Читать книгу Ben-Hur (Lew Wallace) онлайн бесплатно на Bookz (6-ая страница книги)
bannerbanner
Ben-Hur
Ben-Hur
Оценить:
Ben-Hur

5

Полная версия:

Ben-Hur

“Kapıya ulaşamayız.” dedi Yusuf, ağır ağır. “Burada durup mümkünse neler olduğunu öğrenelim.”

Karısı cevap vermeden yüzündeki örtüyü kenara çekti. Yüzünün yorgun ifadesi yerini meraka bıraktı. Kendisini onun için merak konusu olan bir kalabalığın kenarında buldu. Büyük kervanların sürekli gidip geldikleri ana yolların herhangi birisindeki hanlarda yaygın olan bir durumdu bu. Oraya buraya koşuşturup duran yayan adamlar Suriye diliyle bağırıp duruyorlar; at sırtındaki adamlar develerin üzerindeki adamlara sesleniyorlar; bazı adamlar inatçı inekleri ve ürkmüş koyunlarıyla mücadele ediyor, bazılarıysa ekmek ve şarap satıyordu; kalabalığın arasında bir çocuk kalabalığı, köpek sürüsünü kovalıyordu. Herkes ve her şey aynı anda hareket hâlinde gibi görünüyordu. Narin izleyici manzaradan yorgun düşmüştü ve kısa bir süre sonra iç geçirip eyere iyice yerleşerek sanki huzur ve sükûn arayışıyla bakışlarını güneye, batan güneşin altında hafifçe kızaran Cennet Dağı’nın yüksek tepelerine çevirdi.

O böyle bakıp dururken kalabalığı yarıp kendisine yol açan bir adam eşeğin yanında durup kaşlarını çatarak arkasını döndü. Nasıralı ona seslendi.

“Ey Yahuda’nın oğlu, dostum, bu kalabalığın nedenini sorabilir miyim?”

Sert bir şekilde dönen yabancı Yusuf’un ciddi yüzünü görünce, selamlarcasına elini kaldırıp onun sesiyle uyumlu şekilde derin ve yavaş bir sesle cevap verdi:

“Huzur seninle olsun, haham. Ben Yahuda’nın oğluyum, sana cevap vereyim. Bilirsin bir zamanlar Dan kavminin toprakları olan Beth-Dagon’da oturuyorum ben.”

“Ve Modin’den Yafa’ya gidiyorsun.” dedi Yusuf.

“Demek Beth-Dagon’a gittin.” dedi adam, yüzü daha da yumuşayarak. “Gezginleriz biz! Yıllardır babamız Yakup’un dediği gibi Ephrath’tan uzaktayım. Bütün Yahudilerin doğdukları şehirlerde sayılacakları duyurusu yapılınca geldim.”

“Ben ve karım da onun için geldik.” diye cevap veren Yusuf’un yüzü bir maske kadar donuktu.

Meryem’e bakan yabancı sesini çıkarmadı. Meryem Gedor’un çıplak tepesine bakıyordu. Güneş yüzüne vuruyor, menekşe rengi gözlerini dolduruyordu. Aralık dudaklarında soluğu titriyordu. O anda bütün insani güzelliği saflaşmış gibi görünüyordu.

“Ne diyordum? Ah! Hatırladım. Buraya gelme emrini duyunca sinirlendiğimi söyleyecektim. Sonra tepeyi ve kenti, Kidron’un derinliklerine doğru inen vadiyi, şarapları ve meyve bahçelerini, tahıl tarlalarını, çocukluğumda benim için dünyanın duvarları olan bildik dağları -buradaki Gedor, oradaki Gibeah ve Mar Elias- düşündüm ve zalimleri affedip karım Rachel ve çocuklarımız Deborah ve Michal’le buraya geldim.”

Adam tekrar duraklayıp kendisine bakıp dinlemekte olan Meryem’e baktı. Sonra, “Haham, karın benimkinin yanına gitmez mi? Orada, yolun kıyısındaki zeytin ağacının altında çocuklarla birlikte duruyor. Sana söyleyeyim…” Yusuf’a döndü: “Han doldu. Kapıda sormanın bir faydası yok.” dedi.

Yusuf’un niyeti de zihni gibi acelesizdi; kısa bir tereddüt geçirdi ama sonunda, “Çok nazik bir teklif. Handa bizim için yer olsa da olmasa da sizinkilerin yanına gideriz. Önce gidip kâhyayla kendim konuşayım. Hemen dönerim.” dedi.

Eşeğin yularını yabancının eline tutuşturup hareketli kalabalığın içine daldı.

Kâhya kapının dışında, sedir ağacından büyük bir kütüğün üzerinde oturuyordu. Arkasındaki duvara bir mızrak dayanmıştı. Yanındaki kütüğün üzerinde bir köpek oturuyordu.

“Yahuda’nın huzuru seninle olsun.” dedi Yusuf, sonunda kâhyanın karşısına dikilince.

“Dileklerin misliyle senin olsun.” diye cevap verdi kâhya ciddiyetle, ama hiç kıpırdamadan.

“Ben Beytüllahimliyim.” dedi Yusuf, en ölçülü hâliyle. “Acaba bizim için bir yer…”

“Hiç yok.”

“Belki adımı duymuşsundur, Nasıralı Yusuf. Burası atalarıma ait. Ben Davut soyundan geliyorum.”

Bu sözler Nasıralının umudunu taşıyordu. Eğer başarılı olmazsa, yalvarmaları boşuna olacaktı, para teklif etmek bile. Yahuda’nın oğlu olmak kavimsel açıdan önemli bir şeydi, Davut’un soyundan olmak da başka bir şeydi; bir Yahudi için bundan daha büyük bir övünç olamazdı. Çoban, Saul’un halefi olup kraliyet ailesi kuralı bin yıldan fazla zamandır vardı. Savaşlar, felaketler, öteki krallar ve zamanın sayısız aşamaları onun torunlarını sıradan Yahudi düzeyine indirmişti. Yedikleri ekmek hiç de mütevazı olmayan bir çabayla önlerine geliyordu, ama yine de kutsal bir şekilde korunan ve ilk bölümü soyağacı olan tarihlerinin faydasını görüyorlardı; bilinmiyor olamazlardı. İsrail’de her nereye giderlerse bu aşinalık peşinden huşuya varan bir saygıyı getiriyordu.

Eğer bu Kudüs’te ve başka yerlerde böyleyse kesinlikle Beytüllahim’deki bir hanın kapısında da böyle olabilirdi. Yusuf’un dediği gibi, “Burası atalarıma ait.” demek doğruyu sade bir dille ve abartısız söylemek demekti, çünkü bu ev Boaz’ın karısı olarak hüküm süren Ruth’un eviydi; Jesse ve en genci Davut olan on oğlunun doğduğu evdi; Samuel’in kralı arayıp bulduğu evdi; Davut’un dost Gileadlı Barzillai’nin oğluna verdiği evdi; Yeremya’nın dualarıyla Babillilerden kaçan ırkının geri kalanını kurtardığı evdi.

Sözler etkisiz kalmadı. Kapı görevlisi kütüğün üzerinden indi, sakalını sıvazlayarak, “Haham, bu kapının bir yolcuyu içeri almak için ilk kez ne zaman açıldığını bilmiyorum ama bin yılı geçmiştir. Bunca zaman boyunca içeride yer varken iyi bir adamın geri çevrildiği hiç olmamıştır. Eğer bir yabancıya böyle yapılmışsa, Davut’un soyundan gelen birine hayır diyen kâhyanın haklı gerekçesi vardır. Seni tekrar selamlıyorum, eğer benimle gelirsen evde hiç konaklayacak yer olmadığını sana gösteririm, ne odalarda ne girintilerde ne de meydanda, hatta damda bile. Ne zaman geldiğini sorabilir miyim?”

“Şimdi.”

Kâhya güldü.

“ ‘Seninle konaklayan bir yabancı, aileden biri gibidir ve onu kendinden biri gibi seveceksin.’ der yasalar, değil mi haham?”

Yusuf sessizdi.

“Eğer yasa böyleyse, uzun zaman önce gelen birine, ‘Sen yoluna git, burada senin yerini alacak bir başkası var.’ diyebilir miyim?”

Yusuf sükûnetini koruyordu.

“Eğer böyle söylersem burası kime ait olur? Şu bekleyenlere bir baksana, bazıları öğleden beri bekliyor.”

“Bütün bu insanlar kim?” diye sordu Yusuf, kalabalığa dönerek. “Bu saatte neden buradalar?”

“Kuşkusuz seni buraya getiren neden yüzünden, Haham, yani Sezar’ın buyruğu.” kâhya Nasıralıya sorgulayan bir bakış attı. Sonra devam etti, “Evde kalacak yer bulanların çoğunu buraya getiren o. Dün Şam’dan Arabistan’a ve Aşağı Mısır’a giden bir kervan geldi. Burada gördüklerin o kervandan erkekler ve develer.”

Yusuf hâlâ ısrarlıydı.

“Meydan oldukça geniş.” dedi.

“Evet, ama yükler yığılı, ipek balyaları, baharat torbaları, her türlü mal.”

Sonra bir an için Yusuf’un yüzü duygusuzluğunu kaybetti, fersiz gözleri yere dikildi. Hararetle, “Kendim için aldırdığım yok, ama yanımda karım var, gece soğuk, bu yüksekliklerde hava, Nasıra’dan da soğuk oluyor. Açık havada yaşayamaz ki. Kentte hiç yer yok mu?”

“Bu insanların…” Kâhya elini kapının önündeki kalabalığa doğru salladı. “Hepsi kenti araştırdılar, kalacak yerlerin hepsinin dolu olduğunu söylediler.”

Yusuf yine zemini inceledi, kısmen kendi kendine, “O çok genç! Onu tepede yatırırsam soğuktan ölür.”

Sonra tekrar kâhyayla konuştu.

“Belki ana-babasını da tanıyorsundur, bir zamanlar Beytüllahim’den olan Yohakim ve Anna, tıpkı benim gibi Davut soyundan.”

“Evet, tanıyorum. İyi insanlardı. Gençliğimdeydi.”

Bu sefer kâhyanın gözleri düşünceli bir şekilde zemini araştırdı. Birdenbire kafasını kaldırdı.

“Eğer yer bulamazsam…” dedi. “Sizi geri çeviremem. Haham, sizin için elimden geleni yapacağım. Kaç kişisiniz?”

Yusuf biraz düşünüp cevap verdi, “Karım ve bir arkadaşla ailesi, Yafa yakınlarındaki küçük bir kent olan Beth-Dagon’dan geliyorlar, hepimiz altı kişiyiz.”

“Çok iyi. Hemen getir onları; biliyorsun güneş dağın arkasına indiğinde çabucak akşam oluyor, şimdi neredeyse dağın ardında.”

“Evsiz yolcunun ve konuklarının hayır dualarını sunuyorum.”

Böyle diyen Nasıralı sevinç içinde Meryem’in ve Beth-Dagonluların yanına gitti. Kısa bir süre içinde Beth-Dagonlu eşeklerin üzerindeki kadınlarla beraber geldi. Karısı tombuldu, kızları da annelerinin gençliğine benziyorlardı. Kapıya doğru yaklaşırlarken, kâhya onların aşağı sınıftan olduklarını anladı.

“Sözünü ettiğim kadın bu.” dedi Nasıralı. “Bunlar da arkadaşlarımız.”

Meryem’in örtüsü kalkmıştı.

“Mavi gözler, altın sarısı saçlar.” diye mırıldandı, onu gören kâhya kendi kendine. “Saul’un huzurunda şarkı söylemeye giden genç krala benziyor.”

Sonra Yusuf’un elinden eşeğin yularını aldı ve Meryem’e, “Huzur seninle olsun, Davut’un kızı!” dedi. Diğerlerine dönüp, “Huzur hepinizle olsun!” dedi. Sonra Yusuf’a döndü, “Haham, beni takip edin.”

Grup taşla kaplı geniş bir geçide yönlendirildi, oradan hanın meydanına geldiler. Bir yabancı için bu görüntü çok tuhaf olabilirdi. Her taraftan açılan karanlık girintileri ve meydanı fark ettiler, ne kadar kalabalık oldukları görünüyordu. İstiflenmiş yüklerin arasındaki yoldan ve giriştekine benzer bir geçitten bitişikteki eve geçince yakın gruplar hâlinde bağlanmış, uyuklayan develer, atlar, eşeklerle karşılaştılar. Onların aralarında pek çok bölgeden bakıcıları vardı, onlar da uyuyor ya da sessizce olanları izliyorlardı. Kalabalık avludan yavaşça geçtiler. Sonunda batı tarafından hana nazır, gri kireç taşından tepeye doğru giden bir yola döndüler.

“Mağaraya gidiyoruz.” dedi Yusuf, kısaca.

Yol göstericileri Meryem de yanına gelene kadar bekledi.

“Gideceğimiz mağarada…” dedi Meryem’e. “Atan Davut da kalmış olmalı. Aşağımızdaki çayırdan ve vadideki kuyudan sürülerini geçirirdi. Sonra kral olduğunda dinlenmek için hayvanlarıyla beraber bu eski eve geri geldi. Yemlikler tıpkı onun zamanındaki gibi aynı kaldı. Avluda ya da yol kenarında yatmaktansa onun uyuduğu yere yatak koymak daha iyi olur. İşte mağaranın önündeki ev!”

Bu sözler önerilen yer için bir özür olarak alınmasın. Özür dileyecek bir şey yoktu. Bulunabilecek en iyi yerdi. Konuklar kolaylıkla memnun edilebilecek basit insanlardı. Üstelik o dönemin Yahudileri için mağarada kalmak bildik bir fikirdi, her gün karşılaşılan bir şeydi ve Sebt günlerinde sinagoglarda duyarlardı. Yahudi tarihi ve o tarihte geçen heyecan verici ne kadar çok olay mağaralarda meydana gelmişti! Dahası bu insanlar Beytüllahim Yahudileriydi, onlar için özellikle sıradandı, çünkü onların çevreleri büyüklü küçüklü mağaralarla doluydu, bazıları Emliler ve Horlular21 zamanından beri mesken olmuştu. Götürüldükleri mağaranın bir ahır olması da onlar için bir hakaret değildi. Çoban bir ırkın soyuydular onlar ve alışıldığı üzere hem evlerini hem de dolaştıkları yerleri sürüleriyle paylaşırlardı. İbrahim’den gelen bir gelenekle uyumlu olarak Bedevilerin çadırları atlarına ve çocuklarına korunaklık yapardı. Böylelikle neşe içinde kâhyaya itaat ettiler ve sadece doğal bir merakla etrafa baktılar. Davut’un tarihiyle ilişkili olan her şey onlar için ilginçti.

Yapı alçak ve dardı, arkadaki bitişik olduğu kayadan hafif bir çıkıntı yapıyordu, penceresi yoktu. Ön tarafında dev menteşeler üzerinde sallanan ve kalın bir toprakla sıvalı bir kapısı vardı. Kilidin ahşap sürgüsü geriye doğru çekilirken eyerlerin üzerlerindeki kadınların inmelerine yardım edildi. Kapıyı açan kâhya dışarı seslendi:

“Gelin içeri!”

Konuklar içeri girip etraflarına bakındılar. Doğal bir mağara ağzının kapatılmış olduğu hemen belli oluyordu; yaklaşık on iki metre uzunluğunda, iki-üç metre yüksekliğinde, üç-dört metre genişliğindeydi. Kapıdan giren ışık inişli çıkışlı zemine, tahıl ve hayvan yemi yığınlarının üzerine, odanın ortasındaki toprak kaplara ve ev eşyalarına vuruyordu. Kenarlarda, çimento içine taş yerleştirilerek yapılmış, kuzuların ulaşacağı kadar alçak yem tekneleri duruyordu. Ne oturacak bir şey ne de herhangi bir bölme vardı. Toz ve saman yerleri sarartmış, bütün çatlakları ve delikleri doldurmuş, tavandan aşağıya keten parçaları gibi sarkan örümcek ağlarını kalınlaştırmıştı. Bunun dışında mağara görüntüde temiz ve hanın kemerli girintileri kadar konforluydu. Aslında mağara handaki girintileri akla getiriyordu.

“Gelin içeri!” dedi yol gösterici. “Yerdeki yığınlar sizin gibi yolcular için. İhtiyacınız olanları alın.”

Sonra Meryem’e döndü.

“Burada kalabilir misin?”

“Burası kutsanmış.” diye cevap verdi kadın.

“Sizi yalnız bırakıyorum o hâlde. Huzur sizinle olsun!”

O gidince mağarayı oturulabilir bir yer yapmakla meşgul oldular.

X

GÖKYÜZÜNDEN GELEN IŞIK

Gecenin bir vaktinde bağırışlar ve hana girip çıkan insanların hareketleri kesildi; aynı zamanda henüz kalkmamış olan bütün Yahudiler ayaklandılar, Kudüs’e doğru baktılar, ellerini göğüslerinde kavuşturup dua ettiler; çünkü Moriah tepesindeki tapınakta kurbanların sunulduğu kutsal dokuzuncu saatti, Tanrı da orada olacaktı. Tapınanlar ellerini indirince tekrar bir telaş başladı. Herkes ot yatağını yapmaya koyuldu. Kısa bir süre sonra ışıklar söndürüldü, bir sessizlik oldu ve herkes uykuya daldı.

***

Gece yarısına doğru damın üzerinden biri, “Gökyüzündeki şu ışık da nedir? Uyanın, kardeşlerim, uyanın da bakın!” diye bağırdı.

Yarı uykulu insanlar doğrulup baktılar. Sonra hayranlık içinde kendilerine geldiler. Hareketlenme aşağıdaki meydana ve girintilere kadar yayıldı. Ardından evdeki, meydandaki ve etraftaki bütün konaklamacılar gökyüzüne baktılar.

En yakındaki yıldızların çok ötelerindeki bir yükseklikten başlayıp yere doğru inen bir ışık gördüler; tepesinde hafifleyen ışık tabanında genişliyordu, kenarları yumuşak bir şekilde gecenin karanlığına karışıyordu, tam merkezindeyse bir pembelik vardı. Bu görüntü kentin güneydoğusundaki en yakın dağın zirvesinde soluk bir hale yaparak duruyor gibi görünüyordu. Han öyle aydınlanmıştı ki damın üzerindekiler birbirlerinin şaşkınlık dolu yüzlerini görebiliyorlardı.

Dakikalar geçip de ışık devam ettikçe şaşkınlık, yerini huşu ve korkuya bıraktı; ürkekler titredi, cesurlar fısıltıyla konuşmaya başladılar.

“Hiç böyle bir şey gördün mü?” diye sordu biri.

“Dağın üzerinde gibi görünüyor. Ne olduğunu bilmiyorum, hiç böyle bir şey görmedim.” cevabı geldi.

“Bir yıldız patlayıp düşmüş olabilir mi?” diye sordu bir başkası, dili dolanarak.

“Yıldız düşünce ışığı sönüp gider.”

“Ben anladım!” diye bağırdı biri kendine güvenle. “Çobanlar aslan gördüler ve onu sürüden uzak tutmak için ateş yaktılar.”

Bunu söyleyenin yanındaki adamlar rahat bir nefes alıp, “Evet, doğru! Bugün oradaki vadide sürüler otluyordu.” dediler.

İzleyenlerin huzuru kaçtı.

“Hayır, hayır! Yahuda’daki bütün ormanlar bir araya toplanıp yansa alevi bu kadar yüksekte, böyle güçlü bir ışık saçamaz.”

Derken evin tepesinde bir sessizlik oldu, ama sonra tekrar gizem devam etti.

“Kardeşler!” diye bağırdı saygıdeğer bir Yahudi. “Gördüğümüz şey babamız Yakup’un rüyasında gördüğü merdiven. Babalarımızın Yüce Tanrı’sı kutsasın!”

XI

İSA’NIN DOĞUŞU

Beytüllahim’in bir buçuk, hatta iki mil kadar güneydoğusunda, kentten dağın yükseltisiyle ayrılan bir ova uzanır. Kuzey rüzgârlarından iyice korunan ova Frenk incirleri, bodur meşeler ve çam ağaçlarıyla kaplıdır, hemen yanındaki küçük vadi ve koyaklarda zeytin ve dut ağaçları vardır; yılın bu mevsiminde oralarda otlayan kuzular, keçiler ve sığırlar için çok değerlidir buralar.

Kentin uzağındaki bir uçurumun altında ta eskilerden kalma büyükçe bir mârâh, yani ağıl vardı. Damsız ve yıkıldı yıkılacak hâldeydi. Ama onu çevreleyen duvarlar sapasağlam kalmıştı ve sürülerini binadan ziyade oraya götüren çobanlar için daha büyük önem arz ediyordu. Alanın etrafını çevreleyen bu taş duvar bir adam boyu yükseklikteydi ama bazen yabani hayatın açlığıyla gelen bir panter ya da aslan cesurca içeri atlayabilirdi. Duvarın iç kısmında sürekli tehlikeye karşı korumayı artırmak için dikenli çalılıklar dikilmişti, bu öyle başarılı bir buluştu ki tepesindeki sivri dikenli dalların arasından bir serçe bile geçemezdi.

Sürüleri için taze otlar arayan birçok çoban onları buraya getirmişti. Sabahın erken saatlerinden itibaren ağaçlıklarda haykırışlar, baltaların sesleri, koyunların ve keçilerin melemeleri, çanlarının şıngırtıları, sığırların böğürmeleri ve köpeklerin havlamaları çınlamaya başlamıştı. Güneş battığında mârâha doğru yol aldılar ve geceyle beraber her şey güven altındaydı. Sonra kapının aşağısında bir ateş yakıp mütevazı yemeklerini paylaştılar, içlerinden birisini nöbete dikip dinlenmek ve sohbet etmek üzere oturdular.

Gözcü hariç altı kişiydiler. Ateşin etrafında toplanmışlardı, bazıları oturuyor, bazıları da yüzükoyun uzanıyordu. Alışkanlık olarak başları açık dolaştıklarından saçları gür yığınlar hâlinde kabarmıştı. Sakalları boyunlarını kaplıyor, keçe gibi göğüslerine iniyordu; yünleri de üzerinde olan oğlak ve koyun derisinden harmanileri boyunlarından dizlerine kadar bütün vücutlarını çevreliyor, geniş kemerler kaba giysilerini bellerinden kuşatıyordu. Sandaletleri kaba deridendi; sağ omuzlarında yiyecek ve sapan için seçilmiş taşlar taşıyan keseler asılıydı; her birinin yanı başında yerde mesleklerinin sembolü olan değnekleri duruyordu.

İşte böyleydi Yahudiye’nin çobanları! Görünüşte tıpkı ateşin etrafında onlarla beraber oturan sıska köpekler gibi kaba saba ve yabaniydiler; aslında kısmen sürdükleri ilkel yaşamdan, ama esasen gözettikleri sevimli ve çaresiz yaratıklardan dolayı saf ve merhametliydiler.

Dinlenip sohbet ettiler; bütün konuşma konuları, dünya için sıkıcı olsa da kendilerinin tüm dünyası olan sürüleriydi. Önemsiz olaylar üzerinde uzun uzun konuşuyorlar, bir koyunun kayboluşunu anlatırken hiçbir ayrıntıyı atlamıyorlardı. Hayvanlar daha doğuştan itibaren onların işi olmuştu, bütün gün onları korumuş, su taşkınlarından geçirmiş, derin çukurlardan aşmışlardı. Onların arkadaşı, düşünce ve ilgi odağı, bütün amacıydı; onları korumak için ölümüne bir aslanla ya da soyguncuyla yüz yüze gelmeleri bile gerekebiliyordu.

Şans eseri öğrendikleri ulusları yok eden ve dünyanın egemenliğini değiştiren büyük olaylar onlar için önemsizdi. Şu veya bu şehirde Herod’un yaptığı şeylerden, inşa ettiği saraylardan, yasakladığı uygulamalardan nadiren haberdar oluyorlardı. Sürülerini güttükleri tepelerin üzerinde ya da onları sakladıkları korunaklarda borazan sesiyle sık sık tedirginlik yaşıyorlar, kafalarını uzatıp bakınca bir kalabalık, bazen ilerleyen bir lejyon görüyorlar, ışıldayan başlıklar gözden kaybolup da onlara heyecan yaratan olay son bulunca askerlerin yaldızlı başlıklarını ve kendi hayatlarının tam tersi olan albeniyi düşünüyorlardı.

Ama bu kaba saba ve basit insanların da kendilerine özgü bilgileri ve erdemleri vardı. Sebt günlerinde kendilerini arındırırlar ve sinagoglara giderlerdi. Hazan,22 Tevrat’ı elden ele dolaştırırken hiç kimse onlardan daha büyük bir hazla onu öpemez; sheliach23 metni okuduğunda kimse onlardan daha mutlak bir imanla dinleyemez, vaazları onlardan daha fazla benimseyemez ve sonradan üzerinde onlardan daha fazla düşünemezdi. Şema’nın24 bir ayetinde basit yaşamlarının bütün bilgi ve kanununu buluyorlardı. Tanrıları tektir ve onu bütün ruhlarıyla sevmelidirler. Ve onun sevgisi krallarınkini kat kat aşıyordu, buydu onların erdemi.

Sohbet ederlerken ve daha ilk nöbet bitmeden, çobanlar oturdukları yerde uzanarak teker teker uykuya daldılar.

Tepelik bölgelerde kış mevsiminde çoğu geceler olduğu gibi gece berrak, ayaz ve yıldızlardan ışıl ışıldı. Hiç esmiyordu. Hava sanki hiç bu kadar temiz olmamıştı; sükûnet sessizliğin ötesine geçiyordu. Gökyüzünün aşağıya doğru eğilip kendisini dinleyen yeryüzüne iyi şeyler fısıldadığı kutsal bir sessizlik vardı.

Abasına sıkı sıkı sarılmış olan nöbetçi kapıda yürüyor; zaman zaman uyuyan sürünün arasından bir kıpırtı ya da dağ tarafından bir çakal çığlığı fark edip duruyordu. Onun için gece yavaş ilerliyordu, ama sonunda geldi. Nöbeti sona erdi. Şimdi emeğin yorgun çocuklarına bahşettiği rüyasız bir uyku onu bekliyordu! Ateşe doğru ilerlerken durakladı; ayınkine benzer yumuşak ve beyaz bir ışık onu çevreledi. Soluksuz bekledi. Işık arttı, görünmez nesneler görünür oldular; bütün araziyi ve örttüğü her şeyi görmeye başladı. Dondurucu havadan daha keskin bir ürperti, bir korku ürpertisine kapıldı. Yukarıya doğru baktı, yıldızlar yok olmuştu; ışık sanki gökyüzündeki bir pencereden geliyor gibiydi. O baktıkça daha da parlak bir hâl aldı, sonra çoban korku içinde bağırdı:

“Uyanın, uyanın!”

Köpekler ayaklandılar ve havlayarak kaçıştılar.

Şaşırmış hâldeki sürü telaşlandı.

Adamlar ellerinde silahları ayağa kalktılar.

“Ne oldu?” diye sordular, hep bir ağızdan.

“Bakın!” diye bağırdı nöbetçi. “Gökyüzü alevler içinde!”

Işık birdenbire dayanılmaz bir hâl aldı, çobanlar gözlerini elleriyle kapatıp diz çöktüler, ruhları korkuyla ürperirken, kör ve baygın bir hâlde yüzüstü düştüler, eğer bir ses onlara seslenmeseydi ölebilirlerdi.

“Korkmayın!”

Dikkat kesildiler.

“Korkmayın, bakın size ve bütün insanlığa büyük bir sevinç haberi getirdim.”

Bütün tatlılığı ve yatıştırıcılığıyla alçak ve net olan ses bütün varlıklarına nüfuz ederek onları güvenle doldurdu. Dizlerinin üzerine kalktılar, iman dolu bir şekilde bakarak büyük ihtişamın merkezinde beyazlara bürünmüş bir adamın görüntüsünü gördüler; omuzlarının üzerindeki katlanmış kanatları ışıldıyordu; alnında akşam yıldızı kadar parlak bir yıldız sabit bir ışıkla parıldıyordu; elleri kutsar gibi onlara doğru uzanmıştı; yüzü dingin ve kutsal bir güzelliğe sahipti.

Kendi basit yaşamlarında sık sık meleklerden söz ettikleri olmuştu, şimdi de hiç kuşkuya kapılmadılar ve yüreklerinin derinliklerinde, “Tanrı’nın haşmeti bizimle.” dediler.

Melek konuşmaya devam etti.

“Bugün Davut’un şehrinde sizin için bir kurtarıcı, İsa Mesih doğdu!”

Bu kelimeler zihinlerine işlerken yine bir sükûnet oldu.

“Bu size bir işaret olacak.” diye devam etti ses sonra. “Bir yem teknesinin içinde kundağa sarılmış bebeği bulacaksınız.”

Müjdeci tekrar konuşmadı; iyi haberlerini vermişti, ama bir süre daha kaldı. Birdenbire ortasında bulunduğu ışık pembeye dönüşüp titreşmeye başladı. Sonra insanların görebileceği kadar uzakta göz alıcı şekilde gidip gelen beyaz kanatlar ışıldamaya başladı, uyum hâlinde birçok ses bir ağızdan, “Yücelerdeki Tanrı’ya şan, yeryüzüne huzur, insanlara iyi niyet!” dediler.

Bu övgü pek çok kez tekrarlandı.

Sonra müjdeci uzaklardan bir onay bekliyormuş gibi gözlerini yukarı kaldırdı; üst kısımları kar beyazı olan kanatları hareketlenerek karanlıkta sedef gibi görkemle yavaş yavaş açıldı, iki yanından metrelerce açılan kanatlarıyla hafifçe yükseldi, hiç zorlanmadan ışığı da kendisiyle birlikte götürüp gözden kayboldu. O gittikten uzunca zaman sonra gökyüzünden nakaratlar döküldü: “Yücelerdeki Tanrı’ya şan, yeryüzüne huzur, insanlara iyi niyet!”

Çobanlar kendilerine geldiklerinde aptallaşmış bir hâlde birbirlerine baktılar, sonra içlerinden biri, “Bu Tanrı’nın habercisi Gabriel’di.” dedi.

Kimse cevap vermedi.

“İsa Mesih doğdu, dedi değil mi?”

Sonra bir başkası sesini toparlayıp cevap verdi: “Aynen öyle dedi.”

“Davut’un şehrinde demedi mi, yani Beytüllahim’de. Onu kundak içinde bulacakmışız.”

“Bir yem teknesinin içinde.”

İlk konuşan düşünceli bir hâlde ateşe baktı ve sonunda sanki ani bir karara varmış gibi, “Beytüllahim’de yem teknelerinin olduğu tek bir yer var; o da eski hanın yakınlarındaki mağara. Kardeşler, gidip bakalım. Rahipler ve din bilginleri uzun zamandır İsa’yı arıyorlardı. İşte şimdi doğdu, Tanrı bize onu tanıyacağımız işareti verdi. Gidip ona tapınalım.”

“Peki ya sürüler!”

“Tanrı onlara göz kulak olur. Acele edelim.”

Hep beraber ayağa kalktılar ve mârâhtan ayrıldılar.

***

Dağın etrafından ve kentin içinden geçip hanın kapısına geldiler, nöbette bir adam vardı.

“Ne istiyorsunuz?” diye sordu nöbetçi.

“Bu gece müthiş şeyler görüp işittik.” diye cevap verdiler.

“Biz de müthiş şeyler gördük, ama hiçbir şey işitmedik. Ne duydunuz bakalım?”

“Yakınlardaki mağaraya gidelim, önce bir emin olalım sonra sana anlatırız. Bizimle gel de kendi gözlerinle gör.”

“Saçma sapan bir şeydir.”

“Hayır, İsa doğdu.”

“İsa mı? Nereden biliyorsunuz?”

“Önce bir gidip görelim.”

Adam küçümseyerek güldü.

“İsa ha. Onu nasıl tanıyacaksınız?”

“Bu gece doğdu, şimdi bir yem teknesinde yatıyor, bize öyle söylendi. Beytüllahim’de yem teknesi olan tek bir yer var.”

“Mağara mı?”

“Evet. Bizimle gelsene.”

Meydandan geçtiler, orada da uyanıp muhteşem ışıktan söz edenler vardı. Mağaranın kapısı açıktı. İçeride bir lamba yanıyordu, teklifsizce içeri girdiler.

“Huzur seninle olsun.” dedi nöbetçi Yusuf’a ve Beth-Dagonlulara. “Bu insanlar bu gece doğan bir çocuğu arıyorlar, kundak içinde yem teknesinde bulacaklarmış onu.”

1...45678...11
bannerbanner