Читать книгу Abdülhamit ve afrodit (İskender Fahrettin Sertelli) онлайн бесплатно на Bookz (3-ая страница книги)
bannerbanner
Abdülhamit ve afrodit
Abdülhamit ve afrodit
Оценить:
Abdülhamit ve afrodit

4

Полная версия:

Abdülhamit ve afrodit

Serasker Rıza Paşa huzura girmişti.

Bir gün evvel Padişah’a cuma selamlığında kısmen bahsettiği Yemen İsyanı, Osmanlı Devleti’ni müşkül vaziyete sokacak gibiydi.

“Zat-ı Şahanelerini üzen isyan haberinden sonra, Yemen Valisi’nden ve Yedinci Ordu Kumandanı Feyzi Paşa’dan şifreler aldık. Yemen İsyanı maalesef gittikçe vahamet kazanmaktadır,” dedi.

Abdülhamit şifreleri dikkatle okudu.

“Feyzi Paşa’nın bu isyanın önüne geçeceğinden eminim. O, Yemen çevresini ve isyanın nasıl bastırılması gerektiğini çok iyi bilir. Kendisine tüm yetkilerin verildiğini ve isyan eden Arapların cezalandırılması ile beraber diğer tüm kabilelerin de tatlılıkla yola getirilmesini istediğimi yazınız!”

“Efendimiz uygun görürlerse Yemen’e biraz da para gönderelim. Zira Yemen kabileleri fevkalade ihtiyaç ve yokluk içindeymiş.”

“Siz harbiye bütçesinden para göndermiyor musunuz?”

“Eldeki para ile ancak mühimmat ve savaş aracı tedarik edebildik. Hatta orduya dört aydan beri aylık bile veremedik!”

Padişah bu haberi işitince elindeki kâğıdı buruşturarak karşısındaki adamın üzerine attı.

“Yemen çöllerinde asilerle savaşan asker ve zabıtanın dört aydan beri maaş almadıklarını bana ne cesaretle söylüyorsun?”

Rıza Paşa zeki ve kurnaz bir adamdı. Padişah’a yirmi gün evvelki bir müzakere ve konuşmayı hatırlatarak, “Para cihetinden çok sıkışık bir vaziyette olduğumuzu daha yirmi gün önce zatınıza arz etmiştim. Efendimiz bunu dikkate almamıştı. Ayrıca bizden yirmi bin altın lira aldırmıştınız zannederim!” dedi.

Abdülhamit, Serasker’in bu acı hatırlatması üzerine mahcup olmuştu. Rıza Paşa’yı çok severdi. Tehlikeli vaziyetleri Hünkâr’ın yüzüne söylemekten çekinmeyen Rıza Paşa, Abdülhamit’in can alacak damarını bulmuştu. Padişah, Yemen İsyanı’na karşı o günlerde lüzumundan fazla alaka ve hassasiyet gösteriyordu. Bu alaka dolayısıyla da Müşir Feyzi Paşa’yı Hicaz’dan derhal Yemen’e göndermişti. Feyzi Paşa, kolağalığından beri tüm ömrünü Yemen’de geçirdiği için Yemen isyanlarını birkaç defa bastırmayı başarmış ve Yemen ahalisine kendini çok sevdirmişti. Yemen’de Feyzi Paşa’yı sevmeyenler bile hiç olmazsa ondan korkarlardı.

Abdülhamit, Yemen İsyanı’nın katiyen bastırılmasını istiyordu. İmam Yahya’ya saraydan bazı kıymetli hediyeler gönderilmesini irade etmekle beraber Rıza Paşa’nın tavsiyesini de reddetmemişti.

“Yemen’e derhal iki yüz elli bin mecidiye gönderilsin. Fakat bu paranın Hüdeyde’ye varmasından önce, orduya şimdiden bir maaş verilmeye başlanmalıdır.”

“O halde bu para kime verilecek?”

“Asilere.”

Padişah, Yemen’de isyan eden Araplara verilmek üzere hazineden iki yüz elli bin mecidiye gönderilmesini emredince, Serasker Rıza Paşa geniş bir nefes almıştı.

Artık bu mesele etrafında görüşülecek fazla bir nokta kalmamıştı. Serasker’in en çok endişe ettiği şey, Padişah’ın para vermemesi ihtimaliydi. Para meselesi hallolunca, diğer mahalli hadiselerin Yemen Kumandanı Feyzi Paşa ile de örtbas edilmesi imkânı vardı.

Rıza Paşa, Abdülhamit’in yanından çıkınca doğruca Babıali’ye giderek Sadrazam’ı görecekti.

Padişah, Rıza Paşa’nın arkasından derhal Melahat’i yanına getirtti.

“Eeee… Anlat bakalım!” dedi. “Yaver senden ne istiyordu?”

Melahat bir saatten fazla kaldığı karanlık odada epeyce düşünmüş ve Hünkâr’ın sorması muhtemel olan sorulara verilecek cevapları hazırlamıştı. Abdülhamit’in yüzü gülüyordu.

“Cariyeniz tarafından gizlice takip edilip araştırılmasını ferman buyurduğunuz işler hakkında çok önemli bilgiler elde etmiştim. Fakat Yaver Kâzım Bey…”

“Şimdi onu bırak. Evvela, elde ettiğin o önemli bilgilerin neden ibaret olduğunu söyle!”

Melahat, Padişah’ın iltifat ve tebessümlerinde samimiyet olmadığını anlamıştı. Gözünün önünde yaşanmış bir de cinayet sahnesi vardı. Bu önemli hadiseler karşısında kendisini kurtarmaktan başka yapabileceği bir şey olmadığını anlamış, ciddi bir tavırla Hünkâr’a cevap veriyordu.

“Dün Şehzade Burhanettin Efendi’nin dairesine şüpheli bir adamın geldiğini haber almıştım.”

Padişah gözlerini açtı.

“Kimmiş bu şüpheli adam?”

“Tıbbiyeli bir gençmiş.”

“Burhanettin’in dairesinde kiminle görüşmüş? Orasını anlayamadın mı?”

“Sarı saçlı, mavi gözlü ve orta boylu güzel bir kızla. Fakat bu kız, o gencin hemşiresiymiş.”

“Tıbbiyeli olduğu kesin mi?”

“Evet, Efendimiz. O kız saraya alındıktan bir müddet sonra Tıbbiye Mektebi’ne girmiş.”

“Pekâlâ netice?”

“Yaver Kâzım Bey’in Şehzademizin dairesine her zaman girip çıktığını bildiğim için, o kızın ve bu gencin kim olduğunu ondan öğrenmek istemiştim.”

“Fakat siz böyle bir şey konuşmuyordunuz. Ben kulaklarımla işittim. Saklama, o melun seni seviyor, hatta kaçırmak istiyordu!”

“Onun sevmesinin ne kıymeti olabilir, Sultanım? Ben ona bu hususta lazım gelen cevabı vermiştim.”

“İşittim. Onu da işittim ve memnun oldum. Bu sadakatinden dolayı seni ödüllendireceğim!”

Abdülhamit, Melahat’i sevip öpmeye başlamıştı.

“Bak, hava ne kadar sıcak. Bu akşamüstü seninle birlikte gül bahçesindeki havuzda yıkanırız, olmaz mı?”

Melahat, uzun kirpiklerinin arasından Padişah’ı inceleyip de efendisinin hayvani güdülerinden başka bir şey düşünmediğini görünce, “Mademki Efendimiz irade buyuruyorlar…” dedi ve en ciddi erkekleri bile çıldırtıp felce uğratan baygın bakışlarla güldü.

Abdülhamit, Melahat’in gülüşünden çok hoşlanıyordu. Melahat gülünce pembe yanaklarının ortasında iki ufak çukur beliriyordu. Hünkâr her şeyi unutmak ister gibi, kızın karşısında kendinden geçiyordu.

“Gül yavrum, gül! Sen gülerken bütün ıstıraplarımı unutuyorum. Bu mesele hakkında daha sonra, gül bahçesinde etraflıca konuşuruz. Demek ki Kâzım’ı boş yere vurdum, öyle mi?”

PADİŞAH’LA HAVUZ SEFASI

“Soyunsana, Melahat! Bak, neredeyse güneş batacak. Ortalık kararırsa sular serinler. Sonra havuzda üşürüz! Haydi bakayım, utanma! İşte, ben soyunuyorum. Haydi, entarini çıkar. Çamaşırlarını şu bohçanın üstüne bırak. Hah şöyle, aferin, aferin yavrum! Çabucak soyun da havuza atla bakayım!”

Bu esnada Abdülhamit de soyunmuş ve beline ince bir örtü sararak havuzun kenarına oturmuştu.

Melahat soyunmuş, çırçıplak duruyordu. Hünkâr’ın bu mânâsız ısrarı genç kızın canını sıkmıştı. Fakat Padişah’ın en büyük zevklerinden birinin havuz eğlencesi olduğunu biliyordu.

Saçlarıyla göğsünü kapadı ve birden havuzun içine atladı.

Melahat mektepte de deniz banyosuna meraklı olduğundan yüzmeyi iyi biliyordu.

Güzel kızın havuza atladığını görünce, Padişah’ın da artık bu hoş manzara karşısında tahammülü kalmadı. Yavaşça havuzun mermerlerine tutundu ve ayaklarını suya soktu.

Havuzun içindeki suyun derinliği bir metre kadardı. Havuz, Padişah’ın gözü önünde ancak bir saatte dolmuştu.

Abdülhamit, havuz sularının zehirli olma ihtimalini düşünerek, havuza gireceği zaman daima suyu değiştirir, yeni suyun dolmasını beklerdi.

Güneş batar batmaz ortalık birdenbire serinlemişti.

Padişah üşümemek için suyun içine bir defa dalıp çıktı.

Sevgilisini yanında böyle çırılçıplak gördüğünden dolayı çocuk gibi sevinçliydi. Suların içinde çırpınarak Melahat’in yanına gitti.

“Kız, benden niçin kaçıyorsun? Dur şöyle biraz yanımda bakayım! Ben en büyük zevkimi gözlerimle tatmin ederim. Gel yanıma, kaçma benden!”

Melahat havuzun sularını eliyle dalgalandırarak olduğu yerde durdu.

“Hava biraz serin galiba!”

“Ben sana çabuk soyunmanı söylemiştim. Lüzumsuz yere iki saat vakit geçirdin. Şimdi üşüyorsun, değil mi?”

Abdülhamit, havuzun içinde güzelliğin timsali gibi görünen bu işvebaz kızın biçimli, pembe beyaz vücudunu hayret ve dikkatle izliyordu. Padişah’ın şehvet kaynağına benzeyen gözleri dönmeye başlamıştı.

“Kız!” dedi. “Islanmış saçlarının ucundan damlayan sular, havuzun içine birer inci tanesi gibi ne hoş dökülüp saçılıyor! Bak şu güzelim manzaraya! Fakat ne yazık ki sen onları benim gördüğüm gibi görmüyorsun. Ufuktan etrafa yayılan pembe beyaz ışık, saçlarının üzerine aksetmiş ve insana, başının üstünde bir yanardağ varmış hissini veriyor. Sevimli kumral saçlarının her telinden bir kıvılcım dökülüyor. O kıvılcımlardan birisi de benim kalbimin içine sıçradı. Melahat! Sen ne güzel, ne eşsiz bir melekmişsin! Çok üşüyorsan yanıma gel, seni kucağıma alayım. Kaçma benden!”

Abdülhamit’le Melahat, gül bahçesindeki havuzda geç vakte kadar kalmışlardı. Bunaltıcı bir sıcaktan sonra başlayan hafif serinlik üzerine Padişah, yorgun ve bitap bir halde havuzdan çıkmıştı.

Melahat, evvelce bir haremağası tarafından bohça içinde getirilmiş Bursa havlularına sarılarak efendisinin giyinmesine yardım etmeye başladı.

Ay doğmuştu. Alaturka saat bir buçuğa gelmişti.

Abdülhamit, Melahat’in güzel ve yumuşak ellerini sıkarak, “Aman gözümün nuru, beni çabuk giydir! Biraz üşür gibi oldum. Galiba havuzda fazla kaldık,” dedi.

Melahat, Padişah’ı giydirdi. Çimenlerin üzerine serilmiş bir halıya uzanan Hünkâr, “Yavrum,” dedi, “arkama ve bacaklarıma o güzel ellerinle biraz masaj yap bakayım. Suyun içindeyken ne kadar hararetliydim. Çıkınca üşümeye başladım.”

Melahat, efendisinin her dediğini yapıyordu. Arkasını ve bacaklarını büyük bir itina ile ovuşturmaya başladı.

Abdülhamit’in keyfi tekrar yerine geldi.

“Ooooh! Melahat, şu dakikada benim duyduğum keyfi sen de hissetmiş olsan çıldırırsın! Bütün asabım gevşedi. Vücudumda tatlı bir rehavet hissediyorum. Banyo, masaj… Bunlar vücuda ne kadar faydalı ve keyif verici şeyler! Bilmem ki sen de benim gibi bunlardan zevk alıyor musun?”

Bu esnada Melahat’in göğsü açılmıştı. Vücudunda hafif bir ürperme hissederek gayri ihtiyari içini çekti.

Abdülhamit, başını çevirdiği zaman bu işvebaz kızı beyaz Bursa havluları içinde dağınık saçlarıyla o kadar güzel ve cazibeli buldu ki yattığı yerden kalkarak Melahat’in boynuna sarıldı.

“Yezit! Beni öldürecek misin? Her tarafın ateş parçası… Vücuduma neren temas etse derhal yakıyor. İçimde bir alev, gözlerimde bir ateş hissediyorum. Seni görünce her şeyi unutuyorum. Sen sihirli bir yaratığa benziyorsun. Bak şu saçlarının güzelliğine! Bak şu vücudunun hararetine! Benim ateşim, senin o hararetli ve pembe vücudunun yanında ne kadar soğuk ve mânâsız kalıyor. Sen bir yanardağa benziyorsun, Melahat! Ben de bu yanardağın yamacında ufak bir kıvılcım… Haydi, sarıl bakayım boynuma! Görüyorsun ki seni her şeyden, herkesten çok seviyorum! Şöyle o güzel kollarınla boynuma sarıl ve beni olanca kuvvetinle sık bakayım! Korkma, sana müsaade ediyorum. Kolların boynuma dolansın. Şu mehtabın altında seninle birlikte uyuyalım!”



Memleketin birkaç yerinde birden kopan isyan ve ihtilaller Osmanlı Devleti’nin siyasi vaziyetini günden güne tehlikeye düşürürken, Abdülhamit kendi zevkinden ve kendi canından başka bir şey düşünmüyordu.

Gül bahçesindeki havuz başından döndükleri zaman gece yarısı olmuştu.

Abdülhamit, Melahat’ten ayrılırken kulağına eğildi.

“Yavrum!” dedi, “Haydi, git yat. Rahatına bak. Yalnız, sabahleyin benim haberim yokmuş gibi Kâzım’ı da bir defa yoklayıver!”

Melahat gece Padişah’ın yanından ayrılır ayrılmaz doğruca odasına gitti ve efendisinin sözünü yerine getirmek için hemen yatağına girerek mışıl mışıl uyumaya başladı.

Genç kız sabahleyin gözlerini açtığı zaman, gül bahçesinin uyuşturucu ve şahane eğlenceleriyle sersemleyen başını iki kolunun arasına aldı. Düşünmeye başladı.

Sarayda herkes Hünkâr’ın gözüne girmek için yekdiğerinin aleyhinde bulunmayı bir vazife biliyordu. Melahat, Yaver Kâzım Bey ile kendisini buluşturan Nazikter’in çevirmek istediği dolapları kaşla göz arasında birer birer öğrenmiş ve Padişah’a söylemekten de çekinmemişti.

Abdülhamit, Melahat’in her şeye aklı eren, akıllı bir kız olduğunu anlayınca, saray içinde gizlice gördürülmesi icap eden siyasi işleri yavaş yavaş ona havale etmeye başlamıştı.

Abdülhamit gül bahçesi eğlencesini boş yere düzenlememişti. Melahat ile havuzda yıkanırken o dakikada her şeyi unuttuğunu söylemekle beraber, laf arasında genç kızı sorguya çekmiş ve ondan bilgi almaya çalışmıştı.

Padişah o akşam, kıskançlık yüzünden çevirdiği fırıldağın içyüzünü öğrenince Nazikter’i cezasız bırakmamış ve Çerkez kızının sarayın karanlık odalarından birine hapsedilmesini emretmişti.

Melahat bu neticeden memnun görünüyordu. Sevinçle yatağından kalkarak doğruca Yaver Kâzım Bey’in yattığı odaya gitti.

Kâzım Bey’in yarası epeyce ağırdı. Yine de başhekim ile diğer saray hekimleri tarafından büyük bir ihtimamla ameliyat edilmiş ve bu yolla ölüm tehlikesini atlatmıştı.

Melahat odaya girdiği zaman Kâzım Bey karyolada sessiz ve hareketsiz yatıyordu.

Genç kız, Kâzım Bey’in başucunda durdu ve kendi kendine, “Acaba uyuyor mu, yoksa ıstırabından dalgın bir halde midir?” diye sordu.

Kâzım Bey’in yarası başının alın kısmındaydı. Kurşun, kafatasını kısmen delerek beyni tahrip etmeden diğer taraftan çıkmıştı.

Başmusahip, Melahat’e bu malumatı verirken kulağına eğilerek, “Kâzım Bey’in ameliyattan sonra seni bir defacık olsun görmek istediğini söylersem memnun olur musun?” dedi.

Melahat, Başmusahip’in bu sözlerine dudak bükerek cevap bile vermeden yürümüştü.

Genç kız, hastanın başında ayakta dururken bu sözü hatırlamıştı.

Melahat’in elleri titriyordu. Kendisini ölüm döşeğinde bile hatırlayan ve ismini anan genç Yaver’in yüzünü okşarken Kâzım Bey gözlerini açtı ve dudaklarının arasından şu kelime işitildi:

“Hain!”

Kâzım Bey bütün bu oyunu oynayan ve başına bu felaketi getiren kadının Melahat olduğunu sanıyordu.

Melahat bunu evvelden tahmin etmişti. Kâzım Bey’in yanaklarını okşayarak yavaşça, “Ben masumum,” dedi ve macerayı olduğu gibi anlatmaya başladı. Fakat bu sırada oda kapısının aralığından mavi gözlü bir kadın yüzü görülmüştü.

Acaba bu iki masum sevgiliyi izleyen kadın kimdi?

İkbal, haznedar ustanın yetiştirdiği sarı saçlı, mavi gözlü ve sevimli bir Çerkez kızıydı.

İkbal ve Nazikter, geldikleri köyde beraber büyümüşlerdi. Nazikter, İkbal’den ancak üç yaş kadar büyüktü. Yıldız’da da birbirleriyle çok iyi geçiniyorlardı.

İkbal’in Nuri isminde bir de erkek kardeşi vardı.

Nuri, Tıbbiye Mektebi’nin son sınıfındaydı. Kız kardeşini ara sıra ziyarete gelirdi.

İkbal, Nazikter’in Yıldız Sarayı’nda karanlık bir odaya hapsedildiği gün, Şehzade Burhanettin Efendi’nin dairesinden harem-i hümayuna getirilmişti.

İkbal’in buraya getirilmesinin sebebini Padişah’la Melahat’ten başka bilen yoktu.

Nuri’nin son günlerde kardeşini sık sık ziyaret etmeye başlaması yalnız Melahat’in dikkatini çekmişti.

Melahat bir gün babasının odasında otururken Cevdet Bey’in masasını karıştırmış ve orada, Burhanettin Efendi’nin dairesinde olup bitenleri Cevdet Bey’e günü gününe haber veren bazı jurnallere tesadüf etmişti.

Melahat bu jurnalleri incelediği zaman birçok şey öğrenmiş ve Padişah’ın oğluna bile güveni olmadığı fikrine kapılmıştı.

İşte Melahat, İkbal ve Nuri Bey’e ait bilgileri bu jurnallerden almıştı.

Yalnız meselede Melahat’in anlayamadığı bir nokta vardı. Nuri ve İkbal hakkında verilen jurnalleri Cevdet Bey neden Padişah’a göstermiyordu?

Mademki bu iki gençten şüpheleniyorlar ve aleyhinde birçok şeyler yazıyorlardı, Cevdet Bey bu önemli haberleri nasıl olur da efendisinden gizleyebilirdi? Buna imkân yoktu.

Cevdet Bey, Padişah’ın sadık bir kölesi ve sırdaşıydı. Melahat’in kafasının içinde şüpheler böylece akıp gidiyordu.

Padişah’ın bu işten haberi olmadığı muhakkaktı. Çünkü Melahat bu haberi Hünkâr’a verdiği zaman Abdülhamit hiddetinden küplere binmişti.

Padişah bu mesele karşısında evvela Nazikter’i cezalandırmış, sonra da İkbal’in hareme alınarak göz önünde bulundurulmasını emretmişti.

İkbal’se bu daveti Padişah’ın bir teveccühü saymıştı ve bu vaziyetten faydalanmaya çalışıyordu.

Başmusahip’in Nazikter’e ilgisi vardı. İkbal bunu düşünerek kendisine müracaatla Nazikter’i gizlice görmek için müsaade istemişti.

Başmusahip, İkbal’in bu müracaatını reddetmemiş, kimse görmeden onu Nazikter’in bulunduğu odaya götürmüştü.

Nazikter, İkbal’i görünce hayretinden dudaklarını ısırarak yerinden fırladı. Birbirlerini altı aydan beri görmüyorlardı.

“Kardeşim, seni de mi buraya attılar?”

“Sus, Nazikter! Ben seni görmeye geldim.”

Bodrumun kapısını kapadı. Kızlar birbirlerine sarıldılar ve öpüştüler.

İkbal, Nazikter’in başına bu felaketi getiren kızın Melahat olduğunu öğrenmişti.

“Kardeşim!” dedi, “O yezidi, bu sabah Kâzım Bey’le baş başa konuşurken kapının aralığından gözetledim. Efendimize gidip haber vereyim mi? Sen ne dersin?”

Nazikter, kendisini ziyarete gelen İkbal’i dinledikten sonra kulağına eğildi.

“Dışarda kim var?” diye sordu.

İkbal vaziyetinden emindi.

“Korkma.”

“Yalnız mı geldin?”

“Başmusahip getirdi.”

Nazikter hayret etti.

“Nasıl olur, korkmadı mı?”

“Onun seni ne kadar sevdiğini hâlâ öğrenememişsin galiba?”

“Bilirim. Acem kılıcı gibidir; Melahat şırfıntısının şu iftirasına göz göre göre sustu. Sesini bile çıkarmadı.”

“Sen öyle zannediyorsun, Nazikter! O, el altından senin kurtulman için çalışıyor.”

“Ne faydası var? Bir şıllık yüzünden Padişah’ın gözünden düştüm. Efendimiz bir daha benim yüzüme bakar mı?”

Bunları söylerken Çerkez dilberinin gözleri sulanmıştı. Çocukluk arkadaşına o günlerde başından geçenleri etrafıyla anlattı. İkbal, bu karanlık ve sıkıntılı mahzende ağlamaktan gözleri şişen Nazikter’i teselli ettikten sonra birden hatırına yeni bir kurtuluş çaresi gelmiş gibi sevindi.

“Nazikter,” dedi, “senin buradan kurtulabilmen için kardeşim Nuri’yi Melahat’in başına musallat edelim, olmaz mı?”

Nazikter’in yüzü güldü.

“Çok iyi olur. Fakat Nuri Bey’in onunla görüşmesi nasıl mümkün olacak?”

“Sen rahat ol. Ben Nuri’ye haber gönderirim, gelir.”

“Sonra?”

“Melahat’le dost olacağım. Nuri gelir gelmez, derhal bir yolunu bulup onu Melahat’le tanıştıracağım.”

Nazikter neticeyi gözü ile görür gibi tahmin etmişti.

“İkbal,” dedi, “Efendimiz bugünlerde Tıbbiyelilerden çok kuşkulanıyor. Nuri Bey’in buraya seni görmeye gelmesi kendisi için bir tehlike oluşturmaz mı?”

“Aman yavaş, kimse duymasın! O bir fedaidir.”

“Nuri mi?”

“Evet. Aman Nazikter, ağzını sıkı tut. Sonra mahvoluruz.”

“Fedai ne demek? Bana biraz açıkla bakayım.”

“Canım, sen oralarını karıştırma! Zaten benim de pek bilgim yok ya… Nuri’nin çocukluğu… Okulda birkaç arkadaş toplanıp öteye beriye imzasız tehdit mektupları gönderiyorlar.”

“Aman dikkat et, İkbalciğim. Bunlar çok nazik meselelerdir. Başına bir felaket gelirse, Hünkâr ’ın elinden kendini kurtaramazsın!”

“Ben çocuk değilim. Nuri’ye gelince; onu sarayda seven ve koruyan birkaç kişi var. Şimdi biz onu bırakalım. Sen onunla Melahat’in tanışmasını arzu ediyor musun? Bana onu söyle!”

“Pekâlâ! Fakat ilişki fazla ilerlemesin. Sonra o şeytan kız, kardeşini baştan çıkarır.”

“Ben o şırfıntıya bir oyun oynayayım da, sen de gör.”

“İkisi görüşürlerken hemen Başmusahip vasıtasıyla Efendimize haber vermelisin!”

İkbal, Nazikter’in yanından ayrılınca hemen faaliyete geçti. İlk işi, kardeşi Nuri Bey’e mektup yazmak oldu.



Aradan iki gün geçmişti.

İkbal, kardeşinin saraya gelip kendisini görmesini bekliyordu.

Bu iki gün zarfında İkbal, Melahat’le dost olmanın yolunu bulmuştu. Başmusahip, İkbal’i fazlasıyla koruyordu. İkbal bu sayede Melahat’le görüştükten sonra onun yakasını bırakmamış ve sabah akşam odasını ziyaret ederek münasebeti derinleştirmeye başlamıştı.

Halbuki Melahat, İkbal’i adım adım takip ediyordu. Başmusahip’in himayesine rağmen Melahat genç kızın bütün planlarını öğrenmişti.

Padişah’ın diğer musahiplerinden Cafer Ağa da Melahat’e yardım ediyordu.

Esasen, İkbal’in Burhanettin Efendi dairesinden Yıldız Sarayı harem dairesine getirilmesindeki maksat da bu neticeyi elde edebilmekti. Melahat, kısmen de babasının bilgisi altında tertip ettiği bu karşı planla iyi bir çevirme hareketi yapabileceğine inanmıştı.

İkbal ile sıkı fıkı görüştüğü halde, ona karşı fevkalade saf görünmeye çalışıyordu. Hatta İkbal, bir akşam Melahat’in odasında geçen bir konuşmayı, ümitlerini güçlendirecek kadar safiyane bulmuştu.

“Melahat! Buradaki hayattan memnun değil gibi, daima melül ve mahzun görünüyorsun. Yoksa bir derdin mi var?”

“Hiçbir derdim yok. Fakat sana doğrusunu söyleyeyim mi, İkbalciğim… Ben serbest okul hayatına alıştığım için burası beni çok sıkıyor.”

“Serbest hayat mı dedin? Aman sakın bu kelimeyi bir daha başkasının yanında ağzından kaçırma!”

“Neden? Bir insanın serbest yaşaması kadar güzel ve büyük bir bahtiyarlık düşünülebilir mi? Burada hiçbirimizin hürriyeti yok.”

“Aman kendine gel, Melahat! Ateşle oynadığının galiba farkında değilsin! Şimdi bizi işitip de Efendimize haber verseler mahvolduğumuz gündür.”

“Canım, ben burada çok bunalıyorum. Neden ara sıra dışarıya bir arkadaşımı veya ailemden birini ziyarete gidecek kadar hürriyet sahibi olmayayım?”

İkbal, Melahat’in ağzını kapadı.

“Allah aşkına sus! Benim yanımda böyle dinamitle oynama!”

“Dinamit mi?”

“Evet, onun kadar tehlikeli bir kelimedir o. Sen bunu nerede öğrendin?”

“Fransız okulunda.”

“Sen onu çok sever misin?”

“Neyi?”

“İşte o bahsettiğin kelimeyi.”

“Benim ciğerlerim on sekiz sene o havayı teneffüs etmeye alıştı. Ben işte burada bu yüzden sıkılıyorum.”

“Demek öyle…”

“Bize mektepte her gün bundan bahseder ve hürriyeti ellerinden alınmış insanların yaşayan ölülerden farkı olmadığını söylerlerdi. Şimdi sen ve ben hürriyetimize sahip olsak, böyle esir gibi burada durur muyduk?”

“Ne yapardık?”

“Ne mi yapardık? Şöyle bir çıkar, herkes gibi gezer ve dünyayı görürdük. Biz insanlar için bundan daha büyük bir mutluluk olabilir mi? İstediğin zaman gezmek… İstediğin zaman yatıp kalkmak… Hür insanlar daima böyle yaşarlar.”

“Ah, Melahat! Efendimiz senin bu sözlerini işitse, etlerini lokma lokma doğratır vallahi!”



O günlerde İzzet Paşa’yı imzasız mektuplarla tehdit ediyorlardı.

Bir sabah erkenden posta ile aldığı bir tehdit mektubu üzerine kahvaltısını yarıda bırakarak saraya gitmişti.

İzzet Paşa’nın Başmusahip ile arası çok iyiydi. Başmusahip onun sayesinde çok iyilik gördüğü için her istediğini yapmaya çalışırdı.

Başmusahip’in odasına girdiği zaman İzzet Paşa’nın rengi atmıştı.

“Yüzünüz mum gibi sararmış, Paşam! Acaba sebebi nedir?” diye sordu Başmusahip.

İzzet Paşa bir koltuğa oturup kımıldamadan cevap verdi.

“Hep o dert… Bu sabah bir mektup daha aldım.”

“Yine mi tehdit ediyorlar?”

İzzet Paşa cebinden bir zarf çıkardı.

“Bu alçaklar meydanı geniş buldular, atlarını koşturup duruyorlar. Şimdiye kadar yapılan takiplerden henüz olumlu bir netice elde edilmedi.”

“Bu seferki mektupta ne yazıyorlar, Paşam?”

“Okuyayım da dinle.”

İkinci Kâtip İzzet Paşa, kendisine gelen tehdit mektubunun şu satırlarını okumaya başladı:

Hainler! Padişah’ın etrafını sardınız ve nihayet bu masum milleti onun gözünden düşürmeyi başardınız! Osmanlı Devleti’ni “hasta adam” şeklinde Avrupalıların oyuncağı konumuna düşürdünüz! İşte biz Jön Türkler, cinayet yuvası olan o uğursuz sarayları yıkmak ve milleti meşrutiyetle idare etmek istiyoruz.

Siz Padişah’ı istediğiniz kadar zehirleyiniz. Fakat emin olunuz ki…

İzzet Paşa’nın nefesi tutulmuştu. Daha fazla devam edemedi.

“Çabuk bana biraz su!” diye bağırdı.

Başmusahip, İzzet Paşa’nın okuduğu mektup yüzünden endişeye düşmüştü. Derhal Paşa’ya bir bardak su verdi ve arkasından şu sözleri söyledi:

“Paşa efendimizden çok rica ederim, bu mektubu sakın boş bulunup da Hünkâr ’a göstermeyiniz, zaten akşamdan beri çok hiddetlidir. Böyle birtakım insanların memleket dahilinde hürriyet ve meşrutiyet istediklerini işitirse, tekrar hiddetinden küplere biner ve hepimizi mahveder.”

“Hayır, ne olursa olsun bu mektubu mutlaka kendisine göstereceğim. Çünkü bu meçhul kuvvet son günlerde beni fazla tehdit etmeye başladı.”

“Aman Paşam, vallahi mahvoluruz. Efendimiz çok hiddetlidir. Yanına varılmıyor. Hem ben size bir şey söyleyeyim mi, ben kendi hesabıma, bu tehditlerin mânâsız olduğuna hükmediyorum artık. Merak etmiyor değilim, fakat bu tehditleri yazanların çoluk çocuktan ibaret olduklarını zannediyorum. Zira fiiliyat sahasında bir şey yok. Yalnız kuru bir tehdit.”

Bu esnada birdenbire odanın kapısı açıldı. Cafer Ağa gözleri dışarıya fırlamış bir halde odadan içeriye girdi. Eli koynundaydı; heyecanından pek önemli bir olaya şahit olduğu anlaşılıyordu.

bannerbanner