Читать книгу Cehennemden Selam (M. Turhan Tan) онлайн бесплатно на Bookz (7-ая страница книги)
bannerbanner
Cehennemden Selam
Cehennemden Selam
Оценить:
Cehennemden Selam

5

Полная версия:

Cehennemden Selam

Kapıcıbaşı, voyvodanın karşısına gelince durmuş ve mukarrernameyi ocak gediklisinin elinden alarak öpüp başına koyduktan sonra voyvodaya vermişti. Aynı resmî hürmeti yapan voyvoda da kâğıdı başkâtibine teslim etmişti. Baltacılar ve o meyanda Kör Mahmut, odanın kapı tarafında bir yarı daire oluşturmuşlardı. Kapıcıbaşı şimdi iskemleyi eline alıp voyvodaya bir işarette bulunmuştu. Voyvoda, vakar ve temkin ile ilerlemiş ve iskemleye oturmuştu. Derin bir ikbal çizgisi, parıldayıp duruyordu.

Sıra, zincirin takılmasına ve üsküfün giydirilmesine gelmişti. Kapıcıbaşı, voyvodanın başındaki samur kalpağı kaldırmıştı. Koynundan altın zinciri çıkarır gibi bir vaziyet almıştı. Fakat ani bir cinnete uğramış gibi birden silkinmiş, zincir yerine belindeki demir topuzu kucağındaki voyvodanın başına vurmuştu.

Bu umulmayan hıyanet karşısında kadınlar, gözyaşı içinde dışarıya kaçışırken voyvoda da cansız bir ceset hâlinde yere düşmüştü! Baltacılar vaziyetlerini bir put gibi muhafaza ediyorlardı. Voyvodanın kâtibiyle teşrifatçısı, bol bol ecel teri döküyordu. Dışarıda hemen kimse kalmamıştı. Sokaklarda edalı edalı yürüyen yerli asker ve merdivenlerde boy gösteren boyarlar, hepsi, hepsi darmadağın olmuştu. Voyvodanın karısı bile konağın bir köşesinde, gözyaşını silecek bir dosttan mahrum, eğilip duruyor, tek başına baygınlıklar geçiriyordu.

Bu korkunç sahneyi yaratan kapıcıbaşı, gülünç bir gurur içinde, voyvodanın teşrifatçısıyla kâtibine emrediyordu:

“Ferman-ı kaza cereyan yerini buldu. Yeni voyvodanız yoldadır, yarın buraya ulaşması beklenir. Hazırlıkta kusur etmeyesiz! Şimdi şu facirin mal ve menalini deftere geçirmek gerek. Bir habbe ziyanına rıza-yı hümayun yoktur, öylece bilesiz.”

Onlar, bu emrin önünde titreye titreye boyun kırarken Kör Mahmut’un sesi yükselmişti:

“Tüh sana be herif! Cellatlığı kabullendikten sonra bu çalıma ne lüzum vardı? Erlik adını berbat ettin gitti. Sana da seni gönderene de lanet!”

Bir an evvelki trajedide yüzlerinde bir kıl titremeyen baltacılar, sulu sepken bir tükürük gibi ortaya fırlatılan bu sözler üzerine, hiddetli ve öfkeli, bakışmışlardı. Debdebeli bir merasimi bir saniyede faciaya çevirip de zerre kadar heyecan göstermeyen kapıcıbaşı, kulaklarına kızgın demir sokulmuş gibi, kızarmıştı. Voyvodanın teşrifatçısıyla kâtibi ise bu sesi ahiretten gelmiş sanarak gizlice istavroz çıkarmaya başlamışlardı.

Kör Mahmut, sözlerinin tesirini sanki tamamlamak istercesine sürekli tükürüyordu:

“Tü, tü, tü!..”

Ve bariz bir nefret içinde salondan çıkıyordu! “Bre koman!” demek için ağzını açan kapıcıbaşı, herhangi bir sipahiye körü körüne el vurulamayacağını düşünerek “Devletin kolu uzundur. Bu küstahın da cezası verilir!” demekle yetinmeye mecbur olmuştu.

Eğer Türk Mahmut’un sipahi değil, mülazım bile olmadığı bilinse, şüphe yok ki o salon bir muharebe meydanı hâlini alır, voyvodanın cesedi, arkadaşsız toprağa girmezdi.53

Kör Mahmut doğruca kervansaraya dönmüştü; kapıcıbaşının yaptığı iş, onun mertlik damarını kanatmıştı. Voyvodanın katli lazım ise erkekçe icabına bakılabilirdi. Kapıcıbaşı, Türkçesi, namertlik göstermişti.

O devrin ileri gelenlerince hükûmet namı altında cereyan ettirilen facialardan Kör Mahmut habersizdi. Kaç vezirin yüzüne karşı iltifatlar savrulurken merdiven başında cellatlara katilleri ısmarlanmıştı. Türk ırkından gelmeyen iş başında bulunanlar, Türklüğe has olan açık özlülüğü tabii olarak gösteremiyordu. İkiyüzlülük, yalancılık en büyük zekâ sayılıyordu. Irkımız hesabına ne kadar yazık ki bütün bu Türk olmayanların zulümleri, rezaletleri Türk tarihine mal edilmiştir.

Yaş kasabası voyvodanın katli haberi üzerine çalkanmıştı. Boyarlar, yer yer toplanıyorlardı. Bu cezanın tam anlamıyla adalet olduğuna dair teşekkürnameler kaleme alıyorlardı. Cinayetten sonra anlaşılıyordu ki müteveffa voyvoda müthiş bir yılanmış! Kapıcıbaşı bu muzır mahlukun kafasını ezerek koca bir memleketi kurtarmış! Hâlbuki bir ay evvel yine voyvodanın adil, koruyucu bir şahsiyet olduğu söyleniyordu. Kısacası tencere ile kapak, tıpatıp gelmişti. Aşağı ile yukarı birbirine uygundu. Kör Mahmut zihniyetini taşıyanlar, beyhude yere kendilerini üzüyorlardı.

Süvarimiz, hemen Yaş’tan hareket etmeyi kurmuştu. Artık geceler, parlak bir yaz mehtabıyla aydınlanıyordu. Lekesiz sema kandilinin bol ziyası altında yolculuk, çok tatlı bir şey oluyordu. Kervansaraya gelir gelmez atını tımar ettirerek hazırlanmıştı.

Yolculukta âdet, sabahları erken toplu çıkılmaktı. Kör Mahmut’un böyle vakitsiz harekete hazırlandığını gören kervansaray misafirleri hayret etmişti. Sebebini soruyorlardı. O, mehtaptan bahsedince hep gülmüşlerdi. Ay ışığının haramiler için de faydalı olduğunu Kör Mahmut’a anlatmaya kalkmışlardı. Yalnız ihtiyar yolcu, “Yolumuz bir düşerse ben de sana yoldaş olurum. Ahir günlerimde bir gece yolculuğu yapmak istiyorum.” demişti.

Yetmiş uzun seneyi, sekiz on çizgi hâlinde, alnına sığdıran ihtiyarın bu sözü Kör Mahmut’un hoşuna gitmişti. Geceleyin helaya, karılarının delaletiyle gittikleri anlaşılan öbür yolculara cevap bile vermemişti. Derin bir bakışla ihtiyarı süzüyordu. O devrin koyun tüccarları gibi giyinmiş, başına da gelişigüzel bir sarık sarmış olan ihtiyar, alelade bir adama benzemiyordu. Gözlerinde yorgun, fakat olgun bir yiğitlik parlıyordu. Beyaz ve tertemiz sakalında, simaya efendilik veren bir kibarca bir tatlılık vardı. Bakışı, söyleyişi, oturması, hepsi itimat telkin ediyordu.

Kör Mahmut, ihtiyarın bu vakur sevimliliğine kapılarak “Hayhay babalık!” dedi. “Seninle yoldaş olalım. Yaşça büyüksün, ben sana uyarım. Bir iş peşinde değilim. İşte bir at, bir mızrak, şu memleketleri dolaşıyorum. Elimizde keşkül yok ama derviş gibi bir şeyiz.”

“Sen çağda biz de böyleydik. Ayağımıza zincir vursalar bir yerde durmazdık. Şimdi arkamıza sopa indirseler yerimizden kalkmak istemiyoruz.”

Nihayet Kör Mahmut’la ihtiyar anlaşmışlardı. Güneşin batışına doğru Yaş’tan çıkacaklar ve Kalas-İbrail yoluyla Tuna’ya ineceklerdi. Bu iki kasabada ihtiyarın görecek işleri vardı. Tuna’yı Yerköy’den geçeceklerdi. Niğbolu’ya uğramayı da ihmal etmeyeceklerdi. Ondan sonra ihtiyar, Kör Mahmut’un emrine tabiydi. O nereyi isterse oraya gideceklerdi. Kör Mahmut ise şimdiden “İstanbul’a!..” demişti.

Küçük bir seyahat, minimini bir gezinti gibi dört kelime içinde kararlaştırılan bu yolculuk, en kısa yollardan gidilmek şartıyla bin kilometreye yakın bir mesafe teşkil ediyordu. İşin garibi, bu çok uzak mesafeyi yaya geçmeye hazırlanmasındaydı. Kör Mahmut bu vaziyette bir gariplik görmüyordu. Yola çıkan ayağına güvenir!

Bu hakikat, o devrin her yolcusu için malum idi.

Bizler, tabii kuvvetlerin insan zekâsı önünde eğildiğini görüyoruz. Evvelkiler, tabiatla daimî bir mücadele içinde yaşamışlardı. Bu mücadeleyi başa çıkarmak için en birinci şart, tabiat kuvvetlerinin vakitli vakitsiz büründüğü korkunç şekilleri küçümsemeye alışmaktır. Eğer denizlerin amansız dalgaları evvelkilerin gözünü korkutabilseydi, mesela eski devrin meşhur Türk denizcisi Seydi Reis, şu bizim mavna dediğimiz kayıkların biraz büyüceklerinden oluşan bir filo ile harp ede ede Hindistan’a kadar gidemezdi. Eğer dağların yüksekliği aşılmaz bir engel gibi evvelkilerin gözü önünde büyüseydi, en yüksek zirvelerde Türkler yıldızlarla selamlaşamazdı!

Güneşin batışına doğru, ihtiyar adamla Kör Mahmut yola çıkmışlardı. Kasabadan çıkar çıkmaz Kör Mahmut’un atı açık eşkinle yürümeye başlamıştı. İhtiyar, adımlarını bu yürüyüşe uydurmuştu. Koşmuyor, koşar görünmüyor, fakat attan bir adım ayrılmıyordu. Elini atın sağrısına koymuş, hayvanın gölgesi gibi bir hâl almıştı.

Mehtap hakikaten güzeldi; ay şiirle alakası olmayanları bile heyecanlandıracak bir parlayışla semadaki yerini almıştı. Sanki bol ve taşkın ziyasıyla yeryüzünün kirlerini yıkamak istiyordu. Her iki yolcu susuyorlardı. Güya ay ışığıyla benlikleri temelinden aydınlanmış ve geçmiş günlerin hatıraları dirilivermişti. İkisi de o hatıralar içinde kendilerini unutmuş görünüyorlardı. Nihayet ihtiyar, sükûneti bozdu:

“Delikanlı!” dedi. “Konuşalım. Yollar lafla geçer. Benim adım Doğan, yaşım yetmiş beş! Yeniçeriyim. Oturak54 oldum. Aldığım para bir işe yaramıyor. Ulufelerin zaten iki akçesi bire geçiyor: Hep züyuf,55 hep kesik. Vebali bizi aç bırakanların boynuna! Ribahorluğa56 başladım. Bundan evvelki Buğdan beyine biraz para verdim. Halka dağıtsın da neması bize geçim olsun, dedim. Herif asi oldu, dağa çıktı, suya kaçtı, bizim de para güme gitti. İnsan düştüğü yerden kalkar, derler. Borç harç ettim. Birkaç bin akçe toplayıp yeni voyvodaya verdim. Tam gelip hesap göreyim derken onu da öldürdüler. Benim elim böğrümde kaldı, bereket versin, herif ölmezden evvel Kalas’taki, İbrail’deki alacaklarımın defterini verdi. İşte onları tahsile gidiyorum. Olmazsa Yerköy’e gidip kadıya şikâyet edeceğim.”57

“Benim aklım bu hesaplara yetmez. Param biterse alacak yeri bilirim. Halkın malını helale sayıp da bol bol yiyenler, bizim gibi garip yiğide ‘pencik’ vermezler mi? Benim göreceğim bu! Sana gelince Allah yardımcın olsun. Ölüde yaş, kadı evinde aş! Verdiğin parayı güç alırsın. Şimdiden acısına alışsan fena olmaz.”

Artık aşağıyı yukarıyı dile dolamışlardı. İhtiyar adam, devletin o sıradaki vaziyetini inceden inceye incelemişe benziyordu. Çevrilen entrikaları, dönen dolapları, saray rezaletlerini, vezirlerin edepsizliklerini birer birer anlatıyordu.

“Zaman değişti evlat.” diyordu. “Mertlik para etmez oldu. Vezirlik, rezillik hâlini aldı. Evvelleri sekiz on kale alıp kâfiristana ün salmayan bir adam, kubbealtına değil, saray kapısına bile yanaşamazdı. Bir kere de yanaştı mı onu oradan ecel çıkarırdı. Şimdi paşalık tam maskaralık! Otuz kırk sene evvel hünkârın oğlunu sünnet eden herif, çocuğun gulfesini babasına gösterince vezir olmuştu. Biz o vakit gençtik, Sünnetçi Mehmet’in birdenbire ‘Cerrah Mehmet Paşa’ olduğunu işitince, az kaldı kazan kaldıracaktık. Çorbacılar güç bela hızımızı aldılar, bizi yatıştırdılar. Fakat yine o hünkâr, birkaç yıl sonra, bir işret meclisinde kendinden geçince soytarısını yeniçeri ağası; bir Çingene defçiyi de kaptan paşa yapıverdi. Bu sefer çorbacılar ayaklandılar ve bizi de silahlandırıp ağa kapısına dizdiler. Öbür tarafta gaziler de pürsilah Kasımpaşa’da toplandılar. Soytarıyı biz, defçiyi de azepler parçalayacaktık. Bereket versin, soytarıyla defçi hünkârdan daha akıllı çıktılar. Sabahleyin fermanlarını ellerine alarak hünkârın yanına gittiler. ‘Aman efendim, biz bu işlerin ehli değiliz. Senin yanında defimizi çalıp zilli maşalarımızı sallamak bize bu makamlardan daha şereflidir. Sen bilirsin…’ dediler, o da bizim isyanımızdan ürkerek akşamki tükürdüğünü yaladı.

Bunlar ufak tefek işlerdir, otuz kırk sene evveline aittir. Şimdi neler oluyor bilsen? Devlet dört buçuk harem ağası elindedir. Şu Hotin Seferi’ni görüyorsun ya. Manasız bir muharebe! Kızlar ağasının emriyle açıldı. Ne ocaklı memnun ne sipahi! Çünkü top döktüler, güllesi yok! Erzak topladılar, deve yok! Körü körüne yola çıktılar. İşte, haberler geliyor. Yüzlerine gözlerine bulaştırdılar. Her gün bozgun!”

Kör Mahmut Hotin Seferi’yle alakalıydı, dayanamayarak sordu:

“Kızlar ağası kim oluyor ki sefer açıyor? Bu bir yalan söze benzer.”

“Eski bir yeniçeri yalan söylemez oğlum. Ben işi, içinde olanlardan dinledim. Bak sana da anlatayım: Bir Debbağ Mehmet Paşa var. Bu adam gençliğinde sokakta dolaşır, it tersi toplar, debbağlara satardı. Sonra kendisi de debbağlığa başladı. Sarayın koyun postlarını debbağlamış, bir ahu derisine cila mı vermiş, ne yapmışsa yapmış debbağlıktan paşalığa çıktı. İşe bak ki bugüne bugün serhatlerin durumunu ondan iyi bilen vezir yok! Herif debbağ ama gezdiği makamlarda gözünü kapamamış, epeyce şeyler öğrenmiş. İşte Leh kralından haraç gelmiyor diye kızlar ağası sefer açmayı kurunca sadrazam olacak herif, bu Debbağ Mehmet Paşa’yı saraya getirtti. Kızlar ağasıyla görüştürdü. Ağa, Debbağ Paşa’ya soruyor:

‘Leh kralı bizim efendimize karşı gelir mi ve kadir midir?’

‘Bize, gelir diye tedarik görmek düşer. Gelmezse devletli efendimiz gider.’

Kızlar ağası bu hak söze kızıyor, köpürüyor:

‘Leh kralı ne köpektir ki…’ diyor. ‘Âli Osman askerine karşı dura. Anın dükelü askeri olsa gerek. Biz seni ehli vukuf anlardık. Dünyadan haberin yokmuş!’

Sonra sadrazama çıkışıyor:

‘Böyle gözü büyük bunakların tedbirinden ne hayır olur! Sen tedariği gör, sefere gideceğiz!’

İşte oğlum, bu sefer, o kokmuş marsığın işidir. Fakat bunun sonu iyi çıkmaz. Görülen manalı manalı rüyaların haddi hesabı yok. Eline eteğine temiz bir adam, bir kuyruklu yıldız doğduğunu görmüş. Yıldız doğar doğmaz gök kapısı da kuyu ağzı gibi açılmış! Nurdan gömleklere bürülü iki ceset ‘Pat!’ diye yeryüzüne fırlamış!

Ocak kodamanlarından biri de düşünde, gün doğusu tarafında iki ay birden doğduğunu görüyor. Aylar doğunca bütün dünyayı nur kaplıyor. Biraz sonra bu aylar, birer elma gibi yere düşüyor, ortalık simsiyah kesiliyor!

Rüyanın en mühimini Oğlanlar Tekkesi’ndeki şeyh efendi görmüş: Marmara Denizi sütlimanken ansızın ikiye ayrılıyor, bir ejderha çıkıyor, başı Çatladıkapı’da, kuyruğu Samanlı yakasında! Güya İstanbul halkını yutacak; deryadan biri ağzını açmış geliyor.

İstanbul’un içi de kertenkelelerle dolu. Bunlar da çekirge gibi oradan oraya sıçrıyor.58

Bu rüyaları hayra alamet mi sanırsın? Nasip olur da bir gün yine karşılaşırsak ‘Baba Doğan! Hakkın varmış!’ dersin!”

Kör Mahmut, tekke dervişlerinin nasıl rüya uydurduklarını bilirdi. Bazen iki üç derviş birleşerek ayrıntılı bir rüya planı çizerlerdi. Bu yalana göre evvela birisi rüyayı görmeye başlar, üç gün sonra diğeri onu daha süslüce görür, nihayet üçüncüsü rüyanın son şeklini ortaya kordu. Bu hilekârlıklara yakından vâkıf olduğu için manalı rüyalara inanmazdı. Şimdi ihtiyar yeniçerinin saflığıyla eğleniyor, “Bu adamlar…” diyordu. “Rüyalarını hep yalnız mı görmüşler? Bizim tekkede dervişler ortaklaşa düş görüyorlardı!”

Baba Doğan, delikanlının bu alaylarını toyluğuna vererek kızmıyordu. Yalnız kendi kanaatlerini Kör Mahmut’a aşılamak ister gibi, çıkarımlarında ısrar edip duruyordu.

Bu hikâyelerle kendilerini avutarak hayli yol almışlardı. Bir aralık Kör Mahmut, ihtiyarın yorgunluk gösterir gibi olduğunu hissetti.

“Babalık…” dedi. “Biraz sen bin. Benim de ayağım yol görsün.”

“Yoo!.. Yolsuzluk olur. Üç saatte bir çeyrek mola yeter. Daha Baba Doğan ölmedi. Hem delikanlı bilir misin? Ata binen yeniçeri, avrat çarşafına bürünen erkeğe döner, nasıl ki yaya bir sipahi değneksiz köre benzer.”

Mehtap altında yere çömelmişler, tatlı tatlı konuşarak dinleniyorlardı. Uzaktan bir gölgenin kendilerine doğru geldiğini gördüler. Ovanın ortasında, sanki bir çalı parçası gizli bir rüzgâr eliyle yerinden kopmuş, tekerlene tekerlene geliyordu. Biraz sonra bu şekil bir insan şekline dönüştü ve iki yüz metre mesafeden “Medet ağalar, medet!” diye bağırıyordu.

Baba Doğan “Bu yakınlarda…” dedi. “Haramiler… Gelen adam soyulmuşa benzer.”

Gerçekten sade donla ortaya çıkıveren bir adam, bir haydut çetesinden bahse başlamıştı. Zavallının yüzü gözü kan ve bere içinde idi. Yarım kefenle yeryüzüne fırlamış yaralı bir ölüye benziyordu. Geçirdiği tehlike, diline bir pelteklik, gözüne bir bulanıklık getirmişti. Kesik kesik soluyordu:

“Aman ağalar, aman ağalar! Bittim, ben bittim. Kemiklerim yerinde değil. Dört katır yükü malımı da götürdüler. Ne olursa sizden olur; bana bir yol gösterin.”

Kör Mahmut herifin hâline bakıp gülüyordu. “Amma da erkekmişsin ha!..” diyordu. “Tumanını da isteseler verecekmişsin. Kaç kişiydi bunlar, birkaç yüz kişi var mı?”

“Yedi kişi ağam, yedi kişi. Hepsi de silahlı. Onlar şimdi Yılanlı Mağara’ya girmişlerdir. Önlerine düşmüşüm gibi biliyorum. Gücüm yetse…”

“Gücün yetse ne yapardın?”

“Malımı geri alırdım.”

Bu, her seferde ordu peşine takılan bakkal takımından bir biçareydi. Bir iki ay içinde kazandığı parayla ganimet malından öteberi almıştı.

Ordunun geri dönüşünden evvel İstanbul’a dönüp “son gaza mahsulü” diye satmayı kurmuştu. Şimdi sermayeyi kaptırmıştı.

Kör Mahmut, şu ayaktakımı hayırsızların bir mağarada korunduklarını öğrenince şevke gelmişti.

“Haydi, düş önüme!” demişti. “Dediğin yere gidelim, kısmetinizde varsa malını geri alırsın, olmazsa bizim post da elden gider.”

İhtiyar Doğan, takdirkâr bir sitemle, hemen müdahale etti:

“Delikanlı! Çocukluk lazım değil. Yılanlı Mağara’yı ben de bilirim. Bu diyarın haydudu, haramisi orada yataklanır. Kır serdarı59 değilsin ya. El oğlunun hıncını almak sana mı düştü?”

“Öyle değil babalık. Yedi kişi bir adama çullanmak ayıptır. Haramilik yapan biraz da erlik bilmeli. Şu yollardan erkeğin de geçtiğini odişi yapılı heriflere göstermeliyim. Zaten canım didişmek istiyor. Bundan âlâ fırsat olmaz. Sen beni bekle. Dönersem ne âlâ, yolumuza gideriz. Kör Mahmut’un pireyi görmeden yorgan yaktığını ara sıra hatırlarsın.”

“Biçimsiz bir iş ya, haydi ben de geleyim. Dizgemin izleri kaşındı, belki geçer.”60

İhtiyar Doğan’la Kör Mahmut, çıplak herifi de alarak yürüyorlardı. Yine Mahmut atta, Baba Doğan piyadeydi. Soyulan adam, şuursuzca onların peşine takılmıştı. Ancak sabaha karşı Yılanlı Mağara civarına yaklaşmışlardı. Yaş Ovası’nı yandan çevreleyen dağlar silsilesinin bir eteğinde, yüksek ve korkunç bir taş kümesi, bu meşhur mağarayı saklıyordu.

Mağara civarına gelir gelmez Kör Mahmut, bir nara çekip o kuş konmaz taşlara at sürecekti. O derece heyecanlıydı. Fakat ihtiyar Doğan itiraz kabul etmez bir tavırla, delikanlıyı ihtiyata davet etti:

“Bana bak oğlum! Mertliğin de derecesi var. Taşlara at sürmeden bir şey çıkmaz. Bir kurşunla yedi ceddine kavuşursun. Atı şu herife ver, açıkta dursun. Sen şurada pusuya yat, yalnız okluğunu al. Ben silah milah istemem, yapacağımı bilirim.”

Müteakiben, taşlar arasında bulabildiği çalı çırpıyı yuvasına yem götüren bir karınca sessizliğiyle, mağara girişine taşımaya başladı. Derin, hayli derin olan mağaranın girişi nihayet müsaitti. Yedi haydut her türlü takip endişesinden azade oldukları için ağır bir uykuya dalmışlardı. Baba Doğan, alışkın bir elle girişe yığdığı çalı çırpıya artık ateş vermişti. Yoğun bir duman, yavaş yavaş mağaranın içine yayılmaya başlamıştı.

Kör Mahmut, ihtiyar yeniçerinin kendisini pusuya yatırmasına kızmıştı. Fakat onun mağarayı dumanladığını görünce işi anlamıştı. Yılanı kovuğundan, ayıyı ininden çıkarmak için kullanılan bu usul, tam yerinde tatbik olunuyordu. Şimdi Baba Doğan da gelmiş, Kör Mahmut’un yanına yerleşmişti. Büyücek bir kaya parçası kendilerini saklıyor, mağara girişini güzel bir nişangâh hâlinde karşılarında açık bulunduruyordu.

“İhtiyarın yardımı bu kadar olur. Şimdi himmet senin. Deliğinden çıkanı mıhla!” diyordu.

Çok geçmeden, mağaranın ağzından telaşlı bir baş görünmüştü. Bu, ateşleri çiğneyerek dışarıya atılmıştı. Fakat temiz bir hava alıp da sersemliğini gidermeden Kör Mahmut, oyun oynar gibi, çıkanların her birini “Şu ağzına!”, “Bu alnına!” diye tekerliyordu.

Mağarada kalan dört haydut, mühim bir kuvvetin kendilerini sıkıştırdığına ve kıstırdığına hükmettiklerinden teslim olmaya karar vermişlerdi. Bir tüfek namlusunun ucuna beyaz bir mendil sararak girişten dışarı uzatmışlardı. Baba Doğan “Herifler vireye61 düştüler. Sen yerinde dur, ben onları toparlayayım.”

Doğruca girişin önüne giderek bağırmıştı:

“Birer birer çıkın! Ben emir vermedikçe çıkmak yok! Gelsin bir.”

Çıkan haydudu, kendi sarığıyla hemen bağlamıştı.

“Gelsin iki!”

Bir çarık içinde dört haydut elleri bağlı kayalardan aşağı indirilmişti. Herifler bütün bu işlerin bir ihtiyarla bir kör delikanlı tarafından yapıldığını görünce müthiş bir küfür savurdular. Ne çare ki iş işten geçmişti.

Kör Mahmut, Baba Doğan’a soruyordu:

“Bunlara ne ceza verelim. Hüküm senindir. Dilersen arkadaşlarına kavuşturalım. Dilersen kulaklarını filan kesip bırakıverelim.”

“Eman verdik, bozamayız. Peşimize takıp Kalas’a kadar götürelim. Orada kale dizdarına teslim ederiz.”

“Bir iki çırpıştırmak da mı yok?”

“Hayır! Ne sille ne tekme. Er olan, leşe yumruk sallamaz. Eli bağlı bir adamın laşeden ne farkı var?”

Kör Mahmut, Baba Doğan’ın fikrini isabetli görmüştü. Zaten yapılan işin şerefi yeniçeriye aitti. Herifleri dumana boğup sersem tavuk gibi kümesten dışarıya çıkartan o idi. Eğer bu tedbire tevessül edilmese Kör Mahmut doğruca mağaraya dalacaktı. Artık diri çıkar mıydı orası meçhuldü.

“Peki babalık, şimdi şu çıplak herifi giydirelim.”

Soyulan adam, her biri bir kır aslanı gibi kendisini yıldıran o heybetli çeteyi öyle tarumar görünce alıklaşmıştı. Gözüne inanamıyordu. Kör Mahmut “Öküzlük…” dedi. “Galiba ayağa kalktı. Öp Baba Doğan’ın elini. İşte aslanlar, tilkilere kuyruk titretmeyi bilirler. Yazık ki sen kedi doğmuşsun. Neyse, yediğin sopayla çektiğin korkuyu işte biz ödüyoruz. Mağarada ne bulursan senindir. Katırlarını da ara bul.”

***

Baba Doğan’la Kör Mahmut’un Tuna boyuna kadar yolcukları vukuatsız geçti. Emekli asker ne Kalas’ta ne İbrail’de bir para tahsil edemedi. Oralarda beyhude yere günlerce oturmuşlardı. Kimse borcunu kabul ve ikrar etmiyordu. Voyvodanın kendilerine Doğan namına para vermediğini söylüyorlardı.

İhtiyar yeniçeri, gerçi aldırış etmiyor görünüyorsa da fena hâlde üzülüyordu. Şimdi Yerköy’e gidip kadıya dert yanacaktı.

Kör Mahmut, Baba Doğan’dan çok hoşlanmıştı. Onun öyle tekerlemeleri, öyle hikâyeleri, geçmişe ait öyle bildikleri vardı ki dünyanın bir ucuna gidilse insanın sıkılmak imkânı yoktu. Beş yaşından altmış beş yaşına kadar ocakta bulunmuştu. Devşirmelikten ancak kademeli neferliğe yükselme hakkı bahşeden bu altmış beş sene, şu uzun zaman, Baba Doğan için çok faydalı geçmişti. Türk toprağını karış karış biliyordu ve o toprağın her parçası bir hatıraya malikti.

Kör Mahmut, bu büyük bilgi önünde kendinin ne kadar boş bir kafaya sahip olduğunu anlayarak yavaş yavaş küçülmüştü. Baba Doğan, ayaklı kütüphane gibi bir şeydi. Bazen kendisi de kafasında kaynaşan hatıraların bolluğunu düşünür, tuhaf bir övünmeye düşerdi.

“Çok gördük çok! Yetmiş iki milletin suyu, huyu Anadolu türlüsü gibi başımın içinde kaynaşıyor. Ben bütün bu milletleri elimde silah ve ellerinde silah, kendi memleketlerinde gördüm, tarttım ve tanıdım. Fakat sonu? İşte bak, diyar diyar rızık arıyorum.”

Yollarda hayli oyalanmışlardı. Mevsim kışa doğru meyletmişti. Artık acele etmek lazımdı. Tuna kıyısını takip ederek Yerköy’e gelmişlerdi. Ayaklarının tozuyla kadıyı görüp dertlerini anlatmışlardı. Fakat Kör Mahmut’un tahmini gibi, cevabı olumsuz almışlardı. Artık müteveffa voyvodanın verdiği defteri rafa asmaktan başka bir çare kalmamıştı.

Baba Doğan, faizciliğin şer doğurduğunu iyiden iyiye anlamıştı. Ne kadar ince hileler bulunup da kitaba uydurulsa bu işin sonu yine berbat çıkıyordu. Elleri boş İstanbul’a döndükten sonra, el eliyle para işletmeye tövbe etmek, biraz geç kalmış bir uyanış olacaktı. Fakat zararın neresinden dönülürse yine kârdı.

Baba Doğan bu azimle, Kör Mahmut da İstanbul’a geçmek şevkiyle bir gün seher vakti, sal üstünde, Tuna’yı geçmeye başlamışlardı. Tuna, yürüyen bir deniz gibi engin ve coşkun akıyordu. Büyücek bir salon genişliğindeki sal, at ve insanla karmakarışık dolmuştu. Yanlış bir manevra, gizli bir kaya, ani bir dalgalanma bu sal yolcularını Karadeniz’e ve hatta kara dünyaya kadar götürebilirdi. Baba Doğan, dalgın dalgın Tuna’ya bakan gözlerini birden kaldırarak “Mahmut!” demişti. “Bizim buradan bir geçişimiz var. Şimdi hatırıma geldi de tüylerim diken diken oldu. Bilmem Voyvoda Mihal’i işittin mi? Tam yirmi yedi yıl oluyor. O Allah’ın belası da isyan bayrağını kaldırmıştı. Eflak beyi olduğu için Bükreş’te oturuyordu. Benim gibi faiz peşinde gezen, nasılsa Bükreş’te yerleşip kalan ne kadar Türk varsa defterini yaptırmış, bir gün bütün bu dertlileri toplatarak ateşe attırmıştı. Arkasından bu Yerköy’ü basarak dört bin Türk’ü de burada yakmıştı. Öldükten sonra bir de yanmak! Düşün, ne fena şey… Mihal’in muharebede bahtı yaverdi. Üstüne gönderilen serdarı da bozguna uğratmıştı. Korkak vezir, Niğbolu’da bozulup kaçarken kavuğunu, şalvarını, kürkünü filan da çadırda bırakmıştı. Mihal bu eşyayı ele geçirince büyük bir şenlik yaptı. Bir karıya serdarın elbisesini, kavuğunu giydirdi. Sokak sokak gezdirerek, “İşte serdar! Görünüz!” diye eğlendi, halkı da eğlendirdi. Nihayet onu ezmek için bizi gönderdiler. Bükreş’i, Tirgovişte’yi beş on gün içinde yakıp yıkmıştık. Eflak içinde dikili ağaç bırakmamıştık. Mihal’i de Erdel ormanlarına kadar kovalamıştık. Bilmem nasıl oldu? Durduğumuz yerden geri dönmeye başladık.

İşte bu Yerköy’e kadar muharebesiz, yüz geri ettik. Burada köprü kurarak geçiyorduk. Ordunun yarısı geçmiş, yarısı kalmıştı. Ağırlıkların hemen hepsi Yerköy’deydi. Ansızın Mihal’in ortaya çıktığını gördük. Herif, topla ovada kalan askeri dağıtıyor, köprüyü ateş altına alıyordu. Nihayet köprü yıkıldı, yüzlerce adam nehre döküldü. Hele Yerköy’deki askerden bir can bile kurtulamadı. Ben de suya dökülüp de yüze yüze beriye geçebilenler içindeydim.

bannerbanner