![Riga'nın Köpekleri](/covers/69401659.jpg)
Полная версия:
Riga'nın Köpekleri
Martinson onaylarcasına başını sallayarak not aldı. Svedberg düşünceli bir tavırla kaleminin ucunu kemiriyordu.
“Adli tıp adamların giysileriyle ilgili ayrıntılı bilgiyi verecek,” diye sürdürdü konuşmasını Wallander. “Mutlaka birkaç ipucu bulacaklardır.”
Kapı vuruldu ve Norén içeriye girdi. Elinde kıvrılmış bir deniz haritası vardı.
“Buna ihtiyacınız olacağını düşündüm,” dedi. Haritayı masanın üstüne yaydılar, bir deniz savaşını planlarcasına üstüne eğildiler.
“Kurtarma botu ne kadar hızlı hareket edebilir?” diye sordu Svedberg. “Akıntı ve rüzgâr, hızı yavaşlatmakla birlikte arttırabilir de.”
Hiç konuşmadan haritayı incelediler. Daha sonra Wallander haritayı rulo yaparak ayağa kalktı. Artık söylenecek bir şey kalmamıştı.
“Hadi bakalım, işe başlayalım,” dedi. “Saat altıda burada buluşup neler öğrendiğimizi konuşuruz.”
Svedberg ve Norén odadan çıkarlarken Wallander, Martinson’a kalmasını söyledi.
“Kadın neler anlattı?” diye sordu.
Martinson omuz silkti.
“Bayan Forsell,” dedi. “Dul. Mossby’de oturuyor. Ängelholm’daki ilkokuldan emekli olmuş bir öğretmen. Köpeği Tegnér’le birlikte yaşıyor. İnsanın köpeğine bir şairin adını vermesi garip doğrusu! Her gün temiz hava almak için sahilde dolaşırlarmış. Dün akşam dolaşırken ortalıkta bot yokmuş ama bu sabah onu çeyrek geçe görmüş ve hemen emniyete haber vermiş.”
“Onu çeyrek geçe,” dedi Wallander düşünceli bir tavırla. “Köpeği dolaştırmak için biraz geç bir saat değil mi bu?”
Martinson evet anlamında başını salladı.
“Ben de senin gibi düşündüm ama sonra köpeğini saat yedide çıkardığını ama bu kez ters yönde yürüdüklerini öğrendim.”
Wallander konuyu değiştirdi.
“Dün arayan adam,” dedi. “Sesi nasıldı?”
“Daha önce de söylediğim gibi, inandırıcıydı.”
“Aksanlı mı konuşuyordu? Yaşını tahmin edebilir misin?”
“Svedberg gibi konuşuyordu. Sesi boğuktu, sigara içiyorsa doğrusu hiç şaşırmam. Kırk ya da elli yaşlarında olabilir. Basit ve net bir şekilde konuşmuştu. Banka memuru ya da çiftçi olabilir.”
Wallander’in bir sorusu daha vardı.
“Neden aradı?”
“Ben de bunu merak edip duruyorum,” diye karşılık verdi Martinson. “Olaya karıştığı için botun kıyıya vurabileceğini biliyor olabilir. Adamı göğsünden vuran kişi de olabilir. Bir şey görmüş ya da duymuş da olabilir. Birçok olasılık var.”
“Sence akla en yatkın açıklama hangisi?”
“Sonuncusu,” diye karşılık verdi Martinson duraksamadan. “Ya bir şey görmüş ya da duymuş olmalı. Bu, katilin polisi peşine takmayı yeğleyebileceği türden bir cinayete benzemiyor.”
Wallander de aynı şeyleri düşünüyordu.
“Haydi, bir adım daha atalım,” dedi. “Bir şeyi gördü ya da duydu? Kurtarma botunda iki ceset? Bu cinayetlere karışmamışsa katili ya da katilleri görmüş olamaz. Bu da onun botu görmüş olabileceği anlamına gelir.”
“Denizde bir kurtarma botu,” dedi Martinson. “İnsan böyle bir şeyi nasıl görebilir? Ancak sen de denizdeysen görebilirsin.”
“Elbette,” dedi Wallander. “Kesinlikle. Peki, ama eğer katil o değilse neden kimliğini açıklamak istemedi sence?”
“Bazı insanlar bu tür olaylara karışmak istemezler,” dedi Martinson. “Nasıl olduğunu bilirsin.”
“Olabilir. Ama bunun başka bir açıklaması da olabilir. Polise bulaşmak istememesinin bambaşka bir nedeni de olabilir.”
“Biraz abartmıyor musun?”
“Yüksek sesle düşünüyorum,” dedi Wallander. “Bir şekilde bu adamı bulmalıyız.”
“Bizimle yeniden bağlantı kurması için bir şeyler yapalım mı?”
“Yapalım,” dedi Wallander. “Ama bugün değil. Ben öncelikle o iki adamla ilgili bir şeyler öğrenmek istiyorum.”
Wallander arabasına binerek hastaneye gitti. Oraya defalarca gitmesine rağmen yine de bu yeni yapılan binayı bulmakta zorlanıyordu. Hastanenin zemin katındaki kantine uğrayarak bir muz aldı, sonra da üst kattaki patoloji bölümüne gitti. Patolog Mörth cesetler üzerinde ayrıntılı çalışmaya henüz başlamamıştı. Ama yine de Wallander’in ilk sorusunu yanıtlayabilmişti.
“İkisi de vurularak öldürülmüş,” dedi. “Yakın mesafeden, kalbe ateş edilmiş. Ölüm nedenlerinin bu olduğunu düşünüyorum.”
“En kısa zamanda raporunu okumak istiyorum,” dedi Wallander. “Ölüm zamanına ilişkin bir şey söyleyebilir misin?”
Mörth başını iki yana salladı.
“Hayır,” dedi. “Ama bu da sorunun yanıtı olabilir.”
“Anlayamadım?”
“Uzunca bir süre önce öldürülmüş olabilirler. Bu yüzden de ne zaman öldürüldüklerini tam olarak saptamamız zorlaşıyor.”
“İki gün önce mi? Üç gün? Bir hafta?”
“Bunu yanıtlayamam,” diye karşılık verdi Mörth. “Ayrıca bir tahminde de bulunmak istemiyorum.”
Patolog laboratuvara geçti. Wallander ceketini çıkarıp bir çift plastik eldiveni eline geçirdi. Ardından da eski model bir mutfak eviyesine benzeyen bir şeyin üstünde duran cesetlere ait giysileri incelemeye başladı.
Takım elbiselerden biri İngiliz, diğeriyse Belçika malıydı. Ayakkabılar İtalyan malıydı. Wallander bunların çok pahalı olduklarını düşündü. Gömlekler, kravatlar, iç çamaşırları da oldukça pahalı ve kaliteliydi.
Wallander giysileri ikinci kez inceledikten sonra daha farklı bir şey bulamayacağını fark etmişti. Bu iki adam büyük olasılıkla varlıklı kişilerdi. Peki, ama cüzdanları neredeydi? Alyansları? Saatleri? İşin en ilginç yanı da adamlar vurulduğunda üstlerinde ceketleri yokmuş. Cekette ne bir delik ne de barut izi vardı.
Wallander olay ânını zihninde canlandırmaya çalıştı. Biri bu iki adamı kalbinden vurmuştu. Vurduktan sonra da cesetleri kurtarma botuna koymadan önce ceketlerini giydirmişti. Peki ama neden?
Bir kez daha giysileri inceledi. Gözümden kaçırdığım bir şey olmalı, diye geçirdi içinden. Rydberg, bana yardım et. Ne var ki Rydberg’in söyleyecek bir şeyi yoktu.
Wallander emniyete geri döndü. Otopsinin zaman alacağını ve ertesi günden önce de raporu alamayacağını biliyordu. Odasına geri döndüğünde masasının üstünde Björk’ün, Interpol’e haber vermek için bir iki gün daha beklemelerini söylediği notunu gördü. Birden öfkelendiğini fark etti, Björk’ün bu tedbirli yaklaşımlarına artık sinirlenmeye başlamıştı.
Altıda yapılan toplantı kısa sürmüştü. Martinson kurtarma botundaki adamlara ilişkin herhangi bir kayıp ihbarı bulamamıştı. Svedberg, Ystad Emniyet Müdürlüğü’nden yasal bir talep geldiği anda yardım etmeye söz veren Norrköping’deki meteorolojiden biriyle uzun süre görüşmüştü.
Wallander onlara zaten bildikleri bir şeyi söyledi; patolog, iki adamın da öldürüldüğünü onaylamıştı. Svedberg’le Martinson’dan katilin adamları öldürdükten sonra neden onlara ceketlerini giydirdiğini düşünmelerini istedi.
“Birkaç saat daha devam edelim,” dedi Wallander. “Elinizde başka bir dava varsa bir kenara koyun ya da başka birine verin. Bu zor bir dava. Yarın ilk iş daha fazla adama ihtiyacımız olduğunu söyleyeceğim.”
Wallander odasında yalnız kaldığında haritayı bir kez daha masasının üstüne serdi. İşaret parmağıyla Mossby Strand’a dek uzanan kıyı şeridini izledi. Bot uzaklardan gelmiş olmalı, diye geçirdi içinden. Ya da çok yakınlardan. Akıntı yüzünden ileriye ve geriye sürüklenmiş de olabilir.
Telefon çaldı. Bir an için telefona yanıt vermemeyi düşündü, saat geç olmuştu, eve gidip olanları sakin bir şekilde yeniden gözden geçirmek istiyordu. Ama yine de ahizeyi kaldırdı. Arayan Mörth’dü.
“Bitti mi?” diye sordu Wallander hayretle.
“Hayır,” diye karşılık verdi Mörth. “Ama önemli olduğunu düşündüğüm bir şey var. Sana şimdi söyleyeceğim.”
Wallander nefesini tuttu.
“Adamlar İsveçli değil,” dedi Mörth. “Ya da en azından İsveç’te doğmamışlar.”
“Bunu nasıl anladın?”
“Dişlerine baktım,” dedi Mörth. “Dişlerindeki dolguların İsveçli dişçilerin işi olmadığını saptadım. Rus dişçileri olabilir.”
“Rus mu?”
“Evet. Rus dişçileri. Ya da Doğu Bloku’ndaki ülkelerden birinin dişçileri… Onlar bizlerden farklı yöntemler kullanıyorlar.”
“Bundan emin misin?”
“Olmasaydım seni aramazdım,” dedi Mörth. Wallander onun kızdığını fark etti.
“Sana inanıyorum,” diye ekledi telaşla.
“Başka bir şey daha var,” diye sürdürdü konuşmasını Mörth. “En az bunun kadar önemli olabilecek bir şey. Belki saçma olduğunu düşüneceksin, ama bu adamların vurulduklarına sevinmiş olabileceklerini düşünüyorum. Çünkü ölmeden önce onlara işkence yapılmış. Bedenlerinde yanıklar var. Derileri soyulmuş, tırnakları sökülmüş.”
Wallander’in ağzı bir karış açık kaldı.
“Orada mısın?” diye sordu Mörth.
“Evet,” dedi Wallander. “Buradayım. Söylediklerini algılamaya çalışıyorum.”
“İşkence edildiğine eminim.”
“Emin olduğunun farkındayım. Ama bu alışılmışın dışında bir şey!”
“İşte ben de zaten seni bu yüzden aradım.”
“En doğrusunu yaptın,” dedi Wallander.
“Ayrıntılı raporu yarın sana göndereceğim,” dedi Mörth. “Laboratuvar sonuçları biraz zaman alabilir.”
Telefonu kapattı. Wallander kantine gitti. İçerisi boştu. Kahve makinesindeki son kahveyi fincanına doldurdu ve masalardan birine geçip oturdu.
Ruslar? İşkence edilmiş iki adam? Doğu Bloku’ndan? Rydberg bile bunun zor ve uzun zaman alabilecek bir soruşturma olduğunu düşünürdü. Arabasına binip evine doğru yola koyulduğunda saat 19.30 olmuştu. Rüzgâr durmuş ve hava iyice soğumuştu.
3
Gece 02.00 civarında Wallander göğsünde yoğun bir ağrıyla uyandı. Ölmek üzere olduğunu hissetti. Polisliğin getirdiği yoğun stres sonunda etkisini göstermişti. Mesleğinin bedelini ödüyordu. Utanç ve çaresizlik içinde kıpırdamadan karanlıkta yattı. Yaşamını sürekli erteleyip durmuştu. Kaygıları ve sancısı her geçen dakika daha da artıyor gibiydi. Artan korkularını bir süre bastıramadı ama daha sonra yavaş yavaş kontrolünü yeniden kazanmayı başardı.
Dikkatle yataktan kalktı, giyindi ve arabasına gitti. Sancısı şimdi biraz daha azalmıştı ama yine de dalgalar hâlinde gelip gidiyordu. Kolundan aşağıya iniyor ve yeniden kalbine doğru çıkıyordu. Arabasına bindi. Sakin bir şekilde nefes almaya çalıştı ve sonra da boş caddelerde ilerleyerek hastanenin acil servisine doğru yola koyuldu. Kendisini ilgiyle dinleyen bir hasta bakıcıya yaşadıklarını anlattı, hasta bakıcı onu sedyeye yatırdı ve muayene odalarından birine götürdü. Sancısı gelip gidiyordu. Birden yanı başında duran genç bir doktoru gördü. Bu kez de doktora göğsündeki sancıyı anlattı. Doktor, onu EKG makinesine bağladı. Kan basıncını ölçtüler, nabzını kontrol ettiler ve ona bir sürü soru sordular: Hayır sigara içmiyordu, daha önce göğsünde bu tür ağrılar olmamıştı ve bildiği kadarıyla da ailesinde kalp hastalığı yoktu. Doktor EKG sonuçlarına baktı.
“Önemli bir şey yok,” dedi. “Her şey son derece normal görünüyor. Sizce bu ağrılar neden kaynaklanıyor?”
“Bilmiyorum.”
Doktor, Wallander’in kayıtlarını inceledi.
“Demek polissiniz,” dedi. “Mesleğiniz gereği ara sıra birçok sorunla karşılaştığınızdan eminim.”
“Pek ara sıra diyemeyiz.”
“İçki içer misiniz?”
“Herkes kadar.”
Doktor muayene masasının kenarına ilişerek elindeki notları bir kenara koydu. Wallander, doktorun çok yorgun olduğunu fark etti.
“Kalp krizi geçirdiğinizi sanmıyorum,” dedi. “Bence bedeniniz artık isyan etmiş ve size işleri biraz daha ağırdan almanız gerektiğini söylüyor. Bu konuda karar verecek olan sizsiniz.”
“Haklısınız,” dedi Wallander. “Her gün kendime yaşamımın bana nelere mal olduğunu sorup duruyorum. Ayrıca konuşacak, dertleşecek hiç kimsem de yok.”
“Olmalı,” dedi doktor. “Herkesin dertleşecek birine ihtiyacı vardır.”
Çağrı cihazından gelen uyarıyla ayağa kalktı.
“Geceyi burada geçirin,” dedi. “Biraz dinlenmeye ve uyumaya çalışın.”
Wallander rahatlamış uzanırken havalandırmadan gelen belli belirsiz uğultuyu dinliyordu. Koridordan gelen sesleri dinlemeye koyuldu.
Tüm sancıların bir nedeni vardır, diye geçirdi içinden. Kalbimde eğer bir sorun yoksa o zaman bu sancı neyin nesiydi? Babama yeterince zaman ayıramamanın verdiği suçluluk duygusundan mı? Stockholm’de üniversiteye giden kızımın mektuplarında bana her şeyi anlatmadığına dair kuşkularımdan kaynaklanan kaygının sonucu mu? İşlerin kızımın yazdığı gibi olmadığını, orada olduğuna memnun olduğunu söylemesine rağmen yine de mutsuz olduğunu düşündüğümden dolayı mı? Yoksa on beş yaşında yaptığı gibi yine intihara kalkışabileceğinden korktuğum için mi? Veya aradan bir yıl geçmesine karşın Mona’nın beni terk etmesi karşısında hâlâ içimden atamadığım kıskançlıktan dolayı mı?
Yattığı oda aydınlıktı. Wallander tüm yaşamının gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçtiğini düşünüyordu. O tür bir sancının yalnızlıktan kaynaklanması gerçekten de söz konusu olabilir miydi? Buna hiç zaman kaybetmeden bir çözüm bulmalıydı.
“Artık bu şekilde yaşayamam,” dedi yüksek sesle. “Yaşamıma bir an önce çekidüzen vermeliyim. Hemen şimdi.”
Sabah saat 06.00’da irkilerek uyandı. Doktor başucunda durmuş, ona bakıyordu.
“Sancınız geçti mi?” diye sordu.
“Evet, iyiyim,” diye karşılık verdi Wallander. “Neden olmuş?”
“Gerginlikten,” dedi doktor. “Stresten. Siz daha iyi bilirsiniz.”
“Evet,” diye karşılık verdi Wallander. “Sanırım biliyorum.”
“Bence kapsamlı bir muayeneden geçmelisiniz,” dedi doktor. “Eğer hiçbir şey çıkmazsa o zaman fiziksel bir sorununuz yok demektir. O zaman da sizi kaygılandıran sorunları bulup çözmeniz gerekecek.”
Wallander hastaneden çıkarak arabasına atlayıp evine gitti. Duş aldıktan sonra bir fincan kahve içti. Termometre eksi üç dereceyi gösteriyordu. Gökyüzü pırıl pırıldı ve rüzgâr durmuştu. Mutfakta uzunca bir süre oturarak gece yaşadıklarını düşündü. Sancıları ve geceyi hastanede geçirmesi ona gerçek dışı gelmeye başlamıştı. Ama olanları göz ardı etmemesi gerektiğinin de farkındaydı. Yaşamı kendi sorumluluğundaydı.
Ancak saat 08.15’te işe gidebileceğine karar verebilmişti. Emniyetten içeri girer girmez, Björk, Stockholm’den adli tıp ekibinin zaman kaybetmeden getirilip olay yerinde bir temiz soruşturma yapması gerektiğini söyledi.
“Olay yeri diye bir şey yok ki,” dedi Wallander. “Emin olduğumuz tek şey var, o da adamların kurtarma botunda öldürülmedikleri.”
“Rydberg artık olmadığına göre başkalarından yardım istemek zorundayız,” dedi Björk. “Güvenebileceğimiz bir uzman yok burada. Botun bulunduğu sahili neden kordon altına almadınız?”
“Cinayet o sahilde işlenmedi ki. Bot suda yüzüyordu. Dalgaların arasına plastik bir kordon mu çekecektik yani?”
Wallander öfkelenmişti. Evet, Ystad’da Rydberg kadar deneyimli başka birinin olmadığı doğruydu ama bu, Stockholm’den ne zaman yardım isteneceğine karar verebilecek düzeyde olmadığı anlamına da gelmezdi.
“Ya kararları benim almama izin verirsin,” dedi. “Ya da bu olayla sen ilgilenirsin.”
“Elbette kararları sen alacaksın,” diye karşılık verdi Björk. “Ama Stockholm’e danışmadan hareket etmenin hata olduğunu düşünüyorum.”
“Evet, ama ben öyle düşünmüyorum.”
Hâlâ bir yol alamamışlardı.
“Daha sonra tekrar konuşuruz,” dedi Wallander. “Düşüncelerini öğrenmem gereken bir iki konu daha var.”
Björk şaşırmıştı.
“Bir şey mi buldun?” diye sordu. “Oysa ben tıkandığımızı sanıyordum.”
“Pek sayılmaz. On dakika sonra yanında olurum.”
Odasına giderek hastaneyi aradı ve hemen Mörth’e bağlandı.
“Yeni bir şey var mı?” diye sordu patoloğa.
“Raporu yazıyordum,” diye karşılık verdi Mörth. “Bir iki saat daha sabredebilir misin?”
“Björk’e somut bir şeyler vermem gerek. Ne zaman öldüklerini söyleyebilir misin?”
“Hayır. Laboratuvar sonuçlarını almamız gerek. Hücre dokuları çürümüş. Ancak bir varsayımda bulunabilirim.”
“Hadi o zaman.”
“Varsayımda bulunmaktan hoşlanmadığımı bilirsin. Bunun sana ne yararı olabilir ki?”
“Deneyimli olan sensin. Ne yaptığını iyi biliyorsun. Test sonuçları senin zaten kuşkulandığın şeyleri gösterecek, başka bir şey ortaya çıkmayacak ki. Neden kuşkulandığını kulağıma söylesen de olur. Söz, kimseciklere söylemeyeceğim.”
Wallander bekledi.
“Bir hafta,” dedi sonunda Mörth. “En az bir hafta olmuş olmalı. Ama bunu sana söylediğimi kimseye söyleme.”
“Unuttum bile. Adamların Rus ya da Doğu Avrupalı olduğundan emin misin?”
“Evet.”
“Hiç beklemediğin bir şey çıktı mı?”
“Mermi konusunda bir şey bilmiyorum ama daha önce hiç bu tür bir mermi görmemiştim.”
“Başka bir şey var mı?”
“Evet. Adamlardan birinin kolunda bir dövme var. Süvari kılıcına benziyor. Bir tür Türk palası gibi bir şey.”
“Anlayamadım. Ne gibi bir şey dedin?”
“Kılıç. Benim gibi bir patoloğun artık tarihe karışmış bir silah konusunda uzman olmasını bekleyemezsin.”
“Dövmede yazı var mı?”
“Anlayamadım?”
“Dövmelerde genellikle bir şeyler yazılır. Bir kadın ya da yer adı gibi.”
“Hayır, yazı yoktu.”
“Başka?”
“Şimdilik bu kadar.”
“Tamam, teşekkür ederim.”
“Rica ederim.”
Wallander telefonu kapattıktan sonra kahvesini alarak Björk’ü görmeye gitti. Martinson’la Svedberg’in odalarının kapıları açıktı ama ikisi de içeride değildi. Telefonda konuşan Björk’ün konuşmasını bitirmesini beklerken oturup kahvesini içti. Björk sinirli bir ses tonuyla bir şeyler söyledikten sonra ahizeyi sert bir şekilde yerine koyunca Wallander boş bulunup sıçradı.
“Bu duyduğum en saçma şey,” dedi Björk. “Hâlâ direnmenin ne anlamı var?”
“Güzel bir soru,” dedi Wallander. “Ama neden söz ettiğini anlamadım.”
Björk öfkeden titriyordu. Wallander onu daha önce hiç böyle sinirli görmemişti.
“Ne oldu?” diye sordu.
Björk başını çevirip ona baktı. “Bu konuda bir şey söylememem gerektiğini biliyorum ama söylemek zorundayım. Lenarp’taki yaşlı çifti öldüren o piç kurularından biri olan Lucia, geçen gün izinli olarak hapisten çıkmış. Geri dönmediğini söylememe gerek yok sanırım. Büyük olasılıkla çoktan buradan kaçıp gitmiştir. Onu bir daha asla yakalayamayacağız.”
Wallander duyduklarına inanamıyordu.
“İzin mi vermişler? İçeri gireli daha bir yıl bile olmamıştı. Bu ülkede tanık olduğumuz en vahşi ve acımasız cinayetlerden biriydi. Nasıl olur da ona izin verirler?”
“Annesinin cenazesine gidecekmiş.”
Wallander’in ağzı bir karış açık kalmıştı.
“Ama annesi on yıl önce ölmüştü! Çek polisinin bize yolladığı raporda okumuştum.”
“Kız kardeşi olduğunu söyleyen bir kadın hapishaneye gitmiş ve kardeşinin cenazeye katılması için görevlilere yalvarmış. Anlaşılan kimse belgeleri kontrol etme zahmetine girmemiş. Kadının elinde bir kâğıt varmış ve kâğıtta da cenaze töreninin Ängelholm’daki bir kilisede yapılacağı yazıyormuş. Bu kâğıdın sahte olduğu ortada! Bu ülkede hâlâ sahte cenaze töreni için sahte bir davetiye hazırlanabileceğini düşünemeyen bazı safların olduğu anlaşılıyor. Yanına bir gardiyan vererek törene gitmesine izin vermişler. Bu olay iki gün önce oluyor. Cenaze töreni olmadığı gibi, kız kardeşinin de olmadığı anlaşılmış daha sonra. Gardiyanı etkisiz hâle getirmişler, ellerini ve ayaklarını bağlayarak Jönköping yakınlarında bir ormana bırakmışlar. Daha da ileri giderek hapishane aracına binip Limhamn yolundan Kastrup Havaalanı’na gitmişler. Araba hâlâ havaalanında ama onlar ortada yok.”
“Akıl alır gibi değil,” dedi Wallander. “Onun gibi bir caniye kim izin verebilir?”
“Reklam panolarında yazdığı gibi: İsveç fantastik bir yerdir,” dedi Björk. “Bu iş midemi bulandırıyor.”
“Bunun sorumlusu kim? Ona izin veren kişinin içeri kapatılması gerekir. Böylesi bir şey nasıl olabilir?”
“Bu konuyla ilgileneceğim,” dedi Björk. “Ama oldu işte. Kuş kafesten uçtu.”
Wallander, Lenarp’ta vahşice katledilen yaşlı çifti düşündü. Hayal kırıklığı içinde Björk’e baktı.
“Ne yararı olacak?” diye sordu. “Madem hapishane yetkilileri tutuklulara izin veriyor, o zaman neden onları yakalamak için canımızı dişimize takıyoruz?”
Björk bu soruyu yanıtlamadı. Wallander ayağa kalkarak pencerenin önüne gitti.
“Daha ne kadar devam edebiliriz?” diye sordu.
“Etmek zorundayız,” diye karşılık verdi Björk. “Kurtarma botundaki o iki adam hakkında bildiklerini bana anlatacak mısın?”
Wallander ona tüm bildiklerini aktardı. Kendini son derece yorgun, bitkin ve üzgün hissediyordu. O konuşurken Björk de bazı notlar alıyordu.
“Ruslar,” dedi Wallander sözlerini tamamladığında. “Ya da Doğu Bloku’na ait ülkelerden birinden. Mörth bu konuda çok emin konuştu.”
“Dışişleri’yle bağlantı kursam iyi olacak,” dedi Björk. “Rus polisiyle ilişki kurmak onların işi. Ya da Polonya polisiyle. Veya Doğu Bloku’ndan diğer polislerle!”
“Onlar İsveç’te yaşayan Ruslar da olabilir,” dedi Wallander. “Ya da Almanya’da veya Danimarka’da!”
“Öyle olsa bile Rusların büyük bir bölümü hâlâ Sovyetler Birliği’nde,” dedi Björk. “Hiç zaman kaybetmeden Dışişleri’yle bağlantı kuracağım. Böylesi durumlarda ne yapılması gerektiğini onlar çok daha iyi bilir.”
“Cesetleri kurtarma botuna geri koyup sahil güvenlikten botu uluslararası sulara çıkarmasını isteyebiliriz,” dedi Wallander. “Sonra da rahat bir şekilde nefes alıp arkamıza yaslanabiliriz.”
Björk bu sözleri duymamış gibiydi.
“Kimliklerini saptamak için dışardan yardım almalıyız,” dedi. “Fotoğraflar, parmak izleri, giysiler.”
“Ve de dövme. Pala dövmesi.”
“Pala mı?”
“Evet, pala.”
Björk başını iki yana sallayarak telefona uzandı.
“Dur bir dakika,” dedi Wallander. Björk elini ahizeden çekti.
“Telefon eden adamı düşünüyorum da,” dedi Wallander. “Martinson’a göre adamın yerel bir aksanı varmış. Onu bulmalıyız.”
“Elimizde ipucu var mı?”
“Yok. Zaten ben de bu yüzden onu aradığımızı belirten yasal bir şey yapmak istiyorum. Bu, bir çağrı olabilir. Kırmızı kurtarma botunu görenlerin polisi aramalarını belirten bir ilan gibi.”
Björk onaylarcasına başını salladı. “Her hâlükârda benim basınla konuşmam gerekiyor. Gazeteciler telefon etmeye başladılar bile. Tenha bir sahilde olanlar hakkında nasıl bu kadar çabuk haber alabiliyorlar bir türlü anlayamıyorum. Yarım saat içinde her şeyi öğrenmişlerdi.”
“İçimizden birilerinin bunu yaptığını hepimiz biliyoruz,” dedi Wallander, Lenarp’taki çifte cinayeti anımsayarak.
“Ne demek istiyorsun?”
“Polis. Ystad polisi.”
“Sızdıran kim?”
“Bunu nereden bilebilirim? Adamları basiretli davranmaları ve profesyonel gizliliğe önem vermeleri konusunda uyarmak senin görevin olmalı.”
Björk yumruğunu sert bir şekilde masaya indirdi. Ama yine de Wallander’in sözlerine doğrudan bir karşılık vermedi.
“Çağrıda bulunmalıyız,” dedi yalnızca. “Haberlerden önce, öğle vakti. Basın toplantısında senin de hazır bulunmanı istiyorum. Hemen şimdi Stockholm’ü arayıp onlardan yardım isteyeceğim.”
Wallander ayağa kalktı. “Bunu yapmak zorunda kalmasaydık çok daha iyi olacaktı.”
“Neyi yapmak zorunda kalmasaydık?”
“Kurtarma botundaki adamları kimin vurduğunu öğrenmek!”
“Bakalım Stockholm bu konuda ne diyecek,” dedi Björk başını iki yana sallayarak.
Wallander odadan çıktı. Martinson’la Svedberg’in odaları hâlâ boştu. Saatine baktı, dokuz buçuğa geliyordu. Kurtarma botunun emniyet binasında ahşap bir sehpanın üstünde durduğu bodrum kata indi. Büyük bir el feneriyle botun kenarında hangi ülkede imal edildiğine ilişkin bir yazı bulma ümidiyle onu tepeden tırnağa inceledi ama hayrete düşerek hiçbir şey bulamadı. Tatmin edici bir açıklama bulamamanın tedirginliği içindeydi. Botun etrafında bir kez daha dolandığında bu kez kısa bir halat parçası gözüne ilişti. Bu, tahta zemini tutan halattan farklıydı. Bıçakla kesilmişti. Rydberg olsaydı bundan ne tür bir sonuç çıkarabilirdi, diye düşünmeye çalıştı ama kafasının içi bomboştu.
Saat onda odasına geri döndü. Ne Martinson’u ne de Svedberg’i yerinde buldu. Not defterini önüne çekerek öldürülen iki adamla ilgili bildiklerini yazmaya başladı. Bu adamlar Doğu Bloku’ndan gelmişlerdi, kalplerinden vurulmuşlar, daha sonra da ceketleri giydirilmiş ve hâlâ ne malı olduğu anlaşılamayan bir kurtarma botuna konularak denize bırakılmışlardı. Adamlara ayrıca işkence de yapılmıştı. Birden aklına bir şey geldi, not defterini kenara itti. İşkence edilip öldürülen insanların cesetleri saklanır, çukurlara gömülür ya da ayak bileklerine ağırlık bağlanarak denize atılırdı. Ama onları bir kurtarma botuna koyuyorsan o zaman bu, cesetlerin bulunması istendiği anlamına geliyordu.
Bunu istiyor olabilirler miydi? Bulunmaları mı istenmişti? Kurtarma botu cinayetin gemide işlenmediğini mi gösteriyordu? Not defterine yazdıklarını yırtarak buruşturup çöp sepetine attı. Bu konuda yeterli bilgim yok ki, diye geçirdi içinden. Rydberg olsaydı bana sabırlı olmamı öğütlerdi.
Telefon çaldı. Saat 10.45’di. Babasının sesini duyar duymaz, onu görmeye gideceğine söz verdiğini hatırlamıştı. Saat 10.00’da babasının Löderup’taki evinde olacaktı. Tuval ve boya almak için de birlikte Malmö’ye gideceklerdi.
“Neden gelmedin?” diye sordu babası öfkeyle.