Читать книгу Antik yunan hikâyeleri (George W. Cox) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Antik yunan hikâyeleri
Antik yunan hikâyeleri
Оценить:
Antik yunan hikâyeleri

4

Полная версия:

Antik yunan hikâyeleri

Hermes nazikçe, “Anne,” dedi, “benimle neden fani bir bebekmişim, her şeyden korkan, ufacık bir kaş çatışa ağlayacak bir zavallıymışım gibi konuşuyorsun? İkimiz için de neyin iyi olduğunu biliyorum. Neden burada, bu virane mağarada kalalım ki? Kalbimizi neşelendirecek ne bir armağan ne de bir şölen var burada. Ben kalmayacağım. Tanrılarla ziyafet çekmek, içinde uğuldayan rüzgârların estiği bir mağarada yaşamaktan daha güzel. Apollon’a karşı şansımı deneyeceğim, çünkü onunla denk olduğumu düşünüyorum. Eğer o bana katlanmazsa ve babam Zeus davamı sahiplenmezse, kendi başıma ne yapabileceğime bakacağım. Pytho’daki tapınağına gidip oradaki ayaklıkları ve kazanları, demir aletleri ve parıltılı kıyafetleri çalacağım. Olimpos’ta saygınlık kazanamasam da hiç değilse hırsızların prensi olabilirim.”

Onlar böyle konuşurken Eos, okyanusun derinlerindeki akıntının içinde doğruldu ve yumuşak ışığı gökyüzünde parladı. Apollon aceleyle Onchestos’a ve Poseidon’un kutsal korusuna gitti. İhtiyar adam bağında çalışıyordu. Phoebus aceleyle ona doğru ilerledi ve “Bağcı dostum, Pieria’dan ineklerimi bulmaya geldim. İçlerinden ellisi kaçırıldı ve onları koruyan dört köpekle boğa bırakıldı geriye. Söyle bana ihtiyar, yoldan ineklerle birlikte geçen birini gördün mü?” diye sordu. Ama ihtiyar adam, görmüş olabileceklerinin hepsini söylemenin zor olduğunu söyledi. “Bu yoldan pek çok yolcu geçer, kimi kötü niyetlidir, kimi iyi. Hepsini hatırlayamam. Tek bildiğim, dün güneşin doğumundan batımına dek bağımı çapaladım ve sanırım bir sürüyle birlikte geçen bir çocuk gördüm ama emin değilim. Bir bebekti ve elinde bir asa tutuyordu. Tuhaf bir şekilde yolun bir o tarafına bir bu tarafına geçerek yürüyordu.”

Phoebus’un daha fazlasını duymaya ihtiyacı yoktu, zira artık, ona bu fenalığı yapanın Zeus’un yeni doğmuş oğlu olduğunu biliyordu. Mor bir pusa sarınarak hızla güzel Pylos’a gitti ve sürünün izini buldu. “Ah Zeus!” diye haykırdı. “Bu gerçekten de bir mucize. Sürünün ayak izlerini gördüm ama sanki hayvanlar çirişotu5 çayırına gidiyor gibiydi, daha ötesine değil. Erkek ya da kadın, kurt, ayı ya da aslan… Hiçbirine ait tek bir iz görmedim. Sadece orada burada tuhaf bir canavarın ayak izleri vardı, yolun iki tarafına rasgele basarak iz bırakmış.” Bunun ardından hızla Kyllenian'ın ağaçlı tepelerine doğru ilerledi ve Maia’nın mağarasının eşiğine dikildi. Tam karşıda çocuk Hermes, korku içinde beşiğindeki çarşafların altına girmişti ve yeni doğmuş bir bebek gibi uyuyordu. Phoebus gözlerini ısrarla mağaranın içinde gezdirdi ve tamamen tanrıların yiyecek ve içecekleriyle dolu, üç gizli kapı açtı. Aralarında aynı zamanda altın, gümüş ve kıyafet de vardı ama hiçbirinde inek yoktu. Phoebus sonunda gözlerini çocuğun üzerine çevirdi ve “Sahtekâr bebek, ineklerim nerede? Eğer hemen söylemezsen aramızda bir savaş çıkacak ve seni kasvetli Tartaros’a6, ne babanın ne de annenin seni geri getirebileceği, hükmünün yalnızca insanların hayaletlerine geçeceği o karanlık diyara yollarım,” dedi. “Ah,” dedi Hermes, “bunlar korkunç sözler gerçekten de. Ama neden benimle böyle konuşuyorsun ve ineklerini burada arıyorsun? Onları ne gördüm ne de duydum ben. Kimse onlardan bahsetmedi bana. Nerede olduklarını söyleyemem ve eğer onları bulma karşılığında bir ödül vaat edildiyse alamam. Benim işim değil bu. Uyumaktan, emmekten ve beşiğimin çarşaflarıyla oynamaktan, ılık suda yıkanmaktan başka ne umurumda olur ki? Dostum, böyle aptalca bir dalaşmayı kimse duymasa iyi olur. Ölümsüz tanrılar, küçük bir bebeğin beşiğinden çıkıp ineklerin peşinde koşması fikrine gülerler. Daha dün doğdum. Ayaklarım yumuşacık, yerse çok sert. Ama seni rahatlatacaksa, babamın başı üzerine yemin ederim ki (bak, oldukça büyük bir yemin bu) bu işi ben yapmadım, ineklerini çalanı da görmedim. Hatta inek nedir, onu bile bilmem.”

Konuşurken sinsi sinsi bir o yana bir bu yana bakıyor, gözlerini kurnazca kırpıştırıyordu. Sanki Phoebus’un sözcükleri onu çok eğlendirmiş gibi uzun, yumuşak bir ıslık sesi çıkardı. “Pekâlâ dostum,” dedi Phoebus Apollon gülümseyerek, “anlıyorum ki birçok eve gireceksin ve peşinden gelenler olacak ve sığır eti düşkünlüğün birçok çobanı ağlatacak. Ama o beşikten in, yoksa bu son uykun olur. Sana vaat edebileceğim tek şeref bu, sonsuza dek hırsızların prensi olarak anılmak.” Phoebus daha fazla yaygara koparmadan bebeği kollarına aldı ama Hermes öyle büyük bir güçle hapşırdı ki adamın elinden düştü. Phoebus ona ciddiyetle, “Bu, ineklerimi bulacağımın işaretidir: yolu göster bana o halde,” dedi. Hermes büyük bir korkuyla doğruldu ve beşiğindeki çarşafları iki kulağına bastırarak “Zalim tanrı, ne yapacaksın bana? O inekler yüzünden beni neden kaygılandırıyorsun? Yeryüzünde hiç inek görmedim ben. Onları ben çalmadım. İnekleri çalanı da görmedim. İnek dediğin de her neyse… İsimlerinden başka hiçbir şey bilmiyorum. Ama dur, aramızdaki tartışmada kararı Zeus vermeli.”

Böylece ikisi, kendi amaçları doğrultusunda konuşup durdular ve akılları daha da karıştı, çünkü Phoebus yalnızca ineklerinin nerede olduğunu öğrenmek istiyor, Hermes ise onu kandırmaya uğraşıyordu. Hızla ve asık bir suratla, bebek önde Phoebus arkada yola düştüler ve Olimpos’un tepesine, kudretli Zeus’un evine vardılar. Zeus yargı tahtında oturmuştu ve tüm ölümsüz tanrılar etrafındaydı. Onların önünde, tam ortada Phoebus ile çocuk Hermes duruyordu. Zeus, “Bugünkü avından iyi bir ganimet getirmişsin Phoebus. Bir günlük bir bebek,” dedi. “Tanrıların karşısına çıkarmak için güzel bir armağan.”

“Baba,” dedi Apollon aceleyle. “Tek yağmacının ben olmadığımı gösterecek bir hikâye anlatacağım. Yorucu bir arama sonunda bu bebeği Kyllenian tepesindeki mağarada buldum ve bu çocuk daha önce ne tanrılar ne insanlar arasında görülmüş türden bir hırsız. Dün akşam çayırdan sürümü çaldı ve hayvanları doğruca Pylos’a, gürültülü denizin kıyısına götürdü. Bıraktığı izler tanrıları da insanları da hayrete düşürür. İneklerin ayak izleri sanki otlaklarımdan uzaklaşıyormuş gibi değil de otlağa doğru gidiyorlarmış gibi. Onun ayak izleriyse sözle anlatılacak gibi değil. Sanki ne ayağıyla ne eliyle yürümüş. Sanki meşe dalları bir anda yürümeye başlamış. Kumlu toprağın üzerinde böyleydi, sonra, kumlar bitince hiç iz kalmadı. Ama ihtiyar bir adam çocuğu, Pylos yolunda hayvanları yürütürken görmüş. Orada sürüyü serbest bırakmış ve annesinin evine gidip koca bir kül yığınının içindeki ufacık bir kıvılcım gibi beşiğine kıvrılmış. Öyle ki bir kartal bile güçlükle seçebilir onu. Onu hırsızlıkla suçladığımda küstahça inkâr etti ve bana inekleri görmediğini, onlardan bahsedildiğini dahi duymadığını, onları bulana bir ödül verilse bile onu alamayacağını söyledi.”

Phoebus’un sözleri böylece bitti ve bebek Hermes, Zeus’a, tüm tanrıların efendisine saygılarını sunduktan sonra, “Zeus Baba,” dedi. “Sana doğruyu söyleyeceğim, çünkü ben çok dürüst biriyim ve nasıl yalan söyleneceğini bilmem. Bu sabah, güneş henüz doğarken Phoebus annemin mağarasına geldi. İneklerini arıyordu. Yanında hiçbir tanık getirmemişti. Beni itirafta bulunmaya zorladı, Tartaros zindanlarına atmakla tehdit etti. Kendisi ilk yetişkinliğin tüm gücüne sahipken ben, onun da bildiği gibi, henüz dün doğdum ve henüz bir sürüyü yağmalayacak durumda değilim. İnan bana, evladına duyduğun sevgiyle inan, bu bahsedilen inekleri eve getirmedim ya da annemin eşiğinden geçirmedim. Gerçek budur. Dahası, Hêlios ve diğer tanrıların huzurunda seni sevdiğime ve Phoebus’a saygı duyduğuma da yemin ederim. Suçsuz olduğumu biliyorsun, istersen onun için de yemin ederim. Ama o ne kadar güçlü olursa olsun, günün birinde bu nezaketsizliğinin intikamını alacağım Phoebus’tan. Sen de güçsüzün yanında ol.”

Hermes de gözlerini kırpıştırarak ve kıyafetlerini omuzlarında tutarak böyle konuştu. Zeus, bebeğin kurnazlığına yüksek sesle güldü ve Phoebus’la çocuğun arkadaş olmalarını söyledi. Ardından başını eğip Hermes’e sürüyü nereye sakladığını göstermesini emretti. Çocuk ona itaat etti, çünkü bu işareti görmezden gelip de hayatta kalamazdı kimse. Hızla Pylos’a, geniş Alpheios nehrine gittiler. Hermes kıvrımların arasından sürüyü getirdi. Ama tam oradan ayrılırken Apollon kayalara asılmış derileri fark etti ve Hermes’e, “Daha bir günlük bir çocukken iki ineğin derisini yüzmeyi nasıl başardın, seni kurnaz alçak? İleride edineceğin kudretten korkarım ve seni canlı bırakamam,” dedi. Çocuğu tekrar yakaladı ve söğüt dallarıyla bağladı. Ama çocuk hepsini bedeninden kolaylıkla yırtıp attı. Phoebus hayrete düştü. Hermes boş yere saklanacak bir yer aradı. Kaplumbağa-lirini düşününce büyük bir korkuya kapıldı. Yayıyla tellere dokundu ve şarkı, her zamankinden yüksek ve tatlı bir sesle göğü doldurdu. Ölümsüz tanrıların ve karanlık dünyanın, yeryüzünün nasıl kurulduğunun ve her bir tanrının kendi paylarının nasıl verildiğinin şarkısını söyledi. Ta ki Apollon büyük bir arzuyla dolana kadar. Sonunda yeniden Hermes’le konuşan Apollon, “Sürü yağmacısı, kurnaz üçkâğıtçı, şarkın sürüden elli başa bedel. Anlaşmazlığımızı yavaş yavaş çözeceğiz,” dedi. “Bu arada söyle bana, bu muhteşem şarkı yeteneği seninle mi doğdu yoksa herhangi bir tanrıdan ya da faniden mi aldın bu yeteneği? Olimpos’taki ölümsüzlerin hiçbirinden böyle melodiler duymadım. Seni duyanlar, diledikleri ister neşe ister aşk ister uyku olsun, hemen elde ederler. Gücün çok büyük, ünün de büyük olacak. Ben de kızılcık sopan üzerine yemin ediyorum ki onurunun karşısında durmayacak ya da seni herhangi bir şekilde aldatmayacağım.”

Hermes bunun üzerine, “Becerimi senden esirgeyecek değilim Leto’nun oğlu, çünkü tek isteğim senin dostluğun,” dedi. “Hem senin Zeus’tan aldığın yetenekler de çok büyük. Onun zihnini biliyorsun, iradesini ilan edebilir ve ileride ölümsüz tanrılar ya da fanileri nelerin beklediğini ortaya çıkarabilirsin. Bu bilginin bende olmasını isterdim. Ama benim şarkı söyleme gücüm, bugünden itibaren senin olacak. Lirimi al. Endişeleri yatıştıran, kederli anların ya da ziyafetlerin tatlı eşlikçisidir o. Onun dilini öğrenenlere her şeyi tatlılıkla söyler ve ruhu üzen ya da endişelendiren tüm düşünceleri alıp götürür. Ona dokunan ama nasıl konuşturacağını bilemeyenlere saçmalık gibi gelecek, belirsiz inleyişler çıkaracaktır. Ama sen, bilgelikle doğdun, o yüzden lirim senindir. Haydi şimdi sürüyü birlikte besleyelim ve bizim bakımımızla gelişip çoğalsınlar. Artık kızmak için bir sebep yok.”

Bebek bunları söyledikten sonra lirini uzattı ve Phoebus Apollon da liri aldı. O da karşılığında çocuk Hermes’e parıltılı bir kamçı vererek sürülerinin başına geçirdi. Ardından lirin tellerine dokunarak göğü tatlı bir müzikle doldurdu. Birlikte Olimpos’a döndüler. Zeus, Apollon’un gazabının geçip gittiğini görünce içtenlikle sevindi. Ama Phoebus, Hermes’in kurnazlığından korktu. “Zamanı gelince hem arpımı hem de yayımı çalmandan, insanlar arasındaki onurumu yok etmenden korkuyorum,” dedi. “Hemen şimdi Styx’in karanlık suları üzerine bana bir yanlış yapmayacağına yemin et.” Hermes bunun üzerine başını eğdi ve Apollon’dan hiçbir zaman hiçbir şey çalmayacağına, onun kutsal tahtına asla el uzatmayacağına yemin etti. Phoebus da tüm ölümsüz tanrıların huzurunda Hermes’i herkesten çok seveceğine yemin etti. “Bu sevgiden dolayı,” dedi, “bir söz vereceğim. Altın değneğim seni koruyacak ve Zeus’un bana tanrıların ya da insanların tüm iyi ve kötü davranışlarıyla ilgili söylediklerini sana öğretecek. Ama sende olmasını istediğin o daha büyük bilgi senin olmayacak, çünkü o Zeus’un zihninde gizlidir ve kimseye söylemeyeceğime dair büyük bir yemin ettim. Ama bana doğru alametlerle gelen birini asla kandırmam. Yanlış kehanetlerle gelip tapınağımdan bilgi soranlara ise akılsızlıklarına göre yanıt verilecek, adakları ise doğruca hazineme gidecek. Ayrıca, Maia’nın oğlu, uzaklardaki Parnassos uçurumlarında, bana uzun zaman önce gelecek zamanlara dair gizli şeyler öğreten kanatlı Thriai7 yaşar. Bu üç kardeşe git ve onları sına. Eğer konuşmadan önce bal peteği yerlerse, sana doğru cevaplar vereceklerdir. Ama tatlı yiyecekleri yoksa, onlara gelenleri yoldan çıkarmanın yolunu ararlar. Sana bu tavsiyeyi veriyorum işte; onların peşinden giderken temkinli ol ve sürülerine hâkimiyet kur. Koca yeryüzünde beslenen tüm canlılara da. Fani insanların ruhlarını Hades’in karanlık krallığına götüren rehber ol.”

Hermes, böylece Apollon’un sevgisinden emin oldu ve ölümsüz tanrılarla ölümlü insanlar arasında bir yer edindi. Yine de insanoğulları ondan pek bir şey kazanmadı, çünkü geceler boyu hilebazlığıyla onları kızdırdı.

Demeter’in Kederi


Mutlu ada Sicilya’da, Enna arazilerinde güzeller güzeli Persephone, onunla birlikte yaşayan kızlarla oynuyordu. Leydi Demeter’in kızıydı ve annesi gibi Persephone de herkes tarafından sevilirdi. Çünkü Demeter herkese karşı iyi ve nazikti ve kimse Persephone’den daha nazik ve neşeli olamazdı. O ve arkadaşları bahçelerden çiçek toplar, uçuşan uzun saçlarına taç yaparlardı. Etraflarında küme küme biten gülleri, lilyumları ve sümbülleri topluyorlardı ki Persephone ileride muhteşem bir çiçek gördüğünü sandı. Çiçeği almak için koşabildiği kadar hızlı koştu. Tek bir saptan yüz baş tomurcuklanmış güzel bir nergisti bu bitki. Çiçeklerinden yayılan koku, yukarıdaki koca gökyüzünü, dünyayı ve etrafındaki denizi bile sevindiriyordu. Persephone bu ihtişamlı armağanı almak için hevesle elini uzattığında yer birden ikiye ayrıldı ve o daha kaçamadan kömür karası dört at tarafından çekilen bir at arabası belirdi karşısında. Arabanın içinde karanlık, ciddi yüzlü bir adam vardı. Hiç gülmezmiş, hiç mutlu olmazmış gibi görünüyordu. Bir anda arabasından uzandı ve Persephone’yi elinden kavradığı gibi yanındaki koltuğa oturttu. Ardından kamçısıyla atlara dokundu ve atlar, arabayı derin yarıktan içeri taşıdılar. Yeryüzü üstlerine kapandı.

Persephone’yle oynayan kızlar, güzel nergisin yetiştiği yere geldiler ama arkadaşlarını hiçbir yerde bulamadılar. “İşte, koparmak için alelacele koştuğu çiçek burada ve etrafta saklanabileceği hiçbir yer yok,” dediler. Yine de uzun bir süre Enna tarlalarında onu arayıp durdular. Sonunda akşam çöktü ve kızlar Leydi Demeter’e Persephone’nin başına ne geldiğini bilmediklerini söylemeye gittiler.

Çocuğunun kaybolduğunu öğrenince Demeter’in duyduğu keder korkunçtu. Omuzlarına koyu renk bir urba geçirdi, yanan bir meşaleyi kaptığı gibi Persephone’yi aramak için yerin ve denizin üzerinde dolaşmaya başladı. Ama kimse kızının nereye gittiğini bilmiyordu. Aradan on gün geçmişti ki Demeter, Hekate’yle karşılaştı ve ona kızını sordu. Hekate, “Biri onu yakalarken haykırdığını duydum ama gözlerimle görmedim, o yüzden nereye gittiğini bilmiyorum,” dedi. Demeter bunun üzerine Helios’a gitti ve “Ah, Helios, bana çocuğumdan haber ver,” dedi. “Parlak güneşin içinde otururken yeryüzündeki her şeyi görürsün sen.” Helios, Demeter’e “Bu büyük kederin beni üzüyor, sana doğruyu söyleyeceğim. Persephone’yi kaçıran Hades’tir. Yeryüzünün altındaki karanlık ve kasvetli ülkesinde onu eş yapacak kendine,” dedi.

Demeter’in öfkesi, kederinden de korkunçtu. Bundan böyle Zeus’un Teselya tepesindeki sarayında kalmayacaktı, çünkü Hades’in Persephone’yi kaçırmasına göz yuman oydu. Demeter, Olimpos’tan indi ve uzun bir yolculuk yaparak güneş lacivert tepelerin ardındaki altın kadehine doğru alçalırken Eleusis’e vardı. Orada bir pınarın başına oturdu. Yeşil çimenlerden çıkan su, temiz bir havuzun içine dökülüyordu ve havuzun üzerine zeytin ağaçlarının dalları yayılmıştı. Tam o sırada Eleusis kralı Keleos’un kızları su almak için başlarında testilerle pınara geldi. Demeter’in yüzünü görür görmez ne büyük bir keder taşıdığını anladılar. Onunla kibarca konuştular ve yardım etmek için bir şey yapıp yapamayacaklarını sordular. Demeter onlara kaybettiği kızını aradığını anlatınca kızlar, “Gelin, bizimle yaşayın. Babamız ve annemiz size istediğiniz her şeyi verir, kederinizi yatıştırmak için ne gerekirse yaparlar,” dedi. Demeter böylece Keleos’un evine gitti ve bir yıl boyunca orada kaldı. Tüm bu süre boyunca Keleos’un kızları ona karşı çok nazik ve kibar davransalar da Demeter, Persephone için yas tutup ağlamaya devam etti. Ne kahkaha atıyor ne de gülümsüyordu. O büyük kederi yüzünden biriyle konuştuğu da nadirdi. Yeryüzü ve yeryüzünde yetişen şeyler bile Demeter’in kederine ortak oluyor, yas tutuyordu. Ağaçlarda meyve yoktu, tarlalarda mısır yetişmiyor, bahçelerde çiçek tomurcuklanmıyordu. Zeus, Teselya tepesinden aşağıya bakınca, eğer Demeter’in öfkesini ve kederini yatıştıramazsa her şeyin öleceğini gördü. Hermes’i yeraltına, karanlık ve haşin Kral Hades’in yanına gönderdi. Annesi Demeter’i görebilmesi için Persephone’yi yollamasını söyledi. Ancak Hades, Persephone’yi göndermeden önce ona yemesi için bir nar verdi, çünkü karısının ondan uzakta kalmasını istemiyordu ve bu nar tanelerinden birinin bile tadına bakarsa geri dönmek zorunda olacağını biliyordu. Ardından büyük araba, saray kapısının önüne getirildi ve Hermes kömür karası atlara kamçısıyla dokundu. Rüzgâr gibi hızla yola koyuldular ve Eleusis’e geldiler. Hermes, Persephone’yi bıraktı ve kömür karası atlar, arabayı yeniden Kral Hades’in karanlık yurduna taşıdı.

Hermes, Persephone’yi bıraktığında güneş batıyordu. Persephone pınarın başına yaklaştığında uzun, siyah urbalı birinin orada oturduğunu gördü ve bunun evladı için hâlâ ağlayıp yas tutan annesi olduğunu anladı. Demeter, kızının elbisesinin hışırtılarını duyunca başını kaldırdı. Persephone karşısında duruyordu.

Kızını bağrına bastığında Demeter’in sevinci öyle büyüktü ki, kederini de acısını da gölgede bıraktı. Persephone’yi tekrar tekrar kollarına aldı ve başına neler geldiğini sordu. Sonra da “Bana döndün ya, seni bir daha asla bırakmam. Hades, evladımı alıp o korkunç krallığında yaşatamayacak,” dedi. Ama Persephone, “Öyle olmayabilir anne,” dedi. “Hep seninle kalamam. Çünkü Hermes seni görmem için beni buraya getirmeden önce Hades bana bir nar verdi ve ben o narın tanelerinden birkaçını yedim. O taneleri tattıktan sonra, aradan altı ay geçtiğinde ona dönmek zorundayım. Hem aslında gitmekten korkmuyorum da. Hades hiç gülmüyor, gülümsemiyor bile, sarayındaki her şey karanlık ve kasvetli ama o, bana karşı çok nazik. Onun eşi olduğumdan beri neredeyse mutlu olduğunu düşünüyorum. Ama üzülme anne, çünkü her yıl altı aylığına gelip seninle kalacağıma söz verdi. Diğer altı ayı ise onunla yerin altındaki ülkesinde geçirmeliyim.”

Demeter, kızı Persephone’yi gördüğü için rahatlamıştı. Toprak ve toprakta yetişen her şey de onun öfkesinin ve kederinin geçtiğini hissetti. Ağaçlar bir kez daha meyve verdi, bahçelerdeki çiçekler açtı ve altın rengi mısırlar yumuşak yaz esintisiyle deniz gibi dalgalanmaya başladı. Altı ay böyle mutlulukla geçip gitti ve Hermes, Persephone’yi karanlık ülkeye götürmek için kömür karası atlarla geri geldi. Persephone, annesine, “Çok ağlama. Eşi olduğum kasvetli kral bana karşı o kadar iyi ki mutsuz olmam imkânsız. Hem altı ay sonra beni yeniden sana gönderecek,” dedi. Yine de Persephone ne zaman Hades’e dönse, Demeter kızının arkadaşlarıyla oynayan neşeli bir kız çocuğu olduğu ve Enna’nın güzel çayırlarından rengârenk çiçekler topladığı o güzel günleri düşündü.

Endymion’un Uykusu


Güneşin batıda kaybolmaya başladığı güzel bir akşam, Selene, Meander nehri kıyılarında dolaşıyor ve o güne dek gördüğü yerler içinde bu tatlı ırmağın aktığı sessiz vadiden daha güzel bir yer olmadığını düşünüyordu. Sağ tarafında, iki yanı ağaçlar ve çiçeklerle kaplı bir tepe yükseliyordu. Karaağaçlara tutunmuş bağların mor üzümleri, koyu renk yapraklar arasında parlıyordu. Selene oradan geçen birkaç insana tepenin adını sordu. Latmos tepesi dendiğini söylediler ona. Selene yoluna devam etti. Akşam ışığında, dalları tepesinde sallanan uzun ağaçların altından geçerek sonunda zirveye ulaştı ve aşağıda uzanan vadiye baktı. Selene hayrete düşmüştü, çünkü daha önce rüyasında bile böyle güzel bir şey görmemişti. Meander diyarıdan daha güzel hiçbir yer olmayacağını düşünüyordu ama şimdi karşısında kayalardan, taşlardan ve o uğultulu nehrin parlak sularından çok daha güzel bir şey vardı. Dibinde, batan güneşin ışığında gümüş gibi parlayan bir göl bulunan küçük bir vadiydi burası. Eğimli kıyıların hepsi birbirinden güzel ağaçlarla kaplıydı ve ağaçların uzun dalları suyun üzerine düşüyordu. Ne rüzgâr yapraklardan birini kıpırdatıyordu ne de bir kuş uçuyordu gökte. Yalnızca gölün üzerinde tembelce süzülen büyük bir yusufçuk ve gümüşi sularda yarı uyuklar halde uzanmış bir kuğu vardı. Bir yanda, vadinin en güzel köşesinde mermerden bir tapınak vardı. Sütunları kar gibi parlıyordu. Göle inen mermer basamakların üzerinde palmiyelerin dalları sallanıyordu ve her tarafta öbek öbek güzel çiçekler vardı. Onların arasında ise yosunlar, eğrelti otları ve yeşil sarmaşıklar vardı. Beyaz nergis ve mor lale, siyah sümbül ve narçiçeği rengi gül vardı. Ne var ki tapınağın mermer basamaklarında uzanmış vaziyette uyuyan bir adam, tüm ağaçların ve çiçeklerin güzelliğini geride bırakıyordu. Fırtınaların hiç uğramadığı, kara yağmur bulutlarının dağın etrafını hiç sarmadığı bu sessiz vadide yaşayan Endymion’du bu adam. Akşam saatinde orada öyle hareketsizce yatıyordu. Selene ilk başta gördüğü adamın yaşadığına pek ihtimal vermedi. Çünkü âdeta mermerden yapılmış gibi hareketsizdi. Selene adama bakarken hayretle derin bir nefes aldı. Sonra usulca vadiye doğru inerek Endymion’un uyuduğu basamaklara yaklaştı. Güneş artık tepenin ardına çekilmişti ve akşamın yoğun parıltısı, gümüşi gölün parıltısını altın rengine boyuyordu. Endymion uyandı ve Selene’nin yanında durduğunu gördü. Selene, “Dünyayı geziyorum, burada kalamam. Benimle gel, sana daha büyük göller, buradan çok daha görkemli vadiler göstereyim,” dedi. Ama Endymion, “Leydim, gidemem. Bundan daha büyük göller, buradan çok daha görkemli vadiler olabilir ama ben fırtınaların uğramadığı ve gökyüzünün hiçbir zaman bulutlarla kararmadığı bu sessiz sakin yeri seviyorum. Bu uyuyan ağaçların serin gölgesini, uzun karaağaçların altında biten mersinleri ve gülleri, günün sıcak saatlerinde kuğuların dinlendiği ve yusufçukların yeşil ve altın rengi kanatlarını güneşe doğru açtıkları bu suları bırakıp gitmemi isteme benden,” diye yanıtladı onu.

Selene birkaç kez sorusunu yinelediyse de Endymion güzel evini bırakmadı. Sonunda Selene, “Daha fazla kalamam ama eğer benimle birlikte gelmeyeceksen bu mermer basamaklarda uyuyacak ve bir daha asla uyanamayacaksın,” dedi. Böylece Selene, adamı orada bırakıp gitti. Endymion da derin bir uykuya daldı ve elleri iki yanına düştü. Akşam esintisi palmiye ağaçlarının koca yapraklarını usulca kıpırdatırken ve zambaklar başlarını soğuk suya doğru eğerken tapınağın basamaklarında kıpırdamadan uzandı. Durgun ve mesut gece boyunca orada yattı ve güneş denizin üzerinden doğup da kızgın atlarıyla gökyüzünde yükseldiğinde de yatmaya devam etti. Bu güzel vadide bir tılsım vardı artık. Esintileri her zamankinden daha zarif, gölü her zamankinden daha durgun kılan bir tılsım. Yeşil yusufçuk Endymion’un yakınlarında tembelce süzülüyor, adamın onları beslemeye gelip gelmeyeceğini anlamaya çalışıyordu. Ama Endymion derin ve rüyasız uykusunda hiç kıpırdamadan duruyordu. Haftalar, aylar ve yıllar boyunca gece gündüz orada öylece yattı. Güneş denizin derinliklerine gömülürken Selene birçok kez gelip Latmian tepesinde durdu. Sarkık palmiye ağaçlarının altında öylece yatan Endymion’u izledi ve şöyle dedi: “Evinden ayrılmadığı için onu cezalandırdım. Endymion artık sonsuza dek Latmos topraklarında uyuyacak.”

Phaethon


Helios, Hephaistos’un müthiş becerisiyle onun için yaptığı altından evin içinde, oğlu Phaethon’dan daha güzel hiçbir şey görmüyordu. Çocuğun annesi Klymene’ye hiçbir ölümlü çocuğun güzellikte onunla denk olamayacağını söyledi. Phaethon da duydu bunları. Kalbi kötücül bir kibirle doldu. Helios’un tahtının karşısına dikildi ve “Göz kamaştırıcı ışığın içinde yaşayan babam, benim senin oğlun olduğumu söylüyorlar ama ismim ve görkemim olmaksızın senin evinde yaşadığım sürece nereden bilebilirim bunu? Bana öyle bir nişan ver ki insanlar senin oğlun olduğumu anlasın,” dedi. Helios bunun üzerine ona herhangi bir şey istemesini söyledi ve isteğini yerine getireceğine yemin etti. Phaethon, “Bir gün boyunca arabanı gökyüzünde ben süreceğim. Horai’ye söyle, Eos titrek ışıklarını göğe yaydığında atları hazırlasın benim için,” dedi. Ancak Helios’un kalbi korkuyla doluydu ve sözlerini geri alması için gözyaşları içinde yalvardı oğluna. “Ah, Phaethon, Klymene’nin şanlı oğlu, tüm o güzelliğine rağmen yine de bir fanisin. Helios’un atlarıysa yeryüzünden bir efendiye itaat etmezler asla.” Ama Phaethon, onun sözlerine kulak asmadı ve atlara bakan Horai’nin evine doğru hızla yola çıktı. “Benim için,” dedi, “Helios’un arabasını hazırla, zira bugün babam yerine ben gezeceğim göğün tepesinde.”

bannerbanner