
Полная версия:
Mürebbiye
“Yok… Hani ya… Evvela siz analıktan, babalıktan, tabiat kanunundan filan söz ettiniz de ben de onun için gerekli cevaplarda acele ettim.”
“Ayıp değil ya mösyö! Benim merak ettiğim bir cihet var. Kendisi ahlakın en derin çukurunda bocalayan bir adam âleme ‘moral’11 dersi vermek için nasıl kitap yazabilir? İşte ben de bunu anlamak istiyorum. Biz ‘fiy püblik’12 namını taşıyoruz. Canı isteyen, bizden çekinir, uzak durabilir. Size ise ‘moralist’13 deniyor. Bu nam altında bütün ayıplarınız gizli, örtülü kalıyor. Bu önemli noktayı bana izah eder misiniz?”
Bodler, alaylı bir gülümseme göstererek:
“Mademki açık görüşmek istiyorsunuz, mademki birbirimizi yine birbirimize riyasız, tabii, olduğumuz gibi göstermek icap ediyor… Ben yazarlık mesleğimce olan teorilerimizi size anlatayım. Fakat siz de bana kendi sanat ve mesleğinizce olan ince teorileri anlatır mısınız? Eğer buna razı olursanız sözlerinizi ben de not ederim. Bu notlar mühim bir kitaba temel olur. Böylece esaslı bir kitap vücuda gelir. Bu çekişmemizle boş vakit geçirmemiş oluruz.”
“Bu teklifinizi bir şartla kabul ederim.”
“Şartınız nedir?”
“Şartım, yazacağınız kitaptan olacak kazancın konuşmamıza sebep olan çocuğa bırakılmasıdır.”
“Yazarların sandığınız kadar fena adamlar olmadıklarını size karşı ispat etmek için kimin olduğu belli olmayan bir çocuğa bu kazancı bırakırım.”
“Bodler!”
“İşin içinde yalan, hile, desise olmayacağı sizin söylediğiniz şarttan evvel kararlaştırılmış bir şart değil miydi ya?”
“İşte ben de bu ilk şarta uyarak çocuk sizindir diyorum ya. Çünkü sizin değildir desem yalan söylemiş olurum.”
“Sizin meslekte olan bir kadından doğacak çocuk kimsenin değildir. O, ancak sizindir matmazel. Şimdi ettiğim vaadi yerine getirmekten başka çocuğunuza bir ikramda bulunamam. Çocuğun olması işinde benim kadar yardımı bulunan bütün tanıdıklarınız bu kadarcık bir lütuf göstermiş olsalar doğacak çocuk Roçilt’zadeler kadar zengin olur, işte ben payıma düşen fedakârlıktan çekinmiyorum. Çocuğunuz hakkındaki şefkatiniz sizi bundan ileri bir dereceye sürüklüyorsa başka taraflara da başvurunuz.”
Anjel, yazardan çocuk adına çekebileceğinin şu vadedilen miktardan ileri götürülmek ihtimali olmadığını iyice anlar. Onun için vadedilen menfaate kanaate mecbur olur. Yazarın, mesleğinin teorisi için vereceği izahatı bekleyerek susar.
Çekişme sonunun böyle bir uyuşmaya vardığını görünce Bodler bir sigara yakar, bir tane de Anjel’e verir. Sigaraların dumanları yılankavi şekillerle tavana doğru yükselmeye başladığı sırada yazar şu suretle işi izaha girişir:
“Matmazel!.. Kendinize ‘fiy püblik’ yani ‘harcıâlem bir kız’, bize, yani yazarlara da ‘moralist’, yani ‘ahlakiyun’ adını veriyorsunuz. Bu iki sıfatın bir arada söylenmesi iki zıt şeyi toplama gibi görülür ise de bu iki sanata şimdiki moral noktasından bakılınca aralarında görülecek şey büyük bir uzaklık değil, aksine apaçık bir yakınlıktır. Ahlakiyundan olmak için ahlaksızlığı tetkik etmek icap eder. Bir işle fazla uğraşmak, insanın o şeyle senli benli olması sonuna varacağından tehlikeli bir fen denemesinde bulunanların bazen bu deneme sırasında fen yoluna kurban gittikleri görüldüğü gibi, âleme ahlak dersi vereyim derken ahlaksızlık çirkefine düşüp dibi boylayanlar da görülmemiş değildir. Tarih, pek çok büyük yazarların küçüklüğünü ve ahlakçılardan bir haylisinin ahlaksızlığını bize bugün gösteriyor. Bundan fazla eski moralistler ile şimdikiler arasında büyük fark vardır. Hatta ‘moral’ kelimesinin manası bile bütün bütün değişti. Eski Yunanlılarda ‘moralist’ sayılan Teofrast’lar, Plutark’lar, Maksim’ler; Romalıların Çiçeron’ları, Senek’leri, Mark Orel’leri ve daha doğru söylenilmek istenirse bizim (Fransızların) dünkü Montenyi’lerimiz, Roşfuko’larımız, Paskal’larımız, Labruyer’lerimiz bugün hayata geri dönmüş olsalar, bunlardan her biri kendi zamanlarında öğretmiş oldukları ‘moral’in bugünkü peydah ettiği aksi neticeyi görerek şaşırıp kalırlar ve şimdiki morali öğrenmek için yeniden okumak zorunda kalacakları için buna da belki canları sıkılır. Eski ‘moral’ ile yenisini, hele ‘edebiyat’ ile ‘moral’i birbirinden ayırmak lazımdır. Her parlak söz, kaideye uygunluğu yüzünden ‘edebiyat’tan sayılabilirse de edebiyattan olan her şey ‘moral’ olamaz. Eski zaman ahlakçıları pisliğe el değdirmeden bunun ne olduğu hakkında hüküm vermek ve fikir söylemek gibi garip iddiada bulunurlarmış. ‘Natüralizm’ ve ‘eksperimantalizm’ usulleri edebiyatta da kullanılmaya başlayalı beri arama ve yazma yolları değişti. Klot Bernar’ın deneme usulünü fizyolojiye, hekimliğe tatbikinden sonra roman da tetkik usulleriyle tecrübe fenleri sırasına girmek istidadını gösterdi. Fenler iki kısımdır: Birincisi sadece tetkik ile ne olduğunu bulmaya uğraşılanlardır ki tetkik eden kimsenin bundaki fence araştırması yalnız tabiatı tetkikten ibaretti. İkincisinde ise tetkik eden kimse yalnız tabiatı tetkik ile kalmayıp tabiat üzerine tesirler icrasıyla tecrübe usulünü kullanabilir. Böylece astronomi, jeoloji, mineroloji, botanik, zooloji fenleri birinci kısımdan, fizik, kimya, fizyoloji ilimleri dahi ikinci kısımdan savılır. Buna göre biz de romanlarımızda yaşatacağımız kişileri tabiattan birer tip (örnek) olmak üzere seçer, bunların ana babalarından, atalarından miras olarak alacakları bünye, huy ve başka her türlü yaradılış hâlleri ile sonradan içinde yaşayacakları âdetler, ahlak ve yaşama usulünü göz önünde bulundurarak filan şartlar altında doğup ve filan sosyal şartlar içinde yaşayan bir adamın ömrü, rastlayacağı hayat vakalarına göre nasıl geçmesi ve ne gibi neticeler göstermek gerekirse bunu son derece tabiata uygun bir şekilde anlatırız. Eğer bu yoldaki tetkikler ve tabii anlatışımızda ne kadar başarı gösterirsek cemiyetçe bundan mühim neticeler, yararlı hareketler elde edilir. Filan yaradılış ve hayat şartları ile yaşamış bir adamın hayatının sonucu bizce maddi olarak görülse bile, o şartlardan bazılarını değiştirsek işin sonuna da tesir etmesi gerekli değişiklikleri bize keşfettirecek fen işte ‘roman eksperimantal’dir.14 Sanatımızın böyle çapraşık cihetleri bulunduğu için matmazel, tatbik edilebilen bazı işleri kendimizde denemek isteriz. Bu on dokuzuncu hasta asrın ahlakça olan zehirlerini kendimize aşılarız. Bazı tehlikeli hastalıklara çare bulmak için korkunç hastalıkların tohumlarını vücutlarına aşılayan fen fedakârlarından o tesir ile ömürlerinin sonuna kadar sağlıkları, kanları bozuk kalanlar olduğu gibi bizde de o çeşit tecrübe zehirlerinden kurtulamayanlar bulunabilir. Fakat halkça göz önünde bulundurulacak şey söyleyen kimsenin kendisi değil, söylediği sözdür. Kansızlığa tutulmuş bir hekimden kuvvetlenme için reçete alanlar ve o ilaçlardan bazı da fayda görenler yok mudur? Öyle bir hekimin reçetesi kendine iyi gelmez de başka bir bünyeye iyi tesir edebilir. Hekimlerin hasta olmamak, uzun ömürlü olmak gibi öteki insanlardan başka bir imtiyazları yoktur ya! Bunlardan genç, ihtiyar çeşitli yaştakilerin her türlü hastalıktan her gün öldükleri görülüyor. Bu hâlden ne hekimlere yılgınlık geliyor ne de onlara başvuranlara ümitsizlik. İşte matmazel biz, kendinin tutulmuş olduğu aynı hastalığa tutulmuş başka bir hastayı iyileştirmeye uğraşan doktora benzeriz. Bu eksiklik yalnız bizim mesleğimizde değil, öteki mesleklerde de vardır. Bir avukatın, vicdanına aykırı geldiği hâlde, bir cani ve suçsuz için bağış veya mücazat istemesi de buna benzer. Ahlakın en aşağı çukurunda bulunan bir adamın âleme ahlak dersi vermesindeki hikmeti şimdi anlayabildiniz mi?”
Anjel, derin derin düşünerek:
“Anladım mösyö, anladım… Fakat bizim sanatımız ile sizinkinin arasında iddia ettiğiniz kadar yakınlık ve benzerlik göremedim. Bizim sanatın insanları çok kere cahil olurlar. İşledikleri fenalıkları, geçim sebeplerinden ve belki de hayatın zaruretlerinden sayarak işlerler. Bir fenalığın bilmeyerek işlenmesiyle bilerek işlenebilmesi arasında çok fark vardır. Size alay sermayesi olan bu kötü hâle bizi sürükleyenler de gene erkeklerdir. Bunun için işte biz de elimizden geldiği kadar onlardan intikam almaya uğraşırız. İçimizde en bahtsız olanlar, bir erkeğe sahiden gönül vermek felaketine uğrayanlardır. Bir erkeği sevmek, bizim gibi kadınların harap olmasının sebebidir. İçten seven çok kere hakarete uğrar, hıyanetle karşılık görür. İşte bundan dolayı sevilip sevmemek, aldatıp aldanmamak bizim hükmüne uyup hiç ayrılmamaya uğraştığımız bir düsturumuzdur. Bizce sevmek, budalalık; acımak, bir kabahattir. Bize göre ahlak dışı hareket işte bu düstur dışına çıkmaktır. Ahlak nedir mösyö? Maddi, manevi ceza korkusu ile hükmü geçerlikte olan kaidesine aykırı davranmaktan çekinilen şey değil mi? Pekâlâ… Ceza korkusuyla namuslu yaşayanlarca ahlak ne ise bizim için de bu düsturumuz işte odur. Çünkü bu düsturumuza aykırı davrandığımız anda bizim için de ceza hazırdır. Teorimizin bu cihetleri biraz nazik olduğundan sözlerim karışıklaştı ama siz yazar ve hem de mesleğinizin mesleğimize yakınlığını iddia eden kalem sahibi olduğunuz için benim bir sözümden sizin bin anlayacağınıza hiç şüphe etmem. Bizim oyuncağımız dilbazlık, sermayemiz kurnazlıktır. Bu asrın medeniyetçe terakkisi tesiriyle her şeyde görülen değişiklik, aşk ve muhabbetler şimdi yalnız Paul ve Virginie gibi duygu temizliğini tasvir etmelerinden dolayı modaları geçmiş sayılan bazı hikâyelerde kaldı. Şimdi hayvan gibi sevişiyorlar. İşte o hayvanlardan birisi ben, gücenmeyiniz mösyö, bir öteki de sizsiniz. Ömrünüzde hiç insan gibi sevdiğinizi hatırlayabiliyor musunuz? Ben kendi hesabıma hatırlayamıyorum. Böyle çocukça bir hatırlamada bulunabilsek bile bu budalalığımızı birbirimize karşı söylemeye zamanın ahlakını düşünerek sıkılırız. Ne yapalım? Bu gibi gönül saflıkları şimdi ayıp sayılıyor. La Dam o Kamelya gibi roman kahramanlarına bile şüphe ile ve belki horlukla bakılıyor. Bu yaradılışta bir hafif kadın olabileceğine kimse ihtimal veremiyor. Yazarı, çok iyi yürekli ve hayalci olmakla suçlanıyor. Zamanımızda herkes Nana gibi hakikatlere bayılıyor. Kadın dedin mi Pöl Burje’nin ‘Mensonges’ romanındaki Suzan veya Kolet gibi olmalı. Koca denince Suzan’ın kocası Moren’e benzemeli, âşıklar da Deforj tipinde bulunmalı, işin içine samimilik, muhabbet gibi budalalıklar girerse sonra görülecek hâl Rene Vensi’de görülen gibi çok acıklı sonun aynı olur. Romanlarda bile tasvir edilmesi yazarın kalemine leke sayılacak iyi ahlak insanlarını Paris’in gerçek hayatında artık aramak bir manasızlık sayılmaz mı? İffetimiz olmaması bizi umumi iffete karşı düşman etmiştir.”
Anjel’in bu son cümleden sonra ileri sürdüğü edepsizce fikirler henüz anlatma saffeti ve anlatış bekâreti o dereceye varamamış olan Türkçemizle ifade edilemeyecek derecede Frenklerin yeni edebiyatından olduğu için matmazelin bu teorisini umumi edebe saygı için susarak geçiyorum.
Bodler, bu edebiyatça karşılıklı konuşma üzerine Anjel’in teorisiyle kendininkini birleştirerek başı açık bir eser vücuda getirir. Yazar bu eseri yazmakla uğraşırken Anjel’in karnındaki yavru da bütün gelişme devresini geçirir. Sonunda çocuğu kundağa, kitabı tezgâha yatırırlar. Konu tabiattan alındığından mıdır nedir, çocukçağızın talihine kitap o kadar beğenilir ve satılır ki Bodler cenapları kendine münasebeti binde bir derece de bulunan bir çocuğa bu kadar mühim bir bağışta bulunduğuna pişman olur ama verdiği “parol donör”den (namus sözü) dönmeye yol bulamaz.
Anjel, az zamanda o paraların altından girer, üstünden çıkar. Cı-yak cıyak bağırmaktan başka artık kendisine bir faydası kalmayan o yavrucağı büyükannesinin şefkatine emanet ederek matmazel cenapları yeni yakalamış olduğu Mösyö Maksim adında bir herifle yaşamaya başlar. Bu yeni amanı ile olan münasebeti ümit ettiğinden fazla sürer. Tüccar olduğu için dört beş ay kalmak için herifin İstanbul’a gelmesi icap eder. Anjel, garp mallarının şarkta para ettiğini bildiğinden ve kendini de o metalardan biri saydığı için hem ziyaret hem ticaret niyetiyle Mösyö Maksim’in peşine takılır, birlikte İstanbul’a gelirler. Mösyö Maksim’in ticaret işleriyle uğraştığı sırada Anjel de fırsat düşürdükçe kendi hususi ticaretiyle uğraşmaktan geri kalmaz. İstanbul’a geldiklerinden bir ay sonra Maksim, metresini bir Rum delikanlısıyla yakalar. Mösyö Maksim, Fransız olmakla beraber her nasılsa natüralizm taraflısı olmadığından Anjel’in beli ortası budur diye bir tekme indirip karıyı bulundukları otelden kapı dışarıya defedivermek gibi Frenklere yaraşmayacak bir nezaketsizlik ve kabalıkta bulunur.
İki yol çantası ile iki eli böğründe beş parasız sokak ortasında kalan Anjel kerhanelerden birine sığınacak yerde çirkin sanatını umumilikten hususiliğe dökmek, fahişelik yorgunluğundan bir parça dinlenmek isteyerek, İstanbul’da yerleşmiş itibarlı bir Fransız ailesine başvurur. Melek gibi, bir ikiyüzlülük gösteren çehre ile kendi kendini temiz bir kız olmak üzere tanıtır. Güya söyleyecek çok sözü varmış da fazla utancı bunlara engel oluyormuş gibi yalancıktan kızarır. Her ne derdi varsa sıkılmayıp açık söylemesi için o aile üstüne düşer. Birçok utangaç duraklamalar ve yapmacık hâllerden sonra yüzüne mendil tutarak yaşamak için mürebbiyelik etmek gibi halis bir niyetle İstanbul’a gelmeyi arzulamış ve şimdiye kadar da Fransa’dan dışarı çıkmamış olduğundan kadınlığı ve seyahat hususundaki acemiliği, hele tabiat itibarıyla beceriksizliği ve utangaçlığı yüzünden İstanbul’a gelmek üzere bulunan namuslu bir kimse olarak tanıdığı Mösyö Maksim adında biri tarafından kendisine teklif olunan arkadaşlığı kabul etmek zorunda kalmış olduğunu, gene burada yer yurt bilmemesinden dolayı o zatla bir otele inmiş, namuslu insan sandığı o Mösyö Maksim tarafından son zamanda vahşi bir surette ırzına taarruza kalkışması üzerine coşup taşan namuslu atılganlığıyla kendini sokağa dar atabilmiş olduğunu ve yanında birkaç günlükten fazla harçlığı ve eşya adına bir iki kat çamaşırıyla bir dua kitabından(!) başka bir şeyi olmadığını ter dökerek öyle yana yakıla bir yanıklıkla anlatır ki dinleyenlerin gözleri acıma şiddetiyle yaşarır.
O itibarlı Fransız ailesi, Anjel’in hâline ağlamak derecesinde acımakla beraber gene kendisini bir gece bile evlerine misafir olarak almazlar.
Vatanları dışında yaşayan Avrupalılar bulundukları yabancı memleketlerinde kendi milletlerinden birine rastladıkları zaman o kimseye her hususça saygı duyarak kolaylık gösterirler. Bu saygı ve şefkatin sebebi ise o vatandaşın başka bir milletin kesesinden geçimini sağlamaya uğraşmasıdır. Bu işte düşünülen fayda da kendi milletlerinin başka bir millet arasında çoğalması ve nüfuzunun artmasıyla oradaki servetten bir kısmının kendi memleketlerine taşınmasına yol açılmasıdır.
O Fransız ailesi tarafından işte böyle bir şefkat duygusu ile Anjel’e yardım edilmeye kalkışılır. İlkin kendi yakınlarında ucuzca bir oda kiralanır. Matmazel oraya yerleştirilir. Az bir zaman sonra da mürebbiyelik işi ile Dehrî Efendi ailesine gönderilir.
Mürebbiye Anjel, geçmişinden birazcık söz açtığımız işte böyle bir Anjel’dir. Mürebbiyemiz orospuluk yorgunluğundan bir zaman için vücut ve zihin dinlendirmeye niyetlendiği hâlde “Alışmış kudurmuştan beterdir.” sözünce arasına katıldığı aile insanları içinde genç, ihtiyar birkaç erkek görür görmez niyetinden cayıverir.
Gerekli kayıtları yakında yürütmek üzere hoşuna giden aile erkeklerinden bir ikisinin adlarına defterinden alfabe sırasına uygun haneleri hemen açar.
Nezahet Hanım’la Vahip Bey’in fiil çekimleri mürebbiyenin son derece hoşuna gider ama defterinde açtığı hanelerin çokluğuna göre Şemi ve Sadri’nin sevgileriyle kanaat edemeyeceğinden çatkınca bir suratla çocuklardan sorar:
“Yalnız, Şemi, Sadri beyler ikisi bu lakırtı söylemiş? Amca bey böyle bir şey demedi?”
Çocuklar ikisi birden, “Hayır, demedi.” cevabını verirler.
Amca beyin böyle bir şey demediğine Anjel’in o kadar canı sıkılır ki o yapmacık çatkınlığı bu sefer sahici bir somurtkanlığa döner. Onun adına olarak defterde açılan hane açık mı kalacak? Kederli kederli düşünür: Bugün demediyse elbette bir gün der, düşüncesiyle gönlünü biraz avutur.
O aralık kameriyenin önünden yalının aşçıbaşısı Tosun Ağa kolları dirseklere kadar sıvalı, belde al soflu ipek futası, boyundan aşağı göğsüne doğru gümüşten bir akarsu gibi sarkan kordonu ile geçmekte olduğundan gümrah bıyıklı, kırmızı yanaklı bu Bolu güzeline karşı Anjel evvela yürek gıcıklayıcı süzgün bir gülüş gösterip sonra akidemsi gevrek tatlı bir kahkaha salıvererek Fransızca der ki:
“Ajibaşı15 defterime yazılacaklardan biri de sensin. O güzel bıyıklarınla bu şerefi kazanmaya hak iddia edebilirsin.”
Aşçı Tosun o gülümsemedeki letafeti, o kahkahadaki tatlılığı şimdiye kadar ateş üzerinde miyanesini kokuttuğu, kıvamını getirdiği helvaların hiçbirinde görüp tatmamış olduğundan kalbi yerinden kopup da boğazına tıkılmış gibi zavallı herif helecanlar içinde oracıkta yılışıp kalır. Söylenen sözlerden hiçbirini anlamaz. Ama söylenişe göre ve o şeker gibi kahkahalardan kendine iltifat olunduğunu anlar.
Aşçıbaşı humma nöbetine tutulanların bakışları gibi, tuhaf bir bakış, sevincinin çokluğundan kulaklarına kadar uzayan ağzı, sözden ziyade hıçkırığa benzeyen bir söyleyişle der ki:
“Efendim kokana hanım, lafını hiç anlamıyorum ama vallahi sesin küçük beyin akşamları üfürdüğü düdükten (flavta), benim tamburanın telinden daha tatlı, daha oynak çıkıyor. Param olsa senin dilini ben de öğreneceğim. Diline de sana da hilafsız hayran oluyorum.”
“Bu akşam puf börek var?”
“Sen puf böreğini seviyon mu? Öyle ise bundan sonra her gün sana kaba kaba püşürürüm.”
“Sen onu nasıl kabartır öyle?”
“Unu hassalı olunca kabarır. (Anjel’in kollarını göstererek) Senin fistanının kollarından ziyade şişer. Hele ben her aşçıdan ziyade kabartırım. Seninle lafa daldık ama şimdi mutfakta çıraklar tencereleri yakar… Bu akşam yemekler benim gönlüm gibi hep yanık olur.”
Aşçıbaşı mutfağına doğru yürür. Giderken kendi kendine şöyle söylenir: “Bu kokana benden ne istiyor canım? Gördüğü yerde sırıtıyo… Benim de elim ayağım donakalıyo, işim bitiyo, tuh Allah cezanı vere, bu karı bana alakalandı mı acap? Beni günaha sokuyo… Ocak başında kokana aklıma gelince bütün damarlarım peluze gibi debreşiyo, yemeklere, attığım tuzun kararını şaşırıyorum canım… Bunlar için dört defadır efendiden tekdir yiyorum. Hep bu hâller memleketteki Ayşe’ye malum oluyo galiba… Kokana bu konağa geleli gayrık Ayşe’nin hiç düşüme girdiği yok. Bu işin Allah encamını hayr ede.”
Kolların puf böreği, gerdanın elmasiyeBen püşürürüm güzelim, sen hemen durma yebeytini bir Bolu bestesiyle yanık yanık söyleyerek mutfağına girer.
II
Dehrî Efendi sivil emeklilerden altmış beş yetmiş yaşında kadar bir zattır. Babasından birçok malın mirasçısı olduğu gibi bulunduğu ehemmiyetli memurluklarda da iyi idare ve tutumlu olması sayesinde o malları hemen hemen iki kat etmiş olduğundan şimdi “vezir konağı” denecek derecede kalabalık bir daireyi gayet rahatlıkla idareye elindeki serveti bol bol yetmektedir.
Kendinin ilim ve fenne karşı bir sevgisi, bunlardan bazılarında bilgisi vardı. Avrupa dillerinden Fransızcayı adamakıllı, ötekilerini de şöyle böyle bilir. Ahlakındaki bazı gariplikler, lüzumundan fazla öfkeli, tok ve doğru sözlü olması pek çok kimseleri gücendirir ise de tabiatı doğru, intizamı sever, hakka saygı gösterir, millî âdet ve ahlaktan bazılarına uymakta çok mutaassıp bulunmak gibi bazı seçme vasıfları da kadir bilenlere kendisini sevdirir.
Bazı eski filozof resimlerinde görülenlere benzer koskoca bir kafa, o geniş alnın altında uzun kılları birbirine karışmış akı siyahından çok bir çift gür kaş, hemen bir bıyık kadar kaba duran bu kaşlar ile alnın çıkıntısından peyda olan karaltı içinde çukura gömülmüş sert bakışlı yuvarlak, iki kara göz… Ta kulakların içinden fışkırarak iki yanağı hemen tamamıyla kaplamış gümrah beyaz bir sakal Dehrî Efendi’nin yüzüne büyükler için Sokrat’ın karikatürü şeklinde acayip bir heybet, çocuklar için korkunç bir umacı hâli vermişti.
Zaten ev halkından büyük küçük yanına her kim girse vücudunda hafif bir titreme duymadan o yüze bakamaz. Efendinin önünde söylenecek sözler çok kere pek kısa ve onlara alınacak cevaplar da kati hükümlü olurdu. Efendi bir defa karaya aktır dedi mi o iş geçmiş ola. Artık o karayı beyazdır diye kabul etmekten başka çare yoktur. O şeye “Efendim beyaz ama pek o kadar bembeyaz değil biraz siyahımtırak görünüyor.” demek bile kimsenin haddi değildi.
Efendi kütüphanesine kapanıp da okuma veya yazmaya başladı mı lüzumlu lüzumsuz bir iş için yanına girilemezdi ama kendi canı istediği zaman dairesinden dışarıya çıkardı. Bazen yalının büyük divanhanesinde yakaladığı kâhya kadına “ekonomi politik”ten mühim maddeler açar. Bahçede ara sıra bahçıvanı ele geçirdikçe biçareye “doğum”dan bahsederdi. O korkunç Dehrî Efendi’nin, o ciddi adamın bazı huyu o kadar hafiflerdi ki sofada veya bahçede oynayan çocuklara karışır, onlarla beraber saklambaç, köşe kapmaca oynardı.
Bu acayip hâlleri aşırı zekâ taşkınlığından mı yoksa o koca kafadaki kapalı olan cevherin dış büyüklüğü ile uygun bulunmamasından mı ileri geldiği kolay kolay kestirilemeyecek bir mesele idi.
Dehrî Efendi’nin ilk karısından bir kızı ile bir oğlu olmuştu: Melahat Hanım’la, Şemi Bey. Birinci karısının ölümünden sonra tuttuğu genç bir odalık da Nezahet Hanım’la Vahip Bey’i dünyaya getirmişti. Yirmi beş yaşında kadar bulunan ilk kızı Melahat Hanım kocada, on sekiz yaşındaki büyük oğlu da yatılı okullardan birinde bulunduğundan Mürebbiye Anjel küçüklerin, yani Nezahet Hanım’la, Vahip Bey’in terbiye ve okumaları için tutulmuştu.
Dehrî Efendi’nin dört çocuğunda da babalarının o koca kafası, çukur gözleri, garip huylarından bazıları da az çok görülürdü. Çocuklar, babalarının saklambaç oynamak gibi bazı senlibenliliklerine, iltifatlarına uğramakla beraber büyüğü olsun küçüğü olsun kendisinden korkarlardı. Çünkü peder efendinin hiçbir hususta şakası yoktu. Çocuklardan birinin bıçak, çakı, kalemtıraş gibi kesici aletlerle oynadığını görse hemen o kesici şeyi çocuktan alır, zavallının elini birkaç yerinden kanatıncaya kadar çizer. Çocuğun kendi kendine kazara yapacağı şeyi, iyice hatırlatmak için o bile bile yapardı. Ateşle oynayanın elini ateşe sokar. Ateşin, acısına dayanılmaz, ne kadar can yakıcı bir madde olduğu çocukta tecrübe ile belli oluncaya kadar o eli ateşte cızırdatırdı.
Efendi, çocuklara yaptığı bu cezaları, bir dereceye kadar değişiklikle, ailenin büyüklerine de tatbik etmekten çekinmediğinden bu hâllerden birkaçını gören Mürebbiye Anjel ev içindeki erkeklerden yalnız Dehrî Efendi’nin adını defterine yazmakta tereddüde düşmüştü.
Dehrî Efendi’nin kendinden on sekiz yirmi yaş kadar küçük bir kardeşi vardı. Bu kardeş ailece “Amca Bey” diye çağrıldığından ev halkından Amca Bey’in asıl adının ne olduğunu bilmeyenler çoktur.
Amca Bey’in beden yapısı, Dehrî Efendi’nin küçürek çapta bir çeşit acayip bir örneği idi. Birinin dimdik, ötekinin eğri büğrü boyu Amca Bey’in Dehrî Efendi’ye benzerliğini, son oluşum devresinde bulunan bir kurbağa yavrusunun ana babasına şekilce olan son yakınlığı derecesinde bırakmıştı. Çocukların bacak aralarını hamam bohçasına çevirircesine, eski annelerin kötü bir âdete uyarak oralara pamuklu bezler tıkıştırmaktaki cahilce inatları yüzünden Amca Bey’de bacaklar yılankavileşmiş, bu boy eğriliğine bel kemiğindeki tabii çarpıklık da katılınca iki nokta arasındaki en kısa yola geometride doğru denmesi tarifine ters bir örnek meydana getirecek suretteki bu eciş bücüşlük zavallı adamın boyunu meşhur şekillerden “âşık yolunu şaşırdı”ya çevirerek boy uzunluğunun hemen dörtte biri kadarını içine oynatmıştı.
Amca Bey’in beden yapısında olan bu bükülme Allah’ın bir hikmeti olarak ahlakına da geçmişti. Dehrî Efendi’yle boyca olan otuz santimlik bir eksiklik aralarındaki benzerliği pek o kadar açmamıştı. Çünkü kafatası büyüklüğü ve yüzlerinin çizgileri birbirinin aynı idi. Fakat ikisinin de işlerine ve davranışlarına bakan en az dikkatli bir kimse, beyin tartısınca Amca Bey’in ötekinden (beyni okkaya bindirmeye müsaade olunursa) okkalarla noksan bulunduğunu anlamakta güçlük çekmezdi. Sanki Yaradan Tanrı ana karnında iken ne kadar işe yarayan ve yaramayan haslet var ise birinci evlada vermiş ve ikincisine her şeyin adisini, bozuğunu, zayıfını bırakmıştı.
Amca Bey her hareketinde ağabeysinin hâlini taklit etmeyi âdet edindiğinden zaten bir acibe olduğu hâlde “acayiplerin acayibi” bir şey olduğuna şüphe yoktur.
Ağabeyi, taşra memuriyetlerinde gezerken küçüğü İstanbul’da mirasını son parasına kadar yemiş, şimdi Dehrî Efendi’nin lütuf ve ihsanına sığınmaktan başka bir çaresi kalmamış olduğundan her şeye “eyvallah” demek Amca Bey için bir hayat zarureti sırasına geçmişti. Bu yüzden, Dehrî Efendi’nin Amca Bey üzerinde olan nüfuzu ağabeylikten babalık derecesine çıkmış, ötekinin evdeki mevkisi ise çocuklarla uşaklar arasındaki bir yere inmişti.
Amca Bey’in birkaç karı alarak geçinemeyip boşaması Dehrî Efendi’yi son derece öfkelendirmiş ve bu öfke sonunda Amca Bey’i ebedî bir bekârlığa mahkûm etmişti.