![Lale Devri](/covers/69429484.jpg)
Полная версия:
Lale Devri
‘Yeter, yoldaşlar artık elinizi çekin. Çünkü herifi parçalarsanız cenaze alayı tatsız olur.’ dedi. Demek herifin nâşinide bir düşüncesi vardı. Herkes bu düşünceyi merak ettiğinden ölünün etrafında bir sessizlik peyda olmuştu. Toracanlı Ahmed, kendi omuzdaşlarıyla kısa bir fiskos yaptıktan sonra üç-beş kişi çağırdı, onların kulağına bir şeyler söyleyip yola vurdu, yüzünü de halka çevirerek emir buyurdu.
‘Zinhar dağılmayın, bekleyin. Şeyhülislam efendi cenaplarına şanlı bir alay düzeceğiz.’
Ben kulun kılığımı değiştirmiştim, bir yana çekilip seyre dalmıştım. Bir saat mi, bir buçuk saat mi orada durduk. Ölü parçalanmış gibi bir durumda çamurlar içinde upuzun yatıyordu.
İşte bu bekleyiş sırasında pazarın bir yanından bir gürültü koptu, sıra sıra papazlar göründü. Bu ruhban güruhu hep katrani libaslar giymişler, kara kara külahlar takmışlar, uzun uzun zünnarlarını kuşanmışlardı ellerine birer çelipa almışlardı, kendi dillerince ve usullerince teganni ederek geliyorlardı.
Papazlara, Toracanlı Ahmed’in yolladığı adamlar kılavuzluk ediyordu, artlarında da dört-beş yüz zimmi yavaş yavaş yürüyorlardı. Bu katrani alay, şeyhülislamın naaşı başına kadar gelince durdu, papazlardan sırmalı haç taşıyan biri ilerleyip fitne başılar önünde boyun kırdı, kötü bir Türkçe ile sordu:
‘Fermanınız nedir?’
Toracanlı Ahmed, yerde yatan ölüyü gösterdi.
‘Bu leşi, alacaksınız kendi dininizdeki ölülere yaptığınız gibi dualar ırlaya ırlaya şehri dolaşacaksınız, sonra Tunca’ya atacaksınız. Sesinizin kesildiğini, bir sokağın eksik bırakılıp dolaşılmadığını duyarsam sesinizi yeryüzünden keserim!’ dedi.
Başpapaz yine boyun kırdı, ‘Başüstüne sultanım!’ dedi. Lakin bir tabut getirtmek istedi. Toracanlı Ahmed, hemen celallendi, papazın sakalını üç-beş kere çekip sarstı, yüzüne de birkaç muşta savurdu.
‘Bre melun, bu leşe tabut gerekseydi biz getirtmez miydik? Sen, boş kafanla bize yol mu gösteriyorsun? Haddini bil yoksa kelleni kucağına düşürürüm. Tez bir ip al, leşin ayağına tak, ipi kendin tut, arkadaşlarına da tuttur, yola düzül!’ dedi.
İşte şevketli padişahım, Feyzullah Efendi böyle öldürüldü, cenazesi böyle kaldırıldı ve cesedi tam üç saat taşlar, çamurlar, mezbeleler arasında sürüklendirildikten sonra Tunca’ya atıldı. Onun velinimetini felakete sürüklediği muhakkaktır. Âl-i Osman mülkünü kendi malikânesi yerine koyup halkı soyduğu hazineyi soyduğu, hatta padişahı soyduğu muhakkaktır. İlmiye mansıplarını haraç mezat satmakla iktifa etmeyip o mansıpların en büyüklerini kendi oğullarına, yeğenlerine, damatlarına, akrabasına ve dostlarına hibe ettiği dahi muhakkaktır. O bir kere değil, on kere belki yüz kere ölüme istihkak kesbetmiştir. Lakin kendisini böyle öldürmek, böyle gömmek, cinayettir, fesahattir. Fitne başı sergerdeler bu görülmemiş gadri işlediler, bir şeyhülislam naaşını papazlara sürüttüler.”
Zeki yazıcı, gizli bir maksatla bu mevzuyu canlandırmak istiyordu. Padişahın heyecandan titrediğini, sonra titremeye başladığını görünce o maksada geçti, sesine çok elemli bir eda çizdi.
“Şevketli sultanım, her fitneden böyle fazahatler doğar. Tacidar ve şehriyâr olanlar için fitneye istidat uyandırmamak gerektir. Padişahlar hizmetinde bulunanlara da gözlerini dört açıp gece gündüz uyanık durup fitne havası esecek delikleri tıkamak farzdır. Eğer kardeşiniz hazretleri şeyhülislama yüz vermemiş yahut onun mülke tasallut ettiğini vaktinde sezmiş olsalardı bu fitneler kopmazdı. Sadrazamların da şeyhülislamdan korkup dillerini kısmamış, velinimetlerine vaktinde hakikati bildirmiş bulunsalardı yine bu akıbetler vuku bulmazdı.” dedi.
Ve padişahı endişe içinde bırakmamak için hemen ilave etti.
“Efendimin selameti, afiyeti uğrunda bin şeyhülislam feda olsun. Bu iş, ulu Tanrı’ya şükür, sizin fermanınızla olmadı, Halik’in de halkın da yanında cenabınızın mesuliyeti yoktur. Bundan sonra da böyle işlerin olmayacağı, olamayacağı aşikârdır.”
Sultan Ahmed, çok güçlükle kendini heyecandan kurtardı, alnındaki terleri yorgun yorgun sildi.
“Şimdi, ne olacak? Bu adamlar böyle saltanata şerik olup kalacak mı?” dedi.
“Hayır padişahım, siz cennetmekân babanızdan, dedenizden ve ecdadınızdan size kalan taht üzerinde müstakil olarak saltanat süreceksiniz. Lakin biraz sabır, biraz tahammül!..”
“Ne vakte kadar?”
“İstanbul’a dönünceye kadar…”
“Oraya mutlak gidilmek mi lazım?”
“Lazım padişahım. Eğer cenabınız hemen yola çıkmazsanız ordu yine mırıldanır, huysuzlanır. Çünkü asker tayfasının payitahtta kurulmuş çeşit çeşit tezgâhları ve her neferin bin tarakta bin bezi var. Edirne’de kalmaları imkânsızdır. Onun için ferman buyurun; tuğlar dikilsin, hazırlıklar başlasın.”
Sultan Ahmed, iradesiz ve belki şuursuz inkıyat etti; mırıldandı:
“Öyle ise kızlar ağasına söyle; vezire haber salsın, tuğları da çıkartsın!”
***Yazıcı Efendi’nin bu suretle başlayan yardımları hemen her gün tazeleniyordu. Padişahın da ona sevgisi, itimadı gittikçe çoğalıyordu. Zeki köylünün hakikatleri ne yaman bir şekilde sezdiği bu İstanbul’a dönüş işinde dahi görülmüştü. Çünkü Sultan Ahmed’in kızlar ağasına gönderdiği emir henüz sadrazama ve onun vasıtasıyla Çalık Ahmed Paşa, Karakaş Mustafa, Cebeci Ali, Toracanlı Ahmed murabbasına tebliğ olunmadan saraya bir ültimatom gelmişti, padişahın hemen İstanbul’a dönmesi -küstah bir ifade ile-ihtar edilmişti. Bu ültimatoma, saray önüne çarçabuk dikiliveren tuğlar gösterilmek suretiyle hem müstehzi hem vakur bir cevap verildiğinden fitne elebaşları mahcup oldular, özür dileyip savuştular. Yazıcı Efendi de fırsatı kaçırmadı, huzura koşup kendi lehine ustaca bir hamle yaptı.
“Düşüncelerinizin, mahz-i keramet idiği işte zahir oldu. Siz, İstanbul’a hareket için irade buyurmamış olsaydınız hâl, hayli düşvar olurdu. Halk, Çalık’la omuzdaşlarının emriyle yola çıkıldığını sanıp dedikodu yapardı. Şimdi herkes, kendi mübarek arzunuzla İstanbul’a döndüğünüzü öğrendi. Fitneciler de mahcup düştü.” dedi.
İsabetli bir hareketin şerefini padişaha tahsis eder gibi görünerek o şerefi kurnazca benimsiyordu. Fakat padişah kelime oyunları altında saklanan hakikatleri kavrayacak bir durumda değildi. Zorbalar tarafından sürüklene sürüklene saraydan çıkarılıp İstanbul yoluna atılmaktan kurtulduğu ve bu yola şerefiyle çıkmak imkânını bulduğu için bahtiyarlık duyuyordu. Bu sebeple Yazıcı Efendi’nin imalarına, telmihlerine değil, kendi neşesine kıymet veriyordu.
Şen şen gerindi: “Hakkın var. İyi düşündüm, iyi davrandım, herifleri mat ettim.” dedi.
5
Velinimetim, telaş buyurmayınız, Çalık Ahmed’i çağırıp ağzına bir parmak bal çalın!
Lakin hadiselerin birbirini takip etmesi -o sıradaki içtimai şartlara göre- zaruri idi ve padişahın Yazıcı İbrahim’e sık sık el uzatması da bu yüzden mukadder görünüyordu. Nitekim hazırlıklar bitip de padişah, saltanatının ilk alayını kurduğu, halkın ve o karmakarışık ordunun alkışları içinde yola çıktığı gün, bir yaman vaka yüz gösterdi. Sultan Ahmed’in korkudan kalbi ağzına geldi. Kırlarda ve at üstünde sadık yazıcıyı aramak zorunda kaldı. Vakıa, İstanbul’dan Edirne’ye gelmiş olan altmış bin askerle, onlara Edirne’den katılan binlerce kalabalığın -şehirden biraz uzaklaşır uzaklaşmaz- durarak ve korkunç yaygaralar kopararak cülus bahşişi istemelerinden ibaretti.
Yersiz yapılan bu talebi yerine getirmek, o kadar adama bahşiş vermek imkânı yoktu. Hazine sandıkları boştu. Allah’ın kırında para bulmak mümkün değildi. Hâlbuki bahşiş isteyenler: “Ya para verirsiniz yahut başınıza geleceklere tahammül edersiniz!” diye bağırıyorlardı. Eski padişah ve bir sürü şehzade kafesler içinde yola çıkarılmış bulunduğu için vaziyet çok nazik görünüyordu. Para alamayan askerin Sultan Ahmed’i alaşağı etmeleri ve yerine başka birini hatta sabık hünkârı çıkarmaları ihtimal dâhilinde idi.
İşte böyle bir durumda yine Yazıcı İbrahim imdada koştu. Korkudan ne yapacağını şaşırmış olan Sultan Ahmed’in yanına sokuldu.
“Velinimetim, telaş buyurmayın. Çalık Ahmed’i yanınıza çağırtın, ağzına bir parmak bal çalın, şu gürültüyü bastırmasını emredin. Biraz sonra bütün ağızlar kilitlenir; yol açılır.” dedi.
O, hayran ve perişan sordu:
“Ne balı çalayım, balı nerede bulayım?”
Yazıcı İbrahim Efendi, yalnız padişahın işitebileceği bir sesle fısıldadı:
“Onu sadrazam yapacağınızı hissettirin, yeter!”
“Bu söz, beni ona karşı borçlu düşürmez mi?”
“Düşürse bile o, alacağını arayıncaya kadar ahireti boylar.”
Sultan Ahmed, şaşkın şaşkın yazıcının yüzüne baktı. Eğer bu bakışlar, karşısındaki adamın ruhuna kadar inebilseydi çok garip hakikatlerle karşılaşırdı. Lakin kafeste büyüyüp el eliyle tahta çıkan bir Osmanoğlu’nun gözlerinde böyle bir nüfuz olamazdı. Onun için, sadrazamları devire devire Osmanlı ülkesinde sadrazamlığa yarar bir kimse bırakmamayı ve ancak o vakit sadrazam olmayı tasarlayan zeki yazıcının bu ülküye uygun olarak attığı ilk adımı sezmedi, onun içinde sıralanan düşünceleri göremedi, sadece uysallık gösterdi.
“Peki!” diye mırıldanarak zorbalar tarafından yeniçeri ağası yapılmış ve kendisinin fermanıyla da paşalığa yükselmiş olan Çalık Ahmed’i çağırttı.
“Ağa paşa, bu gürültü nedir?” dedi.
“Asker, cülus bahşişi ister padişahım.”
“Yeri mi, sırası mı?”
Ve kudretli zorbanın cevap vermesine meydan vermeden ilave etti:
“Sen ki yarın sadrazam olacaksın, bu densizliklere nice tahammül edersin? Beni yoldan alıkoyan kendini bilmezler bir gün senin de başına çorap örmezler mi? Haydi git, bu yol bilmezlere kendini tanıt!”
Çalık Ahmed’in de bütün emeli sadrazam olmaktı. Padişahın -senet verir ve hüccet imzalar gibi- o emele uygun bir taahhüt altına girdiğini görünce iliğine kadar sevindi, yüzü kıpkırmızı olduğu hâlde hemen eğilip hünkârın üzengilerini öptü.
“Bir günün, bin olsun. Çalık Ahmed kulun yolunda ölmesin de ne yapsın. Şimdi bu yolsuzların ağzına mühür vururum, seslerini boğazlarına tıkarım!” dedi.
Dediğini de yaptı. Elebaşlarını toplayıp yol üstünde bahşiş istemenin ve henüz tahta çıkmış, hazine işleriyle uğraşmaya vakit bulamamış olan masum padişahı zorlamanın “erkeğe yakışmayacağını” sert sert anlattı, bahşişin İstanbul’da verileceğine kefil oldu, gürültüyü bastırdı ve alayı yürüttü.
Yazıcı İbrahim, tehlikenin giderildiğini görünce yine fırsatı kaçırmadı, padişaha sokuldu.
“Gördünüz ya velinimetim, bir Çalık Ahmed koca bir orduyu susturabiliyor. Demek ki o, daha önce davranabilirdi, bu densizliğe meydan vermezdi. Fakat kuvvetini size hissettirmek için iptida sustu, sonra susturdu. Günahı, vebali yine kendi boynuna olsun belki gürültüyü çıkaran da kendisidir!”
Padişah, dalgın dalgın mırıldandı:
“Sana Edirne’de söyledimdi ya o mutlaka ölmelidir.”
Yazıcı da aynı sesle cevap verdi:
“Süpürge kullanılamaz hâle geldikten sonra çöplüğe atılır. Çalık Ahmed’in de henüz süpüreceği pislikler, çerler çöpler var.”
Doğru söylüyordu. Gürültünün biri henüz bastırılmışken başkası baş gösteriyordu. Bu sebeple padişah; zayıf ruhunun olanca kuvvetiyle yazıcıya sarılıyordu, o da kendi büyük ülküsüne göre bu sarılıştan istifade ederek hem ona hizmet ediyor hem kendine bir “ışıklı yarın” hazırlıyordu.
Birbirini kovalayan hadiseler içinde padişahı ürkütmek itibarıyla en mühimi, saray bostancılarının yaptığı ayaklanmadır. Edirne’den İstanbul’a sıkıla sıkıla, üzüle üzüle gelebilen Sultan Ahmed, bütün Osmanlı kalelerinden sağlam görünen Topkapı Sarayı’nda geniş bir nefes alacağını, zevke ve sefaya dalıp padişahlığın tadını çıkaracağını umarken -ayağının tozunu bile silmeden- garip, aynı zamanda korkunç bir ayaklanma ile karşılaşmıştı.
Söylediğimiz gibi bunu yapanlar saray bostancıları idi. Bostancı, saray bahçelerinin koruyucuları demek ise de bunlar müsellah bir ocak hâline sokularak gitgide padişahın muhafız alayı sayılmaya başlamışlardı. Haseki, kozbekçi, kapıcı, dolap, zülüflü ve zülüfsüz baltacılar ocaklarıyla beraber bostancılar on bin kişilik bir fırka teşkil ediyorlardı fakat hassa askerî vazifesi bilhassa bostancılara tahmil olunmuştu. Bu sebeple bostancıbaşı, “mabeyin müşiri” sayılıyordu ve bu mansıba getirilen zat, sarayın harice karşı müdafaasını omuzuna almış bulunuyordu.
Padişahların, herhangi bir müsellah hücum önünde, güvenecekleri kuvvet bostancılardan ibaretti ve onlar da fırsat düştükçe kendilerine güvenilebileceğini ispat etmekten geri kalmıyorlardı. Mesela III. Murat devrinde Sadrazam Ferhat Paşa’ya hücum vesilesiyle vuku bulan bir ayaklanmada bostancılar, bir hamlede fitnecileri çil yavrusuna çevirip dağıtmışlardı. Deli İbrahim, Kara Mustafa Paşa’yı öldürmek isteyince ve onun sarayında tahassun ettiğini haber alınca bostancıbaşıyı beş yüz bostancı ile göndermiş ve bu küçük kuvvet, bütün müdafaa tertiplerini bozmaya, sadrazamı yakalamaya kâfi gelmişti. Yeniçeriler de bu vakadan yedi sene sonra Deli İbrahim’i tahttan indirmek istedikleri vakit, bostancılarla uyuşmayı zaruri görmüşler ve bostancıbaşının rızasını tahsil etmeden saraya girememişlerdi.
Bostancılara ve bunların başı olan ağaya padişahın itimadı çok yüksekti. Deniz yolu ile yapılan gidişlerde bostancıbaşı mutlaka padişaha refakat eder ve saltanat kayığının dümenini o idare eylerdi.
İşte Sultan Ahmed’e karşı ayaklanan böyle bir kuvvetti. Yani sarayı ve padişahı muhafazaya memur olan binlerce müsellah insan, saray ve padişah aleyhine isyan ediyordu. Bu ayaklanmanın sebebi yine bahşiş meselesi idi. Lakin bostancılar, yeniçeri ve sipahilerle sair askerî zümreler gibi -ananeye uyarak teamüle dayanarak- cülus bahşişi istemiyorlardı. Padişahtan enikonu şükran cizyesi almak emelini güdüyorlardı.
Onların ortaya attıkları dava şu idi; Gürcistan’a gönderilecek olan iki yüz cebeci, birikmiş aylıklarını istemek bahanesiyle ve Edirne’den gizlice gelen Cebecibaşı İbrahim’in teşvikiyle ayaklandıkları zaman Sadrazam Kaymakamı Abdullah Paşa, yeniçerilerden ve sipahilerden yardım göremeyerek bostancılar ocağına başvurmuştu, onların silahlanarak cebecileri dağıtmasını istemişti. Bostancılar onun dileğini yerine getirmediler, isyanın büyümesini kolaylaştırdılar ve bu suretle tahtta değişiklik vuku bulmasına sebep oldular.
Davanın neticesi de şu oluyordu: “Biz veliahdın tahta çıkmasını istememiş olsaydık cebeciler ayaklanır ayaklanmaz silaha sarılırdık o iki yüz kişilik kalabalığı darmadağın ederdik, elebaşlarını öldürürdük, fitneyi daha başlangıçta bastırırdık. Lakin veliahdın cülusuna taraftar olduğumuz için isyana karşı kayıtsız kaldık. İki yüz kişinin seksen-doksan bin kişilik bir ordu olmasına göz yumduk. O hâlde yeni padişahımız, tahta çıkmalarını herkesten ve her şeyden önce bize borçludur. Bu borcu gönül rızasıyla ödemelidir yoksa yapacağımızı biz biliriz!”
Ahlaksız muhitlerde fitne, salgın hastalığa benzer. Çarçabuk yayılır. Bostancıların ayaklanması da genişlemek istidadını gösteriyordu ve saraydaki başka ocakların onlara iltihak etmeleri kuvvetle muhtemel görünüyordu, öyle de olmasa harem ağalarının, has odalıların, kapıcıların bostancı takımına karşı koymaları ve onların hücumundan padişahı korumaları mümkün değildi. Çünkü bostancılar hem kalabalıktı hem silah kullanmakta mahirdi.
Padişahın bu isyan önünde boyun eğmesi de çirkindi. Zira öyle bir hareket, istikbal için kötü ve çok kötü bir misal teşkil edecekti. Yeniçerilerin, sipahilerin sık sık yaptıkları tazyike, tahakküme sarayın içinde de nazire yaratılmış olacaktı.
Bu sebeple Sultan Ahmed telaş ve endişe içinde idi, hareme kapanıp dövünüyordu, uykusuz geceler geçiriyordu.
6
İbrahim Efendi, basit bir hizmetkâr gibi zorbabaşıyı etekledi ve ağız açmak için ondan emir beklemeye koyuldu.
Bostancılar ise zaman geçtikçe işi azıtıyorlardı, gemi azıya alıp küstahlığı arttırıyorlardı. Sarayda zevk şöyle dursun, emniyet kalmamıştı. Kadınlar, ağalar ve hiç kimse korkudan odalarını terk edemiyordu, bostancı palasıyla kesilmek endişesine kapılarak için için ağlaşıyorlardı.
İşte bu durumda yine Yazıcı Efendi ileri atıldı, pusula yazarak ve adam üstüne adam yollayarak padişahın huzuruna çıkma imkânını aradı ve nihayet bu emeline ererek efendisine halas yolunu gösterdi.
“Padişahım, sizi kaygılı görüyorum, iki-üç gündür mübarek didarınızı kölelerinizden nihan eylediniz, gündüzümü geceye çevirdiniz. Küstahlık dahi olsa mübarek hâkipayinize yüz sürüp sormak cüretinde bulunacağım; şevketli efendimi neşesiz kılan bostancıların gürültüsü mü?” dedi.
Sultan Ahmed, ağlar gibi bir sesle cevap verdi:
“Ha şunu bileydin İbrahim. Elbet onlardır, o melunlardır, o nankörlerdir!”
“Ya niçin bu nan ü nemek hakkın bilmeyen bîdin, bîiman güruhu tepeletmezsiniz?”
“Kimi kime tepeleteyim? Bizim bayraşmaz5 Arapçıkları mı, sırma entari içinde yalnız salınmak bilen has odalıları mı yoksa seyisleri mi onların üzerine yollayayım? Hüküm onlarda, söz de onlarda!”
“Çalık Ahmed ne güne durur padişahım?”
Sultan Ahmed, ellerini havaya kaldıra kaldıra geri çekildi ve bağırdı:
“Ne dedin ne dedin? Çalık Ahmed’i, bugüne dek yaptıkları yetişmiyormuş gibi şimdi kendi evimin işlerine de mi karıştırayım?”
“Başka yol yok padişahım. Mademki o süpürgedir, bostancılar da şimdi kirli çaput hâline gelmiştir; ferman buyurun, süpürge vazifesini yapsın, kirli çaputları silip süpürsün!”
Hünkâr, her vakit yaptığı gibi yine derin derin İbrahim Efendi’nin yüzüne baktı. Uzun uzun onu süzdü, sonra ellerini koynuna soktu.
“Çalık Ahmed, bu işi kolay kolay başarır mı?”
“Hiç şüphe yok, padişahım.”
“Ya sonra şımarmaz mı?”
“Belki şımarır fakat kanatlanmış karıncaya döner, çarçabuk söner!”
Sultan Ahmed, sık sık yaptığı gibi yine zeki yazıcının yüzüne derin derin ve uzun uzun baktı, iradesiz bir uysallıkla boyun kırdı.
“Peki, öyle olsun. O herif evimin düzenine de karışsın. Fakat ben tenezzül edip de ona el uzatmam. Maslahatı sen idare et.” dedi.
İbrahim Efendi, yer öpüp çıktı. Padişahtan daha nüfuzlu görünmeye çalışan ve Ağakapısı’nı saraya çevirip tantana içinde bırakan Çalık Ahmed Paşa’nın yanına gitti; basit bir hizmetkâr durumuna bürünerek zorbabaşıyı etekledi, el pençe divan durdu. Ağız açmak için ondan emir beklemeye koyuldu.
Çalık Ahmed’in yanında büyücek bir kalabalık vardı. Söz onda, hüküm onda ve kuvvet onda olduğu için en büyük hocalar, en ünlü ağalar, mansıp dilenen vezirler sürü sürü, küme küme kendini ziyarete geliyorlardı. Huzurunda kavuk sallıyorlardı. Bin türlü riyakârlıklarla herifi okşayıp meramlarını yürütmeye savaşıyorlardı.
Koca zorba keyfinden fıkır fıkır gülüyordu, dalkavuklarını tuhaf tuhaf söyleterek boyuna kahkaha savuruyordu. Kızlar ağasının ayakta duran kâtibine yan gözle bile bakmıyordu. Onun bu kayıtsızlığı suni, sahte idi yanındakilere gösteriş içindi. Padişah ile de sıkı fıkı temasta bulunduğunu bildiği Yazıcı Efendi’yi mühimsemez görünmekle kendi kudretinin yüceliğini misafirlerine hissettirmek istiyordu.
Neden sonra, biçare bir adamın el pençe divan durduğunu fark etmiş gibi davrandı.
“Ha, lafa daldık da seni unuttuk. Hoş geldin yazıcı. Hele otur, nefes al.” dedi.
Ve onun sekiz temenna savurarak süklüm püklüm bir duruma sarılarak bir köşeye büzülmesi üzerine şöyle bir toplandı.
“Hayrola? Sen bizim dergâha kolay kolay gelmezsin. Böyle ansızın boy gösterişinden derdin olduğu anlaşılıyor. Dert veren Allah dermanını da verir. Sıkılma, hacetin neyse söyle.” dedi.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Mihal Köprüsü’nü kıymetli seyyahımız Evliya Çelebi şöyle tarif ediyor: “Burada en ibretnüma eser Mihal Köprüsü’dür ki onun kurulduğu yerde Arda, Tunca, Meriç Nehirleri birbirine mahlut olur. O kadar geniş ve uzundur ki ruyizeminde manendi yoktur. İllaki, diyar-ı Alman’da Tuna üzerindeki Kelvar Köprüsü ola yahut Edirne’ye bir menzil uzakta Kocamurat Han’ın altmış dört göz Ergene Köprüsü ola. Mihal Köprüsü’nün bu üç divane nehir üzerine bina edilebilmesi keramet nevindendir. Uzunluğu ziyadedir, genişliği de üç arabanın yan yana geçmesine müsaittir. Fil cüssesi kadar taşlarla yapılmış kaldırımlı musanna bir köprüdür. Gözleri kavs-i kuzahvar kemerlerdir.”
2
Henüz padişah olmayan şehzadelerin adlarına ilave olunan sultan kelimesi isimden sonra gelir. Mesela padişahlar Sultan Ahmed, Sultan Mehmed diye anılır. Şehzadelere ise Ahmed Sultan, Mehmed Sultan denilir. İran’da da asalet ifade eden mirza unvanı prenslerde isimden sonra, başka asilzadelerde isimden evvel gelir.
3
Hünkâr Bahçesi Sarayı, Edirne’de vaktiyle mevcut olan iki hünkâr sarayından biridir. Temelini İkinci Murat atmış ve Fatih Sultan Mehmed tarafından ikmal olunmuştur. Daha sonra Kanuni Süleyman devrinde genişletildi, onun halefleri eliyle de güzelleştirildi. Dört tarafını Tunca Nehri sardığından duvarsızdı. Saraçhane Köprüsü ile şehre bağlı idi. Çok güzel ağaçlarla süslü idi. Yer yer köşklerle bezenmişti. Harem dairesi kale biçiminde olup yedi kat üzerine kurulmuştu. Her katta birçok odalar, salonlar, şahnişler, teraslar, fıskiyeler ve havuzlar vardı. Bir yanında vücuda getirilmiş olan muhteşem koruda av hayvanlarının her çeşidi üretildiğinden padişahlar, diledikleri vakit orada av ihtiyaçlarını tatmin edebilirlerdi.
4
Lale Devri’nin müessisi olan Nevşehirli İbrahim Paşa’nın hali tercümesini yazarken enderun tarihi muharriri Ata Bey söyle diyor: “Karaman eyaletinden Niğde sancağında vaki Ürgüp kazasına tabi Nevşehir tabir olunan Muşkara karyesi sükkânından İzdin Voyvodası denmekle maruf Ali Ağa’nın oğludur. H. 1100 tarihinde hemşehrilerini ziyaret kastıyla İstanbul’a geldi, akrabasından eski sarayda bulunan Mustafa Efendi delaletiyle ilkin mezkûr saray helvacıları, sonra baltacıları ocağına girdi ve istidat sahibi olduğu için yine o saray evkaf kâtipliğine tayin olundu. Biraz sonra yazıcı halifesi olmak üzere Edirne’ye çağrıldı. Orada saltanat nöbeti bekleyen Sultan III. Ahmed’in mahremi esrarı ve mutemedi kârgüzarı olmuştu. 1115’te vuku bulan cülus sırasında hatt-ı hümâyûn ile darüssaade ağası Abdurrahman’ın kâtipliğine tayin buyruldu. Birkaç kere vezaret rütbesi teklif olunduğu hâlde kabul etmediğinden padişah nezdinde kadri ve itibarı çoğaldı. (C. 1, s. 153)
5
Korkak
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
Всего 10 форматов