Читать книгу Yeryüzünün tarihi (Martin J. S. Rudwick) онлайн бесплатно на Bookz (4-ая страница книги)
bannerbanner
Yeryüzünün tarihi
Yeryüzünün tarihi
Оценить:
Yeryüzünün tarihi

3

Полная версия:

Yeryüzünün tarihi

Scilla’nın, “sağduyu” veya gözlem kullanarak ve yerine, fosil kabuklarının bir zamanlar gerçekten canlı olan kabuklu deniz hayvanlarının kalıntıları olduğu açıklamasını yerleştirerek yok etmeye çalıştığı “anlamsız spekülasyon” türü işte buydu. Ancak Scilla’nın savunması gereken dava nispeten kolaydı: “Fosilleri” spektrumun kolay ucundaydı. Şekil olarak Akdeniz’de yaşayan kabuklu deniz hayvanlarına benziyorlardı; özlerinde deniz kenarında yatan kabuklardan biraz farklılardı ve halihazırda denize yakın yerlerde bulunmuşlardı. “fosillerin” diğer büyük bölümünü anlamak çok daha zordu. Çoğu, en azından detayda, bilinen hiçbir canlı hayvana veya bitkiye benzemiyordu. Maddesel açıdan genellikle “taşlaşmış” veya sert oluyor ve çoğunlukla iç kesimlerde, deniz seviyesinden çok yüksekte, sert kayaların içinde bulunuyorlardı. Bunların, canlı ve cansız dünyalar arasında üstü kapalı bir “iletişim” olduğunu söylemek “anlamsız bir spekülasyon”dan ziyade mantıklı bir açıklama oluyordu. Bu nedenle “Fosiller” Avrupa’nın her yerinde hararetli tartışmaların odağı olmuştu, çünkü doğa hakkında temelde farklı algılar söz konusuydu. 17. yüzyılın sonlarında ve 18. yüzyılın başlarında, çeşitli türde “fosillerin” yorumu hakkındaki tartışmalar, neredeyse doğanın temel güçleri, maddenin nihai yapısı veya hayatın vazgeçilmez özelliği hakkında yapılanlar kadar yoğundu.

Bu tür tartışmalar, esas olarak kitaplarla veya başka yazılı materyalle çalışan bilginler veya eski eserleri inceleyen antikacılarla sınırlı değildi. Fosiller, hayvanlarla bitkiler gibi doğa tarihinin ürünleri olarak görülüyordu ve bu nedenle, (günümüzdeki amatör ruhu içermeyen bir ifadeyle) “doğabilimciler” adı verilen grup tarafından inceleniyordu. Fosillerin veya sel suyunun kökeni gibi doğal nedenler içeren sorunlar, “filozofların” ve özellikle kendilerine “doğa filozofları” diyen insanların ilgi alanına giriyordu. Bu kategoriler birbirlerinden keskin bir şekilde ayrılmıyordu çünkü bütün bu insanlar, “fen bilimleri” (İngilizce konuşan dünya dışında bugüne kadar kullanılmaya devam edilen kapsamlı ve çoğul anlamıyla) olarak bilinen ilim alanlarının birbiriyle bağlantılı içeriklerine katkıda bulunduklarına inanıyordu. Hepsi kendini “bilgin” (bilgili insanlar) olarak görüyordu ve halk tarafından da öyle değerlendiriliyorlardı. “Bilgin” kelimesi 19. yüzyılda çok yaygın bir şekilde kullanılan genel bir ifadeydi (Burada da bu kelime tercih edilerek, çok daha dar kapsamlı ve 19. yüzyılın ortalarına kadar türetilmemiş ve 20. yüzyıla kadar genel olarak kullanılmamış olan çağdışı İngilizce “scientist–bilim insanı” deyiminin kullanılmasından kaçınılacaktır.)

Her türlü bilgin arasında tartışma fırsatları, birçok Avrupa kentinde özellikle iki politik süper gücün, yani Fransa ve İngiltere’nin başkentlerinde 17. yüzyılda kurulan bilimsel kurumlar ve özellikle bu tür insanlar için yazılmış ilk düzenli bültenler ve süreli yayınlar sayesinde çok kolaylaşmıştı. Bu yeni tartışma ortamları Paris’te, Journal des Savants’ın da yayımlandığı Académie des Sciences ve Londra’daki Royal Society’nin kendi yayımladığı Philosophical Transactions’dı. (Burada “philosophical” kelimesi “doğa felsefesi” anlamında kullanılıyordu ve günümüz ifadesiyle kabaca “bilimsel” ibaresine denk oluyordu). Ancak bilginler arasındaki bilimsel tartışmalar daha geleneksel yöntemlerle, Avrupa’daki yolculukları sırasında buluştuklarında veya başka zamanlarda birbirlerine yazdıkları mektuplarla ve kitapları ya da broşürleri aracılığıyla yayımlayıp dağıttıkları çalışmalarla da devam ediyordu.

Fosiller Hakkında Yeni Fikirler

Fosil sorunuyla ilgili çalışmaları özellikle önem kazanan iki bilgin, Danimarkalı doktor Nils Stensen (daha çok yayınlarında kullandığı Latinleştirilmiş Steno adıyla tanınıyordu) ve İngiliz Robert Hooke’tu. Danimarka’da, Hollanda’da ve Fransa’da eğitim gören Steno, Orta İtalya’daki güçlü Toskana eyaletinin başkenti olan Floransa’da önemli bir tıbbi göreve atandı (modern dünyada bilim insanları arasında olduğu gibi, bu dönemde de böylesine kozmopolit meslekler oldukça yaygındı). Burada yüzyılın başında büyük Galileo’dan etkilenen bir bilginler grubuna katıldı. Hooke, paralel denilebilecek bir şekilde Londra’da, bir ölçüde Floransa’daki grup örnek alınarak kurulmuş olan yeni Royal Society’de (Kraliyet Derneği) çalışıyordu. Üyelerini deneylerle ve gösterimlerle eğitmek ve eğlendirmek amacıyla işe alınmıştı. Bu kuruluşların üyeleri ve Avrupa’nın birçok yerindeki bilginler, doğa dünyasını incelemek için yeni yöntemler bulmaya çalışıyorlar, gelişmekte olan teknoloji dünyasının etkisiyle, onu çoğu zaman fiziksel ve mekanik açıdan yorumluyorlardı. İşte Steno’yla Hooke bu yaygın entelektüel ortamda “fosiller” hakkındaki süregelen tartışmaya katıldılar. Bu nedenle, her ikisinin de benzer sonuçlara varmaları şaşırtıcı değildi (sonradan iki taraf da bilgi hırsızlığı suçlamalarında bulundu ama bu suçlamalar tarihsel kanıtla desteklenemedi).

Steno 1667 yılında tesadüfen Toskana kıyılarına vuran büyük bir köpekbalığının kafasını parçalara ayırarak yaptığı inceleme hakkında kısa bir rapor yayımladı. Rapora glossopetrae (“dil-taşları”) denilen ünlü fosiller hakkında “konu dışı” dediği bilgileri de eklemişti. Bu taşlar az çok dil şeklindeydi, boyut olarak çok daha büyük olsalar da köpekbalığı dişine çok benziyorlardı. Ama sertlerdi ve karada, kayaların arasına gömülmüş halde bulunuyorlardı. Steno bunları o kadar önemli gördü ki, “fosilleri” genel olarak yorumlama konusunda büyük bir çalışma planladı. Yalnızca kısa bir tanıtım yazısı (Prodromus, 1669) yayımladıktan sonra memleketi Kopenhag’a tıbbi göreve geri çağrıldı. Sonradan İtalya’ya geri döndü ama Katolik olduğundan ve rahip olarak atandığından, başka görevleri ve öncelikleri oldu ve bu konuda başka hiçbir şey yayımlamadı (Dini inancı üzerindeki olası etkileri yüzünden çalışmayı yarım bıraktığı söylentisi, onun dinine veya herhangi bir dine düşmanca yaklaşan günümüz yorumcuları tarafından uydurulmuş bir efsanedir). Ancak yayımladığı eser Avrupa’nın her yerinde tanındı ve bilginler arasında hararetli tartışmalara yol açtı. Londra’da, Hooke’un vardığı sonuçlara benzer sonuçlar sergilediği için takdir edildi. Micrographia (1665) adlı kitabında Hooke yakın zamanda icat edilen mikroskobun ortaya çıkardığı , küçük ölçekli şaşırtıcı yeni doğa dünyasını tanıtmıştı. Küçücük nesnelerin –minicik bir pire, bir sineğin petek gözü vb. çok sayıdaki resimleri arasına taşlaşmış ahşap fosilinin ve bir parça kömürün mikroskobik görüntülerini de eklemiş, hepsinde küçük “hücre”lerden oluşan benzer bir mikroyapı olduğunu göstermişti. Bu Hooke’un, Steno’nun köpekbalığı dişi görüşüne eşdeğerdi. İkisi de “fosillerin” kökenlerinde kesinlikle organik olduklarını iddia ediyorlardı. En azından bu nesnelerin, denizden uzakta bulunan deniz kabuklarıyla birlikte, doğanın kendi tarihine kanıtlar olarak düzgün bir şekilde kullanılabilecek gerçek doğal antikalar olduklarını savunuyorlardı.

İki bilgin de önce, organik ve maden dünyası arasında özde yaşanan “iletişim” fikrini reddetmelerinin sebebini açıklamak zorundaydı. Onlar da geleneksel “doğa hiçbir şeyi boşu boşuna yapmaz” ilkesinden yararlandılar: Köpekbalıklarının, deniz kabuklarının ve ağaçların hayatlarını açıkça mümkün kılan nesneler, doğa tarafından yalnızca sonsuza dek bir kayanın içinde gömülü kalmak amacıyla yaratılmamışlardı.


Şekil 2.3 Steno’nun köpekbalığı başı resmi (1667) birçoğu kullanılmayı bekliyormuş gibi görünen çok fazla sayıdaki dişi gösteriyor. Aşağıda, dişlerden birisinin içten ve dıştan görünümü yer alıyor. Kısa bir süre sonra yayımlanan bir kitapta Steno bu dişleri, aynı tür fosillerin nasıl yorumlanması gerektiğine örnek olarak glossopetrae ya da dil taşları denilen “fosil objeler”le karşılaştırdı.


Bu,“Doğal teoloji”yle (teolojinin, Tanrı ile insan doğası da dahil olmak üzere doğa dünyası arasındaki ilişkiler konusundaki iddiaları inceleyen dalı, Tanrı’nın insanlık tarihiyle ilgili açılımları hakkındaki iddiaları değerlendiren “vahiye dayalı teoloji”yi tamamlamaktadır) yakından ilintili bir ilkeydi. Bu ilke, her türlü hayvanla bitkinin, uygun yaşam tarzlarını izleyebilmelerini sağlayan kutsal bir şekilde tasarlandığı yönündeydi. Bunu tabii ki bir kayanın içinde yapamazlardı. Steno ayrıca, bir köpekbalığının çenesinde bir dişin büyümesi ile bir kayanın içinde, yerin altında bir kristalin büyümesini karşılaştırdı. İki büyüme türü arasında gerçek bir benzerlik yoktu.

İki bilgin bundan sonra herhangi bir canlı hayvan veya bitkinin “fosilleri”y-le arasındaki şekil, öz ve konum farklılıklarını açıklamak zorunda kaldı. Onlar ve aynı dönemde yaşayanlar, madde konusunda, öz hakkındaki soruları oldukça anlaşılır hale getiren teoriler geliştiriyordu.


Şekil 2.4 Steno’nun som kaya içinde bulunan büyük glossopetrae (“dil taşları”) resmi. Prodromus (1669) adlı kitabında Steno bu “fosiller”in gerçekten de o güne kadar yaşadığı bilinenlerden çok daha büyük köpekbalıklarının dişleri olduğunu ve tarihin çok eski bir döneminden kaldığını savunuyordu. Bunlar, kelimenin bugünkü daha dar kapsamlı anlamıyla fosillerdi.


Ağaçların, köpekbalığı dişlerinin ya da kabukların, minik mineral parçacıklarının kayanın içine girdikten sonra derinlere sızıp orijinal organik maddenin içinde çökelti oluşturarak veya tamamen onun yerini alarak, nasıl taşa dönüşebildiğini kolayca hayal edebiliyorlardı. Fosil objelerin etrafını saran som kayalar da Steno’nun başlangıçta olduklarını iddia ettiği yumuşak tortuların birleşmesiyle aynı şekilde oluşabilirdi. Steno’dan çok daha geniş kapsamlı “fosiller” grubunu değerlendirmeye başlayan Hooke da bu arada bazı objelerde neden hiç kabuk maddesi olmadığını çözdü. Tortu kayaya dönüştükten sonra, süzülen su orijinal kabuğu eritmiş ve sadece mücevhercilerin altın veya gümüşe şekil vermek için yaptıklarına benzer boş bir “kalıp” bırakmış olabilirdi. Ama kalıp bile gerçek bir kabuklu deniz hayvanının ürettiği gerçek kabuğun şeklini korurdu.

Karada, hatta çoğu zaman denizden uzakta ve yüksekte bulunan köpekbalığı dişlerinin ve deniz kabuklarının konumunu açıklamak daha zordu. Steno, kaya tabakalarının ya da katmanlarının, denizin şu andaki düzeyinden çok daha yüksekte olduğu bir zamanda –yani büyük Tufan döneminde olabileceğini düşünüyordu– yumuşak, çamur gibi bir tortu halinde bırakıldığını ve daha sonra, sular çekilince öylece kaldığını tahmin ediyordu. Öte yanda Hooke, depremlerin yerkabuğunun bazı kısımlarını denizin zemininden kaldırarak yeni karalar oluşturmuş olabileceğini düşünüyordu. Ancak iki varsayım da başka sorunlar yaratmıştı. Hooke, başka birçok yorumcu gibi Tufan’ı, gözlemlenen etkileri yaratamayacak kadar kısa bir dönem olduğu gerekçesiyle göz ardı etmişti. Ancak depremlerle ilgili görüşleri diğer doğabilimcileri tarafından eleştirilmişti; zira anavatanı fosillerle dolu olmasına rağmen orada genellikle deprem olmuyordu (tam da o dönemde İngiltere’de yaşanan birkaç deprem son derece olağandışı olduğu için çok dikkat çekmişti).

Fosillerle canlı denklerinin şekilleri arasındaki zıtlıkların yarattığı sorunlar, Steno’yla karşılaştırıldığında Hooke için çok daha şiddetliydi. Glossopetrae fosili köpekbalıklarının dişlerine oldukça benziyordu; en iyi bilinen örnekler çok daha büyüktü ama en başta Steno’nun araştırmasını başlatan devasa köpekbalığı ile fark azalmıştı. Ayrıca onun (ve Scilla’nın) İtalyan kayalarında bulduğu fosil kabuklar da canlı kabuklu deniz hayvanlarına çok benziyordu. Oysa Hooke çok daha kapsamlı bir grup halindeki İngiliz “fosilleri”ni inceliyordu.


Şekil 2.5 Martin Lister’in çok resimli [Natural] History of Shells (Historia Conchyliorum, 1685-1692) kitabında gösterildiği haliyle devasa bir ammonit (60 cm genişliğinde). Doktor ve Londra’daki Royal Society’nin ilk üyelerinden biri olan Lister, bu ve benzer “fosil” kabuklarının gerçekten bir zamanlar canlı olan hayvanların kalıntıları olduklarından kuşku duyuyordu. Çünkü şekilleri, yaşayan her türlü kabuklu deniz hayvanından –ki o dönemde onlar hakkında hemen herkesten daha fazla bilgi sahibiydi– çok farklıydı ve bunlar, sadece kayadan oluşuyormuş gibi görünüyorlardı. Kabukları yoktu (günümüz ifadesiyle, yalnızca “kalıp”lardı). Şekil olarak ammonitlere en çok benzeyen kabuklar, Doğu Hint Adaları (bugünkü Endonezya) etrafındaki tropik denizlerden çıkan “incili notilus”un kabuklarıydı.


Örneğin, bilinen hiçbir canlı kabuklu deniz hayvanına benzememesine rağmen, antika koleksiyoncularının çok değer verdiği çeşitli ve şahane “ammonitler”le uğraşmak zorundaydı. Ancak dünyanın ücra köşelerinde yaşayan hayvanlarla bitkiler hakkında ne kadar az bilgi sahibi olunduğunu anlamıştı. Her uzun mesafeli yolculuk veya keşif gezisi Avrupa’ya birçok yeni ve bilinmeyen şekil getiriyordu. Bu nedenle, sadece fosil olarak bilinenlerin sonunda canlı olarak bulunabileceğini tahmin etmenin mantıklı olacağını düşündü. Alternatif olarak, yeni türde evcil hayvanlar oluştuğu gibi bazı örneklerin zaman içinde şekil değiştirmiş olabileceğini düşündü (bu noktadaki görüşleri, sonradan oluşan evrimsel değişim hakkındaki fikirlere, insanı yanlış yönlendiren bir benzerlik içermektedir). Bu sorunlar, Royal Society’de sonraki otuz yıl boyunca, üyelerinin çok ilgisini çeken konular olmayı sürdüren “fosiller” ve depremler hakkında konferanslar veren Hooke’u şaşırtmaya devam etmişti. O dönemde yaşayan birçok bilgini de şaşırtıyorlardı.

Tarih Hakkında Yeni Fikirler

Ancak, ne Steno’nun glossopetraesi ne de Hooke’un tartıştığı ammonitler ve diğer “fosiller” hakkında bilinenler onları, hemen hemen tüm bilginlerin doğal karşıladığı (ve kronoloji uzmanlarının kesinleştirmeye çalıştığı) yeryüzünün zaman çizelgesi sorununa yaklaştırabildi. Bütün bu zaman diliminin insanlık tarihi olduğundan da kuşku duymuyorlardı. Örneğin Steno, Malta adasında dil taşlarının çok fazla bulunmasının, ne organik kökenlerine ne de kısa ömürlerine karşı bir sav olduğuna, çünkü tek bir canlı köpekbalığının (kullanımda veya yedek) yaklaşık 200 diş ürettiğine işaret etmişti. Ayrıca yerli halk tarafından çıkarılan fosil kabuklarını içeren kaya bloklarının, Romalılar bölgeyi fethedip Etrüsk kültürünü yok etmeden çok önce, Toskana’daki dağlık Volterra kasabasının duvarlarını yapmak üzere Etrüskler tarafından kullanıldığını hatırlatmıştı. Bu hem kayaların hem de fosillerin yalnızca Roma öncesi değil, Etrüsk öncesi dönemden kaldığını ve antik döneme uzandığını gösteriyordu. Bu nedenle Steno, oluşumlarının daha da eski, hatta belki ünlü Tufan döneminde olması gerektiğini savunuyordu. Kanıtlarını rahatsız edecek kadar kısa bir süreye sıkıştırmak zorunda kalmaması bir yana, okuyucularının bu doğal eski eserlerin, insan eliyle yapılmış birçok eserin aksine, böylesi uzun bir zaman dilimi boyunca bu kadar iyi durumda kaldığına ikna edilmesi gerektiğini düşünüyordu.

Hooke da Steno gibi, yeniden canlandırdığı tüm olayların, ne kadar eski olursa olsun, insanlık tarihi içinde gerçekleştiğini varsaymıştı. İngiltere’nin uzak geçmişinde çok güçlü depremlere maruz kalmış ve bu depremlerin, kayalarla fosillerini kaldırarak deniz seviyesinden çok yükseğe çıkarmış olabileceğini ileri sürmüştü (Steno’nun İtalya’sı hâlâ yaşıyordu). Ancak buna ilişkin ilave kanıtların doğada değil, antik çağlarda yaşayan insanlardan kalan kayıtlarda, yani (her zamanki euhemerist yöntemle) mitolojik özelliklerinden arındırılmış efsanelerde ve öykülerde eski depremler ve yanardağ patlamaları hakkında karmaşık anlatılar halinde bulunabileceğini düşünüyordu. Aynı dönemde yaşamış diğer bilginlerin itirazlarına rağmen ammonitlerin henüz bilinmeyen kabuklu deniz hayvanları tarafından oluşturulduğunda ısrar etmişti. Bazıları devasa boyutta olduğundan ve şekil olarak en çok şahane ve çok değerli tropik “incili notilus”a benzediğinden, İngiltere’nin de bir zamanlar tropik iklimin etkisi altında kalmış olabileceğine inanıyordu. Ama bu noktada yine, buna ilişkin kanıtların doğada değil, eski yazılı kayıtlarda bulunacağını öngörüyordu. Ayrıca fosillerden bir “kronoloji oluşturmanın” mümkün olabileceğini iddia etmişti. Bununla yalnızca fosillerin, kronoloji uzmanlarının kullandığı yazılı kaynakları tamamlayabileceğini ya da en fazla onların yerini alabileceğini ve kayıtları, insanlık tarihinin bugüne hiçbir kesin belge kalmamış ilk dönemlerine uzatabileceğini söylemeye çalışıyordu. Çoğu kronoloji uzmanının öngördüğünden çok daha uzun bir tarih içeren Mısır ve Çin kayıtlarının farkındaydı ama bunlar gerçek olsa bile –ki bundan kuşkuluydu– yalnızca birkaç bin yıl geriye gidiyorlardı ve bu süre hâlâ “insanlık tarihi” kapsamındaydı.

“Fosillerin” nasıl yorumlanması gerektiği düşünüldüğünde Hooke’un ve Steno’nun yorumları sınırlı olmadığı gibi karışık da değildi; çünkü ikisi de geleneksel dünya tarihi çerçevesinin genel olarak doğru çizgide ve zaman ölçeğinin doğru boyutta olduğunu varsaymıştı. Ancak ikisi de insanlık tarihi ve doğal ortamı hakkında devam eden tartışmaya yeni ve önemli bir unsur katmıştı. Hem Hooke hem de Steno düşünüp tasarlayarak, kendilerinin ve o dönemde yaşamış diğer bilginlerin kesin gözüyle baktığı küresel tarih süresini önemli ölçüde genişletme gereği duymadan tarihçilerin fikirlerini ve yöntemlerini doğa dünyasına aktarmıştı.

Steno doğal olayların tarihsel sıralamasını yeniden canlandırmak için –yeryüzünün yüzeyine örnek olabileceğini düşündüğü– Toskana’da gözlemlediği kayaları ve fosilleri kullanmıştı. Bunu, kendi gözünde hiçbir tuhaflık olmadan, İncil’deki Yaratılış ve Tufan anlatısıyla eşleştirmişti. Volterra’nın etrafındaki tepelerde, üst üste duran ve katmanları bazı yerlerde paralel, bazı yerlerde de eğimli olan iki farklı kayalık grubu bulmuştu. Hepsinin başlangıçta yatay konumda yerleştirildiği ama bazı yerlerde sonradan çöktükleri ve eğildikleri sonucuna varmıştı. Üstteki tabakada fosil kabukları bulunuyordu, daha eski olduğu bariz olan alttaki tabakada hiç fosil yoktu. Bu nedenle alt tabakanın Yaratılış döneminden, dünyada daha hiç canlı varlığın olmadığı zamandan, üst tabakanın ise daha sonraki bir dönemden, muhtemelen Tufan zamanından kaldığı anlamını çıkarmıştı. Bu doğal eski eserlerin, İncil’deki tarihin ilk dönemleri hakkındaki anlatıyı doğruladığı ya da en azından onunla uyumlu olduğu sonucuna varmakta hiç zorlanmamıştı. Steno’nun belirttiği gibi “kutsal kitapla doğa hemfikirdi” ya da “doğa bunu kanıtlıyordu ve kutsal kitapla çelişmiyordu.” (İki kaya setinin her birinin içindeki katmanların aynı zamanda daha küçük çaplı bir dizi olayı simgelemesi – her tabaka ister istemez üstündekinden önce yerleşmiş oluyordu – o kadar belirgin bir çıkarımdı ki sonradan resmi bir “üstdüşüm ilkesi” konumuna yükselmeyi pek hak etmiyordu. Ayrıca Steno bunu kaçınılmaz sonuç olarak kullandığı için özel bir övgüye de layık değildi.)


Şekil 2.6 Steno’nun Toskana’nın fiziksel tarihini yeniden oluşturmak için kullandığı ve Prodromus (1669) adlı eserinde yayımlanan şekil. Yeryüzünün yüzeyindeki bu altı “bölüm” ya da yatay dilimler iki tamamlayıcı şekilde yorumlanabilirdi. Rakamlar, kayaların şu andaki görünebilir halinden (20), varsayılan orijinal haline (25) inceleme sırasını göstermekteydi. Ancak metin Steno’nun vardığı tarih sonucunu, gerçek zamanda ters sırada izleyerek orijinalden (25), bugüne (20) gelmektedir. Daha eski setin kayaları (sürekli çizgilerle gösterilen katmanlar) fosilsiz olup, yatay tabakalar halinde oluşmuştu (25) ama altı oyulduğundan (24), üstteki tabaka çökerek eğilmişti (23). Daha sonra, benzer ama ayrı bir olaylar dizisi sonucunda, eski tabakanın üstünde, yatay katmanlar halinde (22) daha genç ve fosilli kaya seti (noktalı çizgiyle gösterilmiş katmanlar) oluşmuştu. Bunların da altı oyulmuş (21) ve en üstteki katman çökerek bugünkü konumunu almıştı (20). Bu şekil, Galileo’nun fiziksel araştırmalarını hatırlatan ve Steno’yla Floransa’daki meslektaşlarına esin kaynağı olan bir gelenekle, soyut geometri tarzında çizilmişti.


Steno’nun bu tarihsel silsileyi özetleme şekli, mantık yönteminin kronoloji uzmanlarınınkine paralel olduğunu göstermektedir. Onlar nasıl kanıtların parçalarını, daha yakın ve nispeten iyi belgelenmiş geçmişten (Ussher’ın olayında Roma dönemi) başlayarak birleştirip sonra daha belirsiz eski dönemlere uzandılarsa, Steno da Toskana’nın o günkü durumundan başlayıp mantık yürüterek geriye gitmişti. Kronoloji uzmanları nasıl bundan sonra ters yöne gidip yeniden canlandırdıkları tarihi, doğru tarihler içeren “yıllıklar” halinde gerçek zamanda ileri götürdülerse Steno da Dünya tarihinin ardışık evrelerini –en eski dönemden günümüze kadar– süreleri belirtilmeden ama aynı derecede gerçek zamanlı bir şekilde canlandırmıştı.

Dünyada hiçbir bozuk para bir Antikacıya filanca prensin tebaası olan filanca bir yer olduğu bilgisini bu fosiller kadar iyi anlatamaz. Zira bu fosiller bir Doğa Antikacısına şu şu yerlerin sular altında kaldığını, bu tür hayvanlar olduğunu, Dünya’nın yüzeysel kısımlarındaki Başkalaşımlar ve Değişiklikler öncesinde şöyle şöyle dönemler olduğunu doğrulayacaktır. Ben de Tanrı’nın, Anıtlar ve Kayıtlar olarak bu kalıcı şekilleri, sonraki çağlara geçmişi anlatmak amacıyla tasarlamış olabileceğini düşünüyorum. Öte yandan, bunlar eski Mısırlıların Hiyerogliflerinden daha okunaklı karakterlerle ve geniş Piramitlerle Obelisklerden daha kalıcı Anıtlara yazılmış.

Şekil 2.7 Hooke’un 1668 yılında Londra’daki Royal Society’de verdiği konferanstan açıklayıcı bir alıntı. Onun görüşüne göre fosilleri inceleyen bir “doğa antikacısının” çalışmaları, insan eliyle yapılmış eserleri inceleyen geleneksel antikacıların çalışmalarına çok benziyordu. Hooke başka bir konferansta fosil kabuklarının en eski “anıtlardan” bile daha eski bir tarihten kalmış olabileceğini ileri sürmüştü ama bunların insanlık tarihinin en eski “mitolojik” veya “efsanevi” çağlardan daha eski olduğunu düşünüp düşünmediği açık değildi.

Steno’nun bu konuyla ilgili olarak Prodromus eserinde yer alan makalesi, kronoloji uzmanları tarafından birleştirilen yazılı kanıtları tamamlamak, bunlara ilave yapmak, hatta yerlerine geçmek amacıyla, kayaları ve fosilleri doğal eski eserler olarak kullanarak yeryüzünün en eski tarihinin nasıl yeniden oluşturulabileceği hakkında çarpıcı bir örnekti ve sonradan da etkili bir örnek olmayı sürdürdü.

Hooke, aynı derecede önemli bir hamleyle, antikacıların yöntemini incelikli bir şekilde yeryüzünün incelenmesine uyguladı. “Doğa antikacısı” kayaları ve fosilleri, coğrafyadaki eski değişikliklerin, hatta yazılı kanıt kalmayan insanlık tarihi dönemlerinden öncesinin bile tarihsel kanıtı olarak kullanabilirdi. Kayalar ve fosiller doğanın anıtlarıydı ve doğanın madeni paralarıydı. Bunlar metafordu ama “yalnızca” metafor olmakla kalmayıp ciddi açıklamalar getiriyorlardı. Hatta kayalar ve fosiller, uzun zaman önce yaşanan olaylar hakkında adeta doğanın kendi tanıkları tarafından yazılmış kendi belgeleri olarak değerlendirilebilirdi. Ama bir yandan da, insanlar tarafından tutulmuş eski kayıtlar gibi bunların da deşifre edilmesi ve anlamlandırılması gerekecekti. Tarihi yeniden canlandırmak amacıyla doğanın eski eserlerinin kullanılabilmesi için “Doğanın Dilbilgisi”nin yani doğanın dilinin öğrenilmesi gerekiyordu, yoksa bunlar da eski Mısırlıların çok bilinen ama deşifre edilmemiş hiyeroglif yazıları gibi aydınlatıcı olmayacaktı.

Fosiller ve Tufan

Steno ile Hooke tek başlarına çalışan çevreden kopuk dahiler değillerdi; aynı dönemde yaşamış olan bilginlerle hararetli tartışmalara girişiyorlardı. Ama onlar aynı zamanda başka doğabilimcilerine, 17. yüzyılın geri kalanında ve 18. yüzyılda araştırmalara esas olabilecek faydalı modeller sağlamışlardı (Hooke’un fikirleri Steno’nunkiler kadar etkili olmamıştı ve bunun nedeni kısmen, notlarının ancak öldükten sonra hem de sadece İngilizce olarak yayımlanmasıydı). Onlarla aynı dönemde yaşayan en etkin genç bilginlerden biri, her yerden topladığı fosillerle o zamanki en iyi koleksiyonlardan birini oluşturan İngiliz doktor John Woodward idi. Öldüğünde bu koleksiyonun Cambridge’deki üniversiteye bağışlanmasını vasiyet etmiş ve bunlarla ilgili görüşlerini açıklayacak notlarını bağışlamıştı (Fosiller büyük bir jeoloji müzesinin temellerini oluşturdu, doktorsa tanınmış bir bölümün kürsüsüne adını verdi; ben orada, 20. yüzyıl “Woodward profesörü”nden paleontoloji eğitimi aldım). Woodward’un en önemli kitabı An Essay on the Natural History of the Earth (1695), hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde, organik kökenli oldukları açıkça belli olan bu fosillere odaklanmıştı. Bunların hepsinin Tufan’dan önceki dünyada yaşadığı yorumunda bulunmuştu. Ama son derece şiddetli bir olay olduğunu düşündüğü tufanın dünyayı tamamen yok ettiğini iddia etmişti. Newton’ın hâlâ çok yeni olan fikri evrensel yerçekimi geçici olarak askıya alınmıştı ve yeryüzünün organik olanlar dışındaki malzemeleri, çalkalanarak bir tür çorba ya da yoğun bir süspansiyon haline getirilmişti. Sonra yerçekimi tekrar devreye girince bu malzemeler çökelerek uçurumlarda veya madenlerde yaygın bir şekilde gördüğümüz ardışık kaya tabakalarını oluşturmuştu. Bu felaketten önceki dünyayla ilgili kanıtları vermek üzere sadece fosiller kalmıştı ama onlar da bunu dolaylı olarak yapabiliyorlardı. Zira Woodward fosillerin, canlıların yaşadığı yerlerde saklanmadığını, hatta o orijinal yaşam ortamlarından en ufak bir iz bile taşımadıklarını, sadece tufan sonrası oluşan çorbadan çıkıp yerleştikleri yerin özelliklerini barındırdıklarını savunuyordu (günümüz ifadesiyle bunların hepsi “türemiş” veya “taşınmış” fosillerdi). Woodward da kendinden öncekiler gibi tüm bunların kronoloji uzmanlarının kısa zaman ölçeği içinde gerçekleştiğinden emindi. Daha geniş bir zaman dilimine ihtiyaç yoktu.

bannerbanner