
Полная версия:
Abdülhamit ve afrodit
İzzet Paşa meraklı bakışlarla Cafer Ağa’yı süzerek, “Ne var bakalım? Pek telâşlısın,” dedi.
Cafer Ağa’nın korkudan elleri titriyordu. Koynundan bir hançer çıkardı ve anlatmaya başladı:
“Hünkâr biraz evvel bahçeye çıkmıştı. Şimdi yatağını düzeltirlerken karyolasının başucunda bu gümüş saplı hançeri bulmuşlar!”
İzzet Paşa, Padişah’ın yatağında bulunan gümüş saplı hançeri inceledi.
“Saraydaki esrarengiz hadiseler artık korkulacak kadar önemli bir şekil aldı.”
Başmusahip’in ısrarına rağmen, İzzet Paşa kendisine gelen tehdit mektubundan bahsetmek üzere Hünkâr’ı görmeye gitti. Cafer Ağa ise arkasından yalvarıyordu:
“Allah aşkına, Paşa hazretleri, Efendimize hançer meselesinden bahsetmeyiniz!”
MELAHAT’İN FOYASI MEYDANA ÇIKINCA
Abdülhamit akşamüstü yatak odasında Melahat’le beraber oturuyordu.
Melahat, sarayda takip ettiği işler hakkında Padişah’ı ikna edecek birçok belge ve bilgi elde etmişti. Abdülhamit’in sorularına cevap veriyordu.
“Kız, işler yolunda, değil mi?”
“Evet, Padişahım.”
“İkbal hiç şüphelenmedi mi?”
“Hayır, Efendimiz! Bilakis, benimle o kadar samimi oldu ki… Güya beni ayartmaya çalışıyorlar.”
“Bari kendi hesaplarınca başardılar mı?”
“Her dediklerini yapacak gibi göründüm. Tabii kendilerini başarmış sayarlar!”
“İkbal’in kardeşi ne diyor?”
“Efendimize yalan söyleyecek değilim. Bu çocuk çok isyankâr ruhlu bir delikanlı.”
“Ne dedin? İsyankâr ruhlu bir delikanlı mı?”
Padişah bu kelimeyi işitince çıldırmış gibi birden yerinden kalkarak Melahat’in üzerine yürüdü.
“Doğru mu söylüyorsun, kız?”
Melahat korkusundan odanın bir köşesinde sindi.
“Yalnız kendisi değil, daha başka arkadaşları da varmış.”
“Onlar da mektepli miymiş?”
“Dört beş tanesi Tıbbiyeli. Diğerleri de dışarıda çalışan bir kısım gençlermiş!”
“Seni ne tarzda ayartmaya çalışıyorlar?”
“Güya beni Efendimiz aleyhine dolduracaklar. Sonra onlardan taraf olduğuma emin olunca hainliğimi ortaya koyarak size ihbarda bulunacaklar. Böyle bir tuzağa düştükten sonra sonumu keşfetmek kolaydır.”
“Vay hainler, vay! Seni tuzağa düşürünce ellerine ne geçecek?”
“Padişahım, beni kıskanıyorlar, iltifatınızdan uzak kalayım diye cariyenizi gözden düşürmek istiyorlar. Maksatları budur.”
“Nazikter ’den bir haber var mı?”
“Zaten bütün bunlar hep onun başının altından çıkıyor, Padişahım.”
“Ben onun kimseyle görüştürülmemesini irade etmiştim. Sen de onunla bu kadar uğraşma.”
Abdülhamit, Melahat’i kollarından çekip dizinin dibine oturttu ve sevmeye başladı.
Melahat, çok ince, ipekli bir elbise giymişti. Padişah bu güzel ve zeki kızın kollarını okşarken sol omzunda ufak bir put işareti gördü. Gözlerini açarak derin bir hayret içinde Melahat’in bembeyaz omzunu tetkike koyuldu.
“Kız, sen Müslüman değil misin? Bu omzundaki haçın mânâsı nedir?”
Melahat sol omzunu daima Padişah’tan saklamaya çalışırdı.
Genç kız efendisinin bu ani şiddet ve öfkesi karşısında şaşırmıştı.
Abdülhamit, Melahat’i yere yatırarak bağırmaya başladı:
“Kız! Çabuk söyle bana! Sen İsa’nın mı, yoksa Muhammed’in misin? Hangi peygamberin ümmetindensin?”
Melahat, zor bir durumda kalmıştı. Hakikati itiraftan başka çare yoktu.
Padişah en yüksek sesiyle, yumruklarını sıkarak bağırıyordu:
“Kız, çabuk diyorum, anlat bana bu işin sırrını! Sen Müslüman mısın, yoksa Hıristiyan mı?”
Melahat’in söyleyeceği sözler boğazında düğümleniyordu.
“Evvelce Hıristiyandım Padişahım. Şimdi hamdolsun Müslümanım!”
“Demek ki sen Cevdet Bey’in kızı değilsin. Öyle mi?”
“Padişahım…”
“Sus! Nihayet Cevdet de beni aldattı, ha?”
Abdülhamit rovelverini çekti.
“Haydi, anlat bana! Sen Cevdet’e ne maksatla baba diyorsun?”
”Efendimiz! Cariyeniz Bursa’nın Apollon köyünden balıkçı Apustol’un kızıydım. Babam dereden balık tutardı ve öyle geçinirdik. Köyümüzün manzarası, havası ve suyu çok güzel olduğundan, Bursa’ya, kaplıcalara gelen birçok kimseler köyümüze de gezmeye gelirlerdi. Cevdet Bey Bursa’ya gelmiş, oradan da köyümüze uğramıştı. Dere başında oynarken beni görmüş. Ben o vakit sekiz yaşındaydım. Cevdet Bey’in hiç çocuğu olmadığı için beni çok sevmiş ve evlat olarak almak istemiş. Babamla konuşmuş. Sonra annem de gelmiş, onunla da görüşmüşler, her ikisi de razı olmuş. Nihayet Cevdet Bey babama bir avuç para verdi ve beni Apollon’dan alıp İstanbul’a getirdi.”
Padişah rovelverini cebine koymuştu. Melahat, Hünkâr’a hayatını aynen anlatıyordu, sözüne devam etti:
“İstanbul’a gelince Cevdet Bey’in evinde beş on gün kaldıktan sonra üstümü başımı düzelttiler ve beni Fransız mektebine verdiler. Cevdet Bey, cariyenize hakiki babalık vazifesi yapmıştır, Padişahım. Artık benim hayatta ondan başka babam yok!”
“Köyündeki Apustol’u nasıl unutuyorsun?”
“Onlar çoktan öldüler.”
“Ya ölmeseydiler?”
“Yine unutacaktım. Çünkü köyde dere başında geçen hayat, cariyeniz için çok tahammül edilmez ve ilkeldi. İstanbul’a geldim, tahsil ve terbiye gördüm, adam oldum.”
Abdülhamit sağ elinin başparmağıyla sakalını kaşıyarak bir müddet düşündü.
“Kız, senin bu dediklerine inanayım mı?”
“Efendimize yalan söylemeye nasıl cesaret edebilirim?”
“Eğer anlattıkların yalan çıkarsa vay hâline.”
“Şimdi babamı çağırıp sorabilirsiniz, Padişahım!”
“Fakat Cevdet bu işin içyüzünü bana şimdiye kadar neden anlatmadı?”
“Babam cariyenizi o kadar sever ki, hakiki evladı olsaydı, onunla bile belki bu derece meşgul olmazdı.”
Padişah alaycı bir tavırla sordu:
“Bugün de sana hâlâ hakiki evlat gibi mi bakıyor?”
“Emin olunuz, Padişahım.”
Melahat’in kumral saçları beyaz omuzları üzerine dökülmüştü. Padişah’ın böyle bir sebepten dolayı kendisine kıyacağını ümit etmiyordu.
Hünkâr ilk şiddetini kaybetmişti.
“Meseleyi bir defa da babana sorayım!” dedi. Ellerini çırptı, içeriye giren haremağasına derhal Cevdet Bey’i getirmesini söyledi, sonra Melahat’e hitap etti:
“Haydi, kalk!” dedi. “Sen Şeytan ile Melek’in temasından hâsıl olmuş bir mahluksun!”
Eliyle genç kızın saçlarını okşadı.
“Eski ismin neydi bakayım?”
“Afrodit.”
“Afrodit mi? Bu ne güzel isim!”
“Köyümüzde bu ismi taşıyan benden başka çocuk yoktu.”
“Peki, bu omzundaki işaret nedir?”
“Efendimiz, o köyümüzün eski bir âdetidir. Kadın erkek herkesin eline, göğsüne, koluna yahut omzuna, böyle deri altına mavi boya ile resim ve yazı işlerler. Hatta bazı köylülerin yüzlerinde bile vardır. Cariyenizin de omzuna bir put işlemişler.”
“Mademki Müslüman oldun, bu münasebetsiz işareti şimdiye kadar vücudunda taşımakta ne mânâ vardı?”
“Cevdet Bey birkaç defa çıkartmak istedi, fakat canım acır diye korktum.”
“Canın da pek kıymetli galiba! Onu bir daha omzunda görmeyeceğim!”
Abdülhamit tekrar ellerini çırptı ve içeriye giren haremağasına, “Bana şimdi Süleyman Bey’i çağırınız,” dedi. “Takımlarını alsın da gelsin!”
Hekim Süleyman Bey’den evvel Cevdet Bey huzura girmişti.
Padişah eskisi gibi hiddetli değildi. Melahat’in kendisinden merhamet dilenen nazarları Abdülhamit’in asabını gevşetmişti. Yine de Melahat’i kızım diye tanıttığı için Cevdet Bey’e kızgındı.
Padişah, sadık kölesi içeriye girer girmez, “Gördün mü şu yediğin haltı?” diye bağırdı.
Cevdet Bey evvela bu sözden bir şey anlamadı ve şaşkın şaşkın etrafına bakınırken birden Melahat’in çıplak omuzlarını gördü.
Cevdet Bey’in rengi kül gibi olmuştu. Padişah başını sallıyor ve soğuk soğuk gülerek söyleniyordu:
“Ne bakıyorsun? Yoksa Afrodit’i tanımadın mı? Cevap versene!”
Cevdet Bey vaziyetin vahametini anlamıştı. Ağzından bir kelime bile çıkmıyordu.
“Fazla düşünme, ben Apollon yıldızından her şeyi öğrendim.”
“Afrodit’i evladımdan fazla sevdiğim için, onun tahsil ve terbiyesine fazlasıyla itina ettim, Padişahım! O, evladımdan başka bir şey değildir ve tamamıyla Türkleşmiştir.”
Abdülhamit, Cevdet Bey’den de aynı hikâyeyi dinleyince rahatlamıştı. Hünkâr’ı sinirlendiren bir şey varsa,o da Melahat’in omzundaki putu şimdiye kadar vücudunda taşımasıydı.
Padişah, Cevdet Bey’i bundan dolayı azarlıyordu. Tam bu esnada Hekim Süleyman Bey elinde ameliyat çantasıyla soluk soluğa, yorgun bir halde Beşiktaş’taki evinden Yıldız Sarayı’na gelmişti. Haremağasının verdiği haber üzerine Hekim, Padişah’ın huzuruna girdi.
Abdülhamit arzusunun derhal yapılmasını istemişti.
Melahat’in diğer sahalardaki cesaretine rağmen bu ufak ameliyat karşısında lüzumundan fazla inatçılık göstermesi canının fazla kıymetli olduğunu anlatıyordu.
Padişah, “Ben uzaktan bakacağım, haydi, çabuk, şu kızın kolundaki put resmini derisinin altından, canını yakmadan çıkar bakayım!” dedi.
Hekim Süleyman Bey hemen aletlerini masanın üstüne koydu ve genç kızın omzunu muayene ederek, “On dakika zarfında ameliyatı bitiririm, Efendimiz!” dedi ve neşteri eline aldı.
Fakat Melahat birdenbire yerinden kalkmıştı. Korkusundan gözleri dönen ve burun delikleri süratle açılıp kapanan Melahat’in tatlı, oynak sesi, senelerden beri olumsuz cevaplara alışkın olmayan bu odanın kanlı duvarları arasında yükseldi:
“Hayır, yaptırmayacağım!”
Padişah, Melahat’in itirazına sıkılmışsa da fazla ehemmiyet vermemişti. Hekim’e hitaben, “Haydi, ne duruyorsun?” diye haykırdı. Melahat’i bir kolundan Cevdet Bey, diğer kolundan Cafer Ağa tutarak, koyun boğazlar gibi sedirin üzerine yatırdılar.
Melahat, Padişah’ın huzurunda bulunduğunu unutmuştu. Avazı çıktığı kadar bağırıyordu:
“Benden ne istiyorsunuz? Allah aşkına beni bırakınız! Canımı yakmayınız!”
Cafer Ağa, efendisinden aldığı talimat üzerine bir elini Melahat’in ağzına götürdü. Bu suretle genç kızın sesinin işitilmesine mâni olacaktı. Halbuki Melahat mektepte spor yaptığı için oldukça kuvvetli bir kızdı. Başını salladı ve Cafer Ağa’ya, “Hınzır fellah, çekil oradan!” diye sesinin bütün kuvvetiyle bağırdı.
Abdülhamit, Cafer Ağa’nın gördüğü bu hakaretten ötürü canının sıkıldığını hissetmişti. Melahat gözyaşlarıyla ıslanan yanaklarını silen hekime yalvarıyordu:
“Ah Hekim Bey… Sen bari canımı yakma! Ah, ahhh! Beni öldürüyorlar!”
Abdülhamit yavaş yavaş kızmaya başlamıştı.
“Eee, sus artık, habis! Bu iş bittikten sonra bir de dilinin cezasını çekeceksin!”
Melahat’in sesi tekrar işitildi.
“Ahhh! Dudaklarım… Fırsat düşkünü fellah! Ben sana gösteririm!”
Bu esnada Padişah yandaki odaya geçmişti. Melahat, aklı başına geldiği zaman, “Padişahım, beni affedin!” dedi, fakat başı ve kolları serbest kalınca etrafında cellatlardan başka kimse olmadığını gördü. Hekim vazifesini bitirmişti.
“Gördünüz mü, küçük hanım?” dedi. “Boşuna bağırdınız!”
Cevdet Bey, kızından hiç beklemediği bu mânâsız gürültülerden dolayı çok üzülmüştü.
“Yavrum, nerede ve kimin huzurunda bulunduğunu bilmiyormuş gibi, öyle fena sözler söyledin ki! Cafer Ağa’ nın bile kalbini kırdın zannederim!” dedi.
“Omzuma ameliyat yapılırken sizin canınız değil, benim canım acıyordu. Bir koyun yüzer gibi derimi yüzdünüz! Hiçbirinizin insaf ve merhameti yokmuş!”
Hekim Süleyman Bey aletlerini toplamış gidiyordu.
“Kızım, sargıyı sakın açmayınız, ben yarın açar ve sargıyı kendi elimle değiştiririm. Nihayet on günlük bir zahmeti var. On gün sonra kapanır gider. Sakın merak etmeyiniz,” dedi.
Bu esnada Padişah’ın oturduğu odanın kapısı açıldı ve Başmusahip’in başı göründü.
Daima İkbal ve Nazikter’i koruyan Başmusahip, kibirli bir tavırla odadan içeriye girerek, “Efendimiz, Melahat’in dışarı çıkıp başkaları ile konuşmasını yasakladılar. Şimdi onu burada yalnız bırakıp çekiliniz,” dedi.
Cevdet Bey fazla bir şey söyleyemedi. Kızının aksiliğinin böyle bir netice doğuracağını tahmin etmişti.
Hekimle birlikte yürüdüler ve Melahat’i odada yalnız bırakıp dar ve loş bir koridora çıktılar.
Başmusahip arkalarından yetişti.
“Efendiler!” dedi. “Hünkâr, bu ameliyatın gayet gizli tutulmasını ve kimseye bu hususta bir kelime söylenmemesini de emir buyurdular. Bu kararı size bildirmekle yükümlüyüm.”
Cevdet Bey başını önüne eğdi ve kendi kendine “Felaket… Felaket,” diye mırıldandı.
Aynı akşam, Nazikter bulunduğu hapisten kurtulmak için her gün kendisiyle temas eden İkbal’e talimat veriyor ve Melahat’in kendi vaziyetine düşürülmesinin nasıl mümkün olabileceğini düşünüyordu.
Nazikter’in bu husustaki girişimi gayet önemliydi. Abdülhamit her şeyden ziyade siyasi cereyanların kendi aleyhinde gelişmesinden korkuyordu. Nazikter, efendisinin bu zaafından faydalanmaktan başka kurtuluş çaresi olmadığını görüyordu.
Tıbbiyeliler o günlerde mektepte bir toplantı yapmışlardı. Saraya verilen jurnaller bu toplantının Padişah aleyhinde olduğunu haber verdiğinden, Abdülhamit, talebelerin bu girişiminden fena halde hiddetlenerek içlerinden yedi tanesinin Anadolu’ya sürgün gitmesini irade etmişti.
O gün Haydarpaşa’dan trenle Anadolu’ya sevk edilen Tıbbiye talebeleri, ele geçmeyen diğer arkadaşlarına bu mesailerinde devam etmelerini tavsiye etmişlerdi.
Sürgüne giden talebeler ile en çok görüşenlerden biri de Nuri’ydi.
Nuri’nin vaziyetinden yalnız kız kardeşi İkbal haberdardı. Fakat Nazikter de Nuri’nin tehlikeli bir genç olduğunu tahmin ediyordu; onunla birkaç defa görüşmüştü, Nuri daima Padişah’ın ve etrafındaki adamların aleyhinde konuşurdu. Nazikter onun ne demek istediğini anlamamakla beraber, Nuri’den hoşlandığı için, “Aman kuzum Nuri Bey, yavaş söyleyiniz!” diye ellerini tutarak yalvarırdı.
İkbal’e gelince; o, biraderinin hemen her şeyini bilirdi. Onun ve arkadaşlarının ne yapmak istediklerini pekâlâ biliyordu. Ve işte Nazikter’e en ziyade ümit veren de bu kızdı. Ne vakit bu meseleden bahsedilse, İkbal derhal şu suretle söze başlardı:
“Kardeşim! Efendimizin hali malum. Melahat’i Hünkâr’ın gözünden düşürmek için onun Nuri ile seviştiğini gösterecek bir plan kurmalıyız. Bak, görüyorsun ya, seni kurtarmak için kendi kardeşimi fedaya mecbur oluyorum.”
Nazikter bu teminattan çok memnun olurdu.
Bu meseleyi müzakere ederken Nuri’nin karşılaşması muhtemel tehlikeli vaziyeti de düşünürlerdi. Fakat Nuri saraya yabancı bir kimse değildi; nihayet Şehzade Burhanettin’in dairesinde bulunan bir kızın kardeşiydi.
Onun Melahat’le bir dakika bile beraber bulunması, genç kızın felaketini kolayca hazırlamaya yeterdi.
İşte, Melahat’in başkaları ile görüşmesinin yasaklandığı gece Nuri, İkbal’in penceresine tırmanarak saraya girdi. İkbal o gece Melahat’i kendi odasına getirecek ve arkasından da Başmusahip’e haber vererek Melahat’in gizlice Nuri’yi pencereden aldığını bildirecekti.
Nuri’nin bir şeyden haberi yoktu, ancak Melahat’i bir iki defa görmüş ve çok beğenmişti.
Nuri pencereden İkbal’in odasına girdiği zaman sular kararmıştı.
İkbal, kardeşine işaret verir vermez odasından çıkıp Melahat’i çağırmaya gitti.
Nuri ise odada kardeşinin geri gelmesini beklemeye başladı.
İkbal odadan çıkarken, “Nuri! Sen, ben gelinceye kadar karyolanın arkasındaki köşede otur, hiçbir yere kımıldama! Gece seni burada görürlerse kıyametin koptuğu gündür,” demişti.
Aradan on beş dakika geçtiği halde odaya hiç kimse gelmemişti. Nuri sabırsızlanıyordu.
Melahat gibi Padişah’ın en sevimli gözdesi olan bir kızla dostluğu ilerletmek, Nuri için her zaman ele geçer bir fırsat değildi. Karyolanın arkasındaki loş köşeye kirpi gibi sinmiş oturuyordu.
İkbal, Başmusahip’in odasına vardığında, Cafer Ağa odada aşağı yukarı dolaşıyordu. İkbal’i görünce, “Kız, bu vakit buralarda ne dolaşıyorsun?” diye seslendi. İkbal, Cafer Ağa’ya görünmek istemiyordu. Fakat birbirlerini görmüşlerdi bir defa, kaçmak olmazdı.
“Ağa hazretlerini görecektim,” dedi.
Cafer Ağa, Melahat’in yanından yeni gelmişti. Vücudu tir tir titriyordu.
“İkbal, buraya gel!” diye bağırdı.
İkbal, arkadan bir ayak sesinin kendisine doğru yaklaştığını hissederek başını çevirdi. Orta boylu, şişmanca ve esmer birinin de odaya girmek üzere olduğunu gördü.
Cafer Ağa derhal kapıya koşarak, “Vay, Paşam… Buyurunuz!” dedi ve geç vakit Başmusahip’in dairesine gelen bu meçhul misafiri saygıyla karşıladı.
İkbal, odanın bir kenarına çekilmiş, yavaşça sıvışıp odasına dönmeye hazırlanmıştı.
Cafer Ağa’nın hürmetle karşıladığı bu adam Fehim Paşa’dan başka bir kimse değildi.
Melahat, ameliyattan önce İkbal ve kardeşi Nuri hakkında Padişah’a bir hayli bilgi vermişti. Hatta Nuri’nin o gece kız kardeşini görmek üzere saraya gelmesi ihtimalinden bile bahsetmişti.
Melahat’in bu açıklaması Padişah’ı çok düşündürmüş, fakat bu cüretkâr genci yakalatmak istediğinden dolayı Melahat’e fazla bir şey söylemeyerek sadece kendisini dışarı çıkmaktan menetmekle yetinmişti.
Melahat’in ameliyatı yapılırken, Fehim Paşa da Yıldız Sarayı’na davet edilmişti.
İkbal odadan ayrılacağı sırada, Fehim Paşa kızın yanına sokularak eteğinden çekti.
“Dur bakalım, ne acele ediyorsun?”
İkbal yürümek istedi.
“Müsaade buyurunuz gideyim, Paşa hazretleri!”
“Vay, sen benim kim olduğumu biliyor musun?”
“Hayır, efendim. Cafer Ağa size, Paşam, dedi de.”
Cafer Ağa söze karıştı:
“Fehim Paşa hazretleri Burhanettin Efendi’nin dairelerine gitmedikleri için tabii ki kendilerini hiç görmemişsindir.”
“Hayır, efendim. Paşa hazretleriyle ilk defa müşerref oluyorum.”
Fehim Paşa kendine has sırnaşıklığını koruyordu. İkbal’in pamuk gibi beyaz elini tutup iki avucunun içine aldı.
“Kız, sen az güzel haspa değilsin!”
İkbal boynunu büktü ve korkak bir sesle tekrar rica etti:
“Müsaade buyurunuz gideyim, Paşam!”
Fehim Paşa’nın ruh hali birden değişti.
“Ne için bu kadar telâş ve acele ediyorsun? Yoksa odanda seni bekleyen biri mi var?”
İkbal’in benzi sapsarı olmuştu.
“Geç oldu da, Paşam, onun için,” diyebildi. Kalbi fena halde çarpmaya başlamıştı. Fehim Paşa genç kızın elini bırakmadı.
“Haydi, seni odana kadar götüreyim.”
İkbal’in yüreğine inmişti.
Başmusahip’in dairesinden ayrıldıkları zaman İkbal tekrar yalvardı:
“Paşa hazretleri, Allah aşkına beni bırakınız, odama gideyim!”
Fehim Paşa Çerkez dilberinin elini sımsıkı tutuyordu.
“İşte gidiyorsun ya! Bu yol odana gitmez mi?”
İkbal’in yalan söylemesi faydasızdı; Fehim Paşa kızın odasının nerede olduğunu çoktan öğrenmişti. Az sonra odanın önüne geldiler.
İkbal, korkusundan ne yapacağını şaşırmış bir halde, gece vakti bir şeytan gibi karşısına çıkan bu baş belasının elinden kurtulmaya çalışıyordu.
“Teşekkür ederim, Paşam. Buraya kadar zahmet buyurdunuz. Bu iyiliğinizi hiçbir zaman unutmayacağım!” dedi.
Fehim Paşa böyle kuru cilvelere metelik verir bir adam değildi. O saatte üzerine aldığı vazifeyi yapmak mecburiyetindeydi. Takip ettiği işin sonucuna göre az sonra Hünkâr’a malumat verecekti. İkbal’i göğsünden iterek odanın kapısını araladı.
İçerden ince bir ses işitildi:
“İkbal, nerede kaldın?”
Bu bir erkeğin… Nuri’nin sesiydi.
İkbal bu sesi işitti. Paşa’nın kolundan çekerek, “Allah aşkına odama girmeyiniz!” dedi ve ayaklarına kapandı.
Odaya giren Fehim Paşa, karyolanın arkasında hiddetinden kendi kendine homurdanan Nuri ile karşılaştı.
Zavallı Tıbbiyeli, birdenbire karşısına dikilen bu gözü dönmüş adamla yüz yüze gelince söyleyecek tek kelime bulamadı.
Fehim Paşa sordu:
“Kız, bu adamın bu vakit burada işi ne?”
İkbal korkudan titriyordu.
“Paşam, o benim kardeşimdir.”
“Kim olursa olsun. Gece vakti buraya nasıl girmiş?”
Nuri, bu gaddar bakışlı adamın Kızıl Sultan’ın adamı olduğunu anlamıştı. Kız kardeşinin sözüne kapılarak nihayet bir tuzağa düştüğüne hükmetti.
“Kardeşimi görmeye gelmiştim,” dedi.
Fehim Paşa, Tıbbiyeli gencin yüzüne kuvvetli bir tokat indirdi.
“Efendimizin ekmeğini yiyen hainler! Daha birkaç gün evvel arkadaşlarının sürgüne gittiğini ne çabuk unuttun?”
Tokadı yiyince Nuri’nin gözleri döndü ve ayağa kalkarak Fehim Paşa’nın gırtlağına sarıldı. Aklınca onu yere vurarak pencereden atlayıp kaçacaktı. Zavallı genç o saatte sarayın bütün kapılarının kapandığını bilmiyordu.
Kaleden yüksek duvarları nasıl aşabilecekti?
Tehlike karşısında fazla düşünmeye imkân bulamamıştı. Can havliyle düşmanının boynuna atıldı. Fehim Paşa’nın hızla çıkardığı rovelver yere düşmüştü.
İki adam alt alta, üst üste boğuşmaya başladılar.
İkbal’se tehlikeyi görünce haykırmak istedi.
Nuri elinin tersiyle kardeşine vurdu ve onu çabucak susturdu. Fehim Paşa bu çarpışmada mağlup düşmüştü.
Nuri, yerde yatan Fehim Paşa’nın başına iki tekme indirip, evvelce geldiği pencereden sarayın bahçesine atladı.
Tıbbiyeli genç, pencereden kaçarken lambayı söndürmüş ve karyolasında ağlamakta olan kız kardeşine son olarak şu sözleri söylemişti:
“İkbal! Beni artık ebediyen göremeyeceksin. Dağdan dağa, ormandan ormana kaçıp vahşi insanlar gibi yaşayacağım. Sen de milletin kanını emen bu canavarlar yuvasından yakanı kurtarmaya çalış!”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
Всего 10 форматов