Читать книгу Cehennemden Selam (M. Turhan Tan) онлайн бесплатно на Bookz (8-ая страница книги)
bannerbanner
Cehennemden Selam
Cehennemden Selam
Оценить:
Cehennemden Selam

5

Полная версия:

Cehennemden Selam

Muharebelerde böyle şeyler olagelir, deme; o gün çok sayılı bir gündür. Çünkü o günden sonra, bizde akıncı kalmadı. Onların kökünü işte o melun kesti. Akıncılar bizim ordunun kolu, kanadı idi. Onlar kesilince bizde de can kalmadı.”

Kör Mahmut, bu ayrıntılı bilgiden yalnız bir şey anlamıştı: Akıncıların Yerköy’de köklerinin kesilmesi! Bu gezide kahramanlara ait dinlediği menkıbeleri şimdi yeni baştan hatırlamıştı. Ne sipahi ne yeniçeri ne serdar ne hünkâr… Hiçbir ferdin ayak basamadığı yerlere bu akıncıların girdiğini söylüyorlardı. Onlar Nemse ülkesini aşarak Alman diyarına kadar girmişlerdi, hatta bir aralık rimpapanın oturduğu yere bile yaklaşmışlardı.

Kör Mahmut, Tuna kıyılarından Ratisbon, Nuremberg önlerine kadar Bavyera’yı da talan eden akıncıların coğrafi cevelan noktalarını bilmiyordu. Yalnız onların izlerine, hünkâr tuğlarının bile erişemediğini işittiğinden akıncı namına büyük bir hürmet besliyordu. Son akıncının can verdiği noktadan geçmek, onu büyük bir gama düşürmüştü.

Kör Mahmut, son bir selam, son bir dua, belki kelimesiz bir mersiye gibi son akıncıların şu sessiz mezarına birkaç damla yaş dökmek istiyordu. Fakat bu yaşlar, kalbinden damla damla kopup birer kıvılcım gibi yine ciğerine damlamıştı.

Artık sahile geçmişlerdi. Niğbolu’ya gitmek istiyorlardı. Oradaki subaşıyla Baba Doğan, orta yoldaşıydı. Buralardan geçtikçe, yol sapa olsun, doğru düşsün, mutlaka bu arkadaşını ziyaret ederdi. İki arkadaşın birleşmesi; sönmüş, soğumuş gençliklerinin canlanması gibi bir şey olurdu. Her iki arkadaş birbirinin varlıklarında kendi gençliklerini görürlerdi. Harpler, kavgalar, aşklar, sefalı ve cefalı bir sürü hatıralar ki onların yâdı, yakalarına el atmış gibi görünen ölüm tehlikesini bir an için uzaklaştırırdı.

Niğbolu’daki subaşı, Baba Doğan’ı gördüğüne her zamanki gibi memnun oldu. Kör Mahmut’un hüviyetini ve ne maksatla dolaştığını öğrenince büsbütün neşelendi. Hatta onların yorgunluğunu falan düşünmeden “Diz çök ekmeğe delikanlı.” dedi. “Sana erlik düsturunu ben vereyim: Destursuz meydana atılan çarpılır! Bundan sonra pala sallarken pirim diye koca Boğaç’ı anarsın.62 İşte benim düsturum: Korkma, korkut! Kaçma, kaçırt! Ölme, öldür! Dünya öküzün boynunda durur derler a. İnanma, dünyanın temeli işte, benim verdiğim düsturdur! Şimdi bir de imtihan gerek. Gücüne gitmesin sakın; senden şüphem yok, fakat âdet yerini bulsun diye şöyle haddeden geçireceğiz. Şurada bir manastır var. İçinde kargalar oturuyor, ama şahin yuvası gibi bir şey. Orada bir acuze var ki beni kızdırıp duruyor: Otuz sene evvelki bozgunda serdarın selimiyesiyle seraser63 kaplı kürkünü giyip Niğbolu’da dolaşan kadın! Yahya’nın bacağı, Zekeriya’nın ayağı gibi o kavukla kürkü manastırda saklıyorlar.

Kadın da her yıl dönümü onları çıkarıp istek edenlere ziyaret ettiriyor. Sen, manastıra çıkacak, o eşyayı alıp geleceksin. Kimsenin burnu kanamayacak! Bu işte kafan, kellen, kolun birlikte işleyecek. Haydi bismillah, yallah!..”

Bu iş, Kör Mahmut’a çocuk oyunu gibi gelmişti. Tekkede henüz çocukken, cesaret tecrübesi için, böyle oyunlara girişmişti. Cadılı, hortlaklı filan olduğu söylenen mezarlıklara gündüz konulan herhangi bir maddeyi, gece yarısı gider, bulur, alır, getirirdi. Şu manastıra girmek de işte onun gibi bir şeydi. Lakin iki yeniçeri eskisinin yiğitlikle alakadar gördükleri bir işi mühimsemezlik edemezdi.

Koca Boğaç’tan lazım gelen izahatı aldı. Ertesi gün atına binerek manastır önünde uzun bir cevelan yaptı. Dik bir bayır üstüne yapıştırılmış taş bir kutuya benzeyen bu bina, kolaylıkla girilebilecek yerlerden değildi. Fakat bu zorluk, kendisine uyuşukluk yerine şevk veriyordu. Uzun uzun düşündükten sonra planını kurdu. Hemen o gece beline, ayyarların64 kullandığı türden bir ip merdiven bağlayarak manastır yolunu tuttu.

Bayırı çıkmak, dibine gelmek uzun sürmemişti. İş, kimseye sezdirmeden içeriye girmekteydi. Kör Mahmut, binanın dört tarafını tekrar tekrar gezerek bir giriş, münasip bir nokta aradı. Her taraf beş altı metre yüksekliğinde kesme taştan ibaretti.

Yalnız çan kulesi, bir bekçi kafası gibi duvarların üstünden yükselmişti. Kör Mahmut kalenin bu görünen kısmından istifadeyi düşünerek belindeki merdiveni oraya asmaya çalıştı. Hayli zahmetten sonra, merdiven kalenin kenarına takıldı. Bu nokta, bir kere temin olununca kaleye çıkmak, oradan manastırın avlusuna inmek beş dakikalık işti.

Kör Mahmut’u avluda bir sürü köpek karşıladı. Tekmeyi yiyen köpek, hazin bir harhara çıkararak tekerleniyor, fakat diğerleri daha şiddetli bir gürültü ile saldırılarına devam ediyordu. Bu velvele, manastırın sakinlerini uyandırmıştı. İç yanındaki kulübeden bir bekçi, müteakiben bir sürü adam avluya çıkmışlardı. Ellerinde şamdan, bellerinde ip, yarı sarhoş, yarı ayık Kör Mahmut’la karşılaşan bu adamların toplamı, iki düzineye yakındı. Vaziyeti bir türlü kavrayamadıkları anlaşılıyordu. Çan kulesi mi harekete gelmiş, avluda yürüyordu? Yoksa gökten bir ağaç mı düşmüştü? Alık alık bakınıyorlardı. Yalnız bekçi, alışkanlığa mağlup olarak, faaliyetlerini şiddetlendirmek için köpeklere bir şeyler söylüyordu.

Kör Mahmut hücumda gecikmedi. İlk eline geçen adamı belinden yakalayarak kaldırdı ve budaklı bir sopa sallar gibi, onunla önüne geleni hırpalamaya başladı. Şamdanlar sönmüş, köpekler susmuş, bütün o yarım yürekli insanlar, birbirini iterek içeriye girmeye acele göstermişti. Soluğu ayin mahallinde alan her şahıs, diz çöküp dua okumaya başlıyordu. Kör Mahmut, bu korkak güruhun aldığı miskin vaziyeti görünce elindeki canlı sopayı da yere bıraktı ve arkadaşları gibi ibadete başlamasını emretti.

Bu gülünç ve kolay galibiyetten sonra, Kör Mahmut, manastırı dolaşacaktı. Girintisi, çıkıntısı hayli bol olan binanın zerresinden araştırmalara başlamak lazım geleceğini düşünürken, ayin mahalline nazır merdiven başında bir mum parladığını gördü. İhtiyar bir kadın, elinde şamdan, korku ve hayretle, aşağıdaki manzaraya bakıyordu.

Kör Mahmut’un aradığı artık karşısındaydı. Hemen merdivene koştu, basamakları üçer üçer atlamak suretiyle yukarıya çıkmaya başladı. Kadın, manastır sakinlerine vakitsiz gece ayini yaptıran bu dev cüsse mahlukun kendine doğru yöneldiğini görünce önce afalladı, sonra kaçmaya başladı. Fakat odasına girip kapıyı kapayıncaya kadar Kör Mahmut da yetişmişti. Kadın, manastırdaki çeşit çeşit günahları cezalandırmaya memur, semavi bir ifrite benzeyen bu meçhul heyula önünde diz çöktü. Oraya istisnaen getirilerek kapatıldığını, kendisinin namuslu olduğunu, aşağıdaki günahkâranın günahlarıyla alakası olmadığını ağlaya ağlaya anlatmaya başladı.

Kör Mahmut kadınla meşgul olmayarak hücreyi gözden geçiriyordu. Köşe rafının üstünde itina ile örtülü bir çekmece gözüne ilişti. Aradığı eşyanın orada bulunduğunu iyice anlayarak derhâl çekmeceyi ittirdi. Bir kuvvetli tekme, kapağın açılmasına kâfi gelmişti: Sırmalı sarıkla selimi kavuk, seraser kaplı kürk gerçekten oradaydı.

Kör Mahmut, manastırın kutsal emaneti arasına sokulan bu iki parça eşyayı omuzlayarak hemen odadan çıktı. Merdiveni inince bina sakinlerini, bıraktığı vaziyette buldu.

Herifler harıl harıl ibadet ediyordu.

Yine geldiği gibi döneceği sırada hatırına bir muziplik geldi. Kaleye çıkarak çanı yerinden kaldırdı ve o ağır nesneyi bir top gibi bayıra doğru fırlatıp attı. Sonra aşağı inerek bekçi odasına girdi. Oradaki anahtar destesini alarak önce manastırın iç kapısını, sonra dış girişini kilitledi, artık bina sakinleri, bu gece esrarını kolay kolay dışarıya anlatamazlardı.

Koca Boğaç, mağlup serdarın yıllardan beri yabancıların gözlerine arz olunagelen eşyasını görünce “Aferin Mahmut!” dedi. “Berhudar ol. Yoluna diken gelmeyecek. Adın her bucakta anılacak.”

Ve sonra ilave etti:

“Bu eşyanın sahibi hâlâ dördüncü vezir olan devletlidir. Benden selam götürür, bunları kendine verirsin. Bakalım ne der?”

***

Artık İstanbul’a doğrulmuşlardı. Kış da ilk soğuk buselerini göndermeye başlamıştı. Sailer,65 Hotin önündeki ordunun dönüşe başladığını haber vererek gelip geçiyorlardı. Kör Mahmut’la Baba Doğan, Balkanlar’ı güle eğlene aşmışlardı. Edirne’ye bir günlük yol kalmıştı.

Öteden beriden tatlı tatlı konuşarak giderlerken, bir derbent ağzında ansızın karşılarına bir süvari dikildi. Yolkesen bir vaziyet aldığı için, Kör Mahmut hemen kılıcına el attı. Pek genç görünen meçhul süvari “Yiğidim!” dedi. “Her tene kılıç işlemez. Onu kınına koy, burası bizim yurdumuzdur. Yaz kış, bu boğazın rüzgârına göğüs veriyoruz. Her geçen bize baç vermeli ki zahmetimiz ödensin. Senden de şu atı, süslü kılıcını isteriz. Gönül hoşluğuyla bunları bırak, arkadaşın gibi yaya yoluna git.”

Bu konuşmasını tuhaf bir ıslıkla bitirmişti. Süvarinin ağzından o garip ses çıkar çıkmaz derbendin gizli bir noktasından dört süvari daha peyda oluverdi. Baba Doğan iki elini kalçalarına koyarak düşünüyordu. Kör Mahmut kıpkırmızı kesilerek kılıcını çekmişti:

“Bire beş mi? Çok az. Daha yok mu yardakçınız? Çağırın onları da gelsin. Koca Boğaç yahu!”

Bu nispetsiz kuvvetler arasındaki mücadele, az geçmeden kanlı bir renk aldı. Derbentten çıkanlar, hareketli ve kuvvetli adamlardı, Baba Doğan’a aldırış etmeyerek Kör Mahmut’u dört taraftan sarmışlardı. Mağrur delikanlı, keskin kılıçlardan müteşekkil tehlikeli bir çember içine girmişti. Kendisini müdafaada gerçi mertçe bir iktidar gösteriyordu. Lakin heriflerin saldırısını kırmak imkânı görünmüyordu. Bir an, elindeki atın çevikliğinden istifade ederek düşmanlardan birinin üzerine atılmıştı. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir sürede gönderdiği bir darbe herifin kılıç tutan kolunu kesip atmıştı. İşte bu muvaffakiyet, vaziyetin ani bir değişime uğraması sonucunu verdi. Çünkü kolunu ve kılıcını kaybeden süvari, attan yıkılırken, Baba Doğan seri bir hamleyle kılıcı almış ve ikinci bir süvarinin atını göğsünden yaralayarak yıkılmak zorunda bırakmıştı. Yaralı at, yıkılırken süvarisini altına düşürmüştü. Ayağı kayan üzengilere bağlı kalan süvari, yaralı hayvanın ağırlığı altında yarı ölü bir hâle gelmişti.

Baba Doğan’ın bu müdahalesi üzerine saldırganlar ona da saldırmak mecburiyetinde kalmışlardı. İlk hücumu gösteren süvari, yine mahir bir darbe ile hayvanın ön ayaklarının doğrandığını gördü; ikinci bir darbe, yaya kalan bu süvariyi yokluk diyarına göndermişti. Kolu kesilen herif, hesaptan hariç kaldığı için, şimdi kuvvetlerde nispet hasıl olmuştu. İki saldırgan, iki müdafi! Gerçi müdafilerin biri yaya idi, fakat süvariden daha yamandı. Artık Kör Mahmut’a da meydan açılmıştı. Çetenin reisi görünen genç çehreli süvariyi hedef tutarak atını sürmüştü. Süvari kılıcını kullanmaya zaman bulmadan eyerinden ayrılmış, Kör Mahmut’un kucağına çıkmıştı. Geri kalan tek saldırgan, artık kararı kaçmak yönünde değiştirmişti.

Kör Mahmut kucağındaki tutsağı, bir piliç boğar gibi öldürecekti. Bu azim ile boğazını da sıkmaya başlamıştı. Lakin herif “Er kişiye kadın boğmak düşer mi? Ben avradım!” diye mırıldanmıştı. Kör Mahmut, bu itirafa şaşırıp esirinin boğazını bırakarak atından aşağı fırlatmış, kendisi de inmişti.

Baba Doğan, o aralık yaralı atın altında inleyen şahsı çıkarmış, elini kolunu bağlayarak bir tarafa oturtmuştu. Kolu kesik adam ise kendi hâlinde yarasıyla uğraşıyordu. Baba Doğan, Kör Mahmut’un atından inmesi uzayınca yanına gelerek “Geçmiş olsun.” dedi. “Göze görünmez kaza işte buna derler. Herifin kılıcını bana yollamasaydın sen de hapı yutacaktın. Fakat şu kabadayıyı neye bıraktın?”

“Bilmem, ben avradım, diyor! Elim gevşedi, gitti.”

Baba Doğan, tecrübeli gözleriyle delikanlıyı süzünce, bu sözün doğru olduğuna hükmederek kahkahalarla gülmeye başlamıştı.

“Tevekkeli…” diyordu. “Kolaylıkla haklanmadılar. İşin içine o parmak karışmış! Elbette sonu böyle olur.”

İki arkadaş, üç tutsağı uzun uzun söylettiler. Bunların “Voyvoda İbo” çetesi namı altında senelerden beri bu tarafları haraca kesmiş bir harami güruhu olduğu anlaşıldı. Çete reisi, gerçekten kadın olup asıl ismi Rabia imiş.66

Kör Mahmut’la Baba Doğan, bu yol armağanlarını Edirne subaşısına teslim etmişlerdi. Voyvoda İbo’nun şöhreti hayli yaygın olduğundan subaşı, bizim kahramanları Edirne paşasının huzuruna kadar çıkarmak istedi. Fakat onlar, bu şerefi kabulden imtina etmişlerdi. Subaşı, koca bir vezir ile müşerref olmaktan müstağni görünen bu iki yoldaşı, hayran bakışlarıyla süzerek sebep sormuştu. Baba Doğan kısaca “Ben oturak yeniçeriyim. Vezirler ile işim yok!” demişti.

Kör Mahmut ise subaşıyı âdeta azarlar gibi “Paşa bizi görüp ne yapacak?” diyordu. “Düşmandan kale mi aldık ki elimizi öpsün? Beline kılıç takıp dağa çıkan bir avradı tutmak sanki hüner midir? Bu işin sözünün edilmesi bile çirkin!”

Artık, yol boyuna, haramibaşı Rabia’nın o günkü çalımını yâd ede ede gülüşüyorlardı. Kör Mahmut kapamak istedikçe, Baba Doğan onu sinirlendirmek için bahsi tazelerdi. Arada sırada “Bre Mahmut!..” derdi. “Rabia’yı kucağına alıp da yere atışın yok mu? Düldülsüvar Efendimiz’le bir garip pehlivanın hikâyesine benzedi. Bir gün Esedullah Efendimiz, hasmını kavgaya çağırmış. ‘İşte meydan, ya sen ya ben düşeriz. Dava hallolur.’ demiş. Herif meydana çıkar çıkmaz lam cim demeden ilk hamlede yere yıkılmış. Sahib-i Düldül Efendimiz, bu bir yumrukluk hasmının göğsüne oturup kafasını kesecek sırada herif, entarisinin eteklerini kaldırıvermiş. Malum a, o devirlerde don filan da yok. Haydar-ı Kerrar bu biçimsizliği görünce, gözlerini kapayıp mübarek Zülfikâr’ı kınına koymaya mecbur olmuş. ‘Tü, Allah belanı versin!’ diye geri dönmüş. Voyvoda İbo, ‘Avradım.’ der demez sen de apıştın kaldın, değil mi?”

Ancak İstanbul’a vardıkları gün, bu alaylara nihayet vermişlerdi. Edirnekapısı’ndan, uzun yolculuklarının son menziline girerken sarılıp öpüşmüşlerdi. Baba Doğan, yeniçeri kışlasındaki oturaklar odabaşısından sorulup bulunacaktı. Kör Mahmut da meşhur Kurşunlu Han’da kalacaktı.

Aynı gün, Hotin’den dönen ordunun ilk müfrezeleri de İstanbul’a girmişti.

***

İstanbul bir kar yığını hâlini almıştı. Günlerden beri fasılasız yağan kar, bu koca şehri büyük ve acayip manzaralı bir çığ hâline sokmuştu. Bir sene evvel, Üsküdar’dan Sarayburnu’na, Galata’dan İstanbul’a yaya gelmişlerdi. Bir okka ekmek beş akçeye kadar fırlayarak fukaraların dengesini tarumar etmişti. Hele bir okka etin on beş akçeye çıkması, orta hâllileri bile düşündürmüştü. Hayat pahalılığı bu sene de yüz gösterirse İstanbulluların işi berbattı. Herkes bu endişe ile meşguldü. Başta müneccimbaşı olduğu hâlde bütün zayiçeciler, remmaller, duagular, cinciler, tabiatın afetlerini devrin büyüklerinin yolsuzluklarına atfediyorlardı. Türlü türlü rivayetler, hikâyeler ağızdan ağıza yayılıp duruyordu.

Kör Mahmut sipahi yiğitleri içinde on beş gün kadar vakit geçirir geçirmez İstanbul’da yaman hadiseler gerçekleşeceğini anlamıştı.

Fakat onun yaradılışında sinsi sinsi işler tertibine garip bir aleyhtarlık vardı. Şu için için kaynayan kazandan uzak kalmak istiyordu. “İstanbul’dan gelecek nimetin Allah belasını versin!” diyordu.

Sipahiler arasında Tanrıbilmez’i ve arkadaşlarını aramıştı. Onları, on seneden beri görmemişti. İhtiyar bir sipahi, bütün o yiğitlerin kaçınılmaz ecele kurban gittiklerini söylemişti. Tanrıbilmez boğdurulmuş, Genç Mehmet kesilmiş, Dağlar Delisi denize atılmıştı. Yalnız, Ağaçtan Piri bir harpte yaralanıp ölmüş, Baldırıkısa ortadan kaybolmuştu. Fakat onun da akıbeti öbürlerine kıyasla pekâlâ tahmin olunabilirdi.

Kör Mahmut, çocukluk hatıraları arasında, sadece isimleri bilinen bu adamların akıbetlerinden haberdar olduktan sonra, İstanbul’u terk kararını büsbütün katileştirmişti. Yalnız, Koca Boğaç’ın hatırına hürmet ederek, yanındaki emanetleri dördüncü vezire vermeden yola çıkmayı uygun görmüyordu.

Bugün sabah erkenden, başına bir şemle sararak ve üstüne de bir gocuk giyerek kubbealtına yönelmişti. Bu gocuğun altına bir saldırma sokmuştu. Bu gidiş, gayet safçaydı. O sırada şeyhülvüzera sayılan ihtiyar vezirin, otuz sene evvel düşman eline bıraktığı sarığıyla kürkünü görür görmez mahzuziyetler göstereceğini tahmin ediyordu.

Alelade bir arzuhâl sahibi gibi kubbealtına girmişti. Vaktin sadrazamı, kallavisiyle sadr-ı mecliste oturmuştu. Sağında sıra ile birinci, ikinci vs. vezirler zümresi, elleri kürklerinin uzun kolları arasında saklı, diz üstü oturuyorlardı. Solunda şeyhülislam, iki kazasker ve reisülküttap yer almışlardı. Tezkireciler ayakta, defterdar en sonda bulunuyordu. Seferden henüz dönen hünkâr, her zamanki gibi kafes arkasındaydı. Dışarıda her biri birer aslan parçası kesilen çavuşlar, çavuşbaşılar, kapıcılar, birer kirpi gibi çalımlarını içlerine çekerek, saf saf kapı yanına dizilmişlerdi.

Kör Mahmut elinde küçük bir bohça, kapı altına girerek kapıcılardan birine “Dördüncü vezir kimdir?” diye sormuştu. Onun, biraz şaşkınca işareti üzerine, doğru vezirin yanına gitmiş ve bohçayı önüne koymuştu.

Başta sadrazam olduğu hâlde bütün kubbealtındaki insanlar, şu kör delikanlının dördüncü vezire ne getirdiğini merak etmişlerdi. Orada usulen, bütün canlılar yok hükmünde olup söyleyen, dinleyen yalnız veziriazam idi. Onun izin ve işareti olmaksızın kimse ağzını açamazdı. Delikanlının dördüncü veziri muhatap tutmasına reisülvüzera fena hâlde kızmıştı. Fakat şimdilik merakı hiddetine galip geliyordu.

Kör Mahmut, bohçayı açarak mahut eşyayı çıkarmıştı ve “Devletli!” demişti. “Bunları elbet tanıdın. Bilmem kaç yıl evvel Niğbolu’da Voyvoda Mihal’e kaptırdığın kavukla kürk! Biraz geç kalmış ama nasip bizimmiş. Koca Boğaç’ın talimatıyla bunları bir acuze elinden aldık. İşte sana getirdik. İnşallah makbulün olur!..”

Delikanlının saflıkla söylediği bu sözler vezirler meclisini altüst etmişti. İkinci vezir, sadrazama bakarak, Gürcü şivesiyle “Bu nasıl şaka? Vüzera ırzı kalmadı mı?” diyebilmişti. Dördüncü vezir seksenlik yaşına rağmen, yerinden fırlayıp Kör Mahmut’u sillelemek istemişti. Ancak sadrazam vakarını bozmaksızın “Bu iş şu avradın kârı değildir. Onu hangi utanmazın yetiştirdiği açığa çıkarılmalıdır.” dedikten sonra emir verdi:

“Tutun!”

Kör Mahmut, minimini bir aferin beklerken, sürü sürü kapıcıların, çavuşların yakasına yapıştığını, sille yumruk kendisini pataklamaya başladıklarını görmüştü. Baba Doğan’dan işittiği sözler, o sille yağmuru altında hatırına gelivermişti. Şiddetli bir silkinişle yakasına yapışan ellerden kurtularak “Sahiymiş be!..” diye bağırdı. “Vezirlik, rezillik olmuş. Bir herifin ırzını yerine getirdik, diyorduk, o bizim yiğitlik ırzımızı yıkmaya kalkıyor. Kolay mı bu? Çekilin!”

Ve koltuğu altındaki saldırmayı çekerek kapıcılara saldırdı.67

“Tutun bre, koman!” naraları kubbealtında uğuldarken Kör Mahmut kendisini dışarı attı. Aynı zamanda hünkâr kafesi hızlı hızlı vurdu. Bu işaret, Kör Mahmut’a ilişilmemesini amir olup kubbealtını bir anda eski, sakin ve vakur hâline çevirmeye kâfi geldi. Vüzera hazretleri, hiçbir şey olmamış gibi işlerine devama başlamışlardı. Yalnız Kör Mahmut’un getirdiği bohça, dördüncü vezirin önünde, manalı bir yadigâr gibi açık duruyordu.

Kör Mahmut, elinde saldırma, Ayasofya’ya kadar koşmuştu. Ancak orada takip olunmadığını anlayarak ve yoldan gelip geçenlerin tevahhuşunu68 görerek silahını yerine koydu.

İlk işi Baba Doğan’ı bulup macerayı anlatmak oldu. Acaba Koca Boğaç, böyle bir netice çıkacağını bilerek mi bu işi kendine ısmarlamıştı? Baba Doğan, hâkimane başını sallayarak tasdik cevabı veriyordu:

“Koca Boğaç, iğne deliğinden dünyayı görür. Seni bir kat daha pişirmek için bu işi işledi. Şimdi dünyanın hâlini biraz daha anlamış oldun. İyiliğe kemlik!.. Bunu hatırından çıkarıp şuna buna güvenme. Zaten âdemoğluna güvenilmez!”

Kör Mahmut, o gün Baba Doğan’a veda etti. Ertesi gün Üsküdar’a geçecek, Anadolu’da uzun bir cevelan yapacaktı. İstanbul’u hiç beğenmemişti. Bunu Baba Doğan’a da açıkça söylemişti. Yeniçeri eskisi, delikanlının gösterdiği çekingenliği biraz tabii buluyordu.

“Nee?..” diyordu. “Burada her şey olur. Ad, para, makam… Bütün bunları, gün olur, bir anda elde edersin. Fakat erlikten vazgeçmemeli. Tilki gibi düzenbaz olmalı. Daha senin kanın coşkun. Hele bir müddet dolaş. Kellen yerinde kalırsa bir gün sen de bize uyarsın.”

Ertesi gün Kör Mahmut, atına binip Ahırkapı’ya doğru gidiyordu. Oradan bir kayıkla Üsküdar’a geçecekti. Sokaklarda bir fevkaladelik, bir gayritabiilik görür gibi oldu. Yol boyuna silahlı yeniçeri mangaları geçiyordu. Delikanlı önce bunlara ehemmiyet vermemişti. Fakat silahlı müfrezelerin alışılagelenden fazlalığı, birbirlerini takip etmesi merakını uyandırdı. Halkta da acayip bir telaş görülüyordu. Korkuyorlar, heyecan gösteriyorlardı. Nihayet birine sordu:

“Nedir yahu? Bu asker nereye gider?”

“Ulema ayaklanmış, Fatih’te bayrak açmışlar. Galiba kavga oluyormuş.”

Kör Mahmut, ulema denilen güruh ile ömründe temas etmemişti. Yalnız tekkelilerle onların arasında daimî bir zıtlık olduğundan ulema takımı aleyhine hayli sözler dinlemişti. Bizzat Rumiye Şeyhi, kadıların cehennemde çıralık yapacağını söylüyordu. Softaların bir boğaz, bir yataktan başka bir şeyi düşünmediklerine iman etmişti. Onların mideleri dolgun, yatak safaları olgun olduktan sonra dünyaya bir pul bile vermediklerini öğrenmişti. Fakat bu keyif ehlinin öyle bayrak kaldırmak filan gibi işler yapabileceklerini zannetmiyordu. Onlar, pilava kaşık, paraya kavuk sallamayı öğrenmişlerdi. Şimdi nasıl olmuş da böyle bir işe girişmişlerdi?

İstanbul’dan çıkmadan şu sahneyi görmek fena olmayacaktı. Şunun kanı heder, bunun karısı boş, filanın malı helal, diye bol keseden hüküm savuran şu yobaz sürüsünü bir de erlik meydanında görmeliydi!

Atını Fatih’e doğru çevirdi. Caminin yanına geldiği zaman gülünç bir manzara ile karşılaştı. Sanki o büyük avluya binlerce ördek konmuştu. Yeşilli, beyazlı bir sürü baş, tıpkı ördek kümesi gibi çalkalanıyordu. Koca bir sırık üzerinde bir derviş tacı sallanıyordu. Yüzlerce mahalle çocuğu da Fatih’le Saraçhane arasını doldurmuş, hayhayalarla bu toplantıyı alaya koyulmuştu.

Kör Mahmut, seyircilerden birine o derviş tacının ne olduğunu sordu. Herif gülerek cevap verdi:

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Reksan: Raks eden, dans eden, oynayan. (e.n.)

2

Konuşma, aynen tarihten alınmıştır. (y.n.)

3

“Allah’ın laneti üzerine olsun!” (e.n.)

4

Mahnuk: Boğulmuş, boğazı sıkılmış. (e.n.)

5

Septe düşmek, tımar vazifesi mahlul oldu demektir. (y.n.)

6

Has, maaş mukabili olarak büyük memurlara tahsis olunan varidatın alındığı yerlere denir ki, hasları ekseriya, livalar ve vilayetler teşkil ederdi. (y.n.)

7

Civelek, onuncu ve on birinci asırda başlayan ve çoğalan içtimai ahlaksızlıklardan olup yeniçerilerin, sipahilerin yüzlerine yarım peçe örterek yanlarında gezdirdikleri genç çocukların unvanıdır. (y.n.)

8

Rüstem Paşa damatlığa namzet iken rakipleri “cüzamlıdır” demişlerdi. Kendisi osırada Diyarbakır’da idi. Saraydan mutemet bir memur gönderilerek ansızın don ve gömleği muayene ettirildi. Tesadüfen gömleğinde bir bit bulundu. Cüzamlılarda bit bulunamayacağı halk arasında geçerli olduğundan paşa da damatlığına kabul görüldü. (y.n.)

9

Cihangir Camii, bu kambur çocuğun namına izafeten yapılmıştır. (y.n.)

10

Mazmun: Nükteli, sanatlı, ince söz. (e.n.)

11

Kerrake bir nevi entaridir. (y.n.)

12

Dildade: Gönül vermiş, âşık. (e.n.)

13

Perestişkâr: İbadet edercesine seven, çok ileri sevgi ve hürmet besleyen. (e.n.)

14

Kazasker, Çivizade’dir. Şeyhülislâm ise meşhur Yahya Efendi’dir. Fetva kapısından adil bir muamele görmeyen mağdur çocuk, bilahare bahtından tavize nail olarak Ahmet Paşa namıyla Mısır valiliğine kadar yükselmişti! (y.n.)

15

Mahlu: Reddedilmiş. (e.n.)

16

Dolmuş, belirli miktarda kişiyi bir mahalden diğer mahalle nakleden büyücek kayıklardır. (y.n.)

17

Meşhur Sezar, Gal kıtasını istiladan dönüşünde askerleri dostça bir nümayiş yaparak onun çadırı önünde bağırmışlardı:

“Yaşasın Sezar! Her kocanın karısı, her karının kocası Sezar!..”

Bizim sipahilerin hareketinde muhabbet değil, nefret görülür. Bazı müverrihler, bu vakanın yeniçeriler tarafından yapıldığını, hünkârın kayıkla Sütlüce önünden geçerken oradaki meyhanelerde dem tutan yeniçerinin ellerinde kadeh sahile koşarak “Senin şerefine! diye bağırdıklarını kaydetmişlerdir. Fakat anane, olup bitenin bizim naklimize uygunluğunu gösteriyor!

bannerbanner