
Полная версия:
Aşk ve Nefret Kitabı
Semiha böyle bir küstahlık karşısında şok olmuştu. Bu masum bir eğlence değildi. Ya sarhoş John, herhangi bir nezaketi unutarak sadece bununla yetinmezse ne olacaktı?
Aşot oturduğu yerden fırlamıştı, gözlerini fal taşı gibi açarak ve ellerini kollarını hızla sallayarak konuşmaya başladı.
Beyler! – diyerek, yüksek sesle bağırdı. – ‘Sanırım birbirimizden saklayacak, utanacak, etrafa bakıp sıkılacak bir şeyimiz yok. Yani çok özgün, güzel ve çok makul bir teklifim var. Bir süreliğine eşlerimizi değiştirelim. Ne düşünüyorsunuz? İnanıyorum ki hanımlarımız sadece alışkanlıktan vazgeçmek için değil, bir başkasıyla yeni şehvet duyguları yaşamak için de ilginç bir öneriye itiraz etmezler,’ dedi Aşot, şehvetle.
Duyduklarından Semiha’nın nefesi kesilmişti, vücudundan bir tiksinti ürpertisi geçti. Bu müstehcen adam şaka mı yapıyor du yoksa gerçekten böyle bir utanmazlığı mı ima ediyordu? İşte gerçek sefalet, rezillik! Arkadaşlarla her hangi bir eşyanın değiş tokuşu ya da başka bir şey değil, eşleri değiştirmek… Tanrım, ne utanç! Hayır, hayır, olamaz! Umarım böyle kirli planlar sarhoş hezeyanı olarak kalır!
Ama öyle görünüyor ki, böyle düşünen sadece kendisiydi: İlisa ve Engelsina buna içtenlikle gülerek karşılık vermiş, yanakları kızarmış ve gözleri iştahla parlamıştı.
“Eğer bunu eşlerimiz istiyorsa, bu onların hoşuna gidiyorsa, bu isteğe direnmeyiz, uygun gördüğünüz şekilde hareket edin” dediler ve cilveli bir şekilde bunu kabül ettiler.
Ve sonra tüm bu saçma maskaralıklara sabırla katlanan Semiha buna daha fazla dayanamadı. Aşağılanma ve öfke duygusu ona hakim olmuştu ve oturduğu yerden kalkarken, öfkeden çaresiz bir haykırışa dönüşen sözlerini söyledi:
– Bu nedir, böyle? Bu gerçekten sizin övündüğünüz özgürleşme ve rahatlık mı?! Kızlar, sizin derdiniz ne? Vicdanınız, şerefiniz, gururunuz nerede? Kendi namusunu kurtarmak için ölüme gitmeyi tercih eden Kazak kızları siz değil misiniz?..
– Neden sinirleniyorsun ki? Kazak kadınları neden diğer kızlardan daha aşağı olsunlar? diye bağırdı İlisa. – Ne onurundan bahsediyorsun? Küresel ölçekte değerlendirecek olursak, tüm bunlar kimsenin umurlarında değil. Biz fahişe miyiz sanki? Sevgili kocalarımızı, cinsel tutkularını sinsice tatmin eden bazı yabancı güzeller gibi aldatıyor muyuz? .. Hayır ve yine hayır! Ve bu değişme fikiri bizim düşüncemiz mi? Kocalarımızın kendileri böyle istedi… Bu, bilmek istiyorsanız, özgür aşktır. Bu aşka, duyguya yeni bir bakıştır… Yeni bir zamanın ruhu… Hala anlamıyorsan anla artık!
– Sen… bak… akıllı olmayı ve alınganmış gibi davranmayı bırak, köyünün görgü kurallarını anlatma bize! Hayatın getirdiği yenilikleri keşfedemiyorsan, dilini tut, konuşma ve modası geçmiş görüşlerinle, doldurulmuş bir aptal olarak kalma, diyerek’ Engelsina alaycı bir şekilde çıkıştı.
Sem – genellikle makul, ölçülü bir genç olarak – morarmış ve karısına saldırmamak ve onu parçalamamak için tüm gücüyle kendini tutuyordu. Aşot, dudaklarını iğneleyici bir şekilde kıvırarak münakaşaya müdahale etmek durumunda kalmıştı:
– Sem, yeni evlenirken sana ne tavsiye ettiğimi hatırlıyor musun? Ama sonra benim fikrimi dinlemedin, kendi bildiğin gibi davrandın. Ve işte sana sonuç.
‘Ben de vazgeçirmeye çalışmıştım’ dedi kızgınlıkla John. Çılgına dönen Sem, Sapargül’le yalnızca kendisi arasında kalması gereken sırrı arkadaşlarına anlatmaya kararlıydı, küçük düşürülmüş karısına küçümsemeyle bakarak haykırdı:
– Ah, hiçbir şey bilmiyorsunuz! Bunu bir sır olarak sakladım, sizlerden sakladım. Bir düşünsenize, benden önce tek bir erkeğin ona bakmadığı, imrenmediği ortaya çıktı. Bu kadar yıl yaşamasına rağmen hiç bir erkekle birlikte olmamış! Bu olacak bir şey mi?!
– Öyle mi! İlisa alaycı bir şekilde kıkırdadı. – Yani, erkekler onu görmemezlikten gelmişler ve hiçbiri ona aşık olmamış… İlginç bir durum! Vah, zavallı Sem … Bu kimseye lazım olmayan bakireyi sadece sen, bir budalayı almışsın!
– Hayır, inanamıyorum! Bu olamaz! Sem, şaka mı yapıyorsun? Doğruyu söylediysen, o zaman senin Semiha’n… gerçek bir… aynı… diyerek – güldü Engelsina.
Burada yapacak başka bir şeyi olmadığını hisseden Semiha hızla ayağa kalktı, kendini toparladı ve yolu aramadan hızla oradan uzaklaştı. Geriye dönüp bakmaktan, geride kalan, kaba, alaycı, aşağılık ve iğrenç, işe yaramaz ve utanmaz küçük insan grubuna bir an bile bakmaktan iğreniyordu.
IV– Semiha, dünkü çıkışını nasıl anlamamı bekliyorsun?
– Tam tersine, bu soruyu sana ben sormak isterim…
– Neden?! Senin gibi vahşi öfkemi göstermedim ben. Mütevazı bir ziyafet olan dostluk buluşma ortamını bozmadım. Ama sen… kendi kültür eksikliğini, arkadaşlarıma saygısızlıkla gösterdin.
– Kültürsüz mü? Yani ben mi kültürsüzmüşüm? Ha ha ha! Benimle dalga mı geçiyorsun? Yani benim haysiyetimi, şerefimi incittiklerini anlamadın mı, ruhumu umursamadıklarını farketmedin mi? Aman Tanrım! Kimlere dönüşüyoruz!?
– Neden “kime dönüşüyoruz” diyorsun? Uygunsuz, olağanüstü bir şey mi oldu? İnsanın arkadaşlarıyla öpüşmesi günah mı? Tamam, eş değiştirmeyi teklif ettiklerinde… kabul etmeyebilirsin. Belki sana bu doğal olmayan, sıradışı gibi görünüyordur. Ama onlar için … tüm bunlar saçmalık, abartılacak bir şey değil. Bu arada, şimdi birçok insan ve bizim çevremiz de böyle düşünüyor. Bu nedenle buna itiraz edemem, aralarında beyaz bir karga gibi görünmek istemem. Yoksa beni anlamazlar ve bana gülerler. Sen sebepsiz yere öfkelendin, zavallılığını ve kötü huyunu gösterdin.
– Görgüsüzlük mü? Neden bahsediyorsun?! Terbiye, ahlaklı davranış, eğitim unsurları tüm Kazaklarda ve hatta tüm insanlıkta ortak değil midir? İnsanlık, ahlak gibi kavramlarından haberin yok mu? Ve tüm bunlar, her şeyden önce, açık bir vicdanla, bir haysiyet duygusuyla başlar. İcat ettiğiniz özel davranış normları umurumda bile değil. Bu, yeni, ultra-modern bir şey için ahlaksızlığı ve yobazlığı savuşturmaya yönelik acıklı girişimlerden başka bir şey değil.
– Hey hey, bırak öfkelenmeyi! Hırsını yeterince gösterdin! İlk olarak, seni değerli kişilerin ortamına kimin soktuğunu unutma. Tanınmış bir soydan ve kabileden olmayan birisi olarak senin taşra alışkanlığınla onurlu bir yere çıkmaya yeltenmemen ve kendi yerini bilmen için seni ve öfkeni daha ne kadar dizginleyebilirim!
– Senin kibirli olarak sandığın taşralı alışkanlıklarından değil, insan davranışından, iletişim kültüründen bahsediyorum. Fakat, görünüşe göre, boşuna uğraşıyorum, bunu sizin gibilerinin anlama olası olmadığı gibi basit gerçekleri anlatmaya çalışıyorum…
– Ah, her şeyi sadece senin anladığın ortaya çıkıyor ve bizim de aptal ve beyinsiz olduğumuz anlamına geliyor. Arkadaşlarım da demek böyle. O zaman konuşacak bir şey yok. Pekala, yolun açık olsun! Kapı önünde. Dört bir yöne yolun var! Seni tutan kimse yok…
– Bak şimdi nasıl konuşmaya başladın! Öyleyse aşkına ne oldu, tanıştığımızda hissettiklerin? Ayrıca seni nikah masasına zorla sürüklemedim. Peki en derindeki hislerin, tutkuyla ve ihtirasla bana fısıldadığın, sevgini gösteren romantik sözlerin nereye gitti? Bunların hepsi bir gösteriş ve aldatmacadan mı ibaretti? diye sordu sesi titreyerek.
– Gösteriş ve aldatma yok. Her şey doğruydu. Sadece her şeyin zamanı var… Evet, sana aşıktım, ama şimdi duygularım soğudu, ruhumda şüpheler belirdi, tamamen farklı düşüncelerle meşgulüm, diyerek- başını eğdi Sem.
– Anlaşıldı. Şimdi her şey artık benim için açık, – diye fısıldadığında gözlerinden yaşlar süzülüyordu ve sesinde acı hissediliyordu Sapargül’ün.
VSem ve Semiha boşandılar.
Pansiyondaki eski odasına geri dönmüştü, istismara uğramış aşkını ve başarısız evliliğini korkunç bir rüya olarak unutmaya, işe dalmaya, uzun süredir devam eden bir alışkanlık ritmine girmeye ve yaşanan şoku hatırlamamaya karar vermişti. İlk başlarda, bunları becerebilmişti. Ancak, her geçen gün ruhu daha fazla acı çekiyordu. Geceleri, kabuslarla işkence görmeye başladı, anlaşılmaz depresyon nöbetleri ve açıklanamayan kaygılar onu sarıyordu. Böyle dönemlerde kalbi nedense daha hızlı atmaya başlardı ve nefes alması zorlaşırdı.
Daha önce hiç böyle bir şey başına gelmemişti. Vücutu kurşun yorgunluğuyla dolduğunda, ona itaat etmeyi reddettiğinde boğazı spazmlarla inliyordu, bütün bunlar Sapargül’ün ruh hali üzerinde iç karartıcı bir etki yapıyordu, kasvetli düşüncelere yöneltiyordu.
‘Ve ne tür bir anlaşılmaz, sıkıntılı bir zaman geldi’?! diye şikayet etti, her şeyi anlamaya çalışarak. – Bana hangi çağı yaşamak nasipmiş? Kiminle, hangi gençlikle? Ben kimin çağdaşıyım? Bugünün ahlakı nedir?.. Rahmetli annem sık sık tekrar etmeyi severdi: ‘Vicdan insanın aynasıdır.’ Artık hayatta bu basit gerçeğe gerçekten yer yok mu?! Biz gençler kimi taklit ediyoruz, nereye gidiyoruz?”
Başka bir düşünce de aklını çeliyor ve rahat bırakmıyordu: ‘Eski Kazaklar, yeni Kazaklar diye bir şey var mı? Ve birbirlerinden nasıl farklıdırlar? Bugünün Kazak’ı sadece uzak atalarının değil, hatta yakın akrabalarının – babaların ve büyükbabaların – temellerini, geleneklerini, göreneklerini kibirli bir şekilde reddederse, gelecekte bizi ne bekler? Geriye dönüp Batılı yaşam biçimine bakıp kendi milli özelliklerimizi reddederek canımızın istediğini yaparsak kim oluruz? Geçmişten gelen ahlaki değerlerin hiçbir anlamı yokken, şimdi her yerde ve her şeyde namussuzluk ve vicdansızlık mı hakim oldu? Bununla övünmek mümkün mü? Bu bir rezalet!’
Sapargül işinden tamamen soğumuştu. Önceden yataktan kalkar kalkmaz hızlı bir kahvaltı yaptıktan sonra, en sevdiği işini zevkle yapmak için işyerine diğerlerinden daha önce acele ederken, şimdi yorgun ve her şeyden tiksiniyordu. Kayıtsızlık ve ilgisizlik ona hakim olmuştu. Dikkatlililik ve itina isteyen ve kendisine zevk veren işi artık çekiciliğini kaybetmiş, ona can sıkıcı, anlamsız ve ağır gelmeye başlamıştı ve haftanın beş iş günü işkenceye dönüşmüş, sanki bir kendini kandırmacaya dönüşmüştü ve sanki hayalet gibi gerçek hayatın görünümünü ortaya koymaya çalışıyordu, ancak bunlar birer yanılsamadan ibarettiler sadece! Gözlerinizi açmanın zamanı geldi: gerçekler tamamen farklı. Ya Sem gibi insanlar gerçek, dolu bir hayat yaşıyorlarsa? İyi beslenme konuları veya modaya uygun kıyafetlerin alınması hakkında kesinlikle bir endişeleri yoktur. Her şeye sahiptirler, hiç bir şeyden geri kalmamışlardır. Hayat, tüm maddi imkanlarıyla birlikte kaygısız ve güvenlidir onlar için. Belki de varoluşun anlamı budur? Anlayamadığı tek bir şey vardı, dünya uygarlığına ayak uydurmaya çalışan bu insanlar, nasıl olup da milli köklerinden kopmak için çırpınarak çabalıyorlar, diyorlar ki, eski, sözde modası geçmiş her şeye bir son vermenin zamanı geldi, ve bunu küstahça ‘Kazakçılık’ olarak adlandırıyorlardı… Ciddi anlamda yeni çağın sözcüsü olarak gördükleri yeni kuşağa görkemli kadehler kaldırıyorlar. Yeni çağın ruhuna ve eğilimlerine tam olarak uyan modern gençliğin kendileri olduğuna boş yere inanıyorlar. Ama bu kibirlerinde şunu bilselerdi, tam tersine kendileri çok şey kaybediyorlardı, kendilerini soyuyorlardı. Ve bunu da bilmeleri çok zor. Ve görünüşe göre, bilmek te istemiyorlar. Bu küstah ve vicdansız tiplere dur diyecek, akıl ve vicdan sahibi bir insan çıkmayacak mı?..’
Sapargül, benzer düşüncelerin zihnini doldurduğunda, gözlerini kapatmasına izin vermeyen ve bir depresyon ve baskı durumuna yol açan, uykusuz geceler geçiriyordu. Ve böyle manevi işkenceler içinde daha kaç sıkıcı gün ve kasvetli gece yaşamak zorunda kalacaktı…
İşte yeni sabah ta istenen rahatlamayı getirmemişti, acı veren düşünceler hala kalbine işkence ediyor ve ruhunda acı bir iz bırakıyordu. Gece gündüz kendini kamçılaması zaten dayanılmazdı. Ayrıca ileride bir ışık ta görmüyordu.
“Allah hepsini kahretsin! Gerçekten her şeyin suçlusu ben miyim? Neden memleketimde onlar gibi özgür ve rahat, aşağılanmış ve muhtaç gibi hissetmeden dolaşamıyorum? Diğerlerinden eksik olan tarafım ne? Taşralıysam, unutulmuş bir köyden olmuşsam ne olmuş, en nihayetinde ben de iyi bir eğitim aldım, akıl ve yetenekten mahrum da kalmış değilim. Neden utanayım? Onlar Rusça biliyorsa ben de Kazakça biliyorum. Hatta onlara göre bir avantajım var, onların aksine her iki dili de çok iyi biliyorum. Yani bu narsist gururlu insanların beni suçlayacak hiçbir şeyleri yok. Onur ve gurur tartışmalarına gelince, bu tamamen farklı bir konu. Görüşlerim, ahlak, insan onuru hakkındaki fikirlerim taşradan ilham alıyor. Bu, baba ve annenin, akrabaların, sevdiklerinin çocukluğundan bu yanaki iyi bir etkisidir. ‘Vicdan insanın aynasıdır” derdi annem. Ve yorulmadan kızların onurunu, kızların gururunu koruması gerektiğini söylerdi. Bunda komik, utanç verici ne olabilir? Nedir bu önyargılar?! Bu ahlaki ilkeler değil mi? Bu durumda kim çıldırmış olabilir – ahlak ilkelerini muhafaza eden bir insan mı yoksa zaman mı? Kim en nihayetinde? Kim?’
Karmaşık duygular içinde Sapargül düşüncesizce ayağa kalktı ve balkona çıktı. Güneş artık gökyüzünde zirveye ulaşmıştı, ama sanki daha az önce ışınlarını göstermeye başlamıştı. Işınları, sıcaklıklarıyla doğayı cömertçe besliyordu. Gözün alabildiği uzaklardan, Alatau’nun karla kaplı heybetli zirveleri ona küçümseyerek bakıyordu. Bunların en yükseğinde, güneş parlaması hayali bir şekilde oynuyor, bu yüzden keskin dağ zirveleri hançer bıçaklarını andırıyordu. Böyle bir izlenimde, sanki ilkel gücüyle ezici bu devasa silüet kendisiyle gurur duyuyordu: ‘Benimkinden daha yüksek bir zirve, benden daha güçlü ve görkemli bir şey gördünüz mü?’ Bir an için Sapargül’e dağlar onunla alay ediyor, dalga geçiyorlarmış gibi gelmişti…
Ve kalbini yırtan baskıcı düşüncelerin akışı hala kesilmiyordu. ‘Sığır ruh için bir kurbandır, vicdan ise ruh için bir kurbandır’, – sonuçta Kazaklar çok eski zamanlardan beri böyle derlerdi. Tüm öğütleri görev bilinciyle dinlemiş olmam, kafama sokulan her şeye körü körüne inanmam gerçekten benim suçum mu? Öyleyse, hata aynı zamanda iffetli olmayı, bir kızın onurunu koruması gerektiğini, melek gibi saf bir ruhu korumayı görevim olarak görmemde mi?
Göğsü, bilinmeyen bir kaba kuvvet tarafından acımasızca sıkışıyordu, kalbinin çırpınmasına, kıvranmalarına neden oluyordu. Kasvetli ve acı düşünceler, şiddetli bir fırtına öncesi kara bulutların kütlesi gibi yoğunlaşmıştı. Sapargül kendisini, hayattaki desteğinden mahrum kalmış, etrafındaki dünyaya olan tüm ilgisini kaybetmiş, hem mutluluğunu hem de daha önce tüm engelleri aşmasına yardımcı olan ruhunu kaybetmiş küçük, savunmasız ve talihsiz bir varlık gibi hissediyordu.
Ve sinirleri böyle bir gerginliğe daha fazla dayanamazdı. Boğazından yürek parçalayıcı bir çığlık koptu ve Sapargül isterik bir çığlık attı:
– Tanrım, sana karşı neyi yanlış yaptım? Neden beni böyle cezalandırıyorsun? Neden beni böyle bir çıkmaza sürükledin? Çıkış nerede? Allah’ım, merhamet et, ne yapmam gerektiğini söyle, beni doğru yola ilet! Şimdi kimim ben?.. Kime gerekliyim?! – Kalbi paramparça, büyük bir umutsuzluk içinde, sınırsız hıçkırıklarla sarsılarak bağırdı.
Sapargül, birilerinin onun inleyişlerini duymasını umursamıyordu. Başını dizginlenemez bir öfke nöbeti içinde kaldırarak, birikmiş tüm öfkesini, savunmasız, titreyen ruhunu aşırı bir yükle ezen tüm umutsuzluğunu dışarı kustu. Hayat sert ve acımasızca ona vahşi kurt sırıtışını göstermişti.
Artık yaşamak istemiyordu…
GÜZELLİKTEN BÜYÜLENEN
Bu hikayenin ana karakteri, Mirza Jarashan, hayatta sadece güzellikten etkilenen ve onu gerçekten idolleştiren ölümlülerden biridir. O etrafını saran dünyanın umursamaz bir algılayıcısı değildi, onu dolduran renkleri ve en küçük tonlarını da hissedebiliyor, doğanın ihtişamını büyük bir coşkuyla ve derinden yaşıyordu, onun karşısında eğiliyordu ve, doğal olarak, kadın güzelliğine hayrandı, çünkü ruhunun en derinliklerine kadar işleyen aşk duygusuyla, doğadan ve kadından daha mükemmel bir şeyin olamadığına tüm benliğiyle inanıyordu.
Hayır, romantik bir ortamda olmanın gizli ve samimi yanlarını hala algılayan tecrübesiz ve saf bir genç değildi – zaten oldukça olgun bir yaştaydı, önemli bir yaşam tecrübesi vardı. Ancak, görünüşe göre, yine de, garip bir şekilde, bir tür hayali dünyadaydı, çünkü değişken insan hissinin kolayca alınıp satılabileceğini hayal edemiyordu.
* * *Jarashan kısa bir süre önce küçük ama hızla büyüyen bir şehre geldi; bu şehir, hızlı bir şekilde gelişmek ve sıradan bir Sindirella’dan bir peri masalı prensesine dönüşmek gibi mutlu bir kadere sahipti. Jarashan kendisini burada kısa bir süreliğine yeni acemi olarak hissetmişti, ancak buraya oldukça hızlı bir şekilde adapte olmuş ve kendisini kalabalık ve gürültülü bir bulvardaki bir muhafaz gibi ve aynı zamanda berbat bir sokakta buradaki yaşamın tüm inceliklerinden anlayan birisiymiş gibi gösterebilirdi. Bu şehirden olması gerektiği gibi, felsefi olarak çok şey aldı. Ve kışın ortasında kendisini bu sert topraklarda bulduğundan alışamadığı tek şey, felaket kasırga rüzgarları ve dondurucu soğuklardı. Üstüne üstlük, hava hemen hemen her gün çarpıcı biçimde değişiyordu: bugün – şiddetli bir kar fırtınası, böyle karlı bir kasırga, beyaz ışığın görünmediği gri bir pus, yarın ise – yakıcı bir rüzgarla beraber güçlü bir ayaz. Bu değişken hava, Jarashan’a eksantrik ve saçma bir kadının öngörülemeyen mizacını ya da hırçın ve kötü niyetli yaşlı bir adamın inatçı karakterini hatırlatıyordu. Bundan önce, Jarashan, adapte olamadığı yerel iklimin aşırı tezahürlerini deneyimlemeye dayanamayarak, çaresizlikten neredeyse mesleki ilerleme umutlarından vazgeçip, kışları bu soğuktan farklı olarak hafif ve kısa süreli olan, bereketli güney sıcaklığına, alışılmış yaşam koşullarına geri dönecekti. ‘Sağlık olduktan sonra, gönlüne göre bir iş her zaman bulunur… İnsan hayata iki kez gelmiyor, hayat sadece bir defalık… Ve bu hayatı da çılgın fırtınaları, dayanılmaz ayazları ve şiddetli rüzgarları olan aptalca bir şehirin hakimiyetine vermenin, öldürücü bir girdaba düşmüş zavallı bir balık gibi kendini hissetmenin, ya da korkudan ve çaresizlikten ötürü tir tir titreyen zavallı bir varlık olmanın bir gereği yoktu. Evet, hayat sadece bir defalıktır…’ diye düşünüyordu Jarashan, nihai kararını vermeye hazırken. Sıradan bekar eşyalarını valizine yerleştirmeye artık niyetlenmişti ve rahatlamış olarak ‘ayt – şu’ veda sözünü söylemeye hazırdı… Fakat, ayrı bir daire alma sırasındayken yaşadığı yurt odasına kurnaz ve atılgan genç olan Seribek geldi. Gürültülü, hareketli, girişken, neşeliydi – ölçülü Jarashan’ın tam tersiydi. Her zaman neşeli bir ruh hali içinde olan Seribek, ne Ocak ayının çatırdatan ayazlarına, ne de Şubat ayının kar yağışlarına ve şiddetli kar fırtınalarına en ufak bir ehemmiyet göstermiyordu. Durmadan dalga dalga gelen ve insanın kemiklerine sızan acı verici rüzgarlar bile ona hiç dokunmuyorlardı, sanki onlar yoktular. Seribek bunlara kayıtsızca boş veriyordu: “Ah, bunlar bir şey değil, – diyerek sırıtıyordu. “Buna kızmamalısın, çünkü sadece bir kez yaşıyorsun, sevgili agay.” Seribek’in ara sıra tekrarladığı bu deyim, Jarashan’ın “sadece bir hayat var” düşüncesiyle örtüşüyordu. Bu kutsal sonuca sadece farklı kavramlar koymuşlardı. Jarashan, bu “tek hayatı” nerede, nasıl ve kiminle yaşayacağına dair düşüncelerle ızdırap çekerken, cesur genç Seribek, herhangi bir şehirde tam olarak güzel yaşamanın mümkün olacağına inanıyordu. İster çılgın bir kar fırtınası patlasın, buz gibi bir kasırga çıkdın, isterse de gökyüzü yeryüzüne karışsın – bu bizim endişemiz olmamalı, sadece havanın tüm kaprislerine alışmamız ve şunu hatırlamanız gerekiyor: bir kez yaşıyoruz, öyleyse yaşamalı ve sızlanmayı bırakmalı, bahtsız bir hasta olarak kendi ruhunuzu parçalamamalısınız. Ve bu durumda dahi kendinizi dört duvara kilitlemenize gerek yok, günlük hayatı sıkıcı bir rutine indirmenize de gerek yok: iş – ev, ev – iş olarak. Böylelikle de hayatı monoton ve sıkıcı gündelik yaşama dönüştürmeyin. Kendinizi toparlamanız, ızdırap veren düşüncelerinizin üstesinden gelmeniz, çevrenize farklı gözlerle bakmanız, sıradan bir varoluşa yeni, ilginç bir şey getirmeniz, bu hayatta bir tür güzellik ve çekicilik bulmanız gerekiyor. Ve sonra nereye giderseniz gidin, nereye adım atarsanız atın, ayaklarınızın altında taşlı toprak değil, kuğu tüyü gibi yumuşak bir toprak olacaktır.
Böyle ya da bunun gibi bir şey, diye düşündü görkemli yakışıklı Seribek, kasvetli ve suskun komşusunu canlandırmaya çalışarak. Ancak kurnaz konuşmaları şimdiye kadar hedefine ulaşmamışlardı.
Jarashan ne kadar uğraşırsa uğraşsın yine de ruhsal dengesini bulamamış, sakinleşmek için herhangi bir destek bulamamış ve rahat bir nefes alamamıştı. Zihninde, yalnızca bir hayatın olduğu ve ne zaman sona ereceğini yalnızca Tanrı’nın bildiği gibi aynı saplantılı düşünce durmaksızın yankılanıyordu. Ve bu ne zaman gerçekleşirse gerçekleşsin, burada takılıp kalmaya niyeti yoktu, çılgın, dondurucu rüzgarların şiddetle estiği bu sevmediği ve yabancı şehirde ölümünü beklemek istemiyordu. Evet, iş konusu, onun için bir arzu varsa, özellikle de oldukça deneyimli bir uzman için ve bununla birlikte sağlıktan yoksun olmayan, güçlü bir fiziğe sahip birisi için her zaman bulunacaktır. Tek ve değerli hayatınızı güzel, arkadaş canlısı, kalbe yakın, bakımlı, pırıl pırıl temiz, soğuk olmayan verimli bir iklime sahip başka bir şehirde geçirmek için var olan doğal arzuya sahip olmanın neresi günahtı? Ve o, Jarashan, yeryüzünde hiçbir şeyin olmadığı kadar güzel olan kendi memleketinin topraklarına karşı konulamaz bir şekilde dönme arzusundan ötürü suçlu muydu? Ancak bu genç, büyüyen şehir de aynı şekilde, kaotik düşünceler ve belirsiz duygular tarafından boğulmuş Jarashan’ın onu sevememesinden kabahatli değildir. Burada kimse suçlanamaz. Ve hayat gerçekten tektir. Ve bunu nasıl ve ne şekilde yaşayacağını da insanın kendi bileceği iştir. Bu kimseyi ilgilendirmez. öyle değil mi?
Ve yine de… bu kusurlu dünyada, var olan her şeye güvenen, kolay başarının peşinden koşanlara aylak, zor denemelerden kaçınan ve zorluklardan korkanlara korkak ve sızlanan denir. ‘Yaban mersini’ tabirli insanlar ise – ruhen zayıf olanlar ve kendilerini olağandışı koşullarda bulur bulmaz hemen geri çekilip kendine güneşin altında sıcak bir yer aramak için acele edenlerdir.
O gerçekten öyle birisi miydi? Zayıf ve sızlanan, ilk dünyevi rahatsızlıklardan korkan “Yaban mersini” ve bir korkak mı?
Ama gerçek şu ki, sadece bir hayat var. Ve insan, işini layıkıyla ve dürüstçe daha uygun koşullarda yapabilecekken, kendi gücünü test etmek için hangi yüce hedefler adına, deneysel bir tavşan gibi olmanın ne anlamı var? Ne kadar acı çekebilirsin, kendini tüketebilir misin? Bu deneyimlere kararlı bir şekilde son vermenin ve bu şehire ‘elveda’ demenin zamanı gelmedi mi?
Kapıyı çalarak, kaygısız ve neşeli bir şekilde Seribek odaya girdi ve Jarashan’ı kaotik düşüncelerden uzaklaştırdı.
Jarashan gülümsedi, yine kendi yaşam formülünün “Hayat sadece tektir” ile komşusunun en sevdiği deyim “Bir kez yaşıyoruz” sözüyle çakışmasına hayret etmişti. Hatta ona öyle geliyordu ki, her iki ifade de birbirlerine yakındı ve bir ‘ortak dil’ buldukları görülüyordu.
Seribek de Jarashan ile bu meyanda konuşarak akşam sohbetini bu şekilde açmış oldu.
– Siz, agay, lütfen “Bir kere yaşıyoruz” ifademi yanlış anlamayın. Demek istediğim, hayat zaten kısa ve mümkünse tüm çabaların faydalı eylemlere, önemli başarılara yönlendirilmesidir…
‘Boş ver’ diyerek onunla mutabık olduğunu ifade etti Jarashan. – Önemli değil, kardeşim, senden on on beş yaş büyük olmama rağmen ben de sonuçta bu zamana aitim. Yaş yaştır, ama ruhum hala genç. Ve yaşlanmak için acelem de yok. Biz istesek te istemesek te o gelip bizi zaten bulacaktır. Doğanın kanunu böyledir. Ve “Sadece bir kez yaşıyoruz” e gelince, ben de sürekli düşünüyorum bu konu hakkında.
“Ah, beni anlaman harika,” diye memnuniyetle güldü Seribek. Jarashan da gülümsedi. O akşamdan itibaren genç, aceleci, cesur Seribek ile sakin Jarashan yavaş yavaş yakınlaşmaya başlamışlardı, yatmadan kısa bir süre daha havadan sudan konular hakkında keyifli konuşmalar yaptılar. İlişkileri, dört dörtlük arkadaşça olmasa da gayet yakın bir dost havası içinde olmaya başlamıştı.
Kısa bir süre sonra, pervasız komşusunun kurnazca söylemlerine Jarashan da hak vermiş ve kendisine ısrarla dört duvar arasına tıkılıp kalmaması, kafeye gitmesi, eğlenmesi, keyfini çıkarması, çünkü hayatın gelip geçici olduğu fikrine katılmaya başlamıştı…
Genç arkadaşının ısrarına boyun eğen Jarashan, kasvetli bir ev sahibi olmayı bıraktı ve serbest akşamlarını Seribek’le geçirmeye, ruhunda kademeli bir rahatlama hissetmeye başladı. Bu kadar külfetli olan, onu rahatsız eden, sinirlerini yoran şeyin, dikkat edilmemesi gereken bir saçmalık olduğu ortaya çıktı. Ve saçma bir kadının inatçı öfkesine benzeyen yerel değişken hava, artık ona hiç dokunmuyordu, ruh halini etkilemiyordu. Aralıksız çılgın rüzgarların esmesine, ısıran ayazların çatırdamasına, kar fırtınalarının şiddetlenmesine izin verin – bunun için üzülmeye değer miydi? İsterse gökyüzü bile yere düşsün – bunu umursamıyordu. Buna takılıp kafasını boş yere lüzümsuz şeylerle doldurmasının bir anlamı yoktu. En önemli şey, sıradan günlük yaşamını küçük bir bayrama dönüştürebilmekti. Gün boyunca, elbette, tüm özen ve titizlikle kendine verdiği işiyle ilgilenecekti, akşamları ve hafta sonları – kendi kendisinin efendisi olarak – kafeler, barlar, restoranlar bekleyecekti… Hoş müzik , büyüleyici danslar… Bütün bunlar heyecan verici, eğlenceye özel bir çekicilik veriyordu. Belki de gerçek olan hayat buydu?