Читать книгу Riga'nın Köpekleri (Хеннинг Манкелль) онлайн бесплатно на Bookz (3-ая страница книги)
bannerbanner
Riga'nın Köpekleri
Riga'nın Köpekleri
Оценить:
Riga'nın Köpekleri

5

Полная версия:

Riga'nın Köpekleri

Wallander, babasına dürüst davranmaya karar verdi.

“Çok özür dilerim,” dedi. “Unuttum.”

Uzun bir sessizlik oldu.

“Hiç olmazsa dürüst davranıyorsun,” dedi babası sonunda.

“Yarın gelirim.”

“O zaman yarın gel,” dedi babası ve telefonu kapattı.

Wallander bir not yazarak telefonun yanına koydu. Ertesi gün babasına gitmeyi unutmamalıydı.

Svedberg’in odasına telefon etti ama cevap veren olmadı. Martinson emniyete gelmişti. Wallander, onu görmek için koridora çıktı.

“Bugün ne öğrendim biliyor musun?” diye sordu Martinson. “Kurtarma botunu tanımlamak neredeyse imkânsızmış. Farklı modeller, farklı imalatçılar tarafından yapılıyor ama hepsi de birbirinin aynı. Yalnızca işin uzmanları aradaki farkı saptayabiliyormuş. Ben de bu yüzden Malmö’ye giderek birçok ithalatçı firmayla görüştüm.”

Kahve içmek için kantine gittiler. Martinson bir paket bisküvi aldı ve sonra da Wallander’in odasına gittiler.

“Demek şimdi kurtarma botuyla ilgili her şeyi öğrendin,” dedi Wallander.

“Birçok şey öğrendim ama bu botun nerede imal edildiğini henüz bilmiyorum.”

“Botun üstünde nerede imal edildiğini ya da hangi ülkeye ait olduğunu gösteren bir logo olmaması çok garip doğrusu,” dedi Wallander. “Cankurtaran ekipmanlarında genellikle bu tür bilgiler olur.”

“Haklısın. Malmö’deki ithalatçılar da aynı şeyi söyledi. Ama bir olasılık daha var: sahil güvenlik. Tüm yaşamını gümrük teknelerinde çalışarak geçiren emekli Kaptan Österdahl on beş yıl Arkösund’da, on yıl da Gryt takımadalarında çalışmış. Daha sonra Simrishamn’a gelerek emekli oluncaya dek de orada çalışmış. Yıllar içinde de lastik botlar ve kurtarma botları konusunda uzmanlaşmış.”

“Sana bunları kim anlattı?”

“Sahil güvenliği aradığımda şansım yaver gitti. Telefona çıkan adam Österdahl’ın kaptanlığını yaptığı gümrük teknelerinden birinde çalışmış.”

“Güzel,” dedi Wallander. “Belki bize yardım eder.”

“O yardım edemezse kimse edemez,” diye karşılık verdi Martinson gerçek bir filozof edasıyla. “Sandhammaren’de oturuyormuş. Gidip onu buraya getirmek istiyorum. Belki bize bir şeyler anlatabilir. Bu arada herhangi bir gelişme var mı?”

Wallander ona, Mörth’ün anlattıklarını aktardı.

“Belki de Rus polisiyle iş birliği yapmamız gerekecek,” dedi Martinson, Wallander sözlerini bitirdiğinde. “Rusça biliyor musun?”

“Hayır. Bu da işimizi olumsuz etkileyebilir.”

“Umudumuzu kaybetmemeliyiz.”

Martinson’un yüzünde düşünceli bir ifade oluştu.

“Bazen ben de senin gibi düşünmüyor değilim,” dedi bir süre sonra. “Yani tüm cinayet vakalarından elimizi çekmeliyiz. Çünkü bunlar çok yıpratıcı oluyor. Kanlı ve gerçek dışı! Polis akademisinde öğrenciyken bizlere terk edilmiş kurtarma botlarındaki işkence görmüş cesetler karşısında neler yapmamız gerektiği öğretilmedi. Her şey beni aşıyor gibi. Oysa ben henüz otuzumdayım.”

Son yıllarda Kurt Wallander de Martinson gibi düşünüyordu. Polislik yapmak her geçen gün daha da zorlaşıyordu. Hiç kimsenin daha önce yaşamadığı türde vahşi cinayetlerle karşı karşıya kalıyorlardı. Parasal nedenlerden dolayı birçok polis memurunun emniyet güçlerindeki işlerinden ayrılıp güvenlik elemanı olarak ya da özel dedektiflik firmalarında çalışmaya başladıkları artık herkesçe bilinen bir gerçekti. Aslında gerçek, polis memurlarının kendilerini son derece güvensiz hissettikleri için işlerinden ayrılmak zorunda kaldıklarıydı.

“Belki de gidip Björk’le konuşsak ve ona işkence yapılmış kişilerle nasıl başa çıkabileceğimiz konusunda bize bir eğitim vermesini istesek iyi olacak.”

Wallander, Martinson’un söylediklerinde gerçeklik payı olduğunun farkındaydı çünkü o da zaman zaman kendini son derece güvensiz ve beceriksiz hissediyordu.

“Bu bizden önceki ve sonraki kuşakların değişmeyen sorunu,” dedi. “Bizim de onlardan farklı yanımız yok.”

“Rydberg’in hiç şikâyet ettiğini hatırlamıyorum, sen hatırlıyor musun?”

“Rydberg hepimizden farklıydı. Ama gitmeden önce sana bir şey sormak istiyorum. Telefon eden adamla ilgili. Adamın yabancı olabileceğini düşündürecek bir şey var mıydı?”

Martinson’un bu konuda en küçük bir kuşkusu yoktu.

“Hayır. Adam buralıydı. Kesinlikle.”

“O konuşmada aklına takılan bir şey var mı?”

“Hayır.”

Martinson ayağa kalktı.

“Ben şimdi Kaptan Österdahl ile görüşmek için Sandhammaren’e gidiyorum,” dedi.

“Bot bodrumda,” dedi Wallander. “Şansın açık olsun. Bu arada, Svedberg’in nerede olduğunu biliyor musun?”

“Hayır. Hiçbir bilgim yok. Belki de meteoroloji uzmanlarıyla görüşüyordur.”

Wallander öğle yemeği için şehir merkezine gitti. Bir gece önce yaşadıklarını düşünerek yalnızca bir salata söyledi.

Basın toplantısından kısa bir süre önce emniyete döndü. Bir iki not aldıktan sonra da Björk onu aradı.

“Basın toplantılarından iğrenirim,” dedi Björk. “İşte bu yüzden hiçbir zaman emniyet genel müdürü olamayacağım. Ama böyle olmasam da olamazdım zaten.”

Gazetecilerin bekleştiği toplantı odasına birlikte gittiler. Wallander onları görünce Lenarp cinayetini soruştururlarken karşılarına dikilen gazeteci ordusunu anımsadı. Toplantı odasında aslında yalnızca üç gazeteci vardı. Wallander ikisini tanıyordu: Bunlardan biri Ystads Allehanda gazetesinden bir kadın gazeteci, diğeriyse Arbetets’in bölge bürosundan gelen bir gazeteciydi.

Wallander onunla bir iki kez karşılaşmıştı. Üçüncü gazeteciyse saçları kısacık kesilmiş gözlüklü biriydi. Wallander onu daha önce hiç görmemişti.

Sydsvenskan nerede?” diye fısıldadı Björk, Wallander’in kulağına. “Ya Skånska Dagbladet? Ya da yerel radyo?”

“Bilmiyorum,” dedi Wallander. “Başlayalım.”

Björk odanın bir köşesindeki kürsüye çıktı. Genellikle duraksayarak konuşan Björk’ün gerektiğinden fazla ayrıntıya girmemesini diledi Wallander.

Bir süre sonra da konuşma sırası ona geldi.

“Mossby Strand kıyılarında içinde iki ceset bulunan bir kurtarma botu bulundu,” dedi. “Cesetlerin kimliklerini henüz saptayamadık. Ama bildiğimiz kadarıyla bir deniz kazası olmadığı gibi denizde kaybolan kişilere ilişkin bir bilgi de gelmedi elimize. Bu da kamuoyunun ve sizlerin yardımına ihtiyacımız olduğu anlamına geliyor.” Kimliği belirsiz telefon konuşmasından söz etmedi. “Konuyla ilgili bilgisi olanların derhal polise başvurmalarını istiyoruz. Söyleyeceklerim bu kadar.”

Kürsüye yeniden Björk çıktı. “Sorularınız varsa yanıtlamaya hazırız,” dedi.

Ystads Allehanda gazetesinden gelen kadın gazeteci bir zamanlar son derece huzurlu bir yer olan Skåne’de şiddet olaylarına ne denli sıklıkla rastlanıldığını sordu.

Wallander bu soruya içinden güldü. Huzurlu, diye geçirdi içinden. Burası hiçbir zaman tam anlamıyla huzurlu bir yer olmadı ki.

Björk cinayet vakalarında bir artış olmadığını söyleyince Ystads Allehanda’dan gelen gazeteci bu yanıtı yeterli bularak başka bir soru sormadı. Arbetets’den gelen diğer gazetecinin sorusu yoktu. Björk tam toplantıyı bitirmeye hazırlanırken gözlüklü genç adam elini kaldırdı.

“Bir şey sormak istiyorum,” dedi. “Bottaki adamların cinayete kurban gittiklerini neden söylemediniz?”

Wallander, Björk’e baktı.

“Bu aşamada o iki adamın nasıl öldüğünden henüz emin değiliz,” diye karşılık verdi Björk.

“Hadi yapmayın ama, bu doğru değil. Herkes onların kalplerinden vurularak öldürüldüklerini biliyor.”

“Başka sorusu olan var mı?” dedi Björk. Wallander onun ter içinde kaldığını gördü.

“Başka soru var mı, ha?” dedi öfke dolu bir sesle genç gazeteci. “Benim ilk sorumu yanıtlamadan size neden başka bir soru sorayım ki?”

“Size daha fazla açıklama yapamam, ben söyleyeceklerimi söyledim,” dedi Björk.

“Bu çok saçma,” diye karşılık verdi gazeteci. “Ama bir soru daha soracağım. Öldürülen adamların Rus vatandaşı olduklarından kuşkulandığınızı neden açıklamıyorsunuz? Soruları yanıtlamaktan kaçındığınız ya da gerçekleri örtbas ettiğiniz bir toplantıya neden basın toplantısı diyorsunuz?”

Bunları nereden öğrenmiş olabilir ki, diye geçirdi içinden Wallander. Öte yandan da Björk’ün neden bunları doğrulamadığına şaşıyordu. Gazeteci aslında haklıydı. Gerçekler açıkça ortadayken neden bunları göz ardı ediyordu?

“Bay Wallander’in de az önce söylediği gibi o iki adamın kimliklerini henüz saptamadık,” dedi Björk. “Zaten bu yüzden de kamuoyundan yardım istiyoruz. Basının kamuoyunun dikkatini çekmesi için bize yardım edeceğini umuyoruz.”

Genç gazeteci abartılı bir şekilde not defterini ceketinin cebine koydu.

“Geldiğiniz için teşekkür ederim,” dedi Björk.

Kapının önünde Wallander, Ystads Allehanda’dan gelen kadın gazeteciyi bir kenara çekti.

“Bu gazeteciyi tanıyor musun?” diye sordu.

“Hayır. Daha önce onu hiç görmedim. Söyledikleri doğru muydu?”

Wallander karşılık vermedi ve Ystads Allehanda’dan gelen gazeteci de onu sıkıştırmayacak kadar kibar biriydi.

“Kendini neden temize çıkarmadın?” diye sordu Wallander koridorda Björk’ü yakaladığında.

“Lanet olasıca gazeteciler,” diye homurdandı Björk. “Tüm bunları nasıl öğrenmiş olabilirler? Bu haberleri kim sızdırmış olabilir?”

“Herkes olabilir,” diye karşılık verdi Wallander. “Ben bile olabilirim.”

Björk taş gibi kesilerek ona baktı ama bir şey söylemedi. “Dışişleri bu soruşturmayı mümkün olduğunca sessiz yürütmemizi istiyor,” dedi.

“Neden?” diye sordu Wallander.

“Bunu onlara sormalısın,” diye karşılık verdi Björk. “Bugün öğleden sonra başka talimatlar da alacağım sanırım.”

Wallander odasına döndü. Bu işlerden artık iyice sıkılmıştı. Masasının başına geçip oturdu ve kilitli çekmecelerinden birini açtı. Çekmecenin içinde iş ilanlarının fotokopileri duruyordu. Trelleborg Lastik Şirketi güvenlik müdürü arıyordu. Bu ilanın arkasına Wallander bir hafta önce yazdığı başvuru yazısını eklemişti. Yazıyı yollayıp yollamama konusunda karar veremiyordu. Emniyette çalışmak bilginin ya dışarıya sızması ya da hiçbir neden yokken gizlenmesi anlamına geliyorsa artık bu işte çalışmak istemiyordu. Ona göre emniyette çalışmanın çok daha başka mantıklı nedenleri olmalıydı. Çalışmalarının sorgulanmayacak akılcı, ahlaki ilkelerle desteklenmemesi canını çok sıkıyor, bu tür bir iş yerinde daha fazla çalışmak istemiyordu.

Düşünceleri telaşla içeri giren Svedberg tarafından kesildi.

“Neredeydin?” diye sordu Wallander.

Svedberg ona şaşkınlıkla baktı.

“Masanın üstüne bir not bırakmıştım,” dedi. “Görmedin mi?”

Not yere düşmüştü. Wallander eğilerek notu aldı. Svedberg, Sturup’daki meteoroloji bürosuna gideceğini yazmıştı.

“İşe kestirme yoldan gitmemizin iyi olacağını düşünmüştüm,” dedi Svedberg. “Sturup Havaalanı’nda çalışan birini tanıyorum. Birlikte Falsterbonäset’te kuşları izlemeye giderdik. Botun nereden geldiği konusunda bana yardım etmeye çalıştı.”

“Bunu Norrköping’deki meteoroloji bürosunun yaptığını sanıyordum.”

“Havaalanındaki arkadaşımla görüşürsem işleri hızlandıracağımı düşünmüştüm.”

Cebinden bir tomar kâğıt çıkararak masanın üstüne yaydı. Wallander kâğıttaki şemalarla rakamları gördü.

“Botun beş günden beri denizde olduğunu hesapladık,” dedi Svedberg. “Son haftalarda rüzgârın yönü sürekli değiştiğinden bu karara vardı. Ama bunun da bize fazla bir yardımı olmadı.”

“Yani?”

“Yani, kurtarma botu uzaklardan gelmiş olabilir.”

“Yani?”

“Danimarka ya da Estonya gibi ülkelerden buraya sürüklenmiş olabilir.”

Wallander şaşkınlıkla Svedberg’e baktı. “Bu gerçekten de mümkün olabilir mi?”

“Evet. İstersen sen kendin de Janne’ye sorabilirsin.”

“Güzel,” dedi Wallander. “Şimdi git, bana anlattıklarını Björk’e de anlat. O da bu bilgiyi isterse Dışişleri’ne aktarsın. O zaman bu işten paçamızı kurtarabiliriz.”

“Paçamızı kurtarabiliriz mi?”

Wallander o sabah olanları arkadaşına anlattı.

Svedberg’in üzüldüğünü gördü.

“Başladığım bir işi yarıda bırakmaktan hiç hoşlanmam,” dedi Svedberg.

“Henüz kesin bir şey yok. Ben sana yalnızca olayları ve hissettiklerimi anlattım.”

Svedberg, Björk’ü görmeye gidince Wallander yeniden başvuru mektubuna döndü. Bu arada botun içindeki cesetler gözünün önünden gitmiyordu.

Mörth’ün otopsi raporu öğleden sonra dört sıralarında geldi. Hâlâ laboratuvar sonuçlarını bekliyordu ama adamların yaklaşık yedi gün önce öldürüldüklerini düşündüğünü belirtmişti. Büyük olasılıkla aynı süreden beri de tuzlu suda kalmışlardı. Adamlardan biri yaklaşık yirmi sekiz yaşındaydı, diğeriyse ondan biraz daha büyüktü. Her ikisi de son derece sağlıklıydı. Yoğun bir işkenceye maruz kaldıkları ortadaydı. Dişlerini Doğu Avrupalı dişçiler tedavi etmişti. Wallander raporu bir kenara koyarak camdan dışarı baktı. Hava kararmıştı ve karnı da acıkmıştı.

Björk telefon etti, Dışişleri Bakanlığı’nın ertesi sabah kendilerini arayacağı haberini verdi.

“O zaman ben eve gidiyorum,” dedi Wallander.

“Tamam,” diye karşılık verdi Björk. “O gazetecinin kim olduğunu çok merak ediyorum.”

Bunu ertesi gün öğrendiler. Expressens gazetesinin ilk sayfası kıyıya vuran cesetlere ayrılmıştı. İlk sayfada, öldürülen adamların Sovyet vatandaşı oldukları belirtilmiş ve Dışişleri’nin devreye girdiği haber verilmişti. Dışişleri’nin Ystad polisine bu konuda hiçbir şey söylememesini emrettiği belirtilmiş ve gazete de bunun nedenini öğrenmek istediğini yazmıştı.

Wallander bu gazeteyi ancak ertesi gün öğleden sonra saat üçte görmüştü. Bu arada da köprünün altından çok su akmıştı.

4

Wallander sabah sekiz civarında emniyete geldiğinde sanki her şey birden olup bitmiş gibiydi.

Sıcaklık yeniden sıfırın altına düşmüştü ve dondurucu bir soğuk vardı. Wallander bir gece önceki sorunları tekrar yaşamamış, çok iyi uyumuştu. Kendini dinlenmiş hissediyordu. Tek kaygısı o gün öğleden sonra babasıyla Malmö’ye giderken babasının vereceği tepkiydi.

Koridorda Martinson’a rastladığında arkadaşının yüzünden çok önemli bir şey olduğunu anladı. Martinson odasında oturamayacak kadar huzursuz olduğunda, herkes çok önemli bir şey olduğunu anlardı.

“Kaptan Österdahl şu bizim botun gizemini çözdü,” dedi Martinson. “Vaktin var mı?”

“Senin için her zaman var,” dedi Wallander. “Odama gel. Svedberg’i de çağıralım.”

Birkaç dakika sonra Wallander’in odasında toplanmışlardı.

“Kaptan Österdahl gibi kişileri aramıza almalıyız,” dedi Martinson. “Emniyet güçlerinde alışılmışın dışındaki konularda deneyimli olanlar için bir birim oluşturulmalı.”

Wallander onaylarcasına başını salladı. O da zaman zaman aynı şeyi düşünürdü. Ülkenin dört bir yanında anlaşılması güç, özel konularda uzman birçok kişi vardı. Herkes, Härjedalen’deki bir kerestecinin yalnızca polisi değil, aynı zamanda içki konusunda uzman kişileri de yanıltan, Asya ülkelerinde üretilen bira şişesini tanımasını henüz unutmamıştı. Kerestecinin bulduğu bu delil, çözümlenmesi olanaksız bir cinayetin aydınlanmasına yardımcı olmuştu.

“Bana herkesin bildiği gerçekleri söyleyerek yüksek maaş alan o danışmanlar yerine Kaptan Österdahl gibi birini verseler, her şeyi bir çırpıda çözerim,” dedi Martinson. “Bize yardım etmeye hazırdı.”

“Yardımcı oldu mu?”

Martinson cebinden not defterini çıkararak masanın üstüne attı. Bunu sanki şapkasının içinden tavşan çıkaran bir sihirbaz havasıyla yapmıştı. Wallander onun bu tavırlarına sinirlenmeye başlamıştı. Martinson’un bu dramatik tavırları onu gerçekten de sinirlendiriyordu ama belki de bu, Halk Partisi üyelerinin davranış biçimiydi.

“Heyecanla bekliyoruz,” dedi Wallander kısa bir sessizlikten sonra.

“Sizler dün akşam evlerinize gittikten sonra Kaptan Österdahl’la bizim botu uzunca bir süre inceledik,” dedi Martinson. “Kaptan her gün öğleden sonra briç oynadığından ve bu alışkanlığından vazgeçmek istemediğinden bu incelemeyi daha önce yapamamıştık. Yaşlı bir beyefendi olan Kaptan Österdahl’ın çok keskin gözlemleri var. Onun yaşına geldiğimde ben de onun gibi olmak isterim.”

“Hadi sadede gel,” dedi Wallander. Yaşlı beyefendilerin nasıl inatçı olduklarını babasından çok iyi biliyordu.

“Botun çevresini bir köpek gibi inceledi,” diye sürdürdü konuşmasını Martinson. “Onu kokladı bile. Sonunda da botun en az yirmi yıllık ve Yugoslav yapımı olduğunu söyledi.”

“Bunu nasıl anladı?”

“İmalat tarzından, kullanılan malzemelerden. Tüm delilleri göz önünde bulundurduğunda da bir an bile duraksamadı. Onun söylediklerinin tümü de bu not defterinde kayıtlı. İşlerini bilen insanlara hayranım.”

“Teknenin Yugoslav yapımı olduğuna dair neden herhangi bir şey yokmuş üstünde?”

“Tekne değil zaten,” dedi Martinson. “Bu, Kaptan Österdahl’ın bana öğrettiği ilk şey oldu. Bu yalnızca bir sal, başka bir şey değil. Ve hangi ülkenin malı olduğunu gösteren bir işaretin neden olmadığı konusunda harika bir açıklama yaptı. İmalatçılar kurtarma botlarını genellikle Yunanistan ve İtalya’ya gönderiyorlarmış. Oradaki firmalar da bu botların üstüne sahte etiketler koyuyormuş. Asya’da imal edilen saatlere Avrupa markalarının konulması gibi!”

“Başka neler söyledi?”

“Birçok şey. Artık kurtarma botlarına ilişkin her şeyi ezbere biliyorum. Tarih öncesi dönemlerde bile birçok farklı kurtarma botu varmış. Eski dönemlerde kullanılanlar kamıştan yapılırmış. Bu tür botları asla İskandinav şileplerinde bulamazsınız. Çünkü deniz yolları bunların kullanımını yasaklamış.”

“Neden?”

Martinson omuz silkti.

“Kaliteleri iyi değilmiş. Kolayca batabiliyorlarmış. Botun yapımında kullanılan plastik standartların çok altındaymış.”

Wallander bir an düşündü.

“Kaptan Österdahl’ın incelemesi eğer gerçekten doğruysa bu bot doğrudan Yugoslavya’dan geldi demektir. Ne İtalya’ya ne de başka bir yere gitti, üstünde de imalatçı firmanın adı yazılı değil. O zaman demek ki burada Yugoslav bandıralı bir şilep olması lazım.”

“Bu şart değil,” dedi Martinson. “Bu kurtarma botlarının bir kısmı Rusya’ya gidiyormuş. Bana kalırsa burada Moskova ile ona bağlı devletler arasında zorunlu mal takası söz konusu olabilir. Kaptan, Häradskär açıklarında yakalanan Rus balıkçı teknesinde buna benzer bir kurtarma botu gördüğünü söyledi.”

“Ama Doğu Avrupa bandıralı bir şilep üzerinde yoğunlaşabileceğimiz kesin, değil mi?”

“Evet, Kaptan Österdahl’ın görüşü bu doğrultuda.”

“Güzel,” dedi Wallander. “Hiç olmazsa bunu biliyoruz.”

“Ama bundan başka bir şey de bilmiyoruz,” dedi Svedberg.

“Telefon ederek bizi uyaran adam eğer bizimle bir daha bağlantı kurmazsa hiçbir şey öğrenemeyeceğiz,” dedi Wallander. “Bu adamların Baltık Denizi’nin diğer tarafından geldiklerinin dışında bir şey bilmiyoruz.”

Konuşması kapının vurulmasıyla kesildi. Bir polis memuru otopsi sonuçlarına ilişkin son ayrıntıları içeren zarfı getirmişti. Wallander arkadaşlarına, raporu incelerken yanında kalmalarını söyledi. Rapora bakar bakmaz, “İşte burada ilginç bir şey var,” dedi. “Mörth cesetlerin kanlarında ilginç bir şeyler bulmuş.”

“AIDS mi?” diye sordu Svedberg.

“Hayır, uyuşturucu. Yüksek dozlarda amfetamin.”

“Uyuşturucu kullanan Ruslar,” dedi Martinson. “Ruslar uyuşturucu kullananlara işkence yapıp öldürüyorlar. Sonra da onlara takım elbise giydirip kravat takıyorlar. Yugoslav yapımı kurtarma botuna koyup denize atıyorlar.”

“Rus olduklarını bilmiyoruz ki,” dedi Wallander. “Aslında hiçbir şey bilmiyoruz.”

Björk’ün numarasını çevirdi.

“Ben Björk.”

“Wallander. Martinson ve Svedberg yanımda. Dışişleri’nden yeni bir talimat gelip gelmediğini merak etmiştik.”

“Hayır, henüz gelmedi. Ama yakında beni arayacaklarından eminim.”

“Biraz sonra Malmö’ye gitmem gerekiyor.”

“Tamam. Beni aradıklarında seni arar haber veririm. Ha, bu arada, gazeteciler canını sıkmaya başladı mı?”

“Hayır, neden?”

“Bu sabah Expressens gazetesi beni saat beşte uyandırdı. O zamandan beri de telefon susmak bilmiyor. Kaygılandığımı itiraf etmeliyim.”

“Ortada kaygılanacak bir şey yok. Ne olursa olsun, onlar istediklerini yazacaklardır.”

“İşte beni kaygılandıran da bu zaten! Bu tür söylentiler basında yayınlanmaya başlarsa soruşturma çıkmaza girebilir.”

“Şansımız yaver giderse belki yararlı bilgi verebilecek birileri ya da görgü tanıkları bizlerle bağlantı kurabilir.”

“Sanmıyorum. Ayrıca sabahın beşinde uyandırılmaktan da hiç hoşlanmıyorum. O saatte uyandırılan birinin uyku sersemliği içinde ağzından istemediği birçok şey çıkabilir.”

Wallander telefonu kapattı.

“Paniğe kapılmayalım,” dedi. “Şimdilik kendi işimize odaklanalım. Malmö’de yapmam gereken bir şey var. Yemekten sonra burada yeniden görüşürüz.”

Svedberg ve Martinson odadan çıktı. Wallander onlara Malmö’ye iş nedeniyle gideceğine ilişkin bir izlenim bıraktığı için kendini biraz tedirgin hissetti. Polislerin herkes gibi ellerine bir fırsat geçirdiklerinde mesai saatleri içinde kendi özel işlerini yaptıklarını biliyordu ama kendini yine de tedirgin hissediyordu. Çok geri kafalıyım, diye geçirdi içinden. Üstelik henüz kırklı yaşlarımdayım.

Danışmadaki görevliye dışarı çıkacağını, ancak yemekten sonra emniyete döneceğini söyledi. Sonra da arabasına atlayarak Sandskogen’e, oradan da Kåseberga’ya gitti. Yağmur durmuştu ama hava çok soğuktu ve sert bir rüzgâr esiyordu.

Yakıt almak için Kåseberga’da durdu. Daha erken olduğundan rıhtıma giderek arabasını park edip dışarı çıktı. Rıhtımda hiç kimse yoktu. Gazete bayisiyle diğer dükkânlar kapalıydı.

Garip bir dünyada yaşıyoruz, diye geçirdi içinden. Bu ülkenin büyük bir bölümü sadece yazları yaşıyor. Kentin büyük bölümünde “kapalı” yazısıyla karşılaşıyoruz.

Soğuğa rağmen taş rıhtımda ilerledi. Görünürde tek bir gemi bile yoktu. Kurtarma botundaki cesetleri düşündü. Kimlerdi? Acaba neden işkence yapılıp öldürülmüşlerdi? Ceketlerini onlara kim giydirmişti?

Saatine baktı, sonra da arabasına binerek babasının yaşadığı Löderup’un güney kesimine doğru yola çıktı. Babasını her zamanki gibi stüdyosunda resim yaparken buldu. İçeri girer girmez de burnuna keskin terebentin ve yağlı boya kokusu çarptı. Çocukluğuna geri dönmüş gibiydi. Wallander’in çocukluğuna ilişkin hiç unutmadığı anılarından biri resim sehpasının önünde duran babasıyla stüdyoyu saran bu kokuydu. Yıllardan beri hiçbir şey değişmemişti. Babası her zaman gün batımının resmini yapardı, bu asla değişmezdi. Ara sıra bu resme bir de horoz eklerdi.

Wallander’in babası ressamdı. Yeteneğini o kadar kusursuz bir düzeye getirmişti ki resimlerinin konusunu değiştirmeye gerek duymuyordu. Wallander daha ileriki yaşlarında bunun babasının tembelliğiyle ya da yeteneksizliğiyle bir ilgisi olmadığını ama bu tekdüzeliğin, babasına yaşamını sürdürmek için gerek duyduğu güven duygusundan kaynaklandığını fark etmişti.

Yaşlı adam fırçasını bir kenara koyarak ellerini kirli bir bez parçasına sildi. Üstünde her zamanki gibi bir tulum ve çizme vardı.

“Hazırım,” dedi.

“Üstünü değiştirmeyecek misin?” diye sordu Wallander.

Babası ona hayretle baktı.

“Neden değiştireyim ki? Bugünlerde insanlar alışverişe giderken takım elbise mi giyiyorlar?”

Wallander babasıyla tartışmanın bir anlamı olmadığını fark etti. Babasının inatçılığıyla baş edemeyeceğinin farkındaydı. Ayrıca yaşlı adam öfkelenebilir ve Malmö yolculuğunu işkenceye dönüştürebilirdi.

“Nasıl istersen öyle olsun,” dedi.

“Evet,” diye karşılık verdi. “Öyle yapacağım.”

Malmö’ye doğru yola koyuldular. Babası manzarayı izliyordu. “Çok çirkin,” dedi.

“Çirkin olan ne?”

“Skåne kışları çok çirkinleşiyor. Hava gri, ağaçlar gri, gökyüzü gri. İnsanlar bile gri.”

“Sanırım haklısın.”

“Elbette haklıyım. Bundan hiç kuşkum yok. Skåne kışları berbat.”

Resim malzemeleri satan dükkân şehir merkezindeydi. Wallander dükkânın hemen önünde arabasını park edecek bir yer bulmuştu. Babası ne almak istediğini biliyordu; tuval, boya, fırça ve palet bıçağı alacaktı. Sıra aldıklarını ödemeye geldiğinde cebinden küçük bir cüzdan çıkardı. Wallander bir kenarda durmuş, babasını izliyordu. Aldıklarını taşımasına bile izin vermemişti babası.

“İşte hepsi bu kadar,” dedi babası. “Artık eve dönebiliriz.”

Wallander bir yerde durup bir şeyler yemeleri gerektiğini düşündü. Bunu babasına söyleyince şaşkınlıkla karşı çıkmadığını fark etti. Svedala motelinin önünde arabadan indiler ve motelin kafeteryasına gittiler.

“Burası self-servis,” dedi Wallander. “Garson olduğunu sanmıyorum.”

“O zaman biz de başka bir yere gideriz,” diye karşılık verdi babası. “Eğer dışarıda yemek yiyeceksek birilerinin bana servis yapmasını isterim.”

Wallander babasının üstündeki lekeli tuluma kaygıyla bir göz attıktan sonra Skurup’taki pizzacıyı önerdi, arabaya atlayarak gittiler. Pizzacıda günün menüsünü ısmarladılar. Yemeklerini yerken Wallander babasını hiçbir zaman istediği gibi tanıyamayacağını düşünüyordu. Eskiden onun diğer insanlardan çok farklı olduğunu düşünürdü ama şimdi bundan o kadar emin değildi. Geçen yıl kendisini terk eden karısı Mona, Kurt Wallander’e babasını tanımak için hiç çaba harcamadığını söylerdi. Kim bilir belki de babamla olan benzerliklerimi görmek istemiyorumdur. Belki ona benzemekten korkuyorum. İnatçı ve kendi görmek istediklerinin dışında bir şeyi kabul etmeyen biri olduğumu fark etmek istemiyor olabilirim.

bannerbanner