Читать книгу Lale Devri (M. Turhan Tan) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Lale Devri
Lale Devri
Оценить:
Lale Devri

3

Полная версия:

Lale Devri

“Cenabınızı Âl-i Osman tahtında sıhhatle, afiyetle, şevketle oturur görmekten gayri emelim yok. Ulu Tanrı sizi Muhammed ümmetine bağışlasın, bir gününüzü bin etsin.”

“Hazzettim, Allah seni de bana bağışlasın. Kıssanı tamamla.”

“Elçilerin yakalanmasını haber alan isyancılar küplere bindiler, hemen Edirne üzerine yürümeyi kararlaştırdılar, harekete de geçtiler. Şevketli kardeşiniz bunu duyunca nasıl bir hata işlediğini anladı, şeyhülislam ile oğullarını mansıplarından çıkardı, Erzurum’a sürdü. Fakat İstanbul’dan çıkan ordu dönmedi, yürümekte devam etti. Çünkü Rami Paşa çevirdiği dolabın bir gün anlaşılacağını, şeyhülislamın er geç sürgünden döneceğini düşünüyordu. Şevketli kardeşinizi ortadan kaldırmak istiyordu. İstanbul yoluna da ulak yollayıp ‘Sakın dönmeyin, gelin işinizi tamamlayın!’ diye öğüt veriyordu. İşte bu sebeple isyancılar ilerledi, Edirne’ye adım adım yaklaştı. Şevketli efendimiz telaş içinde idi, Rami Paşa’dan yardım bekliyordu. O, son bir ihanet olmak üzere Edirne’deki askerle ve toplanacak gönüllülerle İstanbul’dan gelecek orduya karşı konulması fikrini ileri sürdü, şevketli hünkârı kandırdı. Şimdi padişahımız hayatını tehlikeye koyuyor, kendine yâr olmayan bir ordu ile asileri karşılamaya, onlarla harp etmeye gidiyor!”

Veliaht, muzdarip bir merakla sordu:

“Harp olur mu, İstanbul ordusu bozulur mu dersin?”

“Evvelce de arz ettim. Harp olmaz. Çünkü Rami Paşa harp için değil, efendisini asilere teslim etmek için yola çıktı.”

3

Sadâbâd’daki lale bahçeleri, genç âşıkların şen kahkahalarıyla çınlıyordu.

Şimdi susmuşlardı, düşünüyorlardı. Yazıcı İbrahim, bir yandan saltanat müjdelerken bir yandan da vehmini tahrik ettiği, iradesine sarsıntı verdiği veliahdın hem o müjdeyi hem de bu telkinleri unutmayarak bütün bir istikbalde kendine bağlı kalacağını kuruntuladığı veliahdı yan gözle süzüyordu. Yarın padişah olacak adama bir padişahın nasıl kündeden ve tahttan atılacağını öğretmek, ona daimî bir endişe aşılamak demekti. Endişe ise mutlaka tesliyet bekler. Şu hâlde yarının padişahı, ruhuna yerleşen endişeyi o endişeye mahrem olan adamın sözleriyle müteselli etmek, avutmak isteyecekti. İşte İbrahim, bu noktayı düşünüyor ve veliahdın tahta çıktıktan sonra kendisini aramak zorunda kalacağını tahmin edip seviniyordu.

Veliaht da iki ordu arasında asılı durur gibi görünen tahtın kardeşine mi, kendine mi mukadder olduğunu hesaplamaya çalışıyordu. Eğer ordular harekete geçmemiş ve kendisinden mütalaa sorulmuş olsa bahtını tecrübeye kalkışmaktan o, şüphe yok ki çekinecekti. Çünkü yaradılışında atılganlık, kavgacılık yoktu. Tahtı bir isyan ordusunun neticesi müphem ve meşkûk hamlesinden değil, ölümün elinden almak ona daha tehlikesiz görünüyordu. Çünkü veliahttı, kendisinden yaşça büyük olan kardeşinin ölümüyle tahta -dağdağasızca- çıkacaktı. Böyle bir vaziyette bahtını silahların kuvvetine bağlamak hiç hoşuna gitmiyordu. Lakin oklar yaydan çıkmış, ordular yola düzülmüş ve taht, muzaffer olacak tarafın iradesine bağlı kalmış olduğundan yapılacak iş, kardeşinin mağlup olmasını temenni etmekten ibaret kalıyordu.

Veliaht işte bu temenniyi bir dua şeklinde açığa vurdu, elini göğe doğru kaldırarak inledi:

“Rabb’im dine ve devlete hayırlı olan ne ise onu mukadder etsin!”

Sonra yüzünü Yazıcı İbrahim’e çevirdi:

“Sözlerinden, Rami’nin oynadığı oyunları anladım. Yalnız öğrenmek istediğim bir şey daha var. İstanbul ordusunu kimler kumanda ediyor?” dedi.

“Sipahi Karakaş Mustafa, Yeniçeri Toracanlı Ahmed, Cebeci Küçük Ali. Çalık Ahmed de hepsinin başı.”

“Ya hocalardan önayak olanlar kim?”

“Başmakçı oğlundan şevketli kardeşinizin haline fetva alındığını duyduk.”

Veliaht biraz daha düşündü; bıyıklarını sık sık burdu, çenesini bol bol kaşıdı, sonra ayağa kalktı.

“Yazıcı, senden çok hoşnutum. Fakat maslahat naziktir belki hayatım tehlikededir. Onun için canını icap ederse tehlikeye koyup beni her hâlden ve her olup bitenden hızla haberdar etmeni isterim. Padişahlar rica etmez ama ben işte rica ediyorum. Beni yalnız koyma, habersiz bırakma.” dedi.

Muşkaralı köylü yer öptü, birçok dualarda bulundu, öğütler verdi:

“Zinhar merak etmen, telaşa düşmen!.. Çok geçmez Âl-i Osman tahtı, cenabınıza nasip olur. Ben kulun ne duyarsam vakit fevt etmeden efendime arz ederim.” dedi.

Sözünde de durdu, hemen her gün veliahdı ziyaret ederek iki ordunun birbirlerini hedef tutarak yavaş yavaş ilerleyişleri hakkında malumat verdi, vaziyetin gittikçe veliaht lehine inkişaf ettiği hakkında müjdeler getirdi ve dördüncü yahut beşinci ziyaretinde ise -heyecandan boğulan bir sesle- şu beşareti haykırdı:

“Çalık Ahmed, İstanbul’dan çıkmadan cenabınızın mübarek adını halife ve padişah diye hutbelerde okutmuş!”

Veliaht, tepeden tırnağa kadar titredi, ölü gibi sarararak kekeledi:

“İdamım hükmünü demek ki imzaladı. Şevketli kardeşim bu küstahlıktan beni mesul eder, mutlak canıma kıyar.”

İbrahim Efendi, istihza eder gibi gülümsedi ve şehzadenin burnu dibine kadar sokuldu.

“Latife mi buyurursuz sultanım? Cenabınızın hayatına suikast etmek için kimde cesaret kalmıştır? Hutbe kaziyesi duyulunca herkes elini göğe kaldırıp yüreğini Hüda’ya açıp manen cenabınıza biat eylemiştir. Edirne’den götürülen ordu da aynı hâldedir. İstanbul’da mübarek isminizin hutbelere geçtiğini işitip cenabınızı padişah tanımıştır.”

“Ne garip söylersin İbrahim, ben burada mahpusum, şevketli kardeşim ordu başında durur. Sen hâlâ türrehat sıralarsın. Ben padişah isem şu kafeste niçin otururum?”

“Bir küçük maslahat var, o da tasfiye olununca meramımız tamamıyla hasıl olacaktır.”

“Nedir bu maslahat?”

“İki ordunun birleşmesi, şevketli kardeşinizin hakikati anlayıp tahttan feragat etmesi!”

“Ya bu iş ters olursa?”

“İmkânı yok!”

Ve birden hatırına bir şey gelmiş gibi davrandı:

“Sultanım, Çalık Ahmed gidisi şeytana külahı ters giydirecek kadar akıllı imiş. İstanbul’da meşveret kurulurken ilkin amcazadeniz sağır Şehzade İbrahim Sultan’ın tahta çıkarılması fikrini ileri sürer.” dedi.

Veliaht, kendinden geçer gibi olarak feryadı kopardı:

“Ne yabana söyler o melun türedi? Ben bütün şehzadelerin ek-beri, aslahı ve erşedi değil miyim? Kanun, kardeşimden sonra tahtı bana mukadder kılmamış mıdır? Bir Çalık Ahmed, Âl-i Osman kanununu dahi payimal mi etmek ister?”

Muşkaralı yazıcı sükûn ile cevap verdi:

“Merhamet buyurun sultanım, sözümü bitireyim. Çalık Ahmed’in Şehzade İbrahim Sultan’ı İstanbul meşveretinde dile alması, gerçekten onu padişah tanımak için değildir. Askerî tayfanın, ulemanın, esnafın ağzını aramak; aynı zamanda şevketli kardeşinizin gazabını cenabınızdan uzaklaştırıp o masum üzerine çevirmek içindir.”

“Anlamadım yazıcı, bir daha söyle!”

“Çalık Ahmed bu fikri ortaya atmakla herkesin cenabınıza sadık olduğunu meydana çıkarmak istemiştir. Çünkü o meşveret meclisinde bulunanlar ve bütün askerî tayfa: ‘Biz veliaht Ahmed Sultan’ı isteriz, padişahlık hem onun hakkıdır hem onun endamı için biçilmiş kaftandır!’ diye bağırmışlardır. Şevketli kardeşiniz de bu kaziyeden sizin isyan işinde parmağınız olmadığını anlamışlardır. Çalık Ahmed’in de maksadı bu idi. Yani sizin için çalışmaz görünüp cenabınızı padişahımız efendimizin hışmından, gazabından korumaktır.”

Veliaht, sık sık yaptığı gibi yine düşünmeye daldı, birkaç kere kaşını çatıp açtı, birkaç defa da içini çekti ve birden ayağa kalkarak Yazıcı İbrahim’in omuzuna elini koydu.

“Sözün, doğru da olsa Çalık Ahmed’in amcam oğlunu dile alması bir suçtur. O meşveret meclisinde üç-beş kendini bilmez bulunup da ona peyrev olsalardı, amcam oğlu İbrahim’in tahta çıkmasını münasip görselerdi hâlim nice olurdu?” dedi.

Ve ağzı köpüre köpüre haykırdı:

“Asla, asla affetmeyeceğim. Çalık Ahmed’in bu küstahlığını unutmayacağım. Dediklerin sahih ise ulu Tanrı da takdir etmişse bugün yarın ecdadımın tahtına onun yardımıyla çıkmış olacağım. Öyle iken kendisinden nefret ediyorum. Çünkü Âl-i Osman kanununa saygısızlık göstermiştir. Bu haltı bir defa eden adam, başı sıkılınca ve benden sıdkı sıyrılınca yine küstahlaşır, İbrahim Sultan’ı gerçekten tahta çıkarmaya çalışır. Onun için Çalık Ahmed ölmelidir.”

İstikbalin servet, şöhret, tantana ve sonsuz bir ikbal ile dolu ufuklarını seyretmekte ve o ufuklarda rakipsiz gezmek için planlar çizmekte olan Muşkaralı İbrahim ciddi, çok ciddi bir çehre takındı, kelimelerin üzerinde dura dura cevap verdi.

“Mübarek dudağınızdan çıkan her söz bir hükümdür, mutlak yerini bulur. İlahi iradeler gibi müessir olur. Çalık Ahmed de ölecektir sultanım. Ancak fitne deryası henüz dalgalanıyor. Bu deryanın sükûna ermesi, mülkün sütliman hâline gelmesi asan değildir. Onun için cenabınız hikmet-i hükûmet icabı teenni buyurmaktasınız. Duyduklarınızı, bildiklerinizi unutmuş görünmelisiniz, ta ki fitne dalgaları yatışsın. Bugün taht u taca namzetler göstermek küstahlığını gösterenler, gaflet uykusuna yatar o vakit dilediğinizi icra buyurursunuz.”

Veliaht, çok iyi düşünen ve çok güzel konuşan basit yazıcıyı şöyle bir süzdü. Onun pırıl pırıl parlayan gözlerinde, kendi iradesini de bol bol aydınlatacak, cilalandıracak bir ışık buldu, için için:

“Akıllı adam, akıllı adam!” diye söylendikten sonra sakin sakin sordu:

“Bu Çalık Ahmed nereden çıktı?”

“Eski bir yeniçeridir sultanım. Nemse harplerinde pala salladı, birçok gürültülere karıştı, ün aldı. Kul kâhyalığına kadar yükseldi. Yolunca terakki gördüğü, ocakça sevildiği, iyi başarır bir adam olduğu için hakkı ağalıktı. Fakat Şeyhülislam Feyzullah Efendi, ocaklının başında kendine sadık kimseler bulunmasını istediğinden bir sırasını düşürdü, hiç yoktan bahanelerle Çalık’ı kâhyalıktan çıkardı, açıkta koydu.”

“Demek ki şimdi hınç çıkarmak, öç almak ister.”

“Öyledir sultanım.”

Ve bir nebze düşündükten sonra ilave etti:

“Cenabınıza ayandır ki son devirlerde ahlak son derece bozulmuştur. Allah Allah diye bağıranların Allah’a inandıkları yoktur. Hep cer için, para devşirip günlerini hoş geçirmek için Allah’tan dem vururlar. Memleket battı, devlet harap oldu diyenlerin de yüzde doksan dokuzu memleket sevgisi, devlet sevgisi taşımazlar, nefislerini düşünerek bir baltaya sap olmayı hedef edinerek hamiyet davası güderler. Yarın bu mülkün sahibi, bu halkın padişahı sıfatıyla çok şeyler göreceksiniz, çok şeyler işiteceksiniz. Ulu Tanrı’dan gece gündüz niyazım, sadık kölelere malik olmanızdır. Dışı içine uymayan karinler yüzünden ne felaketler vücuda geldiğini işte görüyoruz. Sultanımı adam seçmekte hak daima muvaffak buyursun!”

Şimdi veliahdın kafasında bir düşünce dolaşıyordu ve bu düşünce birden büyüyerek şüpheye munkalip oluyordu. Evet, Muşkaralı yazıcının pervasız bir dil kullandığına şüphe yoktu, müspet hakikatleri ileri sürdüğü anlaşılıyordu. Fakat acaba o da içi dışına uymayan ikiyüzlülerden, menfaat ardında koşan gayrisadıklardan biri miydi?

İşte veliaht birden bu düşünceye düştü, tecrübesiz bir adam olduğu için de kendini tutamayarak İbrahim’i hemen o dakikada mihenge vurmak istedi.

“Hakkın var, adam seçmekte çok titiz davranmak gerek. Padişahların bütün sıkıntıları, su-i karin yüzündendi. Öğüdünü kulağıma küpe yapacağım, para canlısı kimseleri yanıma yaklaştırmayacağım, ikiyüzlülere yüz vermeyeceğim. Lakin bana sen de yâr olmalısın, yakınımda bulunmalısın. Onun için tahta çıkar çıkmaz seni vezir yapmak isterim!” dedi.

Yazıcı İbrahim hemen yere kapandı, veliahdın ayağını öptü.

“Sultanım, teşekkür ederim ama bir niyazım var. İzin verirsen arz edeyim.” dedi.

“Söyle.”

“Ben kulunu bir zerre sayıyorsan bu zerreyi mesut görmek istiyorsan bu fikirden vazgeç!”

“Hangi fikirden?”

“Beni vezir yapmak fikrinden.”

“Niçin?”

“Ben haddimi bilirim, aczimi bilirim, noksanımı bilirim. Onun için vezir olmayı hatırımdan geçirmem. Cenabına da ayaklarını öpe öpe yalvarıyorum. Beni vezir edip de rezil etme. O şerefi ehline ver. Ben kulunu sade bir fakir gibi kapında tut.”

Zekâ, saffeti yenmiş ve veliaht çocukça yaptığı sınamada mağlup oluvermişti. Kafeste büyümüş, dünyanın gidişine karşı kör yaşamış olan şehzade, vezirliğin büyük bir nimet olduğuna ve bütün Osmanlıların o nimete ermek için hayatlarını fedayı göze aldıklarına inanan bir gafildi. İbrahim’in böyle müstesna bir saadeti yalvara yalvara reddettiğini görünce şaşırmış, aynı zamanda mahzuz olmuştu. Çünkü bu istiğnayı onun hadşinas olduğuna, hırstan uzak bir ruh taşıdığına delil sayıyordu.

İşte bu gafil zehap ile elini uzattı, zeki yazıcıyı yerden kaldırdı.

“Peki, peki bugün için niyazını kabul ediyorum. Lakin seni mutlaka yanımda alıkoyacağım, mühim işlerde düşüncelerinden istifade edeceğim. Sırası gelince de yalvarmana falan kulak asmayıp dediğimi yapacağım.” dedi.

Ve İbrahim’in yeniden ricaya başlamaması için mevzuyu değiştirdi.

“Başka ne haber var?”

“Şeyhülislam ile oğulları Varna yoluyla Trabzon’a, oradan Erzurum’a aşırılacaktı. İstanbul’un Edirne üzerine harekete geçtiği duyulunca isyancıların gözü boyanmış olmak için herifler geri getirildi. Ağakapısı’nda hapsedildi.”

“Ne olacak sonra?”

“Ettiklerini bulacaklar, ektiklerini biçecekler.”

“Yani?”

“Öldürüleceklerdir sultanım, kurtuluş yok!”

“Hiç şeyhüislam katlolunur mu?”

“Cennetmekân pederiniz devrinde Hoca Mesut Efendi, Sultan IV.

Murat Han devrinde de Ahi Hüseyin Efendi öldürülmüşlerdi.”

“Peki ama Feyzullah Hoca’nın katline kim ferman verecek?”

“Asiler!”

Veliahdın yüzü sarardı. Fakat bu renk bozukluğu çok sürmedi. Bir şeyhülislamın ve birkaç kazaskerin ölümü üzerinde fazla durmayı lüzumsuz buluyordu, bahsi yine saltanat meselesine çevirmeyi tercih ediyordu. Bu sebeple kayıtsız görünerek sordu:

“Maslahat ne zaman tamam olur dersin?”

“Şevketli kardeşiniz, Sadrazam Rami Paşa’nın sözüne uyarak Babaeski’de siper kazdırır durur. Öbür ordu da belki oraya ulaşmıştır. O hâlde sabaha akşama son haber gelir.”

“Aman göz kulak ol, beni unutma!”

Ayrıldılar ve o geceyi uykusuz geçirdiler. Veliaht, sabaha kadar gözlerini açık tutarak saltanat zevkini kuruntuladı. Yazıcı İbrahim, uzun ve çok karışık hülyalar içinde planlar çizdi, kendisine tehlikesiz fakat çok muhteşem bir istikbal hazırlamak için kafa yordu.

Güneş, bu iki dostun yataklarına ayrı ayrı ışık dökerken zeki yazıcının dediği gibi siyasi âlemin bir gecesi biterek yeni bir gün doğuyordu. Çünkü Babaeski’de karşılaşan iki ordu çarçabuk anlaşmışlar; kucaklaşmışlar ve bir ordu hâlinde Edirne’ye doğru yürümeye başlamışlardı. Bu neticeyi hazırlayan Rami Paşa, her ihtimale karşı nefsini korumak için kaçmış, bilinmez bir köşeye saklanmıştı. II. Mustafa, sersem bir durumda ölümden kurtulmak kaygısına kapıldığından atının başını Edirne’ye çevirmiş bulunuyordu. Kendi sukutunu -herkesten evvel- halka müjdelemek ister gibi bir ulak hızıyla şehre doğru geliyordu.

Yazıcı İbrahim bu hadiseleri de -dört yana dağıttığı adamları vasıtasıyla- çok erken haber aldı, hemen saraya koştu, veliahdın mahbesine gitti, uykusuz şehzadeyi buldu, ayağına kapandı.

“Mübarek olsun padişahım, taht u taç size intikal etti. İlk biat eden kulunuzum. Bu şerefi bana nasip eden Allah’a hamdolsun.” dedi.

Veliaht, bu haberin sahih olup olmadığını sormak isterken dışarıda vaveyla koptu, içeriye hücum başladı. Padişahın kaçıp geldiğini, dairesine kapandığını gören saraylılar, eski efendilerini yüzüstü bırakarak yeni efendilerinin yanına koşuyorlardı, el ve ayak öperek tebriklerini sunuyorlardı.

Babaeski vakası Edirne’de duyulmuştu, halk sokaklara dökülerek nümayişler yapıyordu, taht üzerindeki değişikliği alkışlıyorlardı. O sırada Çalık Ahmed tarafından yola çıkarılan heyet dahi şehre ulaşmış ve hemen saraya gelerek veliahdın “icma-i ümmet”le padişahlığa çıkarıldığını resmî surette tebliğ eylemiş olduğundan her türlü endişe ve tereddüt ortadan kalkmış oluyordu.

Artık Sultan III. Ahmed adını almış olan veliaht bu durumda kendini topladı, sarayın adalet köşkü denilen yerinde taht kurulması emrini verdikten sonra sabık padişahla dairelerini becayiş etti, onu mahbesine naklettirerek kendisi harem dairesine geçti ve umumi biat resmini icraya hazırlandı.

Bu hayhuy arasında Yazıcı İbrahim’in yeri çok gerilerde kalıyordu. Kızlar ağası, silahtar, çuhadar, rikâbdar gibi saray erkânı ve hele Babaeski’den gelen isyan reisleri yanında basit bir yazıcının ne adı anılabilirdi ne sanı. Fakat Sultan Ahmed, büyük bir heyecan içinde bulunmasına ve bir sürü teşrifat zincirleriyle sımsıkı sarılmasına rağmen onu unutmadı. Bir aralık fırsat bulup Yazıcı Halifesi İbrahim Efendi’yi huzuruna getirtti.

4

Şeyhülislam Feyzullah Efendi, uyuz bir beygire ters bindirilmiş olduğu hâlde Edirne sokaklarında gezdiriliyor.

“Üzülüyorum yazıcı, çok üzülüyorum. Yeni doğmuş çocuk gibi şaşırdım kaldım. Dört yanım yabancılarla dolu ancak seni yâr ve sadık bilip işte arattım. Ne etmek, nice davranmak gerek beni irşat et.”

Muşkaralı köylü, birçok dualar ve senalar yaparak yer öptü, ayak öptü.

“Şimdilik Çalık Ahmed’e iltifat buyur, asilerle kaynaşıp anlaştığı için Kavanoz Ahmed Paşa’yı vezir edin. İstanbul’da şeyhülislam yapılan hocayı yerinde bırak. Feyzullah ile oğullarını zinhar tesahup etme. Burada kalmayı da isteme, İstanbul’a git.”

“Başka?”

“Başka ne dilersen yap fakat bu arz ettiğim şeyleri ihmal buyurma. Fitne yatıştıktan sonra ferman senindir.”

“Sana nice mükâfat edeyim?”

“Beni kapında tut, yeter.”

Sultan Ahmed bu öğütleri dinledi, ilkin asilerin yeniçeri ağalığına getirdikleri Çalık Ahmed’e vezir rütbesi verdi, herifi ağalıktan paşalığa çıkardı. Sonra evkaf yazıcı halifesi İbrahim Efendi’yi, kendi kalemiyle yazdığı bir emirname ile kızlar ağasına kâtip tayin etti. Bu suretle zekâsına hayran, tok gözlülüğüne ve sadakatine emin olduğu akıl kâhyasına, her gün sarayda bulunmak imkânını vermiş oluyordu.

Yeni ve tecrübesiz padişahın böyle davranması yine kendisi için hayırlı ve isabetli olmuştu. Çünkü sarayın içinde ve dışında tanıdığı yoktu. Kardeşinden miras kalan saray erkânını yerlerinde bırakmaktan başka bir çare de bulamamıştı. Fakat başta Kızlar Ağası Abdurrahman olmak üzere bu erkânın hiçbirine itimat edemiyordu. Bilhassa Abdurrahman Ağa’yı tarassut altında tutmak istiyordu. Zira yüzlerce harem ağası onun emri altında idi, bütün kadınlar ve kızlar yine onun idaresine bağlıydı, içine ne kuş ne horoz girmesine imkân olmayan haremin anahtarları da Abdurrahman’ın elinde bulunduğu için padişah bu adama karşı son derece uyanık bulunmak zorunda idi.

Koca bir isyan ordusunun evler basıp çarşılar yağma ettiği, şunu bunu öldürdüğü ve taht devirdiği sırada sarayın ve harem dairesinin emniyetini korumak için ancak bu tedbiri düşünebilmiş, İbrahim Efendi’yi kızlar ağasının yanına yerleştirmişti. Bu zeki adamın her şeyi göreceğine, sezeceğine kanaati vardı. Aynı zamanda onu yanı başına, haremin eşiğine getirmiş oluyordu.4

Artık “Yazıcı Efendi” diye anılmaya hak kazanan İbrahim, bu yakınlıktan istifade etmeyi ihmal eylemedi. Sık sık huzura çıkarak taşra ahvalinden efendisine haberler götürmeye koyuldu. Akıllı yazıcı, ordu durumu hakkında en mevsuk bilgileri taşımakla iktifa etmiyordu, isyan sergerdelerinin kurdukları tahakküm şebekesini kırmak için yollar, çareler de gösteriyordu. Fakat kendisi son derece ihtiyatlı olduğundan efendisini de ihtiyatlı davranmaya alıştırıyor ve bütün hamlelerin İstanbul’a dönüşten sonra yapılması fikrini ileri sürüyordu.

Henüz kendine çekidüzen veremeyen hapsettiği kardeşinin lehine şurada veya burada bir hareket vuku bulmasından da korkan Sultan Ahmed, yolculuk sırasında nahoş bir duruma düşüp de tahtını kaybetmemek için İstanbul’a gitmeyi geciktirmek azminde idi. Yolda baskına uğramaktan endişe ediyordu. İşte bu sırada sabık şeyhülislamın öldürülmesine teşebbüs olundu ve Edirne şehri bütün tarihinde görmediği bir manzara karşısında kaldı.

Devlet haini, millet haini olarak ilan ve ölüme mahkûm edilmiş olan Şeyhülislam Feyzullah Efendi -yukarıda da işaret olunduğu üzere- Ağakapısı’nda mahpustu. Daha evvelki devirlerde iki şeyhülislamın öldürülmüş olmasına rağmen kendini pek de tehlikede görmüyordu. Çünkü ulemanın peygamberlere vâris olduğuna herkesin inandığını biliyordu ve bu inancın her tehlikeye siper olacağını umuyordu.

Fakat Çalık Ahmedler, Sipahi Karakaşlar, Yeniçeri Toracanlılar, Cebeci Küçük Aliler, en büyük bir hocayı öldürmekle hocalar güruhuna gözdağı vermek ve güruhun herhangi bir sebeple kendi aleyhlerine ağız açmalarını önlemek istiyorlardı. Yine onlar, sarıklarına bile el değdirilmesi büyük bir günah sayılan hocaların en büyüğünü öldürmek suretiyle, padişahı da korkutmak emelini güdüyorlardı. İsyan başlangıcında Feyzullah Efendi’yi hain olarak ilan ettiklerine göre bu işi yapmak kendilerince bir siyaset borcuydu da…

Yalnız usule riayet lazımdı. Padişahtan müsaade almak ve şeyhülislamın ilmî rütbesi üzerinden alındıktan sonra canına kıymak icap ediyordu. İsyan elebaşıları bu pek basit zahmeti ihtiyar etmekten çekindiler, kendi hükümlerini yine kendileri bizzat infaz etmeye kalkıştılar ve koca şehri velveleye verdiler.

Sultan Ahmed, Ağakapısı’na hücum edildiğini ve şeyhülislamın isyancılar tarafından alındığını duyunca Yazıcı Efendi’yi getirtmiş ve asiler arasına girerek ne haltlar edildiğini gözüyle görüp kendisine söylemesini emretmişti.

Harpten, darptan son derece nefret eden bu adam, Avcı Sultan Mehmed’in ve o da Deli İbrahim’in oğlu idi. Deli İbrahim ise -meşhur olduğu üzere- adam öldürtmekten ve öldürülen kimselerin can çekişini seyretmekten -çıldırasıya- zevk alırdı. Sultan Ahmed, dedesinin bu zevkine -fakat başka şekilde- tevarüs etmiş gibiydi, ölümü ve ölüyü görmekten değil, hikâyelerini dinlemekten hoşlanıyordu. Saltanatı zamanında şunu bunu öldürtmesi bundan ve dedesi gibi kızıl bir zalim olamaması ise kendi ihtiraslarını hoşnut eden daha kuvvetli zevkleri tatmin etmek imkânını bulmasındandır.

Yazıcı Efendi, omuzuna yüklenen bu vazifeyi de yaptı ve Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin son demlerini takip etti ve bu müşahededen kendi ülküsüne göre istifade etmeyi unutmayarak padişaha şu ağız raporunu okudu:

“Yaman, çok yaman bir iş oldu sultanım. Dünya kurulalı beri böyle bir cinayet, böyle bir fazahat işlenmemiştir. Bütün Edirne halkı melal içinde lal olup kalmıştır. Ben kulun dahi henüz sersemlikten kurtulmuş değilim. İçimde hem bulantı hem titreme var. Ondan kaziyeyi huzurunuzda zikretmekten çekinirim. Fakat taht u taç sahibisiniz, nik ü bed her vakadan haberdar olmanız gerektir. Ondan ötürü macerayı takrire mecburum. Sipahi Karakaş Mustafa, Yeniçeri Toracanlı Ahmed, Cebeci Küçük Ali, aralarında beş-altı yüz kişi olduğu hâlde Ağakapısı’nı basmışlardı. Bu vaka, şevketli efendime malumdur. Fitne elebaşıları Şeyhülislam Feyzullah Efendi dertmendini oradan alıp kendi çadırlarına götürdüler, işkenceye koydular. Ayan ve nihan bütün hazinelerini söylettiler, ondan sonra burnunu kestiler, kulağını kestiler, dudaklarını kestiler, al kanlara revan olduğu hâlde bir yırtık gömlekle lagar ve uyuz bir beygire ters bindirdiler; Edirne şehrini sokak sokak, çarşı çarşı, meydan meydan gezdirdiler. Zalimler en önde nara atıp sayha koparıp yürüyorlardı: ‘Ey ümmet-i Muhammet, dine ihanet eden devlete ihanet eden rüşvetçi hainlerin cezası budur. Görün; agâh olun, ibret alın!’ diye bağırıyorlardı. Yüzlerce çocuk, o uyuz beygirin ardına takılmışlardı; heyhey çağırırlardı, yuha deyip gülüşürlerdi. Gelip geçenden mecruh ve natuvan şeyhülislama taş atan, küfür savuran oluyordu. Ama halkın ekseri bu nareva zulümden haşyet duyup geri geri kaçıyordu, gözün yumup fesahate şahit olmaktan tevakki eyliyordu. Feci olan şu idi ki sarıklılar ayet okuyup hadis okuyup zalimlerin ayağını kementlemek, bu zulmün önünü almak gereken kendini bilmez bir karış boylu çocuklarla birleşiyorlardı. Alkış çala çala ve cübbelerine zil çaldıra çaldıra alay ardında koşuyorlardı. İşte bu hayhuy içinde şeyhülislam alayı bütün şehri dolaştı, Bitpazarı’na geldi, orada yine mevizalar söylendi, halkın mecruh ve sefil hocaya birer balgam savurması emrolundu. Bu emre herkesten önce hocalar inkıyat gösterdi; dün elen, eteken öptükleri şeyhülislamın yüzüne tükürmeye başladılar.

Feyzullah Efendi fazla kan zayi etmekten; taştan, tükürükten bitkindi, beygir üzerinde duramaz bir hâlde olup iki yana melul melul sallanıyordu. Sipahi Karakaş Mustafa onun can vermek üzere bulunduğunu görünce ileri atıldı; yumruklayarak ve küfürler ederek bedbahtı beygirden indirdi, ilkin hançerle bir yanını deldi, kalabalıktan da kendini taklit etmelerini istedi. Şimdi iğneden yatağana kadar delici, kesici bir alet yakalayan saldırıyordu, elindeki silahı şeyhülislamın bir yanına sokuyordu.

Feyzullah Efendi çoktan can verip gitmişti lakin iğneler, çuvaldızlar, bıçaklar, hançerler, palalar, yatağanlar hâlâ işliyordu. Yeniçeri Toracanlı Ahmed, bu gidişle ölünün lime lime olacağını anladığından hemen araya girdi:

bannerbanner