Читать книгу Piramit ve Diğer Wallander Maceraları (Хеннинг Манкелль) онлайн бесплатно на Bookz (5-ая страница книги)
bannerbanner
Piramit ve Diğer Wallander Maceraları
Piramit ve Diğer Wallander Maceraları
Оценить:
Piramit ve Diğer Wallander Maceraları

5

Полная версия:

Piramit ve Diğer Wallander Maceraları

“Öyle de düşünebilirsin.”

Wallander adresi not etti.

“İyi iş çıkarmışsın,” dedi.

“Senin için daha fazlasını da yapabilirim,” diye yanıtladı Andersson. “Bunu benden hiç istememiş olsan bile. Smeds Caddesi’nden bir taksi yolculuğu kaydı var, özellikle, perşembe sabahı saat dörtte. Sürücünün adı Orre ama şu anda onu bulamazsın. Mallorca’da tatilde.”

Taksiciler böyle bir masrafı karşılayabilir mi, diye düşündü Wallander. El altından para kazandıkları için mi acaba? Ama elbette Andersson’a bu düşüncelerinden hiç bahsetmedi.

“Önemli olabilir.”

“Hâlâ araban yok mu?”

“Daha değil.”

“Oraya gitmeyi mi düşünüyorsun?”

“Evet.”

“Elbette bir polis arabası bulabilirsin, değil mi?”

“Tabii ki.”

“Yoksa seni alabilirdim. Özel bir şey yapmıyorum. Sohbet etmeyeli uzun zaman oldu.”

Wallander teklifini kabul etmeye karar verince Lars Andersson yarım saat içinde onu alacağına söz verdi. Bu sırada Wallander rehber servisini arayıp Smeds Caddesi 9 numaradaki telefonun kime ait olduğunu sordu. Buranın kayıtlı olduğu, ancak numaranın gizli olduğu yanıtını aldı.

Yağmur daha şiddetli yağıyordu. Wallander lastik çizmelerini ve yağmurluğunu giydi. Mutfak penceresinin önünde durdu, Andersson’un binanın önünde yavaşladığını gördü. Arabanın üstünde hiçbir işaret yoktu, özel arabasıyla gelmişti.

Wallander ön kapıyı kilitlerken böylesine çılgın bir havada, çılgın bir keşif gezisi, diye düşündü. Ama dairede volta atıp Mona’nın aramasını beklemekten iyiydi. Ararsa da cevap vermeyerek hak ettiğini vermiş olurdu.

Lars Andersson hemen eski okul anılarını anlatmaya başladı. Wallander artık birçoğunu hatırlamıyordu. Çoğu kez Andersson’un yorucu olduğunu düşünüyordu çünkü sanki hayatının en iyi zamanları o zamanlarmış gibi sürekli okul yıllarına dönüyordu. Wallander için okul, yalnızca coğrafyanın ve tarihin onu biraz canlandırdığı gri bir angarya olmuştu. Yine de direksiyonda oturan adamı seviyordu. Ailesi Limhamn’da bir fırın işletiyordu. Bir süredir görüşüyorlardı. Lars Andersson, Wallander’in her zaman güvenebileceği, arkadaşlıklarını ciddiye alan biriydi.

Malmö’yü geride bırakıp kısa süre sonra Arlöv’e vardılar.

“Buradan sık sık taksi istiyorlar mı?” diye sordu Wallander.

“Evet, çoğunlukla hafta sonları. Malmö veya Kopenhag’da içki içen ve eve dönmek isteyen insanlar oluyor.”

“Hiç başına kötü bir şey geldi mi?”

Lars Andersson ona baktı.

“Ne demek istiyorsun?”

“Gasp gibi, korkutma gibi. Bilmiyorum.”

“Hiç olmadı. Ödeme yapmadan kaçmaya çalışan bir adam olmuştu ama onu hemen yakalamıştım.”

Artık Arlöv’ün merkezindeydiler. Lars Andersson doğrudan adrese gitti.

“İşte burada,” dedi arabanın ıslak ön camından işaret ederek. “Smeds Caddesi 9 numara.”

Wallander camını indirip gözlerini kısarak yağmurun içinden 9 numaraya baktı. Yan yana altı kasaba evinin sonuncusuydu. Bir penceresinde ışık yanıyordu, evde biri olmalıydı.

“İçeri girmeyecek misin?” diye sordu Lars Andersson şaşkınlıkla.

“Sadece bakıyorum,” dedi Wallander belli belirsiz. “Arabayı biraz yukarı çekebilirsen inip etrafa bir göz atacağım.”

“Gelmemi ister misin?”

“Gerek yok.”

Wallander arabadan inip yağmurluğunun kapüşonunu çekti. Şimdi ne yapacağım, diye sordu kendi kendine. Kapı zilini çalıp Bay Hålén’in geçen çarşamba öğleden sonra üçle sabah dört arasında burada olmasının mümkün olup olmadığını mı sorayım? Bu bir zina olayı mı desem? Ya kapıyı açan erkek olursa, o zaman ne demeliyim?

Wallander kendini aptal gibi hissetti. Bu anlamsız, çocukça ve zaman kaybı, diye düşündü. Kanıtlayabildiğim tek şey, Smeds Caddesi 9 numaranın aslında Arlöv’de bir adres olduğu.

Yine de karşıya geçmekten kendini alamadı. Kapının yanında bir posta kutusu vardı. Wallander üzerindeki ismi okumaya çalıştı. Cebinde sigarayla kibrit kutusu vardı. Biraz zorlukla kibritlerden birini yakabildi ve alevi yağmurla sönmeden önce adını okuyabildi.

“Alexandra Batista,” diye okudu. Demek gazete bayisindeki Maria haklıydı, A ile başlayan ilk isimdi. Hålén, Alexandra adında bir kadını aramıştı. Peki yalnız mı yoksa ailesiyle mi yaşıyordu? Bir ailenin varlığını gösteren çocuk bisikleti veya başka eşyalar olup olmadığını görmek için çitin üzerinden baktı ama bir şey görmedi.

Evin etrafında dolaştı. Yan tarafında tamamlanmamış bir ev vardı. Çitler kırık döküktü ve arkasına paslı birkaç varil bırakılmıştı, hepsi buydu. Evin arkası karanlıktı. Işık sadece sokağa bakan mutfak penceresinden geliyordu. Kesinlikle yetkisiz ve anlamsız bir şeye dâhil olma hissine rağmen, Wallander araştırmasını tamamlamaya karar verdi. Alçak bir çitin üzerinden atlayıp çimenlere basarak eve doğru koştu. Biri beni görürse, polisi arar da yakalanırsam polislik kariyerimin geri kalanı duman olup uçar, diye düşündü.

Vazgeçmeye karar verdi. Batista ailesinin telefon numarasını yarın bulabilirdi. Cevap veren bir kadın olursa birkaç soru sorabilirdi. Erkekse telefonu kapatabilirdi.

Yağmur dinmek üzereydi. Wallander yüzünü kuruladı. Balkon kapısının açık olduğunu fark ettiğinde geldiği yoldan dönmek üzereydi. Belki bir kedileri vardır, diye düşündü. Geceleri rahatça dışarı çıkabilmesi içindir.

Aynı zamanda, ne olduğunu söyleyemediği, yolunda gitmeyen bir şeyler olduğu hissine kapıldı, vazgeçemezdi. Dikkatlice kapıya yürüyüp dinledi. Yağmur neredeyse tamamen durmuştu. Uzakta bir traktör sesinin giderek kaybolduğunu duyuyordu. Evde hiç ses yoktu. Wallander balkon kapısından ayrılıp tekrar evin önüne doğru yürüdü.

Işık hâlâ hafif aralık olan pencereden parlıyordu. Duvara yaslanıp bir şeyler duymak için kendini zorladı. Her şey sessiz ve sakindi. Sonra yavaşça parmak uçlarında yükselip pencereden içeri baktı.

İçeri atladı. Sandalyede oturmuş dik dik ona bakan bir kadınla karşılaştı. Sokağa kaçtı. Sanki her an biri kapıya çıkıp bağırarak yardım isteyecek ya da etraf polis arabalarıyla dolacaktı. Arabaya koşup ön koltuğa atladı.

“Bir şey mi oldu?”

“Sadece arabayı sür,” dedi Wallander.

“Nereye?”

“Buradan uzaklaş. Malmö’ye geri dön.”

“Evde kimse var mıydı?”

“Sorma. Motoru çalıştır ve arabayı sür sadece.”

Lars Andersson, Wallander’in istediğini yaptı. Malmö’ye giden ana yola çıktılar. Wallander kendisine bakan kadını düşündü.

Aynı duygu yine belirmişti. Doğru olmayan bir şey vardı.

“Bir sonraki otoparkta durur musun?”

Lars Andersson kendisine söyleneni yapmaya devam etti. Durdular. Wallander hiçbir şey söylemeden bekledi.

“Ne olduğunu söylemeyecek misin artık?” diye dikkatle sordu Andersson.

Wallander cevap vermedi. Kadının yüzünde bir şey vardı, tanımlayamadığı bir şey.

“Geri dön,” dedi.

“Arlöv’e mi?”

Wallander, Andersson’un direnmeye başladığını görebiliyordu.

“Daha sonra açıklarım,” dedi Wallander. “Aynı adrese dön. Taksimetren varsa açabilirsin.”

“Arkadaşlarımdan para almıyorum, kahretsin!” dedi Andersson öfkeyle.

Sessizce Arlöv’e döndüler. Artık yağmur yağmıyordu.

Wallander arabadan indi. Ortalıkta polis arabası yoktu, gelen giden hiçbir şey yoktu. Sadece mutfak penceresindeki ışık hâlâ açıktı. Wallander bahçe kapısını dikkatlice açtı. Tekrar pencereye yürüdü. İçeriye bakmak için kendini kaldırmadan önce derin birkaç nefes aldı.

Eğer işler tahmin ettiği gibi olsaydı çok tatsız olurdu.

Parmak uçlarında durup pencere pervazını tuttu. Kadın hâlâ sandalyede oturmuş aynı ifadeyle dik dik ona bakıyordu.

Wallander evin arkasına gidip balkon kapısını açtı. Sokaktan gelen ışıktan içeride bir masa lambası olduğunu gördü. Lambayı açtı, sonra çizmelerini çıkarıp mutfağa doğru yürüdü.

Kadın sandalyede oturuyordu ama Wallander’e bakmıyordu. Pencereye bakıyordu.

Boynunda bir bisiklet zinciri vardı, çekiçle burulmuştu.

Wallander kalp atışlarını duyabiliyordu.

Sonra koridorda duran telefonu bulup Malmö emniyetini aradı.

Saat on bire çeyrek vardı.

Wallander, Hemberg’le konuşmak istedi. Hemberg’in emniyetten saat altı civarında ayrıldığı söylendi. Wallander ev numarasını alıp hemen onu aradı.

Hemberg telefonu açtı. Wallander uyuduğunu ve telefonun sesiyle uyandığını anladı.

Wallander durumu açıkladı.

Arlöv’de bir kasaba evinde sandalyede oturan ölü bir kadın olduğunu anlattı.

3

Hemberg gece yarısını biraz geçerken Arlöv’e vardı. Adli soruşturma çoktan başlamıştı. Wallander ne olduğuna dair tam bir açıklama yapmadan Andersson’u arabasıyla eve göndermişti. Sonra kapının yanında durup ilk polis arabasının gelmesini beklemişti. Kendi yaşlarında, Stefansson adında bir komiserle konuşmuştu.

“Onu tanıyor muydun?” diye sordu.

“Hayır,” diye yanıtladı Wallander.

“O zaman burada ne işin vardı?”

“Bunu Hemberg’e söylerim,” dedi Wallander.

Stefansson ona şüpheyle baktı ama başka soru sormadı.

Hemberg mutfağın etrafında dolaşarak işe başladı. Uzun süre kapıda durup sadece ölü kadına baktı. Wallander bakışlarının odada nasıl gezindiğini gördü. Uzun süre durduktan sonra kendisine büyük saygı duyduğu görülen Stefansson’a döndü.

“Kim olduğunu biliyor muyuz?” diye sordu Hemberg.

Oturma odasına geçtiler. Stefansson bir el çantasını açıp masanın üzerine bazı kimlik belgeleri yaymıştı.

“Alexandra Batista-Lundström,” diye yanıtladı. “İsveç vatandaşı, ancak 1922’de Brezilya’da doğmuş. Görünüşe göre savaştan hemen sonra gelmiş. Doğru anladıysam, Lundström adında bir adamla evlenmiş. Burada 1957’den kalma boşanma evrakları var. Ama o zaman zaten vatandaşlığı varmış. Daha sonra İsveç soyadından vazgeçmiş. Postanede Batista adına bir yatırım hesabı var. Lundström’ü kullanmamış.”

“Çocukları var mı?”

Stefanson başını salladı.

“Burada başka kimse yaşamış gibi görünmüyor. Komşulardan biriyle konuştuk. Görünüşe göre inşa edildiğinden beri burada yaşıyor.”

Hemberg başını salladı, sonra da Wallander’e döndü.

“Yukarı çıkalım da,” dedi, “rahat çalışsınlar.”

Stefansson onlara katılmak için hareketlendi ama Hemberg onu durdurdu. Üst katta üç oda vardı. Kadının yatak odası, bir çamaşır dolabı dışında boş bir oda ve bir misafir odası. Hemberg misafir odasındaki yatağa oturup Wallander’e köşedeki koltuğa oturmasını işaret etti.

“Gerçekten tek bir sorum var,” diye başladı Hemberg. “Sence ne oluyor?”

“Elbette burada ne yaptığımı merak ediyorsundur.”

“Muhtemelen daha fazlasını da anlatman gerekecek,” dedi Hem-berg. “Bu cehennemin dibi yere nasıl geldin?”

“Uzun hikâye,” dedi Wallander.

“Kısa kes,” diye yanıtladı Hemberg. “Ama hiçbir şeyi de atlama.”

Wallander bahis kuponları, telefon görüşmeleri ve taksiyle ilgili öğrendiklerini anlattı. Hemberg gözlerini yere dikip anlattıklarını dikkatle dinledi. Wallander sözünü bitirdiğinde bir süre hiçbir şey söylemeden oturdu.

“Cinayete kurban giden birini buldun, doğal olarak hakkını vermeliyim ki iyi bir iş başardın,” diye başladı. “Ayrıca kararlılığında da yanlış bir şey yok gibi görünüyor. Düşüncen de doğru çıktı. Ancak bunların dışında, yaptıklarının tamamen kabul edilemez olduğunu söylemeye de gerek yok. Yaptığımız işte, bağımsız çalışma ve kendi işini kendin gördüğün gizli takip gibi şeylere yer yok. Bu konuda bir kez daha uyarmayacağım seni.”

Wallander başını salladı, anlamıştı.

“Bana söyleyeceğin başka bir şey var mı? Seni Arlöv’e getiren şey dışında?”

Wallander ona nakliye şirketinde çalışan Helena’ya yaptığı ziyareti de anlattı.

“Başka bir şey yok mu?”

“Yok.”

Wallander, Hemberg’in uzun bir konuşma yapacağını düşünmüştü ama Hemberg sadece yataktan kalkıp onu takip etmesi için başıyla işaret yaptı.

Merdivenlerde durup arkasını döndü.

“Bugün seni aradım,” dedi. “Silah incelemesinin sonuçlarını söyleyecektim. Raporda beklenmedik bir şey yoktu. Ama hasta olduğunu söylemişsin?”

“Bu sabah midemi üşütmüştüm.”

Hemberg ona ironik bir bakış attı.

“Hemen iyileşmişsin,” dedi. “Ama iyileştiğine göre bu gece burada kalabilirsin. Belki bir şeyler öğrenirsin. Hiçbir şeye dokunma, hiçbir şey de söyleme. Sadece aklına yaz.”

* * *

Saat üç buçukta kadının cesedi götürüldü. Sjunnesson kısa bir süre sonra gelmişti. Wallander gecenin bir yarısı olmasına rağmen neden hiç yorgun görünmediğini merak ediyordu. Hemberg, Stefansson ve başka bir polis daha sistemli şekilde daireyi aramış, çekmeceleri ve dolapları açmış, birçok şey bulup masanın üzerine koymuşlardı. Wallander, Hemberg’le Jörne adındaki adli tabibin konuşmasını da dinlemişti. Kadının boğulduğuna şüphe yoktu. İlk muayenesinde Jörne, kafasına arkadan vurulduğuna dair işaretler de bulmuştu. Hemberg’in bilmesi gereken en önemli şey, kadının ne kadar süredir ölü olduğuydu.

“Muhtemelen birkaç gündür bu sandalyede oturuyor,” diye yanıtladı Jörne.

“Kaç gün?”

“Bir tahminde bulunmayacağım. Otopsi tamamlanana kadar beklemeniz gerekecek.”

Jörne’yle konuşması bittiğinde Hemberg, Wallander’e döndü.

“Tabii bunu neden sorduğumu anlıyorsun,” dedi.

“Hålén’den önce ölüp ölmediğini öğrenmek mi istiyorsun?”

Hemberg başını salladı.

“Bu durumda, bir insanın neden kendi canına kıydığına dair elimizde makul bir açıklama olur. Katillerin intihar etmesi çok karşılaştığımız bir şey.”

Hemberg salondaki kanepeye oturdu. Stefansson koridorda durmuş, polis fotoğrafçısıyla konuşuyordu.

“Yine de oldukça net görebildiğimiz bir şey var,” dedi Hemberg biraz durakladıktan sonra. “Kadın sandalyede otururken öldürülmüş, biri kafasına vurmuş. Yerde ve masa örtüsünde kan izleri var. Sonra da boğulmuş. Bu da bize birkaç olası çıkış noktası veriyor.”

Hemberg, Wallander’e baktı.

Beni sınıyor, diye düşündü Wallander. Bu iş için yeterli olup olmadığımı görmek istiyor.

“Kadının, katilini tanıdığı anlamına geliyor olmalı.”

“Doğru. Başka?”

Wallander zihnini yokladı, çıkarılacak başka sonuçlar var mıydı? Kafasını salladı.

“Gözlerini kullanmalısın,” dedi Hemberg. “Masada bir şey var mıydı? Bir bardak mı vardı, daha mı fazlası yoksa? Kadın nasıl giyinmişti? Katilini tanıdığını gösteren bir şey mesela. İşleri basitleştirmek için şimdilik bir erkek olduğunu varsayalım, onu ne kadar iyi tanıyordu?”

Wallander anlamıştı. Hemberg’in nereye varmak istediğini başta kaçırmış olması onu rahatsız etti.

“Gecelik ve bornoz giyiyordu,” dedi. “Öylesine birinin yanındayken böyle giyinmezsin.”

“Yatağı nasıl görünüyordu?”

“Toplanmamış.”

“Sonuç?”

“Alexandra Batista’nın onu öldüren adamla ilişkisi olabilir.”

“Başka?”

“Masada bardak yoktu ama ocağın yanında kirli bardaklar vardı.”

“Onlara bakarız,” dedi Hemberg. “Ne içmişler? Parmak izi var mı? Boş bardakların bize anlatacağı çok şey olabilir.”

Kanepeden ağır ağır kalktı. Wallander birden çok yorulduğunu hissetti.

“Yani aslında çok şey biliyoruz,” diye devam etti Hemberg. “Etrafta davetsiz misafir olduğuna dair bir işaret yok, yani cinayetin kişisel bir mesele yüzünden işlendiğini varsayacağız.”

“Bu, Hålén’in evindeki yangını hâlâ açıklamıyor,” dedi Wallander.

Hemberg onu tartıyormuş gibi inceledi.

“Kendini iyice aşıyorsun,” dedi. “Sakin ve yöntemli bir şekilde ilerleyeceğiz. Bazı şeyleri büyük bir kesinlikle biliyoruz. Bu şeylerden yola çıkacağız. Bilmediğimiz ya da emin olamadığımız şeyler beklemek zorunda. Bir yapbozu, parçaların yarısı hâlâ kutudaysa çözemezsin.”

Salona ulaşmışlardı. Stefansson fotoğrafçıyla konuşmasını bitirmiş, bu kez telefonda konuşuyordu.

“Buraya nasıl geldin?” diye sordu Hemberg.

“Taksiyle.”

“Benimle geri gelebilirsin.”

Hemberg, Malmö’ye dönerken yolculuk boyunca hiçbir şey söylemedi. Yolda yağmur çiseliyordu ve sis vardı. Hemberg, Wallander’i Rosengård’daki binasının önüne bıraktı.

“Bugün benimle daha sonra iletişime geçersin,” dedi Hemberg. “Mide ağrıların geçtiyse tabii.”

Wallander dairesine girdi. Sabah olmuştu bile. Sis dağılmaya başlamıştı. Kıyafetlerini çıkarma zahmetine girmek yerine doğrudan yatağın üstüne uzandı. Çok geçmeden de uykuya daldı.

Kapı ziliyle uyandı. Uykulu uykulu salondan geçip kapıyı açtı. Kız kardeşi Kristina karşısında duruyordu.

“Rahatsız mı ettim?”

Wallander başını hayır anlamında sallayıp onu içeri aldı.

“Bütün gece çalıştım,” dedi. “Saat kaç?”

“Yedi. Bugün babamla Löderup’a gideceğim. Ama önce sana uğrayayım dedim.”

Wallander kıyafetlerini değiştirip elini yüzünü yıkarken biraz kahve koymasını istedi. Yüzünü uzun süre soğuk suyla yıkayıp mutfağa gittiğinde, gecenin tüm yorgunluğunu üzerinden atmıştı. Kristina ona gülümsedi.

“Uzun saçlı olmayan tanıdığım birkaç erkekten birisin,” dedi.

“Bana yakışmıyor,” diye yanıtladı Wallander. “Ama tabii denemedim değil. Sakal da bırakamıyorum, gülünç duruyor. Mona sakalımı görünce beni ayrılmakla tehdit etti.”

“O nasıl?”

“İyi.”

Wallander bir an ara verdiklerini anlatmayı düşündü.

Aynı evde yaşarlarken Kristina’yla yakın ve güvene dayalı bir ilişkileri vardı. Yine de Wallander hiçbir şey söylememeye karar verdi. Stockholm’e taşındıktan sonra aralarındaki ilişki belirsiz ve daha düzensiz bir hâl almıştı.

Wallander masaya oturup hâl hatır sordu.

“İyi.”

“Babam böbreklerle ilgili bir şey üzerine çalışan biriyle tanıştığını söyledi.”

“Mühendis, yeni bir tür diyaliz makinesi geliştiriyor.”

“Pek anlamadığım şeyler,” dedi Wallander. “Ama kulağa çok havalı geliyor.”

Sonra Kristina’nın dilinin altında bir bakla olduğunu anladı, bakışlarından görebiliyordu.

“Nedenini bilmiyorum,” dedi, “ama özellikle bir şey söylemek için gelmiş gibisin.”

“Babama niye bu şekilde davrandığını anlamıyorum.”

Wallander şaşırmıştı.

“Ne demek istiyorsun?”

“Ne düşünüyorsun? Toplanmasına yardım etmiyorsun. Löderup’taki evini görmek bile istemiyorsun ve sokakta karşılaştığınızda onu tanımıyormuş gibi yapıyorsun.”

Wallander başını salladı.

“Bunları mı söyledi?”

“Evet, ve çok üzgün.”

“Bunların hiçbiri doğru değil.”

“Geldiğimden beri seni görmedim. Bugün taşınıyor.”

“Ona gittiğimi sana söylemedi mi? Sonra da beni bu işin dışında tuttuğunu?”

“Böyle bir şey söylemedi.”

“Söylediği her şeye inanmamalısın. En azından benim hakkımda söylediklerine.”

“Yani bu doğru değil mi?”

“Hiçbiri doğru değil. Evi satın aldığını bile söylemedi. Bana göstermek istemedi, fiyatını bile söylemedi. Toplamasına yardım ederken eski bir tabak düşürdüm diye kıyameti kopardı. Ve işin doğrusu deli gibi görünse bile onu sokakta gördüğümde durup konuşuyorum.”

Wallander pek ikna olmadığını görebiliyordu. Sinirlenmişti ama daha da üzücü olan, burada oturup onu azarlamasıydı. Bu ona annesini hatırlatmıştı, belki de Mona’yı. Helena da böyleydi gerçi. Ona ne yapacağını söyleyip her şeye burnunu sokan kadınlara dayanamıyordu.

“Bana inanmıyorsun,” dedi Wallander, “ama inanman gerek. Stockholm’de yaşadığını ve onunla burada yaşayanın ben olduğunu unutma. Bu çok fark eder.”

Telefon çaldı. Saat yediyi yirmi geçiyordu. Wallander açtı, arayan Helena’ydı.

“Dün gece seni aradım,” dedi.

“Bütün gece çalıştım.”

“Kimse cevap vermeyince yanlış numara olduğunu düşündüm, bu yüzden kontrol etmek için Mona’yı aradım.”

Wallander neredeyse ahizeyi düşürüyordu.

“Ne yaptın?”

“Mona’yı aradım ve telefon numaranı istedim.”

Wallander’in bunun sonuçlarının ne olacağı konusunda hiç şüphesi yoktu. Helena’nın araması, Mona’nın kıskançlığının tüm gücüyle alevlenmesi anlamına geliyordu. İlişkilerini daha da çıkmaza sokacaktı.

“Orada mısın?” diye sordu.

“Evet,” dedi Wallander, “ama şimdi kız kardeşim burada.”

“İşteyim, beni arayabilirsin.”

Wallander telefonu kapatıp mutfağa döndü. Kristina merakla ona bakıyordu.

“Hasta mısın?”

“Hayır,” dedi. “Ama galiba şimdi işe gitmem gerek.”

Salonda vedalaştılar.

“Bana inanmalısın,” dedi Wallander. “Sana her söylediğine inanmamalısın. Vaktim olur olmaz onu görmeye geleceğimi söyle. Tabii eğer bana bu evin nerede olduğunu söyleme zahmetine girerseniz.”

“Löderup’un kenarında,” dedi Kristina. “Önce bir kasaba marketinin yanından geçiyorsun, sonra söğütlerle çevrili bir yoldan aşağı iniyorsun. Yol bitince ev solda kalıyor, taş duvarla çevrili. Siyah bir çatısı var ve çok hoş bir ev.”

“Oraya ne zaman gittin?”

“İlk eşyalar dün gitti.”

“Ne kadara aldığını biliyor musun?”

“Söylemez.”

Kristina gitti. Wallander mutfak penceresinden ona el salladı. Babasının onun hakkında söylediklerine öfkelenmeyi başka zamana bıraktı. Helena’nın söylediği daha ciddiydi. Wallander onu aradı. Şu an başka biriyle görüştüğü söylenince ahizeyi çarparak yerine koydu. Kontrolünü nadiren kaybederdi ama şimdi o âna yakın olduğunu fark etti. Tekrar aradı, hâlâ meşguldü. Mona ilişkimizi bitirecek, diye düşündü. Helena’ya yeniden kur yapmaya başladığımı sanıyor. Ne söylediğimin bir önemi yok, nasıl olsa bana inanmayacak. Tekrar aradı, bu sefer ulaşabildi.

“Neden aramıştın beni?”

“Bu kadar tatsız konuşmak zorunda mısın? Aslında sana yardım etmeye çalışıyordum.”

Cevap verirken sesi yine buz gibiydi.

“Gerçekten Mona’yı araman gerekli miydi?”

“Artık seninle ilgilenmediğimi biliyor.”

“İnanır mı sence? Mona’yı tanımıyorsun.”

“Telefon numaranı bulmaya çalıştığım için özür dilemeyeceğim.”

“Neden aradın?”

“Kaptan Verke’den bazı bilgiler aldım. Hatırlıyor musun? Burada eski bir denizci kaptanımız olduğunu söylemiştim.”

Wallander hatırlamıştı.

“Önümde bazı kayıtlar var, son on yıldır İsveç gemilerine çalışan denizci ve mühendislerin listesi. Tahmin edebileceğin gibi, oldukça fazla insan var. Bu arada, bahsettiğin adamın sadece İsveç’e kayıtlı gemilerde görev yaptığından emin misin?”

“Hiçbir şeyden emin değilim,” dedi Wallander.

“Listeyi buradan alabilirsin,” dedi. “Zamanın olduğunda. Ama tüm öğleden sonra toplantıda olacağım.”

Wallander erken geleceğine söz verip telefonu kapattı ve şimdi yapması gerekenin Mona’yı arayıp durumu açıklamak olduğunu düşündü. Ama aramadı, sadece cesaret edemedi.

Sekize on vardı. Paltosunu giydi.

Bütün gün devriye gezeceğini düşününce iyice umutsuzluğa kapıldı. Telefon tekrar çaldığında evden çıkmak üzereydi. Mona, diye düşündü. Kesin tüm öfkesini kusmak için arıyordur. Derin bir nefes aldı ve ahizeyi kaldırdı.

Arayan Hemberg’di.

“Miden ne âlemde?”

“Şimdi emniyete gidiyordum.”

“İyi. Gel de bana uğra. Lohman’la konuştum. Ne de olsa daha fazla konuşmamız gereken bir tanıksın. Yani bugün devriyen yok. Hatta uyuşturucu satılan mahallelere yapılan baskınlara da katılman gerekmeyecek.”

“Yola çıkıyorum,” dedi Wallander.

“Saat onda gel. Arlöv’deki cinayet hakkında planladığımız bir toplantıya katılabileceğini düşündüm.”

Konuşma bitmişti. Wallander saatine baktı. Nakliye şirketinde kendisini bekleyen listeyi almak için zamanı vardı. Mutfak duvarındaki Rosengård’a giden otobüs seferlerini yazan programa baktı. Acele ederse otobüsü yakalayabilirdi.

Dış kapıdan çıktığında Mona’yla karşılaştı. Bunu beklemiyordu. Ne olacağı konusunda da bir fikri yoktu. Üzerine doğru gelip sol yanağına bir tokat attı. Sonra arkasını dönüp uzaklaştı.

Wallander o kadar şaşırmıştı ki hiçbir tepki veremedi. Yanağı yanıyordu. Arabasının kapısını açan bir adam da merakla onlara bakıyordu.

Mona çoktan gitmişti. Yavaşça otobüs durağına yürümeye başladı. Artık midesinde bir düğüm vardı. Bu kadar sert tepki vereceği hiç aklına gelmemişti.

Otobüs geldi. Wallander, Merkez İstasyon’a giden otobüse bindi. Sis dağılmıştı ama hava bulutluydu. Sabah çiseleyen yağmur hız kesmeden devam ediyordu. Otobüste oturduğunda kafası tamamen boştu. Dün geceki olaylar silikleşmişti. Sandalyesinde ölü oturan kadın sanki hayal gibiydi. Gerçek olan tek şey Mona’nın hiç tereddüt etmeden ona vurup, sonra tek kelime etmeden çekip gitmiş olmasıydı.

Onunla konuşmalıyım, diye düşündü. Şimdi değil, hâlâ üzgünken olmaz, bu gece ama sonra.

Otobüsten indi. Yanağı hâlâ acıyordu. Tokat çok sertti. Bir vitrinden yüzüne baktı. Yanağındaki kızarıklık oldukça belirgindi.

Oyalandı, ne yapması gerektiği konusunda kafası karışmıştı. Lars Andersson’la bir an önce konuşması gerektiğini düşündü. Yardım ettiği için ona teşekkür edip neler olduğunu açıklamalıydı.

Sonra aklına babasının Löderup’taki hiç görmediği evi geldi. Ardından çocukluk evini düşündü.

Yürümeye başladı. Malmö şehir merkezinde bir kaldırımda hareketsiz dikilmenin hiçbir şeye faydası yoktu.

Wallander, Helena’nın danışmaya bıraktığı büyük zarfı aldı.

“Onunla konuşmam gerek,” dedi danışmadaki görevliye.

“Meşgul,” cevabını verdi görevli. “Benden sana bunu vermemi istedi.”

Wallander, Helena’nın muhtemelen sabahki konuşmadan dolayı kızgın olduğunu ve onu görmek istemediğini düşündü. Bunu anlaması çok zor değildi.

bannerbanner