’teki anlatının kelimesi kelimesine yorumundan çok uzaktı. İncil’de belirtildiği üzere yalnızca “kırk gün” devam eden bir tufanın süresi, (sonradan kaya tabakaları halinde birleşen) bütün o kalın tortu tabakalarını oluşturmaya ve bütün bu kabuklu deniz hayvanlarını ve diğer fosilleri bu tortunun içine yerleştirmeye yetecek kadar uzun muydu? Veya her biri, bir tür mega tsunamiyle aniden ve şiddetle karaya savruldularsa bu durum, İncil’de sözü geçen deniz seviyesinin yükselmesi ve geri çekilmesinin Nuh’un gemisinin çok önemli yolculuğunu hiç zarar görmeden tamamlamasını sağlayacak kadar sakin olmasıyla bağdaştırılabilir miydi? Bu tür sorular, ilk defa olmasa da kaçınılmaz bir şekilde, eleştirel İncil yorumlarının gerekliliğini gündeme getiriyordu.
Geriye dönüp bakıldığında Woodward’un, Scheuchzer’ın ve bunlardan esinlenen başkalarının çalışmalarını, İncil’deki Tufan’ın tarihsel gerçekliğini kanıtlama konusunda aptalca bir saplantının değersiz ürünleri diyerek göz ardı etmek çok kolay olurdu. Ancak onların Tufan sonucunda oluşanlarla ilgili teorileri, hâlâ yeni bir fikir olan yeryüzünün, doğal eski eserlerindeki maddi kanıtlarla yeniden canlandırılabilecek gerçek bir fiziksel tarihi olduğu görüşünün oluşturulmasına yardımcı olmuştu. Ayrıca bu çalışmalar, doğabilimcilerinin fosillere odaklanmasını sağlamış ve sonradan yeryüzünün tarihini beklenmeyen derecede verimli bir şekilde araştırılmasına katkı sağlamıştı.
Yeryüzünün Tarihini Çizmek
Ancak o dönemde doğal yeryüzü hakkında –eşsiz ve büyük Tufan olayı dışında yeryüzünün ve canlı varlıklarının olaylara dayanan bir tarihleri olduğunu gösterebilecek çok az şey biliniyordu. 18. yüzyılın başında bile Tufan’dan önce belirgin doğal olaylar veya dönemler dizisi olabileceği fikri, herhangi bir fosil kanıtından çok Yaratılış anlatısından destek ve ilham alıyordu. Bunun çarpıcı bir örneği, Scheuchzer’ın, ilk Yaratılış öyküsünün altı “gününü” anlatan “altı günlük” resimli sahne dizisiydi. Kutsal tarih hakkında hazırladığı ve engin bilimsel bilgilerini tamamen kullandığı devasa resimli yorumunun (Physica Sacra, 1731-1735; bu dönemde “fizik” kelimesi çok genel anlamda kullanılıyordu) başlarında yayımlanmıştı.
Bu resimler, asıl Yaratılış haftasında art arda yaşananlara dair dünyanın hayali görüntülerini sunuyordu. (Çalışmaların büyük bir çoğunluğu, Tufan’dan başlayarak çok daha sonra yaşanan olayları betimliyordu). Örneğin “üçüncü gün”deki cansız bir manzarayı, olgun ağaçlar ve tanıdık canlı bitkilerle dolu bir başka resim izliyordu. Sonra, “altıncı gün”de yine canlı olmak üzere çeşitli hayvanlarla yeni doldurulmuş bir Cennet Bahçesi resmini, Âdem’in idareyi almaya geldiği bir başka resim izliyordu. Scheuchzer gerçekten de bunların her birinin yirmi dört saatlik günler olduğunu mu düşünmüştü? “Günler”in pekâlâ daha uzun süreli, hatta sonsuz uzunlukta olduğu sonucuna varırken başka yorumculardan –kabul gören İncil yorumu ilkelerinden– etkilenmiş olabilirdi. Buna rağmen Scheuchzer’ın muhteşem sahnelerinde, bu uzak dönemlerin olası kanıtları olarak kendi büyük fosil koleksiyonundan hiç eser yoktu. Daha önce de belirtildiği gibi bütün fosillerini, eserin daha sonraki bölümlerinde, Tufan öyküsünde kullanmıştı.
Zaman çizelgesinden bağımsız olarak, Scheuchzer’ın sahnelerinin en önemli özelliği, bunlara ilham veren Genesis öyküsü gibi, yaşamsız bir dünyayla başlayıp sırasıyla bitki yaşamının, deniz yaşamının, daha üst düzey karasal yaşamın ve sonunda insan yaşamının eklenmesiyle tutarlı bir sıra oluşturmalarıydı. Bu sahneler görsel olarak doğa dünyasının kendine özgü anlaşılabilir bir tarihi olduğu duygusunu güçlendiriyordu, gerçi bir yandan da bunun uzun insanlık tarihi içinde yalnızca kısa bir başlangıç olduğu hayal ediliyordu. Bu tarihin başlangıcı insanlık öncesiydi ve en eski aşaması yaşam öncesi olmuştu. Ancak böyle bir silsile fikri ve bunun kanıtı, neredeyse tamamen Genesis’ten alınmıştı, doğa dünyasının kendisinden değil.

Şekil 2.9 Yaratılış öyküsünün canlandırılması: Scheuchzer’ın hayali tarih sahnelerinden biri, İncil hakkındaki birkaç ciltlik resimli yorum kitabı Physica Sacra’nın (1731-1735) başlangıcına yakın bir yerde basılmış. Bu gravür, “altıncı gün yapılan iş” hakkında olup, Adem’in yaratılışından hemen önceki yeryüzünü göstermektedir. Altyazı, hem uluslararası hem de daha yerel Almanca konuşan okuyuculara hitap etmek için Latince ve Almanca’dır. Sahne süslü Barok çerçeve içinde yağlıboya bir resim gibi gösterilmektedir; sanki zamanda yolculuk yapan bir doğabilimcisi tarafından betimlenebileceği şekilde geçmişin resmini oluşturmaktadır. Scheuchzer’ın tüm resimleri kutsal veya dindışı tarihten sahneleri anlatmak için kullanılan sanatsal gelenekleri benimsemişti. Burada da Cennet Bahçesi’nden sahneler kullanılmıştı. Hayvanlar ve bitkiler için canlı örnekler model alınmıştı ama bu tür resimler sonradan, o zamanda yaşayanlar, bugün bilinen canlı türlerinden çok farklı olabilecek olsa da, yeryüzünün çok daha derin tarihiyle ilgili hayali sahnelere model oluşturmuştu.
Ama bu, gereken doğal kanıt bulunursa veya bulunduğu zaman, kolaylıkla genişletilerek çok daha geniş bir zamanı kapsayacak şekilde doldurulabilecek bir yeryüzü tarihi taslağıydı. Ne var ki, bu bölümün odaklandığı 17. yüzyılın sonlarında ve 18. yüzyılın başında, Ussher gibi kronoloji uzmanlarının özenle nicel hale getirdiği geleneksel kısa zaman ölçeğinin bu şekilde uzatılmasını gerektirecek bir olay yokmuş gibi görünüyordu. Sadece bu tartışmaların uç noktalarında ve sadece arada sırada birkaç bilgin, birkaç bin yılın artık bilinmeye başlanan her şeye yetip yetmediğinden kuşku duyduklarını ifade etmişlerdi. Örneğin, büyük İngiliz doğabilimci John Ray, birçok fosilin aslında gerçekten organik olduğuna ikna olmuş olsa da Woodward’un Tufan açıklamasını tatmin edici bulmamıştı ve bir başka bilgine yazdığı mektupta, buradan “yeryüzünün yeniliği konusundaki kutsal tarihi şaşırtacak bir dizi sonuç çıkabilir,” demişti. Ancak o yola girmekte tereddüt ettiyse bunun nedeni, kutsal kitabın tarih olarak güvenilirliğini sorgulamayı gerektirmesi gibi görünüyordu. Oysa o ve o dönemde yaşayanların çoğu buna kesin gözüyle bakıyordu. Bu tür kuşkuların pek rahatsız etmediği Hooke, fosiller gibi doğal eski eserlerin, insan eliyle yapılmış antika eserlerin çoğundan çok daha eski olabileceğini ileri sürmüştü. Ancak onun bile fosillerin, insanoğlunun en eski veya “mitolojik” çağından daha eskiye uzanabileceğini düşünüp düşünmediği kesin değildir.
Çok daha uzun bir zaman dilimi olasılığı hakkındaki birkaç spekülasyon örneğinden biri, artık adını taşıyan kuyrukluyıldızın yörüngesini ve dönüşünü hesapladığı için çok ünlü olan İngiliz bilgin Edmund Halley’e aitti. Halley yeryüzünün toplam yaşını hesaplamak amacıyla, nehirlerin halen okyanusların tuz içeriğini ne oranda artırdığını tahmin etmeye dayanan bir yöntem geliştirmeye çalışmış ve “belki bu şekilde yeryüzünün birçok kişinin bugüne kadar düşündüğünden çok daha yaşlı olduğu bulunabilir,” sonucuna varmıştı. Ancak Londra’daki Royal Society’de okunan makalesinde bu noktayla ilgili açık hedefi, tarihinin ne kadar uzak olursa olsun (diğer birçok kişi gibi o da Yaratılış günlerinin uzun zaman dilimleri olabileceğini ileri sürüyordu) zamanda bir noktada başlangıcının olduğunu kanıtlayarak, yeryüzünün sonsuz olduğuna ilişkin her türlü iddiayı reddetmekti. Zira 17. yüzyılın sonunda ve 18. yüzyılın başında bilginlerin çoğu için asıl tehdit, uzun bir zaman dilimi değil, sonsuz ve yaratılmamış bir dünyaydı.
Bu bölümde kısaca anlatılan tartışmalar, özellikle fosillere odaklanmış olsa da çok daha kapsamlı konuları etkilemişti. Bunlar, bu anlatının ana teması olan yeryüzünün kendi tarihinin detaylı bir şekilde yeniden canlandırılması konusuna dönmeden önce, 17. yüzyıldan 18. yüzyılın sonuna kadar izlenmesi gereken çok daha azimli türde bir teorileştirme sürecine dahil olmuştu.
3
Büyük Resimleri Çizmek
Yeni Bir Bilimsel Tarz
Eğer fosiller –bundan sonra bu kelime günümüzdeki anlamıyla kullanılacaktır– gerçekten doğanın kendi antika eserleri idiyse insan eliyle hazırlanmış belgeleri ve diğer eski eserleri tamamlayarak insanlık tarihinin ilk aşamalarına ve fiziksel ortamına ışık tutabilirdi. Steno, Hooke ve 17. yüzyılın sonuyla 18. yüzyılın başında yaşamış diğer birçok bilginin savunduğu bu sonuç, aynı zamanda oldukça farklı bir yeryüzü araştırmasına denk gelmişti. Yeryüzünün tarihinde belirli bir yer tutan olaylar dizisini birleştirmek yerine, bu olayların altında yatan nedenleri çözmeye çalışabilirlerdi. Kronoloji uzmanlarından, antikacılardan ve diğer tarihçilerden kavramlar ve yöntemler almak yerine, doğa filozoflarının (bu bağlamda kabaca günümüzdeki fizikçilerle eşdeğer) çalışmalarından yararlanabilir ve temel “doğa kanunları”nı Dünya’nın fiziksel özelliklerine uygulamaya çalışabilirlerdi. Prensipte bu iki proje birbirini tamamlıyordu. Örneğin sadece kutsal metinde değil, doğanın eski eserlerinde de kayıtlı olan Tufan’ın gerçek bir tarihsel olay olduğunu iddia etmek, bu kadar dramatik bir olayın neden oluştuğunu anlamaya çalışmakla oldukça uyumluydu. Steno ile Hooke fosil deniz kabuklarının suyun dışında, karada olmalarına dair fiziksel nedenler ileri sürdüklerinde iki konuyla da ilgileniyorlardı. Ama aslında yeryüzünü doğal nedenler bağlamında anlama girişimi, tarihini yeniden canlandırma girişiminden farklı bir tür teorileştirmeye dönüştü.
Nedensellik teorileri önerenler genellikle yeryüzünü bir bütün olarak açıklayabilecek büyük resmi oluşturmayı hedefliyordu: Sadece bugüne gelmesine neden olan geçmişi değil, doğanın değişmeyen yasalarının devam eden sürecini dikkate alarak, önünde ister istemez uzanan geleceği de çizmeye çalışıyorlardı. Hem geçmiş, hem de gelecek senaryolarını içeren bir model, daha önce 17. yüzyılda yayımlanan çok tanınmış bir eserde yer alıyordu. René Descartes’ın Felsefenin İlkeleri adlı 1644 tarihli kitabı, Fransız filozofun ifadesiyle bütün evrenin “doğanın temel yasalarıyla” yönetilen tahmini bir resmini çizmişti. Yeryüzünü bu görkemli vizyonun içinde incelemişti: Yeryüzü artık eskiden olduğu gibi evrenin tam ortasında duran eşsiz bir cisim değildi, muhtemelen uzaya dağılmış yörüngeli yıldızlar olan çok sayıda benzer gezegenden biriydi (Belki bizimki gibi üzerinde yaşam olan “çok sayıda dünya olması” olasılığı modern uzay araştırmaları ve SETI çağından çok önce hararetle tartışılmıştı). Yeni astronomi bilimi çerçevesinde yeryüzü sadece türünün en erişilebilir örneği olduğu için eşsizdi. Descartes evrenin herhangi bir yerinde, yeryüzüne benzeyen herhangi bir gök cisminin, başından itibaren içinde var olan değişimi ya çoktan geçirdiğini veya gelecekte geçireceğini savunmuştu.
Bu silsile sanki gök cisminin başlangıçtaki durumu (tahminen eski bir yıldız) ve sonra da bunu etkileyen doğa kanunları tarafından belirlenmiş veya programlanmıştı. Descartes’ın görüşüne göre, bundan dolayı cismin yapısı zaman içinde öngörülebilir bir şekilde ister istemez değişmişti. Zamanla başlangıçtaki parlak madde topu konumundan, iç içe geçmiş farklı oluşum tabakalarına ayrılmış olmalıydı. Bunlardan en dıştaki, katı tabaka ya da kabuktu. Descartes zamanı geldiğinde, bu kabuğun çatlayıp kırılacağını savunuyordu. Böylelikle bazı kısımları altındaki sıvı tabakaya gömülecek, bazıları da dışarı doğru kabararak gazlı bir katman oluşturacaktı. Kendi gezegenimizin özel durumunda bu olaylar dağlar, kıtalar ve okyanuslar olarak bilinen çeşitli topografya oluşumlarının ve üstlerindeki atmosferle altlarındaki görünmeyen çekirdeğin (ve varsayımsal sıvı bir tabakanın) ortaya çıkışına neden olacaktı.

Şekil 3.1 Descartes’ın, yeryüzü benzeri her cisim için iki ardışık aşamada, katı kabuk (E, en dıştaki koyu renk tabaka) kırılmadan önce ve sonra, belirli bir değişim sıralamasıyla öngördüğü şematik dilimleri veya kesimleri. Kabuğun bazı kısımları dışarı doğru kabararak en dıştaki gazlı zarfı oluştururken, bazı kısımları da altta yatan sıvı tabakaya gömülmektedir (D). Bunun sonucunda düzensiz bir yüzey topografyası ile üstünde bir atmosfer, altında da görünmeyen bir çekirdek oluşmaktadır. (Gravür masrafından ve 1644 tarihli Felsefenin İlkeleri kitabında sayfa yerinden tasarruf etmek amacıyla, her aşamada kürenin yalnızca yarısı gösterilmektedir.)
Descartes, yeryüzü benzeri cisimlerin bu şekilde yaşayacağı değişim sürecine ilişkin bir zamanlama belirtmemişti. Belirtmesine gerek yoktu. Önemli olan tek şey, doğal süreçler hangi hızda ilerlerse ilerlesin, doğanın kanunlarının böyle bir silsileyi gerektirmesiydi. Ancak gergin politik Karşı Reform dünyasında, süreç konusunda gösterdiği belirsizlik de sağduyulu bir davranıştı. Herkesin bildiği gibi Galileo kozmolojisinin kapsamlı etkileri hakkında Roma’da Katolik yetkililerle kavga etmişti. Descartesın benzer bir kaderle karşılaşmaya hiç niyeti yoktu. Ama aslında teorisi kendi gezegenimize uygulandığı zaman, kronoloji uzmanları tarafından hesaplanan birkaç bin yıla rahatça sığabilirdi. Ayrıca kendisi de Steno, Hooke ve diğer bilginlerin çoğu gibi, bunu sorgulamak için kuvvetli bir neden görmemiş olabilirdi (Bir bütün olarak evrenle ilgili zaman ölçeği bambaşka bir meseleydi).
Her neyse, 17. yüzyılın geri kalanında ve 18. yüzyılın büyük bir bölümünde, Descartes’ın ünlü teorisi, yeryüzünün fiziksel gelişiminde etkili olmuş olabilecek doğa yasalarına aynı şekilde odaklanan birçok kişi tarafından örnek olarak kullanılmıştı. En azından prensipte, böyle bir teori sadece belirli olayları değil (örneğin depremleri veya yanardağları), yeryüzünün bulunan tüm fiziksel özellikleri ve doğal süreçleri açıklamaya çalışırdı. Yeryüzünün geçmişte, bugün ve gelecekte işlemesini sağlayan fiziksel “sistemi”nin tamamı için nedensel bir açıklama getirirdi. (Günümüzdeki en yakın eşdeğeri “Dünya sistemleri bilimi”nin aynı anahtar kelimeyi kullanması rastlantı değildi.) Romanların, sonelerin, manzaraların ve senfonilerin edebi ve sanatsal dallar olması gibi Theory of the Earth – Dünya’nın Teorisi adı, özel bir bilim dalı haline geldi.
“Kutsal” Bir Teori mi?
Bu ismi –önemli bir ilave kelimeyle– kullanan ilk büyük eser, yarım yüzyıl önce Ussher’ın entelektüel yaşamının merkezinde olduğu kadar, kendi döneminin merkezinde olan İngiliz bilgin Thomas Burnet tarafından yayınlanan Sacred Theory of the Earth – Dünya’nın Kutsal Teorisi (Telluris Theoria Sacra, 1680-1689) kitabıydı. Burnet modern anlamda aşırı tutucu biri değildi ama kesinlikle uzun zamandır iki tamamlayıcı güvenilir insani bilgi kaynağı olarak gördüğü doğa ve kutsal kitabı, yani Tanrı’nın “yaptıkları” ile Tanrı’nın “söyledikleri”ni birleştirmeye çalışıyordu. Bu nedenle hem değişmeyen doğa kanunları doğrultusunda oluşan fiziksel olaylardan, hem de kaydedilmiş geçmişle tahmin edilen gelecekten bahsediyordu. Teorisi kitaplarının başındaki süslü sayfalarla aydınlatıcı bir şekilde özetleniyordu. Yeryüzünün sonlu bir geçmiş ve geleceğe sahip olduğunu varsayıyordu. Bugün, tam ortadaydı ve kozmik İsa sembolik olarak başından sonuna, Alfa’dan Omega’ya (İsa’dan Tanrı’ya) tüm drama başkanlık ediyordu.
Descartes’ın başlangıçta kırık olmayan kabuk tabakası, Cennet Bahçesi’ndeki insanın ilk dünyasının sakin, düzgün mükemmelliğine benzetilmişti. Sonradan kabuğun kırılması küresel bir Tufan’a neden olmuş ve Nuh’la özdeşleşmişti.

Şekil 3.2 Burnet’ın Sacred Theory of the Earth kitabının görsel özeti: İngilizce çevirisinin süslü kapağı (1684). Kronoloji uzmanlarının sonlu doğrusal tarihi burada, gelecekte tamamlanacağını simgelemek amacıyla daire şeklinde kıvrılmış. İsa, kendisine atfedilen Yunanca tanımıyla, “Ben Alfa ve Omega’yım,” derken yedi aşamanın birinci ve sonuncusunun yanında bacaklarını açarak ayakta duruyor. Saat yönünde ilerlediğiniz zaman, başlangıçtaki Karmaşa’dan sonra, Tufan’dan önceki cennet gibi yeryüzünün düzgün mükemmelliği geliyor. Sonra da küresel Tufan oluyor (Nuh’un küçücük gemisi yüzerken gösteriliyor). Bugünkü yeryüzü, bildiğimiz kıtalar ve okyanuslarla tam ortada. Hâlâ gelecekte –doğanın değişmeyen yasalarının işleyişi dikkate alındığında öngörülebilen– bugünkü yeryüzünü mahvedecek küresel volkanik “Büyük Yangın”, sonra İsa’nın bin yıllık iktidarı sırasında yeryüzünün mükemmelliği ve finalde yeryüzünü yıldıza dönüştürecek Son. Geçmiş ve gelecek çarpıcı derecede simetrik bir şekilde bugünün iki yanında yer alıyor. Uzay-zaman çerçevesinde, ilahi âlemin sonsuzluğunu simgeleyen melekler sıralamayı dışarıdan izliyor. Ancak yeryüzünün kendisi sonsuz değil. Dairesel sıralamanın belirli bir başlangıcı ve sonu var.
Sular çekildiğinde, kıtalar ve okyanuslardan oluşan düzensiz coğrafyasıyla, bugünün kırılmış ve mükemmel olmayan dünyası ortaya çıktı. Geleceğe ilerledikçe, Tufan’ı yaratan doğa kanunları, zamanı gelince İncil’de öngörülen ve kıyamet olarak tanımlanan çok büyük yanardağ patlamaları yaratacaktı. Bu olay yeryüzünü temizleyecek ve ikinci kez düzgün ve mükemmel hale getirecekti. Böylece yeryüzü İsa’nın gelecekteki bin yıllık iktidarına hazır ve uygun olacaktı. Sonunda ve yine, faaliyet halindeki doğa kanunları sayesinde yeryüzü bir yıldıza dönüşecekti. Bu silsilenin tamamı, açıkça belirtilmeden, kronoloji uzmanlarının belirlediği türde bir zaman çizelgesi içinde yatıyordu (Sondan bir önceki dönemin, yani “milenyum”un fiilen bin yıl sürmesi bekleniyordu). Burnet, yeryüzünün sonsuz olabileceği ya da periyodik bir tarih türüne sahip olabileceği önerilerini açıkça reddediyordu. Kendi silsilesinin yuvarlak oluşu tamamlandığını, İsa’nın “Alfa ve Omega”sında gösteriyordu. Sonsuzlukçuların betimlediği gibi birbiri ardına sonsuz sayıda benzer döngüler içinde tek bir döngü değildi.
Burnet’ın teorisi son derece etkili olmuştu, hem de sadece bilginler arasında değil. İlginç bir şekilde Burnet, çalışmasının başlığındaki “Kutsal” adına, İncil’deki kanıtları bilimsel bir şekilde ele almasına ve açıkça sonsuzluğu reddetmesine rağmen ateizmle suçlandığını görmüştü. Ayrıca önemli bilimsel kanıtları göz ardı ettiği için eleştirilmişti. Örneğin İncil’deki anlatımda, ilk insanlar Cennet Bahçesi’nden atılmışlardı; o kadar “düşmüş” bir dünyaya atılmışlardı ki torunları (Nuh ve ailesi hariç) Tufan’da ölmeyi hak etmişlerdi. Oysa Burnet, Düşüş’ü göz ardı etmiş ve bütün Tufan öncesi dönemi cennet gibi mükemmel olarak betimlemişti. Başlangıçtaki bu mükemmellik, hiç deniz olmamasını gerektiriyordu (deniz, İncil’de karmaşa halindeki doğayı simgeliyordu). Bu nedenle Burnet’ın teorisinde deniz fosillerinin kaya tabakalarına gömülü olmasına olanak yoktu. Aslında Burnet, Royal Society’de, başka yerlerde aynı dönemde yaşayan bilginler arasında kayalar ve fosiller hakkında yaşanan hararetli tartışmaları tamamen göz ardı etmişti. Burnet çok daha ciddi bir şekilde hem Tufan’ı, hem de Büyük Yangın’ı sadece, bu büyük olayları kesin veya önceden planlanmış, dolayısıyla prensipte öngörülebilir hale getiren doğa kanunlarının işleyişine bağlamıştı. Bunu geleneksel, öngörülemeyen düşmüş insanların ahlaki davranışları hakkındaki ilahi kıyamet yorumlarıyla uzlaştırmak zordu.
Ancak Burnet’ın teorisi, sadece eleştirenler tarafından değil, ikna edici bulanlar tarafından da çok ciddiye alınmıştı. Örneğin Isaac Newton, Burnet’ı teoriyi nasıl geliştirebileceği konusunda önerilerde bulundu. Gezegenimizin dönme hızında başlangıçta değişiklik yapıldığında, Yaratılış “günleri” aslında yıllar olabilirdi (gerçi bu zaman çizelgesini pek genişletmiyordu). Newton’ın hayranı ve sonradan Cambridge’de halefi olan William Whiston, yayınladığı A New Theory of the Earth – Yeni Dünya Teorisi (1696) kitabında Descartes’ın doğa kanunlarını Newton’ınkilerle değiştirmişti. Bu değişikliğin Burnet’ın teorisini geliştirdiğini ve güncelleştirdiğini iddia etmişti. Özellikle, hem geçmişteki Tufan’ın hem de gelecekteki Büyük Yangın’ın fiziksel nedeninin kuyrukluyıldızlar olabileceğini ileri sürmüştü (Kuyrukluyıldızlar Newton’ın çalışmaları ışığında daha iyi anlaşılmıştı ama bu tür büyük etkiler yaratabilecek kocaman kütleler oldukları düşünülüyordu). Ancak Whiston’ın asıl amacı Burnet’ınkiyle aynıydı: Alt başlığında belirttiği üzere, kutsal kitaptaki tarihin “mantık ve felsefeye mükemmel bir şekilde uyduğunu” göstermek. Din ve doğabilimlerinin uyumlu olduğu iddia ediliyordu ve özlerinde kesinlikle birbirleriyle çelişmiyorlardı, gerçi aralarındaki ilişki şiddetli bir tartışma konusuydu.
“Yeryüzü Teorisi” artık bir bilim türüydü ama oldukça tartışmalı bir türdü. Aslında, Burnet’ın çalışmaları o kadar büyük bir kitap ve broşür bolluğu yaratmıştı ki –birçoğu tek ve gerçek teoriyi açıkladığını iddia ediyordu– bir eleştirmen küçümseyerek projenin tamamını, “yeryüzünü yeniden yaratmak” şeklinde tanımlamıştı. Buna rağmen Burnet’ın teorisi, 18. yüzyıl boyunca bilginler arasında popüler olmaya devam etmiş, ancak iki önemli şekilde değiştirilmişti. Birincisi, o yüzyılda ortaya çıkan yeryüzünün olası zaman sürecinin hiçbir çaba göstermeden çok fazla genişlemesini özümsemişti (Bunun için kullanılan kaynaklar bilim türünün kendisinden oldukça farklı olduğundan, gelecek bölümde anlatılacaktır). İkincisi, entelektüel Aydınlanma hareketinin kültürel ortamında, “Yeryüzü Teorisi” genellikle tamamen fiziksel boyutta doğa kanunlarıyla uğraşan bir projeye indirgenmişti. Burnet’ın ve diğer birçok kişinin teorilerinde görüldüğü haliyle doğanın ve kutsal kitabın kanıtlarını birleştirme girişimi, genellikle yarıda bırakılmış veya en azından yeterince önemsenmemişti. Açıkça belirtilmiş ateizmde ilahi boyut ender olarak reddediliyordu. Ancak, Aydınlanma bilginleri tarafından yaygın bir şekilde benimsenen “deizm” bunu bir kenara atmıştı. Tanrı’nın tamamen yüce ama aynı zamanda insan tarihi sürecinde yeryüzüyle etkileşim halinde olduğu şeklindeki dinamik anlayışa sahip geleneksel Hıristiyan (ve Yahudi) “teizm”inin aksine, deistler ilk başta –uygulamada neredeyse kişilikdışı görülen– bir “Üstün Varlığın” evreni tasarladığını ve yarattığını ama ondan sonra kendi haline bıraktığını öne sürüyordu. Deizm perspektifinden bakıldığında, büyük Tufan’ın yarattığı iddia edilen fiziksel etkiler genelde hafifsenmiş veya tamamen inkâr edilmiş, oysa Yaratılış öyküsü çoğunlukla bilimsel açıdan değersiz olduğu gerekçesiyle göz ardı edilmişti. Bu durum, yeryüzünün incelenmesini çok derinden etkilemişti. Yararlı bir şekilde, yeryüzünün nedensel süreçlerini yöneten zamansız doğa kanunlarına odaklanılmasını sağlamıştı. Ancak bir yandan da kutsal kitabın her türlü kanıtını reddederek, dikkatlerin yeryüzünün muhtemelen tekrarlanmayan umulmadık tarihinden uzaklaşmasına neden olmuştu. Bu durum burada iki önemli Aydınlanma dönemi bilgininin örnekleriyle ve onların aksine, çalışmalarında kutsal kitabın rolünü tekrar dahil etmeye çalışarak yeryüzünün gerçekten tarihsel incelemesini yapmaya çalışan üçüncü bir bilginle gösterilecektir. Bu büyük resimlerin her biri 19. yüzyıla ve hatta daha da sonrasına etkili bir miras bırakmıştır.