Читать книгу Mürebbiye (Hüseyin Rahmi Gürpınar) онлайн бесплатно на Bookz (3-ая страница книги)
bannerbanner
Mürebbiye
Mürebbiye
Оценить:
Mürebbiye

5

Полная версия:

Mürebbiye

İşte bu sebeple Mürebbiye Anjel’in yalıya gelmesi herkesten çok Amca Bey’in gözlerini kamaştırdı. Eğri boyunu bir güzel kadın tarafından beğenilmeye kuvvetli bir engel sanıp dururken matmazelin gönül avlayan sevdalı bakışı ara sıra manalı manalı kendine çevrilmiş olmasından önüne atılan aldatıcı taneye ağzını açan anlayışsız bir balık gibi eğrile büğrüle kızın etrafında dolaşarak kalbinde gülünç ümitler, hâlinde acınacak gariplikler peyda olmaya başladı.

Mürebbiye, Paris’in romancılarına taş çıkartan o psikolog, sakat bir vücutta sağlam bir kalbe pek az rast olunacağını bildiğinden Amca’ya kancayı takınca zavallıyı istediği tehlikeli sevdaya doğru güdebileceğini anlamıştı.

Matmazel, Amca Bey’e kamburuyla uygun bir zoka düzenledikten sonra evdeki ufak tefek beylere de bir çapari hazırladı. Bazı defa çinekop iğnesine çurçur düştüğü gibi Şemi ve Sadri beylere attığı bu çapariye vekilharç ve aşçıbaşı veya ayvazdan biri yakalanırsa vay hâline! Maksat balık avlama değil mi? İğneye birkaçı çengellensin de ne cinsten olursa olsun. İçinden aşırı hoş olmayanlar bulunursa onları tekrar suya atmak, eti latif, yemesi hafif olanları da salamuraya yatırmak kendi gönlüne kalmış bir iş değil midir?

Garip insanlar müzesi denmeye layık o yalıda Dehrî Efendi, Amca Bey’den sonra gelen üçüncü acayip insan, Melahat Hanım’dı.

Her adın sahibine uygun olduğunu sananlar bu yanlışlarını düzeltmek için Melahat Hanım’ı görmelidirler. Adı “Melahat” fakat kocası için canlı bir felakettir. İnsan bu kadını kocasıyla bir arada görse “Melahat” sözünün bu kötü kullanılışına mı yoksa o talihsiz damadın hâline mi hangisine acıyacağında şaşırır kalır. Melahat’ı görenler:

Uzun servilerden uzundur boyu,İnce fidanlardan incedir beli.

şarkısının gösterdiği boyca incelikteki hiç de şairane olmayan mübalağayı aşırı görmeyeceği gelir.

Erkeklerde bile pek az rastlanan telgraf direği gibi ince uzun bir vücudun üzerine kadınlarda hiç rastlanmayan irilikte ve uzun kutru16 dikliğine gelmek üzere oval biçiminde bir kafa geçiriniz. Bu oval yüzün üzerine Çinlilerinkini andırır, o derece çekik kaş, göz, ağız, burun koyunuz ki güya Melahat Hanım lastikten yapma bir insan imiş de iki kişi biri ayaklarından, öteki tepesinden tutarak o lastiği son derecesine kadar çekip uzatmışlar. Bütün vücut azası ile birlikte yüz çizgileri de bu çekilişe göre eğri bir resim meydana getirerek hiç kıpırdamadan öyle kalmış sanılsın, işte o zaman Melahat Hanım’ın fotoğrafını diyemez isem de aslına pek benzer bir krokisini gözünüzün önünde canlandırabilirsiniz.

Başka bir anlatışla, sanki dünyaya geldiği zaman ebesi olan kadın kendilerince eskiden beri uyulan âdete göre çocuğun kafasını latif bir şekle koymak için iki şakağından şiddetle bastırmış, ama ne yazık ki ilk baskı ile Uzunköprü kavununa çevirdiği çocuğun kafasını her nasılsa çene altından ve tepeden sıkıştırmayı unutmuş, sonra da çocuğu babasının kucağına vererek “Al işte. Bunun adını Melahat koy.” demiş.

Tavan süpürgesine kadın esvabı giydirmişler gibi Melahat Hanım pelerinli, kat kat dantelli yeldirmesini giyip pullu beyaz başörtüsünü de örterek bahçeye, koruya, bostana çıktığı zaman rüzgârın o uzun boya verdiği dalgalanmadan ürkerek bütün vahşi kuşların kaçıştıklarını gören bahçıvan, efendiden doğum bilgisi ve jeoloji derslerini dinleye dinleye zekâsına bayağı bir genişleme gelmiş olan o herif bu hâlden ibret alarak bostana koyduğu korkulukları Melahat Hanım’ın şeklinde yapmaya başlamış ve çok fayda görüldüğünün farkına varan komşu bahçıvanlar tarafından model olarak kabul olunmuştu.

Bazı günler sabah vakti veya akşamüstü Melahat, kocası Sadri Bey’le kol kola koru gezintisine çıkarlardı.

Rüzgârın kuvvetle estiği tepelerde karısının o uzun boyunu süsleyen kırmalar, sayvanlar, kurdeleler yelpir yelpir uçuştukça Sadri Bey, “Melahat, kolundan sıkı tutmasam şimdi havalanacaksın.” derdi.

Sadri’nin bu sözden maksadı, karısının o yumurta gibi kafası, her ucu bir tarafa uçan elbise süsleri içinde türlü eğilmeler peyda eden o ipince vücuduyla bir uçurtmaya benzediğini anlatmak olduğu hâlde, Melahat’ta nükteyi anlayacak kadar zariflik olmadığından bu “havalanmak” sözünü kendisine şuhluk, havaya kapılmak söyleniyor manasına alarak uzun boyuna hiç yaraşmayan istiğnalı bir işvebazlıkla, “Elinden uçuveririm diye korkuyor isen sıkı tut… Melahat’ını kaçırma. ‘Kadıya yalan, kadına inan olmaz…’ Canım isterse bir gün uçuveririm zahir. Sonra Melahat’sız ne yaparsın? Elinde iken kıymetini bil.” diye cevap verir, bu soğuk cilve Sadri’nin damarlarındaki kanı buz gibi dondururdu.

Melahat, şekilde bir kadından ziyade uçurtmaya benziyordu. Fakat ipi, bir bela boyunduruğu gibi Sadri’nin boynuna geçirilmiş öyle bir uçurtma ki değme fırtınalar ile bağın kopmasının ihtimali düşünülemez.

O yalıya damat olmazdan evvel Sadri’ye “efendi” denirdi. “Bey”lik kendisiyle Melahat’ın boyu ile beraber verildi. Fakir oğlu, tabiatı yumuşak, terbiyeli, mütevazı olması, evlenmezden önce bütün hâlleri Dehrî Efendi’ce bilinmesi, Sadri’nin o aileye damat olması sebeplerinin başlıcalarındandır.

Damat seçmek işinde fıkaralığın üstün sayılmasına şaşılmasın. Her akıllının düşüncesi başka olur. Eğer ukaladan her birinin düşünmesi, anlaması bir çeşitten olsa idi dünyada hemen her ilim ve fen ile her hususta akılların mesleği bir olurdu. Her şeyde görülen çeşitli fikirler, bu kadar görüş ayrılıkları görülmezdi. İşte bu umumi kaideye göre kimi zengin damat arar kimi fakir. Başkasının davranışlarında gördüğümüz kendi fikir ve görüşümüze uymayan her şeye gülmemiz, şaşmamız lazım gelse ömrümüzün büyük bir kısmını gülmek, şaşmak ile geçirmemiz lazım gelirdi. Herkes davranışına kemdi aklıyla karar verir. “Akılları mezada vermişler de herkes gene aklını beğenip almış.” sözü meşhurdur.

Lakırtı lakırtıyı açar ama her açıdan lakırtı gediğine kalem sokmak, bahsi büsbütün çığırından çıkarır. Kafada zevzeklik, kalemde söz anlamazlık olursa ne yapmalı?

Evet efendim… Dehrî Efendi damadını fıkaradan seçmişti. Buna sebep de gözü açılmadan yanıma gelsin, her şeyi burada görsün fikri idi. Sakat bir fikir ama aile insanlarından hangi babayiğit Dehrî Efendi’nin karşısına çıkıp da “Siz okuduğunuz kitaplarda yanlış görmüşsünüz. İnsanlar analarından hepsi gözü açık doğarlar. Gözü kapalı doğmak kedi falan gibi bazı hayvanlara mahsustur. Allah saklasın, ara sıra insanlarda da gözü kapalı doğan olur ama onların gözleri yedi gün sonra açılmaz.” diyebilecek?

Damat olmadan önce de Sadri’nin o yalıya gidip geldiğini söylemiştik ya. Sadri, bayram, kandil gibi resmî ve mübarek günlerde Dehrî Efendi’nin eteğini öpmek fırsatını hiç kaçırmazdı. Böyle her tebrik ve etek öpmek ziyaretinde Sadri oda kapısından içeri girerken belini olabildiği kadar kamburlaştırıp bacakları diz kapaklarıyla keskin bir zaviye teşkil edecek kadar kırdıktan sonra Amca Bey’in yürüyüşünü taklit eder gibi çağanozvari, yampiri bir yürüyüşle koşa koşa gider, o feyizli eteği yüzüne gözüne sürerek öper, efendinin ettiği tek ve hafif temannaya karşı -gövdesine verdiği o kargacık burgacık şekline hiçbir bozukluk vermeden ayakları geri geriye işler ve sağ elinde de- makineli tüfek ateşi gibi temanna atış talimidir gider. O acayip tornistan tavrıyla arka arka gide gide nihayet gidecek yer kalmaz, arkası duvara dayanır. Gene o durumda da bir zaman daha ayakta durur. Sonunda Dehrî Efendi son derece büyük bir iltifat olarak “Otur.” emrini verir. Bu iltifata karşı bir ikinci ateş talimi daha olur. En sonunda Sadri, şamandıra üzerinde tek ayak üstünde martı durur gibi boynunu bir tarafa bükerek vücudunun hemen hemen onda bir kısmı denecek kadar çekingen bir hâl ile sandalyelerden birinin ucuna ilişir.

Dehrî Efendi, Sadri’nin işte şu hâllerinden çok terbiyeli bir insan olduğuna karar vermişti.

Ev sahibi ile sonradan damadı olacak insan arasında dereden tepeden söz açılır. Fakat Dehrî Efendi’nin konuşmalarındaki deresi tepesi, bütün söz vadileri ekonomi politik, kimya, zooloji, botanik, en çok da bunların cümlesinden ehemmiyetli olarak doğum ilmidir.

Bunlardan oldukça derin derin bahisler açar. Rüştiye bilgisinden başka insan bilgisi adına bir şey görmemiş olan zavallı Sadri ağzını açar, bir sürü fen sözlerinin karışıklığı içinde her bir kelimesi güm güm kafasına vurulur gibi edilen o bahislerin bir sözünü bile anlamadan kendinden geçmiş bir şaşkınlıkla dinlerdi. Arada sırada, “Keramet buyurdunuz efendim… Hiç işitmemiştim, aman ne tuhaf şey efendim…” gibi cevaplardan başka bir karşılıkta bulunamaz.

Sadri’nin bu cahilliği de fakirliği gibi, Dehrî Efendi’nin hoşuna gider. “Varsın biraz cahil olsun, mekteplerde birtakım yanlış şeyler öğreneceğine gelsin, her şeyin doğrusunu benden öğrensin.” der.

Efendinin önüne çıkmaya, konuşma şerefine başladığı ilk zamanlarda Sadri ile aralarındaki sevgi bağı şöyle başlamıştı:

“Efendi oğlum, ne tahsil ettiniz bakalım?”

“İşte, hâlimiz yettiği kadar… Şundan bundan tahsil ettik.”

“ ‘Şundan bundan’ ne demek?”

Sadri sıkılarak: “Sarf gibi, nahiv17 gibi… Tarih, coğrafya, hesap… Mesela Risale-i Ahlak gibi…”

“Sarf ve nahiv dediğin şeyler… Arabi mi? Türki mi? Farisî mi? Fransevi mi?”

“Üçü dördü karışık efem… Bunlardan yalnız Türkçenin nahvini iyi göremedim, bir görene de rastlamadım.”

“Bunlar çocuk dersleri canım… Çeşitli ilim ve fenlerden neler gördün? Bunlardan da hangisine merak sardın? Hiçbirinden ihtisasın yok mu?”

Sadri derin derin düşünmeye vararak:

“Yalnız birisine ihtisas ettim. Fakat o da ehemmiyetsiz…”

“Hangisine?”

“İlm-i nebata18 efendim.”

“Ehemmiyetsiz mi ya! Botanik pek mühim bir ilimdir. Nesc-i kureybi, nesc-i kureybi-i lifi, nesc-i kureybi-i viaiye dair olan yeni nazariyat hakkındaki mütalaatın derin mi?”

Sadri, şaşırarak:

“Kurabiye mi buyurdunuz efendim?”

Dehrî Efendi öfke ile: “Kurabiye değil! ‘Tissu ulriculaire’in (tulum-su doku) Türkçesini… Türkçesi mi ya, Arapçasını söylemek istedim.”

“Şu buyurduğunuz isimlerde şimdiye kadar hiç nebat ismi işitmedim efendim.”

“Bu söylediklerim nebat ismi değildir. Ben nebatın ilk hâllerinden, nasıl meydana geldiğinden, şimdiye kadar tetkik edilebilen doku nevilerinden bahsetmek istiyorum. Bunları bilemedim. Pekâlâ ‘fasile-i futriye’, yani mantar kısmında nasılsın?”

Ooo! Sadri mantar kısmında birinciydi. Hele lakırtı mantarında… Efendinin bu nüktesinin farkına vardığı için zavallı çocuk utancından kulaklarına kadar kıpkırmızı kesilmekle beraber uzunca bir gülümsemeden de kendini alamadı. Efendi de hafifçe bir gülümseme göstererek:

“Gülme oğlum… Böyle her şeye gülüvermekle geçmemeli. Biraz da onların ne olduğunu anlamaya uğraşmalı. Mantarlar, nebatın ‘zatililkah-i hafiyetülmüvellid-i tarnfeyn’(!)19 sınıfındandır. Ensiceleri20 yalnız hücreviyeden meydana gelmiştir. Bazıları tok hücreden dokunmuştur, birtakımları da çok hücrelerin karışık bir surette dokunmasından müteşekkil olur. Tabiat ekonomisinde mantarların gösterdikleri tesirler pek büyüktür. Mantarlar sona eren her şeyin kalmış olan parçalarını yok ederler. Organlaşmış hâlde bulunanları madenleştirirler, organik maddeleri de azot, amonyak hâlinde mahvederler. Küçük mantarlar da büyük mantarları âdeta yerler.”

Son derece şaşırarak: “Mantarlarda bu gibi tuhaf hâller olduğunu hiç bilmiyordum efendim… Hele bir mantar başka bir mantarı yerken hiç görmedim.”

“Ben sana fen dairesinde söz söylüyorum. Mantar, mantarı ağzıyla ısırıp dişleriyle çiğneyerek yemez.”

Çok mahcup olarak:

“Malum efendim… Malum… Onlar da birbirini fen dairesinde yerler.”

“Ona ne şüphe! Her yerde, her toprakta mantar bulunur. Yetişmeleri, bulundukları yerlerin coğrafya bakımındaki değişikliklerle değişmez ise de aynı çeşit mantar, asırlar ve devirler boyunca şekil bakımından çeşitlilik gösterebilir. Mantarların renkleri beyaz, esmer, kırmızı, mavi, morumsu olur. Yeşili bulunur derlerse sakın inanma ha!.. Bunların kimyaca olan mürekkebatı yetiştikleri yer ve muhit ile alakalıdır. Terkibinde yüzde doksan su, mayalanacak şeker, azotlu maddeler ve bazı da yiyenleri zehirleyen pek kuvvetli bir zehir maddesi bulunur. Bunların yüzünden hayvanlara ve tarıma musallat olan hastalıklar sayısızdır. Birçok şeyler üzerinde rutubet ve sair tesirlerle meydana gelen ve halkın ağzında ‘küf’ diye dolaşan şeyler bütün mantardır. Bunların ‘klostroma’ denilen nevi, üstünde bittiği koca bir gemiyi birkaç senede çürütüp dağıtır.”

“Aman efendim, şaştım kaldım! Ne fena şey imiş bu mantarlar… Lütfen kulunuza bu malumatı vermemiş olsaydınız… çakeriniz21 hâlâ… bendehanenizin22 alt katındaki bütün eşyayı saran o mavi şeye ‘küftür’ deyip gidecektim. Süphanallah, bunlar hep mantar ha!”

Bir zekâ eseri göstermek isteyerek:

“Efendimiz, o hâlde, hani ya bazı tembel adamlara ‘Be adam, nedir bu hâlin? Artık küfleneceksin!’ derler. Bu söz yanlış. Bundan sonra onlara ‘mantarlanacaksın’ demeli. Doğrusu bu değil mi efendim?”

“O başka cihet… O başka cihet… O büsbütün başka iş… Mantarın da kullanılacak yeri var, küfün de… Yeşilliklerden her birine musallat olan bir çeşit tufeyli23 vardır. Buğday saplarına tarla henüz taze iken arız olup24 da ‘cemre’, ‘yanı kara’ veya ‘külçer’ denilen hastalığı meydana getiren şey ‘ostilago’ isminde bir nevi mantardır. Gene buğdaylardaki ‘humz-i yeknim-i hadit’in (!) çıkmasına sebep olan ‘poççina graminis’ adında habis bir tufeylidir. ‘Produs pra devestan’ yer elmasında, ‘erizifatokeri’nin asmada meydana gelmesine sebep olduğu zararı bilmeyecek kadar habersiz misin? Mantarlar sınıfından birçok parazit insanlara, hayvanlara musallattır. Bunların ‘odium albikan’ çeşidi çocuklarda ‘da-i caversiye’, ‘sulak’, daha doğrusu senin anlayacağın ‘külleme’ hastalığını meydana getirir.

“Aman ya Rabbi!.. Neler öğreniyorum! Çocuklar ‘külleme’ olur mu efendim? Bendeniz ‘külleme’ yalnız asmalarda olur zannediyorum.”

“Asmalarda olan insanlarda olmaz mı cahil? Yalnız çocuklarda değil, büyüklerde bile olur. Ağzı burnu yara bir çocuk gördüğün vakit kendini sakın. Bulaşır. Bir çocuğun ki ağzı burnu yaradır, mutlaka o küllemedir. Çok defa emzikle büyütülen çocuklarda olur. Anaları tembel, dikkatsiz bulunur, ‘da-i caversiye’ çıkar. İpek böceklerindeki ‘muskardin’ hastalığını kim hasıl eder?”

Büyük bir çabuklukla:

“Hiç şüphe yok efendim mantarlar…”

“Hangi nevi mantar?”

Düşünerek: “Demin buyurduğunuz… ‘protos ustorokoş’ nevi…”

Gülerek: “Produs pra davestan demek isteyeceksin.”

“Evet efendim, evet… Mantarların o protestan cinsi efendim…”

Hiddetle: “Ağzına yaraşmıyor! Mantarlarda din ve mezhep olmaz. O söylemek istediğin ‘produs pra davestan’ nevi yer elmasına musallattır. Sen lakırtıyı nerenden dinliyorsun? Her sakallıyı baban mı zannedersin? İpek böceklerindeki muskardin hastalığına sebep olan mantarın nevini bil, sana koca bir aferin var.”

Sıkılarak: “Mantarcılıkta o kadar bilgim yok, nasıl bileyim efendim?”

“Öyle ise iyi dinle: ‘Butiris basiana’…”

“Butiris bastiyani.”

Öfke ile: “Hangi Bastiyani?”

Şaşırarak: “Fener’deki… Şey… Şaşırdım, affedersiniz efendim.”

“Yook… İşte bu dikkatsizliğe kızarım. Vakıa, mantarlardan, mikroplardan bazılarına insan ismi verirler ama bu şeref herkese nasip olmaz… Buna hak kazanmak için bilinmeyen çeşitten yeni bir mikrop keşfine muvaffak olsam ona ‘Dehrî mikrobu’ denir. Ben de hakkıyla bununla iftihar ederim. Benim artık ihtiyarlık yakama çöktü, evvelki gibi çalışamıyorum. Sen gençsin, çalış, durma çalış da bari ismin böyle bir şeyin adı olsun. Ben bir zaman ‘mikrokozm’a çok çalıştım. Rumca bilir misin?”

“Pek az… Rumcadan bildiklerim ‘tikanis, kaloyse, polikala, pupayis, aftospiyos’ kabilinden şeyler efendim.”

“Öylesi makbul değil… ‘Elenika’sını bilmez misin?”

Utanarak: “Hayır efendim.”

“A yavrum, sen de hiçbir şey öğrenememişsin ki bütün vaktini boş geçirmişsin! Rumca bilmiyor isen ‘mikrokozm’ sözünden bir şey anlayamazsın. Dur, ben sana anlatayım. ‘Mikro’ küçük, ‘kozmos’ da dünya demek. Şimdi bunların ikisini birleştir bakalım, Türkçe ne mana çıkacak?”

Biraz düşündükten sonra: “Küçük dünya.”

“Hay babanın canına rahmet!”

Biraz bozularak: “Peder bendeniz berhayattır efendim.”

Gözlerini açarak: “Berhayat olsun… Allah’ın rahmetine kim muhtaç değildir? Neden konuşuyordum?”

“ ‘Küçük Dünya’dan.”

“Küçük Dünya neresidir, sen bilir misin?”

“Avustralya kıtası.”

“Değil. Böyle cahilce cevaplar verme! Fesini önüne eğ de şöyle bir filozof gibi bir düşün bakalım. Küçük Dünya neresidir?”

Derin derin düşünerek, kendi kendine konuşarak: “Küçük Dünya, Avustralya kıtası değil, evet, aklıma gelir gibi oluyor. İstanbul’da bu isimde bir meyhane olacak. Fakat nerede idi o meyhane? Samatya, Yenikapı, Langa, Uzun Odalar, Balat, Balıkpazarı, Galata, Perşembepazarı, Kömürcü Sokağı, Yüksek kaldırım, Voyvoda, hay kâfir mahalle hay!.. Neresiydi o?”

Dehrî Efendi’ye: “Efendimiz, haşa huzurdan, buyurduğunuz isimde İstanbul’da bir meyhane olacak galiba fakat mevkisi bir türlü aklıma gelmiyor.”

“Bilemedin hey dünyanın gafili!”

“Efendim kulunuzun dünyaya dair lisanımızda bildiğim terkipler işte şunlardır: Eski dünya, yeni dünya, denî dünya, fâni dünya, yalan dünya…”

Dehrî Efendi, yastık üzerindeki gümüş enfiye kutusunu eline alır. Orta parmağı ile altına üç fiske vurduktan sonra kapağını açar, içinden aldığı bir tutam enfiyenin bir kısmını burnunun bir deliğine, kalanını öbür deliğine enfiye çekenlere mahsus bir ustalıkla yerleştirdikten sonra tekrar baş ve şehadet parmaklarını burun deliklerine tıkayıp enfiyeyi kafasında istenen noktalara kadar ite dürtüştüre yerleştirdikten sonra der ki:

“İşte bildin. Fâni yahut yalan dünya.”

“ ‘Yalan dünya’nın bir ismi de ‘küçük dünya’ mıdır efendim?”

“Dur acele etme, anlatacağım. Eski filozoflardan Eflatun ve bir parça onun mesleğinde olanlardan bir kısmı ve Zenonilor bu dünyayı küçüklükte âdeta bir portakal, üzerindeki yaşayanları da mikroskopla görülebilir mantar sayarlardı, işte küçük dünya oradan geliyor.”

“Efendi hazretleri gene mi mantar?”

“Ya ne zannettin şaşkın kafadar?”

Dehrî Efendi’nin hep bu mantar, daha doğrusu martavallarını Sadri malumat edinmek için can ve gönülden dinleyerek arada bir saflıkla şaşıp kaldığından efendi gitgide bu çocuğun konuşmalarından pek ziyade hoşlanmaya başlamıştı.

Dehrî Efendi’deki olgunluğa Sadri’nin şaşkınlığı arttıkça efendinin de hoşlanması çoğala çoğala, birinin şaşkınlığı, ötekinin coşkunluğu nihayet aralarındaki akrabalığın kurulması ile neticelendi. Mesela Sadri hıyar fidesi yetiştirmek, ağaç aşılamak gibi pratik bahçıvanlık olarak bildiği birkaç şey ile kendini botanikte çok şey bildiğini sanarak Dehrî Efendi’ye karşı bilgiçliğe kalkışır, efendi de bir mantar bahsi açar, zavallıyı şaşkına döndürürdü.

Efendi’nin büyük oğlu Şemi, yaşça on sekiz on dokuz vardır. Boyu bosu yerindedir. Kafa, kaş, göz bütün yüz çizgileri babasının aynı. Fakat zekâ o zekâ değil. Babanın zekâsı Frenklerin dedikleri gibi “hariç anilmerkez” (egzantrik) bir zekâ. Lakin çocuğunun zekâsı büsbütün “madumülmerkez” (merkezi yok) denilmeye layık… Şemi, yüksek okullardan birine gider gelir. Evine haftada bir gece gelir. Fakat neye yarar? Okula gitmesi gecelerini orada geçirmekten ibaret kalır. Kalın kafasına bir şey dank demez ki… Ama çalışmaz mı? Çalışır. Haddi varsa çalışmasın. Gittiği yüksek okulda falaka, değnek yok ama yalıda var. Efendi babasının baş ucunda asılı. Şemi’nin gelmesine bir gün kala çelik gibi âlâ birkaç da kızılcık değneği hazırlanır. Geldiği akşam dersini bilirse baklava börek, bilmezse kızılcık sopası ikram olunur.

Şemi, babasının yemekten çok taban tarafından ikrama merakı olduğunu bildiği için okuldan yalıya gelirken vapurda bile dört tarafına bakmaz, çalışır. Zavallı çocuk ne yapsın? Allah “muhakeme” denilen şeyden kendisine zerre nasip etmemiş. Ezberlediğini papağan gibi ezberler. Papağan yine ne demek olduğunu bilmeyerek öğrendiği kelimeleri, cümleleri bazı rastgele yerinde harç ederek insanı güldürür. Şemi ise bu işte papağandan daha talihsizdir. Öğrendiğinden hiçbirisini, ne vesile olursa olsun, iyi kullanamaz. Okulda basmakalıp ezberlediği geometri davalarından bir harfin yeri değiştirilirse biçare çocuk, hiç o davayı görmemişe, okumamışa döner. Şeklin ölçüsü ilk öğrendiği ölçüde, kara tahta yine o eski tahta hatta tahtanın duruşu bile eskisi gibi olmalı ki çocuk şaşırmasın.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Fiil çekimi.

2

İyi not.

3

İşleteceği (mecazen)

4

Fr. Âşık, dost.

5

Bağırıp çağırmaya başlamak.

6

Baudleaire.

7

“Üç Silahşorler”

8

“Kamelyalı Kadın”

9

Fr. Piç

10

“Şerefim üzerine yemin ederim ki.”

11

Ahlak.

12

Genel kadın.

13

Ahlakçı.

14

Deneysel roman.

15

Aşçıbaşı.

16

Çapı.

17

Dil bilgisi.

18

Botanik.

19

Çiçeksiz bitkiler.

20

Dokuları.

21

Kulunuz.

22

Evinizin.

23

Asalak.

24

Yapışıp.

Вы ознакомились с фрагментом книги.

Для бесплатного чтения открыта только часть текста.

Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:


Полная версия книги

Всего 10 форматов

bannerbanner