Полная версия:
Piramit ve Diğer Wallander Maceraları
Wallander üşüdüğünü hissetti. Mona onu terk mi ediyordu?
“Bence en iyisi,” diye tekrarladı.
“Birlikte tatile gideceğimizi sanıyordum?”
“Ben de öyle düşünmüştüm, fikrini değiştirmediysen eğer.”
“Tabii ki fikrimi değiştirmedim.”
“Sesini yükseltmene gerek yok. Bir hafta sonra beni arayabilirsin, daha önce arama.”
Onu telefonda tutmaya çalıştı ama Mona çoktan kapatmıştı.
Wallander akşamın geri kalanını içinde büyüyen bir panik duygusuyla geçirdi. Terk edilmek kadar korktuğu başka bir şey daha yoktu. Ancak büyük bir çabayla, saat gece yarısını geçtiğinde Mona’yı aramamayı başardı. Yatmak için uzanıp hemen geri kalktı. Yazın açık havası birdenbire tehditkâr gelmeye başladı. Sahanda iki yumurta yaptı ama yemedi.
Saat beşe yaklaştığında uyuyabildi ama neredeyse hemen yataktan kalktı.
Aklında bir düşünce vardı.
Bahis kuponu.
Hålén bunları bir yere yatırıyor olmalıydı. Muhtemelen her hafta aynı yere. Çoğunlukla mahalleden ayrılmadığına göre, yakınlardaki küçük gazete bayilerinden biri olmalıydı.
Doğru dükkânı bulmanın tam olarak ne getireceğinden emin değildi. Büyük olasılıkla hiçbir şey olmayacaktı.
Yine de düşüncesinin peşinden gitmeye karar verdi. En azından terk edilme korkusunu unutmaya yarıyordu.
Birkaç saatlik huzursuz bir uykuya daldı.
Ertesi gün pazardı. Wallander o günü pek bir şey yapmadan geçirdi.
* * *9 Haziran Pazartesi günü daha önce yapmadığı bir şey yaptı. Midesini üşüttüğünü söyleyerek hastalık izni aldı. Mona da bir hafta önce hastalanmıştı. Şaşırtıcı bir şekilde hiç suçluluk hissetmiyordu.
Hava kapalıydı ama sabah dokuzu biraz geçe evden çıktığında yağış yoktu. Hava rüzgârlıydı ve daha da soğumuştu. Yaz hâlâ tam olarak gelmemişti.
Yakınlarda bahis oynanabilen küçük iki gazete bayisi vardı. Biri çok yakında, bir yan sokaktaydı. Wallander kapıdan içeri girerken aklına yanında Hålén’in bir fotoğrafını getirmesi gerektiği geldi. Tezgâhın arkasındaki adam Macar’dı. 1956’dan beri burada yaşamasına rağmen İsveççeyi çok kötü konuşuyordu. Ama ondan sık sık sigara satın alan Wallander’i tanımıştı. Her zamanki gibi yine iki paket sigara aldı.
“Burada bahis kuponu yatırabiliyor muyuz?” diye sordu Wallander.
“Sadece piyango bileti aldığını sanıyordum?”
“Artur Hålén kuponlarını buradan mı yatırıyordu?”
“Kim?”
“Geçenlerde şu yangında ölen adam.”
“Yangın mı çıktı?”
Wallander açıkladı ama Hålén’i tarif ettiğinde tezgâhın arkasındaki adam başını salladı.
“Buraya hiç gelmedi. Başka birine gitmiş olmalı.”
Wallander parayı ödeyip teşekkür etti. Hafiften yağmur yağmaya başlamıştı. Adımlarını hızlandırdı. Sürekli Mona’yı düşünüyordu. Bir sonraki gazete bayisi de Hålén’i tanımıyordu. Wallander gidip bir balkon çıkıntısının altında durdu ve kendi kendine ne yaptığını sordu. Hemberg deli olduğumu düşünecek, diye içinden geçirdi.
Yürümeye başladı, bir sonraki gazete bayisi neredeyse bir kilometre uzaktaydı. Wallander yağmurluk giymediğine pişman olmuştu. Bir bakkalın hemen yanındaki gazete bayisine ulaştığında önündeki müşteriyi beklemek zorunda kaldı. Tezgâhın arkasında Wallander yaşlarında güzel bir kadın vardı. Önündeki müşterinin istediği motosiklet dergisini ararken gözlerini kadından ayırmadı. Wallander için yoluna çıkan güzel bir kadına hemen âşık olmamak çok zordu. Bu yüzden Mona’nın tüm düşünceleri ve kaygılarına boyun eğiyordu. Zaten iki paket sigara almış olmasına rağmen bir tane daha aldı. Aynı zamanda önündeki kadına polis olduğunu söylerse nasıl tepki vereceğini tahmin etmeye çalışıyordu. Her şeye rağmen polislere ihtiyaç duyulduğuna inanan, onurlu bir iş yaptıklarını düşünen insanlardan olmasını umdu.
“Size bazı sorularım olacak,” dedi sigaranın parasını öderken. “Ben Komiser Yardımcısı Kurt Wallander.”
“Bana mı?” diye yanıtladı kadın. Aksanı farklıydı.
“Buralı değil misiniz?” diye sordu.
“Sormak istediğiniz bu muydu?”
“Hayır.”
“Lenhovda’lıyım.”
Wallander buranın nerede olduğunu bilmiyordu. Blekinge’de olduğunu tahmin etti ama söylemedi. Bunun yerine Hålén meselesine ve bahis kuponlarına geçti. Yangını duymuştu. Wallander, Hålén’in görünüşünü tarif etti. Kadın kısa bir süre düşündü.
“Belki,” dedi. “Yavaş mı konuşuyordu? Sessizce mi?”
Wallander biraz düşünüp başını salladı. Hålén’in konuşma tarzı için böyle denilebilirdi.
“Sanırım küçük bir oyun oynamış,” dedi Wallander. “Yalnızca otuz iki sıra kadar.”
Kadın biraz düşündükten sonra başını salladı.
“Evet,” dedi. “Buraya haftada bir gelir. Bir hafta otuz iki sıralık, sonraki hafta altmış dört sıralık kupon yatırır.”
“Ne giydiğini hatırlıyor musunuz?”
“Mavi bir ceket,” dedi hemen.
Wallander, Hålén’i neredeyse her gördüğünde fermuarlı mavi bir ceket giydiğini hatırladı.
Kızın hafızasının iyi olduğuna şüphe yoktu. Merakı da öyleydi.
“Bir şey mi yaptı?”
“Bildiğimiz kadarıyla hayır.”
“İntihar olduğunu duydum.”
“Aynen öyle ama yangın kundaklamaydı.”
Bunu söylememeliydim, diye düşündü Wallander. Henüz kesin olarak bilmiyoruz.
“Her zaman bahis yapardı,” dedi. “Kuponlarını buraya yatırıp yatırmadığını neden soruyorsunuz?”
“Rutin sorgulama,” diye yanıtladı Wallander. “Onun hakkında başka bir şey hatırlıyor musunuz?”
Cevabı onu şaşırtmıştı.
“Buradaki telefonu kullanırdı,” dedi.
Telefon, bahis kuponlarının bulunduğu masanın yanındaki küçük bir raftaydı.
“Bu sık olur muydu?”
“Her seferinde kullanıyordu. Önce kuponu yatırıp parasını öderdi. Sonra aramasını yapar, kasaya döner ve parasını öderdi.”
Kadın dudağını ısırdı.
“Telefon konuşmalarında tuhaf bir şey vardı. Bir keresinde dikkatimi çektiğini hatırlıyorum.”
“Ne olmuştu?”
“Numarayı çevirip konuşmaya başlamadan önce başka bir müşterinin içeri girmesini beklerdi hep. Dükkânda sadece ikimiz varken hiç arama yapmazdı.”
“Kulak misafiri olmanızı istememiştir.”
Kadın omuz silkti.
“Belki de sadece mahremiyete önem veriyordur. Bu normal değil mi?”
“Hiç ne hakkında konuştuğunu duydunuz mu?”
“Müşteriyle ilgilenirken de insan bir şeyler duyabiliyor.”
Bu merakı çok işe yarayacak, diye düşündü Wallander.
“Ne duydunuz?”
“Fazla bir şey duymadım,” diye yanıtladı. “Zaman verdi sanırım. Hepsi bu kadar.”
“Zaman mı?”
“Biriyle bir zaman ayarladığı hissine kapıldım. Konuşurken sık sık saatine bakıyordu.”
Wallander bir an düşündü.
“Genellikle haftanın aynı günü mü gelirdi?”
“Her çarşamba öğleden sonra, sanırım iki ile üç arası gelirdi. Ya da belki biraz daha sonra.”
“Başka bir şey satın alır mıydı?”
“Hayır.”
“Bütün bunları nasıl bu kadar ayrıntılı hatırlıyorsunuz? Birçok müşteriniz olmalı.”
“Bilmiyorum,” dedi. “Ama bence insan sandığından daha fazlasını hatırlıyor. Biri size sormaya başlayınca bildikleriniz bir bir dökülüyor.”
Wallander kadının ellerine baktı, yüzük takmamıştı. Bir an ona çıkma teklif etmeyi düşündü ama sonra dehşete kapılarak bu düşünceyi aklından çıkardı.
Sanki Mona düşüncelerini duymuş gibi hissetti..
“Hatırladığınız başka bir şey var mı?”
“Hayır,” dedi, “ama bir kadınla konuştuğuna eminim.”
Wallander şaşırdı.
“Bundan nasıl emin olabiliyorsunuz?”
“Duyduğum için.”
“Yani Hålén’in randevu ayarlamak için bir kadını aradığını mı söylüyorsunuz?”
“Bunda bir gariplik yok herhâlde. Elbette yaşlıydı ama bunun bir önemi yok.”
Wallander başını salladı. Elbette haklıydı ve eğer haklıysa, değerli bir şey öğrenmişti. Sonuç olarak Hålén’in hayatında bir kadın vardı.
“İyi,” dedi. “Başka bir şey hatırlıyor musunuz?”
Cevap vermeden önce içeri müşteri girdi. Wallander bekledi. Çok dikkatli bir şekilde iki paket şeker seçen iki küçük kız, daha sonra ellerindeki bozuklukları sayıp parayı ödediler.
“Kadının adı A ile başlıyor olabilir,” dedi. “Daha önce de söylediğim gibi her zaman çok sessiz konuşurdu. Ama kadının adı Anna olabilir ya da biri A ile başlayan çift isimli bir kadın.”
“Bundan emin misiniz?”
“Hayır,” dedi. “Fakat ben öyle düşünüyorum.”
Wallander’in bir sorusu daha vardı.
“Her zaman yalnız mı gelirdi?”
“Evet, her zaman.”
“Çok yardımcı oldunuz,” dedi.
“Bunları neden öğrenmek istediğinizi sorabilir miyim?”
“Ne yazık ki hayır,” dedi Wallander. “Soru sormak bizim işimiz, ancak nedenini her zaman söyleyemeyiz.”
“Belki de polis olmalıyım,” dedi. “Hayatımın geri kalanını bu dükkânda çalışarak geçirmek istemiyorum.”
Wallander tezgâhın üzerine eğilip telefon numarasını kasanın yanındaki küçük bir not defterine yazdı.
“İstediğiniz zaman beni arayabilirsiniz,” dedi. “Bir ara buluşuruz, polis olmanın nasıl bir şey olduğunu size anlatırım. Her neyse, hemen köşede oturuyorum zaten.”
“Wallander,” dedi. “Adınız bu mu?”
“Kurt Wallander.”
“Ben de Maria ama havaya girmeyin hemen, erkek arkadaşım var.”
“Girmem,” dedi Wallander gülümserken.
Sonra da gitti.
Bir erkek arkadaşın her zaman üstesinden gelinebilir, diye düşündü sokağa adım atarken. Bir süre durdu. Kız gerçekten de ararsa ne olacaktı? Mona’yla ilişkileri bittikten sonra ararsa? Kendi kendine ben ne yapıyorum dedi. Bir yandan da bu düşünceyle heyecanlandı.
Telefon numarasını Maria gibi güzel bir kadına vermekte haklıydı, buna neden olan Mona’ydı. Sanki Wallander günah işlediği için cezalandırılıyormuş gibi o anda yağmur yağmaya başladı. Eve vardığında sırılsıklam olmuştu. Islak sigara paketlerini mutfak masasının üzerine koyup bütün kıyafetlerini çıkardı. Maria şimdi burada olup havluyla beni kurulasa ne güzel olurdu, diye düşündü. Mona saç kesip lanet kahve molalarını vermeye devam edebilir.
Sabahlığını giyip not defterine Maria’nın söylediklerini yazdı. Hålén her çarşamba bir kadını aramıştı. Adı A harfiyle başlayan bir kadını. Büyük ihtimalle ilk adıydı. Peki bu, kafasındaki yaşlı adamla ilgili profili paramparça etmekten başka ne anlama geliyordu?
Wallander mutfak masasına oturup geçen gün yazdıklarını baştan sona okudu. Birden aklına bir düşünce geldi. Bir yerlerde bir denizci sicili olmalıydı. Hålén’in denizde geçirdiği uzun yılları, hangi gemilerde çalıştığını ona anlatabilecek biri olmalıydı.
Bana yardım edebilecek birini tanıyorum, diye düşündü Wallander. Helena bir nakliye şirketinde çalışıyor, eğer telefonu yüzüme kapatmazsa en azından nereye bakabileceğimi söyleyebilir.
Henüz on bir olmamıştı. Wallander sağanağın bittiğini mutfak penceresinden görebiliyordu. Helena normalde öğle tatilini on iki buçuğa kadar yapmazdı. Bu, çıkmadan önce onu yakalayabileceği anlamına geliyordu.
Giyindi ve otobüse binip Merkez İstasyon’a gitti. Helena’nın çalıştığı nakliye şirketi liman bölgesindeydi. Kapıdan içeri girdi. Danışmadaki görevli onu tanımıştı, başıyla selam verdi.
“Helena içeride mi?” diye sordu.
“Telefonda ama yukarı çıkabilirsin, ofisinin nerede olduğunu biliyorsun.”
Wallander birinci kata çıkarken hissettiği tek şey korkuydu. Helena sinirlenebilirdi ama önce şaşıracağını düşünerek kendini sakinleştirmeye çalıştı. Bu süre, sadece iş için burada olduğunu söylemek için yeterliydi. Buraya eski erkek arkadaşı Kurt Wallander olarak değil, komiser adayı bir polis olarak gelmişti.
Kapının üzerine “Helena Aronsson, Müdür Yardımcısı” yazılmıştı. Wallander derin bir nefes alıp kapıyı tıklattı. Ses duyunca içeri girdi. Telefon görüşmesini bitirmiş, daktilonun başında oturuyordu. Haklıydı, kızgın değil, açıkça şaşırmıştı.
“Sen,” dedi. “Burada ne arıyorsun?”
“Bir soruşturma için buradayım,” dedi Wallander. “Bana yardım edebileceğini düşündüm.”
Ayağa kalkmış, şimdiden ondan gitmesini isteyecekmiş gibi görünüyordu.
“Dediğim gibi,” dedi Wallander. “Kesinlikle kişisel bir şey değil.”
Hâlâ tetikteydi.
“Sana hangi konuda yardımcı olabilirim?”
“Oturabilir miyim?”
“Eğer uzun sürmeyecekse.”
Wallander, Hemberg gibi konuşuyor, diye düşündü. Güçlü olan taraf oturmaya devam ederken, ayakta durup kendinizi daha aşağıda hissetmenizi istiyor. Wallander oturdu ve bir zamanlar masanın diğer tarafındaki kadına nasıl bu kadar âşık olabildiğine şaşırdı. Şimdi onunla ilgili hatırladığı şey çok katı ve kibirli olduğundan başka bir şey değildi.
“İyiyim,” dedi. “Hiç sormadan söyleyeyim.”
“Ben de iyiyim.”
“Ne istiyorsun?”
Wallander kabalığı karşısında iç çekti ama yine de olanları anlattı.
“Nakliye sektöründe çalışıyorsun,” diye bitirdi. “Hålén’in denizde gerçekte ne iş yaptığını nasıl öğrenebileceğimi bilirsin. Hangi şirketlerde ve hangi gemilerde çalıştığını öğrenmek istiyorum.”
“Biz nakliyecilik yapıyoruz,” dedi Helena. “Kockums ve Volvo’nun ürünlerini taşımak için gemiler kiralıyoruz ya da gemilerin bir bölümünü, hepsi bu kadar.”
“Bilen biri olmalı.”
“Polis başka yöntemlerle bulamaz mı?”
Wallander bu sorunun geleceğini tahmin ettiği için bir cevap hazırlamıştı.
“Bu soruşturma biraz gizli yürütülüyor,” dedi, “bu nedenle fazla ayrıntıya giremeyeceğim.”
Ona tam olarak inanmadığını görebiliyordu ama bunu eğlenceli bulduğu da anlaşılıyordu.
“Bazı meslektaşlarıma sorabilirim,” dedi. “Eski bir kaptanımız var. Ama benim kazancım ne olacak, sana yardımı olursa tabii?”
Karşılığında, kendini toplayarak arkadaşça bir ses tonuyla, “Ne istersen?” dedi.
Başını salladı.
“Hiçbir şey,” dedi.
Wallander ayağa kalktı.
“Telefon numaram aynı.”
“Benimki değişti,” dedi Helena. “Ama sana vermeyeceğim.”
Wallander yeniden sokağa çıktığında terden ıslandığını fark etti. Helena’yla görüşmesi beklediğinden daha gergin geçmişti. Ne yapacağını düşünerek bir süre hareketsiz bekledi. Daha fazla parası olsaydı Kopenhag’a giderdi. Ama hastalık bahanesiyle işe gitmediğini hatırladı. Biri onu arayabilirdi, evden çok uzaklaşamazdı. Bir yandan da ölen komşusuna harcadığı zamanın arttığı gerçeğini kabul etmesi zor geliyordu. Danimarka vapurlarının karşısındaki bir kafeye gidip günün menüsünden yedi. Sipariş vermeden önce ne kadar parası olduğunu kontrol etti. Yarın bankaya gitmesi gerekiyordu, bin kronu daha vardı. Ayın geri kalanında idare ederdi. Yahni yiyip su içti.
Saat bire doğru yola koyuldu. Güneybatıdan yeni fırtınalar geliyordu. Eve gitmeye karar verdi. Ama babasının banliyösüne giden bir otobüs görünce ona bindi. Birkaç saat de olsa babasının bavullarını toplamasına yardım edebilirdi.
Evde tarif edilemez bir karışıklık vardı. Babası eski bir gazeteyi okuyordu. Kafasında yırtık, eski bir hasır şapka vardı. Wallander’e şaşkınlıkla baktı.
“Bıraktın mı?” diye sordu.
“Neyi bıraktım mı?”
“Mantıklı olanı yapıp polisliği bıraktın mı?”
“Bugün izinliyim,” dedi Wallander. “Ayrıca konuyu tekrar açmanın anlamı yok. Asla anlaşamayacağız bu konuda.”
“1949’dan kalma bir yazı buldum,” dedi. “İlgimi çekti.”
“Yirmi yılı geçmiş gazeteleri okumak için gerçekten zamanın var mı?”
“O zamanlar bunu okumaya vaktim olmamıştı,” dedi babası. “Her şey bir yana, bütün gün çığlık atmaktan başka hiçbir şey yapmayan iki yaşında bir oğlum vardı. Bu yüzden ancak şimdi okuyorum.”
“Toplanmana yardım ederim diye düşünmüştüm.”
Babası porselenlerle dolu bir masayı işaret etti.
“Bu şeylerin kutulara konması gerekiyor,” dedi. “Ama düzgün yapmalısın, hiçbir şey kırılmasın. Kırık bir tabak bulursam yenisini almak zorunda kalırsın.”
Babası gazetesine döndü. Wallander montunu astı ve porselenleri toplamaya başladı. Tabakları çocukluğundan hatırlıyordu, özellikle de kenarında küçük bir kırık olan kupayı çok net hatırlayabiliyordu. Babası bir sayfa daha çevirdi.
“Nasıl hissettiriyor?” diye sordu Wallander.
“Ne, nasıl hissettiriyor?”
“Taşınmak.”
“İyi. Değişiklik güzeldir.”
“Hâlâ evi görmedin mi?”
“Hayır, ama iyi olacağına eminim.”
Wallander, babam ya deliriyor ya da bunuyor ama yapabileceğim hiçbir şey yok, diye düşündü.
“Hani Kristina gelecekti?” dedi.
“Alışverişe çıktı.”
“Onu görmek isterdim. Neler yapıyormuş?”
“İyi. Mükemmel bir adamla tanışmış.”
“Buraya mı getirdi?”
“Hayır ama bana sesinden iyi biri gibi geldi. Muhtemelen yakında onun sayesinde torun sahibi olabileceğim.”
“Adı ne? Ne iş yapıyor? Bütün bunları tek tek sormam mı gerekiyor?”
“Adı Jens, diyaliz araştırmacısı.”
“O da ne?”
“Böbrek, daha önce duyduysan eğer. Bir akademisyen, ayrıca küçük hayvanları avlamayı seviyor. Bana mükemmel bir adam gibi geldi.”
Tam o anda Wallander bir tabak düşürdü. İkiye bölündü. Babası gazeteden başını kaldırmadı.
“Bu sana pahalıya patlar,” dedi.
Wallander’e bu kadarı yetmişti. Montunu alıp tek kelime etmeden çıktı. Österlen’e asla gitmeyeceğim, diye düşündü. Bir daha asla onun evine adımımı atmayacağım. Bu adama bunca yıl nasıl katlandım anlamıyorum ama yetti artık.
Farkında olmadan yüksek sesle konuşmaya başlamıştı. Rüzgâra karşı bisikletle giden biri gözünü dikmiş ona bakıyordu.
Wallander eve gitti. Hålén’in dairesinin kapısı açıktı. İçeri girdi. Yalnız bir teknisyen kül kalıntılarını topluyordu.
“Bitirdiğinizi sanıyordum,” dedi Wallander şaşırarak.
“Sjunnesson titiz çalışır,” diye yanıtladı teknisyen.
Konuşmanın devamı gelmedi. Wallander tekrar merdiven boşluğuna çıkıp kendi kapısının kilidini açtı. Aynı anda Linnea Almquist binaya girdi.
“Ne kadar korkunç,” dedi. “Zavallı yalnız adam.”
“Görünüşe göre bir kadın arkadaşı varmış,” dedi Wallander.
“Buna pek inanmıyorum,” dedi Linnea Almquist. “Olsaydı fark ederdim.”
“Eminim ederdin,” dedi Wallander. “Ama galiba burada buluşmuyorlarmış.”
“Ölüler hakkında kötü konuşulmaz,” deyip merdivenleri çıkmaya başladı.
Wallander bir kadın arkadaşı varmış demenin nesinin kötü olduğunu merak etti.
Wallander dairesine girince Mona’yla ilgili düşüncelerinden kaçamayacağına, onu araması gerektiğine karar verdi. Yoksa her akşam olduğu gibi kendi isteğiyle aramasını mı beklemeliydi? Wallander kaygılarından kurtulmak için topladığı eski gazeteleri atmaya başladı. Sonra da banyoya girişti. Beklediğinden çok daha eski, kökleşmiş kir olduğunu fark etti. Üç saatten fazla temizlik yaptıktan sonra sonuçtan memnun olmaya başladı. Saat beş olmuştu. Biraz patates kaynatıp soğan doğradı.
Telefon çaldı. Aklına hemen Mona geldi, kalbi daha hızlı atmaya başladı.
Ama başka bir kadının sesiydi. Adının Maria olduğunu söyledi, gazete bayisindeki kız olduğunu anlaması birkaç saniyesini aldı.
“Umarım rahatsız etmiyorumdur,” dedi. “Bana verdiğiniz kâğıdı kaybettim. Telefon rehberinde adınız yoktu. Rehber servisini arayabilirdim ama onun yerine polisi aradım.”
Wallander irkildi.
“Ne dediniz?”
“Kurt Wallander adında bir polisi aradığımı ve söyleyeceğim önemli şeyler olduğunu. İlk başta bana ev numaranı vermek istemediler ama pes etmedim.”
“Yani Komiser Yardımcısı Wallander’i mi istediniz?”
“Kurt Wallander’i istedim, ne önemi var?”
“Önemi yok,” dedi Wallander, rahatlamıştı. Dedikodu emniyette hızla yayılabilirdi, karmaşaya neden olabilir ve Wallander’in komiser yardımcısı olduğunu iddia ederek etrafta dolaştığı gibi gereksiz komik bir hikâye ortaya çıkabilirdi. Cinayet büro polisi olarak kariyerine böyle başlamayı hayal etmemişti.
“Sizi rahatsız edip etmediğimi sormuştum,” diye tekrarladı.
“Müsaitim.”
“Düşünüyordum,” dedi. “Hålén ve bahis kuponları hakkında, hiç kazanmadı bu arada.”
“Nereden biliyorsunuz?”
“Nasıl oynadığını kontrol ederek oyalanırdım. Sadece onunkileri değil. Ayrıca İngiliz futbolu söz konusu olduğunda çok bilgisizdi.”
Hemberg’in dediği gibi, diye düşündü Wallander. Bu konuda daha fazla kanıta gerek yok.
“Ama sonra telefon görüşmelerini düşündüm,” diye devam etti. “Sonra birkaç kez o kadından başka birini de aradığını hatırladım.”
Wallander dikkat kesildi.
“Kimi?”
“Taksi durağını aramıştı.”
“Bunu nasıl biliyorsunuz?”
“Bir araba istediğini duydum. Adresini dükkânın hemen yanındaki bina olarak vermişti.”
Wallander düşündü.
“Bunu kaç kez yaptı?”
“Üç veya dört kez, önce diğer numarayı aradıktan sonra.”
“Nereye gittiğini duymadınız mı?”
“Bundan bahsetmedi.”
“Hafızanız hiç fena değil,” dedi Wallander hayranlıkla. “Ama şu aramaları ne zaman yaptığını hatırlamıyor musunuz?”
“Çarşamba günü olmalı.”
“En son ne zaman aramıştı?”
Cevap hızlı ve kendinden emin bir şekilde geldi.
“Geçen hafta.”
“Bundan emin misiniz?”
“Elbette eminim. Geçen çarşamba, 28 Mayıs’ta.”
“İyi,” dedi Wallander. “Çok iyi.”
“Bunun bir faydası olur mu?”
“Olacağından eminim.”
“Hâlâ bana ne olduğunu söylemeyi düşünmüyorsunuz yani?”
“Yapamam,” dedi Wallander. “İstesem de söyleyemem.”
“Bana sonra anlatır mısınız?”
Wallander söz verdi. Sonra telefonu kapatıp kadının söylediklerini düşündü. Ne anlama geliyordu? Hålén’in bir yerlerde bir kadını vardı. Onu aradıktan sonra bir taksi çağırmıştı.
Wallander patatesleri kontrol etti, henüz pişmemişti. Sonra Malmö’de taksi şoförlüğü yapan iyi bir arkadaşı olduğunu hatırladı. Birinci sınıftan beri okul arkadaşıydılar ve yıllardır iletişim hâlindeydiler. Adı Lars Andersson’du, numarasını telefon rehberine yazdığını hatırladı.
Numarayı bulup aradı. Telefonu Andersson’un karısı Elin açtı. Wallander onunla birkaç kez karşılaşmıştı.
“Lars’ı arıyorum,” dedi.
“Dışarıda, takside,” dedi. “Ama gündüz vardiyasında, yaklaşık bir saate döner.”
Wallander kocasına aradığını söylemesini istedi.
“Çocuklar nasıl?” diye sordu Elin.
“Benim çocuğum yok,” dedi Wallander hayretle.
“O hâlde yanlış anlamış olmalıyım,” diye yanıtladı. “Lars’ın iki oğlunuz olduğunu söylediğini sanıyordum.”
“Maalesef hayır,” dedi Wallander. “Ben evli bile değilim.”
“Bu, çocuk sahibi olmak için bir engel değil ki.”
Wallander patateslere ve soğanlara döndü. Daha sonra buzdolabında kalan şeylerin bir kısmını kullanarak yemek hazırladı. Mona hâlâ aramamıştı. Yine yağmur yağmaya başlamıştı. Bir yerlerden akordeon sesi duyuyordu. Kendi kendine ne yaptığını sordu. Komşusu Hålén, önce bazı değerli taşları yuttuktan sonra intihar etmişti. Biri onları geri almaya çalışmış, ardından öfkeyle daireyi ateşe vermişti. Etrafta bir sürü akıl hastası, açgözlü insan vardı. Ama ne intihar etmek suçtu ne de açgözlü olmak.
Saat altı buçuktu. Lars Andersson aramamıştı. Wallander saat yediye kadar beklemeye karar verdi. Sonra tekrar arayacaktı.
Yediye beş kala Andersson aradı.
“Yağmur yağdığında işler açılır. Beni aramışsın?”
“Bir vaka üzerinde çalışıyorum,” dedi Wallander. “Belki bana yardım edebilirsin diye düşündüm. Geçen çarşamba bir yerden müşteri alan bir şoförü bulmak istiyorum. Saat üç civarında, Rosengård’daki bir adresten müşteriyi almış, Hålén adında bir adamı.”
“Ne olmuş?”
“Şu an bir şey söyleyemem,” dedi Wallander, cevap vermekten her kaçındığında rahatsızlığı gittikçe artıyordu.
“Muhtemelen öğrenebilirim,” dedi Andersson. “Malmö taksi çağrı merkezi çok organizedir. Bana detayları verebilir misin? Ve nereyi aramalıyım? Emniyeti mi?”
“Beni araman en iyisi. Soruşturmayı ben yönetiyorum.”
“Evden mi?”
“Şu anda evdeyim.”
“Ne yapabileceğime bir bakayım.”
“Sence ne kadar sürer?”
“Şanslıysak çok uzun sürmez.”
“Evde olacağım,” dedi Wallander.
Andersson’a elindeki tüm detayları verdi. Konuşma bittikten sonra bir fincan kahve içti. Mona hâlâ aramamıştı. Sonra ablasını düşündü. Evden aniden ayrıldığı için acaba babası ablasına ne diyecekti. Belki de oğlunun uğradığını söylemeye bile zahmet etmezdi. Kristina sık sık babasının tarafını tutardı. Wallander’e göre, babalarından ve onun öngörülemeyen öfkesinden korktuğu içindi. Sonra haberleri izledi. Otomotiv sektörü iyi gidiyordu. İsveç ekonomik açıdan büyüyordu. Ondan sonra bir köpek şovundan görüntüler gösterdiler. Sesi kıstı, yağmur yağmaya devam ediyordu. Uzaklarda bir yerde gök gürültüsü duyduğunu sandı, yoksa Bulltofta’ya inmek için gelen bir Metropolitan uçağı mıydı?
Andersson tekrar aradığında saat dokuzu on geçiyordu.
“Beklediğim gibi,” dedi. “Malmö taksi çağrı merkezi son derece iyi organizedir.”
Wallander çoktan bir kalem kâğıt çekmişti.
“Araba Arlöv’e gitmiş,” dedi. “İsim kaydı almamışlar. Sürücünün adı Norberg. Ama muhtemelen onu bulup, müşteriyi hatırlayıp hatırlamadığını sorabilirim.”
“Başka bir müşteri daha olma ihtimali yok mu?”
“Çarşamba günü başka kimse o adrese taksi istememiş.”
“Arlöv’e mi gitmiş?”
“Ayrıntı vermem gerekiyorsa, Smeds Caddesi 9 numaraya. Şeker fabrikasının hemen yanında, sıra sıra teraslı evlerin olduğu eski bir mahalle.”
“Kiralık dairelerin olmadığı bir yer o zaman,” dedi Wallander. “Oralarda sadece aileler yaşar ya da tek başına yaşayan birileri sanırım.”