Читать книгу Hatıralar (Ebubekir Hâzim Tepeyran) онлайн бесплатно на Bookz (8-ая страница книги)
bannerbanner
Hatıralar
Hatıralar
Оценить:
Hatıralar

5

Полная версия:

Hatıralar

Bu murdar şerbeti çocuğa içirmek sırası gelince, çocuk içmek istemedi; zorla ağzını açarak boşalttılar. Ben yukarıdan bağırdım:

“Kaymakam Efendi, yaptığınız şey pek kötü, ayıptır. Bu yalancı, dolandırıcı serseriyi de hemen defedin!”

Zavallı çocuk, bir jandarma kucağında, şiddetle kusarak kaymakamın evine götürüldü.

Kaymakamı yukarı çağırarak bu iğrenç işlemin sebebini sordum:

“Çocuk en küçük torunumdur. İçirilen şey zeytinyağıdır. Akrep, yılan şerbetidir. Bundan sonra onu ne yılan sokar, ne de akrep. Bu dervişi on beş seneden beri tanırım. İstanbul’da küçük bir evim var. Tahtakuruları karınca yuvası gibi kaynardı. Allah razı olsun; dostlardan biri bu dervişi tanırmış. Bir gün bize getirdi: “Bu belanın biiznillâh (Allah’ın izniyle) defi pek kolaydır.” diyerek bir yumurta istedi, getirdik. Okudu, üfledi ve üstüne bir şeyler yazdıktan sonra sokağa çıkarak: “Yâ Kaadiri kayyûm!” diye bağırdı, yumurtayı kapıya şiddetle çarptı. Bir müddet sonra evdeki bütün tahtakuruları irili ufaklı, sürü sürü kapıdan çıktılar, gittiler!”

“Mademki…” dedim. “Sizin derviş, tahta bitlerini yumurta ile evden sürüp çıkarıyor; bu çok kıymetli sanatına bizim memlekette devam etse pek zengin olurdu.”

“Öyle ama efendim, bu adam zengin olmak istemez. Ben bir lirayı bile kendisine zorla kabul ettirebildim. O arzu etse altın da yapar elmas da…”

Bu sözler, kaymakamın aklındaki yufkalığı büsbütün meydana çıkardığı için, zavallı Sivrihisar’ın bu kadar uzun bir müddetten beri bu derece cahil ve hatta bunak bir adam tarafından idare edilmek belasını bir an evvel sona erdirmek kararıyla sustum.

Sivrihisar’dan başka kim bilir daha hangi bahtsız kazalarda kaymakamlık etmiş olan bu eski kölenin garip, gülünç hâlleri bunlardan ibaret değildi. Fakat bu kadarını yazmak azabıyla kalacağım. Çünkü o, çoktan ölmüş, çürümüş ve onu bu makama çıkaran devir, tarihin dipsiz mezarına gömülmüştür.

İzmir’e dönünce ilk söz olarak bu kaymakamı ve marifetlerini Vali Paşa’ya anlattım. Bataklık hakkındaki sözlerine güldü. Belki de eski bir paşanın kölesini incitmeyi paşalık şanına uygun bulmadığı için onun derhâl Sivrihisar’dan kaldırtılacağı yolundaki ümidim boşa çıktı. Kaymakama şöyle bir mektup yazmakla kaldım:

“Devir suretiyle yakında oralara geleceğimden, hükûmet konağının yanı başında meydana gelmesine imkân verdiğiniz teessüf ve hayretle haber alınan bataklığın tamamıyla kurutulmamış olduğunu görürsem; bu hâlin azliniz için kâfi bir sebep teşkil edeceği ihtar olunur. ”

Jandarma Mahmut’tan, eski bir dost gibi ayrıldım. Sivrihisar’dan döneceğim sabah Mahmut:

“Bey!” dedi. “Ben çok bey gördüm; büyük küçük birçok memurlar tanıdım. Çünkü çok gezdim ve hayli yaşadım. Senin gibi bir köylü ile bir jandarma ile ahbapcasına görüşen, konuşan alçak gönüllü bir memura rastlamadım. Allah gönlüne göre versin.”

“Benden hoşlandığın anlaşılıyor.” dedim. “Hoşuna gitmeyen bir hâlim yok mu?”

“Var.”

“Nedir?”

“Bazen yalnız kalınca gezinerek ıslıkla hava çalıyorsun; bu senin gibi bir beye yakışmaz, terk et…”

“Peki, bundan sonra çalmam.”

Jandarma Mahmut’a verdiğim sözü tamamıyla yerine getiremedim. Şimdi bile bazen yazmaktan, okumaktan yorularak odamda, bahçemde gezinirken yine ıslık çaldığım olur ve derhâl Mahmut’un tavsiyesini hatırlayarak vazgeçerim.

Jandarma Mahmut’a, İzmir’deki, jandarma alayının kumandanı vasıtasıyla iyi bir gözlük göndermiş ve ondan teşekkürlü, dualı bir mektup almıştım.

Bir Hukuk Meselesinin Halli – Nafia Nezaretine

İzmir’de Mektupçu Kalemi Mümeyyizi iken Urla ve Sivrihisar kazalarına aşar satmak için gitmiştim. Dönüşümde Vali Abdurrahman Paşa’nın yüzünü pek bozuk buldum.

“Efendimizi neşesiz görüyorum.” dedim. “Başınız mı ağrıyor?”

“Hayır.” dedi. “Çok şükür vücutça hiçbir rahatsızlığım yok; fakat son derecede canım sıkılıyor.”

“Niçin?”

“Bir hafta evvel Belediye Meclisinin bir kararını getirdiler: Birinci Kordon’dan ikincisine bir yol açmaya lüzum görmüşler. İdare Meclisine havale ettim; bu meclis de belediyenin kararına uyduğundan, “mucibince” dedim. Belediye, derhâl işe başladı. Şirketin direktörü Kifre, Nafia Nezaretine şikâyet etmiş. Nazır Mahmut Celaleddin Paşa’dan aldığım telgrafta şirketin doldurduğu arazinin kendisine ait bulundukça, orada belediye kanunlarının hükmünün yürüyemeyeceği şirketin mukavelesinde açıkça yazılı olduğundan; belediyede başlanılan işin bırakılması lüzumu bildirildi. Bu iki meclisin kararını “mucibince” diyerek ben de kabul etmiş olduğum için şu izine geri dönme mecburiyetinden üzüldüm. Belediye Reisi olacak hımbılı çağırtarak, lüzumundan fazla haşladım. Bütün İdare Meclisi azasına da söylemedik söz bırakmadım. Fakat kızgınlığım ve üzüntüm bir türlü geçmiyor.”

“Nafia Nazırı’nın telgrafı belediyeye tebliğ buyuruldu mu?”

“Üstüne hiçbir şey yazmadan reise gönderdim. Çünkü bu iş ilerledikçe bizim hezimetin ağırlığı artacak.”

“Müsaade buyurursanız…” dedim. “Bu evrakın dosyasını belediyeden getirterek bir kere de bendeniz tetkik edeyim.”

Paşa ümitsiz bir tavırla:

“İşte uğursuz dosya, alay eder gibi karşımda; tetkik için hazine avukatı almıştı. Şimdi getirdi ve bir şey yapmak imkânı olmadığını söyleyerek defoldu, gitti. Bununla beraber bir kere de siz okuyunuz. Fazla tetkikten bir zarar gelmez. Yerin krokisi ve şirketin mukavelesi, şartnamesi filan da, bu zarftadır…”

Dosyayı aldım. Evrakı yine dikkatle okudum: Bunlardan anlaşıldığına göre şirket, denizden doldurduğu sahada rıhtım yaptıktan sonra arsaları parça parça ve metresi kırk kuruştan satmaya başlamış; gördüğü rağbetten istifade ederek kırk kuruşa sattığını elliye alıp seksen kuruşa, seksene aldığını yüz kuruşa ve bu suretle bazı yerlerde bir metresini on dört liraya kadar satmıştı. Binaenaleyh belediyenin yol açmak istediği arsa birkaç defa şirketin imtiyazlı malı olmaktan çıkmış, şahısların malı olarak belediye hükümlerine tabi bir hâle geldikten sonra tekrar satın alma yoluyla şirkete geçmişti. Yani bu arazi, artık şirketin imtiyazlı malı değil, sadece şahıslardan satın aldığı bir maldı. Arsanın imtiyazlı mahiyeti kalmamıştı. Burada, Kastamonu’daki Mecelle [Medeni Kanun] hocalığım imdadıma yetişti:

“Bir şeyde sebeb-i temellükün tebeddülü o şeyin tebeddülü makamına kaimdir.” yolundaki fıkıh kuralını hatırlayarak davayı kazanacağımızı anladım. Ertesi sabah dosyayı ve Mecelle’yi alarak erkenden hükûmet konağına gittim. Paşa, vilayet makamına bitişik olan harem dairesinden henüz çıkmamıştı. Haber verdirdim. Biraz sonra “Hayrola?” diyerek kapıdan girdi. O gece hiç uyumamış. Kendisine vaziyeti anlatmaya çalıştım. Fakat mesele fıkıh kuralına gelince bu noktayı evvela kavrayamadı. O zaman kuralın çıktığı rivayet olunan şu hikâyeyi naklettim:

Hazreti Peygamber, galiba damadı Osman ile Medine sokaklarından birinden geçerken, önüne bir adam çıkarak oradaki evini şereflendirmelerini rica etmiş. Pek mütevazı olan peygamber, adamcağızın evine girmiş ve Osman da kendisini takip etmiş. Ev sahibi fazlasıyla sevinerek büyük misafirlerine hurma takdim etmiş. Peygamber hemen yediği hâlde, Osman’ın evvela durakladığını farketmiş ve sonradan sormuş:

“Ya Osman, ev sahibinin ikramını kabulde neden tereddüt ettin?”

“Tereddüt ettimse de, sizin yediğinizi görerek ben de yedim. Tereddüdümün sebebi, bu adamın dilenci olduğunu bilmemdir. Şeriatımızda muhtaç olmayanların sadaka yemesinin haram olduğunu ve bu hurmaların o adama sadaka olarak verildiğini hatırladım.”

Peygamber:

“Sözün doğrudur. Fakat o hurmalar sadaka olarak o adama verilmiştir. Bize ise ikram ediliyor. Yani o sadaka suretinde, biz ise ikram şeklinde sahip oluyoruz. Sahip olmak şekli değişince hurmaların mahiyeti de değişmiş oluyor.”

Abdurrahman Paşa bu hikâyeyi dikkatle dinledikten sonra:

“O hâlde, ne yapacağız?” diye sordu.

“Yol açılmasına devam etmelerini belediyeye emretmekle beraber Nafia Nezaretine de şu mealde bir cevap yazmak gerekir.” diyerek gece hazırladığım telgraf müsveddesini takdim ettim.

Nafia Nezaretine

“C. 5 Eylül 1308. (1892) Mösyö Kiffe’nin şikâyeti haksızdır. Yol açılmak istenen arsa, fiyatı gittikçe arttırılarak birkaç defa şirket tarafından muhtelif şahıslara satılıp tekrar alınmak suretiyle senelerden beri şehir arazisine karışmış ve belediye kanunları hükümlerine girmiştir. İmtiyazla ilgisi kalmadığından, belediyece yol işine devam edilmektedir…”

Paşa müsveddeyi birkaç defa okuduktan sonra galiba içinden “Ne olur ne olmaz, ihtiyatı elden bırakmayalım!” diyerek sonunu çizdi, yerine “Şu hâle nazaran icap eden muamelenin bir an evvel yazıyla bildirilmesi dileğimizdir.” diye yazdı.

İki gün sonra paşa, aşağı kattaki odamın elektrik zili ile beni çağırdı. Bu meselede beklenen telgraf hiç hatırıma gelmedi. Merdiven basamaklarını ikişer ikişer çıkarak paşanın odasına girdim. Meğer hemen kapıda gülerek beni bekliyormuş. Girer girmez Nafia Nezaretinin şu telgrafını elime tutuşturdu:

“C. İta buyurulan izahata nazaran şirketin şikâyeti haklı olmadığı anlaşıldığından, belediyece başlanan ameliyata devam ettirilmesi irade-i fahimanelerine menuttur.” (Verilen bilgiye göre şirketin şikâyetinde haklı olmadığı anlaşıldığından belediyece başlanan işlere devam ettirilmesi padişahın iradelerine bağlıdır.)

Ben telgrafı okuduktan sonra “Berhudar ol!” diyerek, iki eliyle yüzümü okşadı.

On yıl geceli gündüzlü ve birkaç yıl da uzun ve kısa aralarla, yani o Adliye Nezaretinde, ben ayrı yerde yahut Şûrayı Devlet azalığı ile İstanbul’da bulunduğum müddetçe yazılarını yazdığım hâlde bu duaya ilk ve son defa İzmir’de muhatap oldum.

Paşa:

“Gördünüz mü?” dedi. “Size zorla kabul ettirdiğim İdadi Mektebi Mecelle ve Kavanin-i Mülkiye hocalığı şimdi ne kadar işimize yaradı!”

Tavas Kaymakam Vekili ve Sırtlan Tutan İsa Dayı

Elli yıl kadar önce Mülkiye Mektebi mezunlarını üçer yıl valiler yanında kaymakamlık stajına gönderirlerdi. Bu stajyerlerin sayısı İzmir Valiliği’nde on ikiden aşağı düşmezdi. Bunlar arasında zeki ve iyi tahsilli olanlar bulunduğu gibi mektebin neresinden çıktığı anlaşılamayanlar da vardı. Ben son derece cahil kaymakamların memlekete pek zararlı ve garip hareketlerini gördüğümden, mektepli kaymakamların çoğalmasını candan arzu ederdim. Birçoğu hayatta bulunan bu efendiler de pekâlâ şahitlik edebilir ki, Mülkiye mezunlarını kardeş gibi, evlat gibi sevdim ve korudum.

İzmir Valiliği Mektupçu Kalemine memur edilen bu on iki Mülkiye mezunu arasında arkadaşlarından daha akılsız biri vardı. Vali Paşa’nın dikkatini çekmek ve hoşuna gitmek için mevsimsiz olarak bıraktığı sakalını uzattıkça uzatmıştı. Bunlar, bütün dairelerde birer müddet çalıştırılarak muameleye alıştırılır, açılan kaymakamlıklara vekillikle gönderilirlerdi.

Bir gün Denizli Livası’na bağlı Tavas Kaymakamlığı memuriyeti boşaldı. Müddetleri dolmaya yaklaşmış olanlardan birini vekilliğe göndermek üzere paşaya arz ettim. O, zihninden bunları bir geçirdikten sonra:

“Giritli Ethem (mutasarrıflıklarda bulunduktan sonra emekli edilerek şimdi Kadıköy’de bulunan Ethem Bey) gibiler olmaz. Çok gözü açık ve terbiyeli olmakla beraber yüzünde tüy tüs yok. Pek genç görünüyor. Halk, kaymakamı saçlı sakallı umar. Bir kaba sakal var. Sorun da arzu ederse onu gönderelim.”

Sakallı memnuniyetle kabul etti. Tavas’a vardığından kısa bir zaman sonra Denizli Mutasarrıflığından şu telgraf geldi:

“Tavas Kaymakam Vekili’nin telgraf sureti aşağıya nakil ile takdim edildi. Yapılacak muamelenin bildirilmesi arz olunur. ”

Tavas Kaymakam Vekilinin telgrafı şu idi:

“Bir müddetten beri bu havalide türeyip mezarlardan ölüleri çıkararak yemekle geçinen iri cüsseli bir sırtlan; bu gibi hususlarda mahareti bilinen İsa Dayı’nın, hazreti padişahın olan başarısı sayesinde, bu gece canlı olarak derdest edildiğinden hakkında yapılacak muamelenin bildirilmesi.”

Vali Paşa bunları okuduktan sonra:

“Bizim gönderdiğimiz kaba sakal da şişman mutasarrıf da birbirinden akılsız birer hayvan! Mutasarrıf olacak herif sadece Kaymakam Vekili’nin telgrafını göndermiş olsa, ‘Kaymakam diye gönderdiğiniz aptal ne biçim şey bakın!’ demek istediğini zannederdik. O ise ne yapacağını sorarak ahmaklığını gösteriyor. Gebertsinler…” dedi.

“Efendim!” dedim. “Sırtlan hakkında bir şey bilmedikleri anlaşılıyor. Eğer bu hayvan nadir bir hayvansa ve Yıldız Sarayı’na hediyeye değerse belki kendilerine rütbe ve nişan verilir ümidiyle sormuş olacaklar…”

Paşa, buna şaştı:

“İyi buldunuz. Vay habisler vay. İsa Dayı’nın tuttuğu sırtlandan şahsi menfaat gayretine düşmüşler. Azarlama yollu cevap yazın.”

Mutasarrıfa şu cevabı yazdık:

“Sırtlan menfur bir hayvandır. Hiçbir tarafa gönderilemez. Öldürün!”

Bu Kaymakam Vekili, yıllar sonra Bağdat, Beyrut Valiliklerinde ve Şûrayı Devlet Mülkiye ve Maarif Dairesi Başkanlıklarında bulunduğum esnada, yani üç defa muhtelif suçlarla karşıma çıktı. Cidden hayrete şayan olan bu suçları sırası gelince yazacağım.

Halit Ziya Uşaklıgil – Tevfik Nevzat – Şair Şekip – Tahir Kenan ve Garip Bir Jurnal

İzmir’de ilk tanıştığım ve gerçekten dost olduğum gençler, başta Halit Ziya olmak üzere Tahir Kenan; şair, merhum Şekip ve Nevzat’tı. Maarif Müdürlüğünde bulunan Emrullah Efendi ile Hizmet gazetesi matbaasında Halit Ziya’yı görmeye gittiğim zamanlar, tesadüfen görüşürdüm.

Halit Ziya ile çok görüşmemin sebebi benimle beraber Tahir Kenan’a da Fransızca okuma dersleri vermesi idi. Tevfik Nevzat’la da, Halit Ziya münasebetiyle görüşürdüm.

Şair Şekip’le en çok Birinci Kordon’daki Kremer ve Luka Gazinolarında buluşarak uzun konuşmalar yapardık.

Tahir Kenan, Mülkiye Mektebinde padişah aleyhinde sözler söylemesinden dolayı, o mektebin mezunları gibi Vilayet Maiyetine memur edilerek İzmir’e sürülmüştü. Halit Ziya, Osmanlı Bankası’nda kâtipti.

Vilayet Yabancı İşleri (Umur-ı Ecnebiyye) Kalemi Başkâtipliği açıldığından, bir müddet sonra o kalemin müdürlüğüne tayin edilmesine çalışmak üzere Halit Ziya Bey’i bankadan almıştık.

Halit Ziya ile daima beraber bulunmak için bu tasavvur bence aziz bir emeldi. Çünkü Yabancı İşleri Müdürlüğü ile Mektupçu odaları bitişik olduktan başka, vazifelerinde de alaka vardı.

Abdurrahman Paşa’nın, haklı olsa bile her rast geldiğine ve bilhassa sıra bozarak, rütbe, nişan verilmesinin şiddetle aleyhinde olduğu, benim Konya’da iken verilen “Sâlise” rütbemi beş yıl sonra terfi ettirmesiyle sabittir. Böyle iken her fırsattan istifade ederek Halit Ziya’yı, Vali Paşa’ya, layık olduğu derecede sevdirdim ve deveye hendek atlatmak derecesinde güçlükle paşayı, rütbe sırasına bakmadan benimle bir rütbede bulunması için ona “Hamise”, “Râbia” ve “Sâlise” rütbelerini atlatarak “Sâniye Sınıf-ı Sânisi” rütbesini Babıali’ye teklifi için razı ettim. Bu rütbenin bir de “Sınıf-ı Mütemayizi” vardı.

Aldığım emir üzerine Sadrazam Müşir Cevat Paşa’ya pek taraftar bir yazı hazırladım. Evvelce hiç sözü geçmediği hâlde paşa, benim rütbemin de sâniye sınıf-ı mütemayizine terfisi hakkında ayrıca bir yazı yazılmasını istedi. İki hafta sonra gazetelerde Halit Ziya’ya hâmise rütbesi verildiğini esefle okuduk. Benim rütbeye gelince, Cevat Paşa da sırasız ve hak edilmemiş rütbe ve nişan dağıtılmasına taraftar olmadığından, bana dair olan yazıya “Adı geçenin yaşına ve devlet hizmetindeki kıdemine nazaran şimdilik hıfzedilmesi…” diye yazarak evrak odasına gönderdiğini öğrendik.

O sıralarda İzmir’de hâmise ve hatta râbia rütbeli hiç kimse bulunmadığından, Halit Ziya elinden tutularak “Şuraya buyurun.” diye yukarı oturtulacağı yerde ayaklarından aşağıya çekilmiş gibi oldu. Delaletimden pek mahcup olarak onu tebrik değil, teselliye mecbur oldum. Hâmise rütbesi, rütbelerin en küçüğü olmakla beraber, hamiyetli unvanı hepsinden daha şerefli idi.

İzmir’den ayrıldıktan sonra bahtsız Şair Tokadizade Şekip Bey’i bir daha görmemin nasip olmadığına pek müteessirdim. Mektuplaşıyorduk. Son mektubunu, feci ölümünden beş on gün önce almıştım.

Ben İzmir Mektupçuluğumdan Vali Muavinliği ile Edirne’ye gittikten sonra Emrullah ve Tevfik Nevzat’la diğer birkaç İzmirli gencin Avrupa’ya kaçmaları için güya tarafımdan yardım yapılmış olduğuna dair İzmir’den Yıldız Sarayı’na bir jurnal gönderilmiş; keyfiyet Vali Hasan Fehmi Paşa’dan sorulduğunu ve paşanın, benim bu efendilerle hiçbir münasebetim bulunmadığı yolunda cevap verdiğini, onun emriyle Mektupçu Ahmet Rıfat Bey bana gizlice bildirmişti. Jurnalcinin Meclis-i İdare Başkâtibi, sebebinin de haset olduğu anlaşılmıştı.

İzmir’den kaçarken, Emrullah Efendi, Maarif Sandığı’ndan bin Osmanlı lirası almış olduğundan, Meşrutiyet’ten sonra Mebusan Meclisinde bu para uzun münakaşaya sebep olmuştu. Fakat geri alınmasına karar verilip verilmediğini hatırlayamıyorum.

Bütün Büyük Devletlerin Donanmaları İzmir ve Urla Limanlarında – Bir Aşk Faciası – Selam-ı Hümayun

1887 senesinde Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve Avusturya devletlerinin en büyük ve modern harp gemilerinden tertip edilmiş olan donanmaları bir yaz mevsimi geçirmek üzere İzmir ve Urla Limanlarına gelmişlerdi. Sayıca en azı Avusturya donanması olduğu hâlde galiba on beş gemiden ibaret olduğuna göre, hepsi yüzden fazla harp gemisi tayfasının iki ay yiyip içme masrafları tahmin olunabilir. Sahilden bunlara her gün mavnalarla her türlü erzak taşınıyor, onlardan İzmir’e ve Urla’ya muhtelif, resimli, kıymetli altın sikkeler akıyordu. Efradın sürü sürü İzmir’e, Urla’ya çıkarak getirdikleri altınlar, götürdükleri yerli mal ve mahsuller de mühim yekûnlar teşkil ediyordu. Sarhoş İngiliz askerlerinin bindikleri eşeklerle o zamanlarda çok kalabalık olan İzmir Kordonu üzerinde yarış yapmaları çok tuhaf oluyordu. Ve bu yarışçılardan çok sarhoş birinin, bindiği eşeği büyük bir kayığa koydurup yine binerek, mensup olduğu zırhlıya vinçle çıkartıldığını işitmiştim.

Her donanmanın amiral ve zabitlerine ayrı ayrı ve devletlerinin alfabe sırasına göre hükûmet konağında padişah tarafından emredilen birer ziyafet verilmişti. Bunlara karşılık altı amiral üçer, dörder gün ara ile zırhlılarında fevkalade muhteşem birer balo vererek Vali Paşa’yı davet ettiler. Fakat muhterem Vali Paşa, siyasi memurların davet kabul etmek istemedikleri zamanlar için bulunmaz bir uydurma hastalık sermayesi olan romatizma, siyatik gibi bir özürle, kendisi gitmedi; oğlu Arif Hikmet Bey’le beni gönderdi.

Yüzden fazla geminin en moderni ve en büyüğü olan, uzaktan kaleli, burçlu, kuleli Orta Çağ şatoları gibi görünen Hoche adlı Fransız zırhlısındaki balo hepsinden parlak oldu. İki yüzden fazla çiftin dansettiği geniş güvertenin üstü ve yanları kıymetli İzmir halılarıyla kapatılmış; kumaşlarla, bayraklarla cidden pek güzel süslenmişti. Altı donanmanın genç zabideri İzmir’in üç yüzden fazla genç kadını ve genç kızıyla güneş çıkıncaya kadar dans ettiler.

Altı donanmadan en yakışıklıların seçilmiş gibi göründüğü beyaz zabitler arasında, on kadar da gerçekten sevimli zenci vardı. İzmir’in lâtif cinsleri beyazlardan çok siyahlardan hoşlanıyor gibiydiler.

Bu balodaki temaslarla Fransız şampanyalarının tesiri; tatmini mümkün olmayan pek hızlı bir aşk meydana getirmişti. Bu aşk, yıldırım gibi, genç bir Fransız zabitinin başına düşerek hemen ertesi gün intiharına sebep oldu. Zabitin İzmir’deki Katolik mezarlığına gömülmesi merasimi ortaya bir devletler hukuku meselesi çıkardı.

Malum olduğu üzere ölen zabitlerin mezarlarında son hürmet alameti olarak bir asker müfrezesi tarafından toplu ateş açılır. Zamanımızda adı bile ortadan kalkmış gibi görünen devletler hukukunda az veya çok sayıda silahlı asker bir yabancı memlekete ancak harp ve istila suretiyle girebilir.

Polis Müdürü, bu intiharı Vali Abdurrahman Paşa’ya söylerken ben de orada bulunuyordum. Paşa:

“Ne yapalım?” dedi. “Eğer aşk, tatmini mümkün olup olmadığını bilerek doğmuş olsa, insan iradesini bu derece alıp götürmez; böylelikle bu kadar da çok facia doğmazdı.”

Ben:

“Bu saygısız aşk bizim için de hoş olmayan bir iş doğurabilir.” dedim. Paşa hayretle:

“Ne gibi?” diye sordu. Dinî ilimlere bir medrese hocası kadar vâkıf olduğu gibi hafızası da kuvvetli olan ve siyaset hakkında Türkçe kitapları da vakit buldukça okuyan; okutup dikkatle dinleyen paşa bu bahiste cahil sayılamazdı.

“Yarın bu zabiti gömdükten sonra mezarı üstünde silah atmak üzere zırhlıdan, bir asker müfrezesi çıkarmaları mümkündür. Bildiğiniz gibi bir yabancı memlekete silahlı asker çıkarılamaz.” dedim.

“Evet, evet.” dedi. “Galiba Hasan Fehmi Paşa’nın Telhis-i Hukuk-ı Düvel kitabında da böyle deniyordu. Öyle bir teşebbüse karşı ne yapacağız?”

“Onlar buna kalkıştıktan sonra mâni olmak tatsızdır.” dedim. “Biz onlardan evvel davranıp bu teşebbüse engel olmalıyız.”

“Nasıl?”

“Vakit geçirmeyerek Umur-ı Ecnebiyye Müdürü bir kartvizitle Amiral’e gönderilse, taraf-ı fahimanelerinden taziye ile beraber, asırlar görmüş Türk-Fransız dostluğuna nazaran Türk toprağına sonsuz bir emanet olacak bu zabit için son hürmet merasiminin, bizim asker tarafından yapılmasından sevineceğimiz söyletilse iyi olur sanırım; Amiral de bu iyi niyetteki maksadı anlamakla beraber iyi karşılayarak teşekkür zorunda kalır.”

Paşa bu fikri uygun buldu. İki saat sonra Polis Müdürü, Amiral’in Vali’nin bu nazik düşünüşünden (pensee delicate) pek çok mütehassis olduğuna dair teşekkür mektubu ile döndü. Fransız Konsolosu bizzat gelerek de teşekkür etti.

Bu tedbirden pek mahzuz olan padişah da valiyi selamıyla (Selam-ı hümayun) lütuflandırdı.

Vali Hasan Fehmi Paşa

Aydın Vilayeti Valiliğinde Abdurrahman Paşa’ya, Hasan Fehmi Paşa halef olmuştu.

Hasan Fehmi Paşa, yaşadığı zamanın sayılı hukukçularından olmakla beraber idare işlerindeki tecrübesizliği, vukufsuzluğu derhâl anlaşılırdı. Aşırı dalgınlığı ile de bazen gülünç oluyordu. Mesela aşar artırmalarına dair livalardan, kazalardan gelen telgraflarda her köyün eski ve yeni aşar bedelleri gösterildiği için bu rakamları şifre zannederek çözülmek üzere bana, şifre telgrafları da aşar arttırmasına ait evrak sanarak muhasebeye gönderdiği çok olurdu.

Hasan Fehmi Paşa, Türk Galip lakabı ile bilinen birçok livalarda mutasarrıflık etmiş olan Galip Paşa’nın kölesi veya evlatlığı iken sonradan damadı olmuştu, Türk Galip şöhreti, Kastamonu şivesiyle yazdığı şiirleri Mutayebât-ı Türkiye adlı bir kitapla neşretmesinden ileri gelse gerektir.

Bu Galip Paşa, Antalya’da bir, Niğde’de iki defa mutasarrıflık etmiş ve babamın, Tahrirat Müdürlüğü ile bu iki livada kendisiyle birlikte bulunmuş olduğunu ve bu sebeple Galip Paşa ve ailesiyle münasebetimizin akrabalık derecesine vardığını Hasan Fehmi Paşa bilirdi.

Paşa, Selanik’te Bu sebeple evvelce uzaktan, yakından tanışmadığımız hâlde İzmir’e geldiği günden itibaren hakkımda büyük bir emniyet eseri gösterdi. Kısa bir müddet sonra münasebetimiz baba evlat münasebeti şeklini aldı. On sene kadar sonra Gümrük İdaresi Eminliği ile İstanbul’da bulunduğu müddetçe, Galatasaray Lisesine devam eden oğlum Celal’in mektep velisi idi.

Hasan Fehmi Paşa, Aydın Vilayeti’nde bilhassa yol yaptırmak, iptidai mekteplerini çoğaltmak için çalıştığı gibi, zeybeklerin kıyafetini düzeltmek, uzun püsküllerini kestirerek kısaltmak ve paçaları diz kapaklarına kadar inen poturlarını uzatarak, baldırı çıplaklığa nihayet vermek için de uğraşmıştı.

Hasan Fehmi Paşa’nın valilik bakımından hakiki kıymeti, en çok Selanik’te çıkan çetin ve cidden tehlikeli olaylar sırasındaki metaneti, her hususta beliren ahlaki faziletleri ile umumi dikkat ve takdiri celp etmiştir. Kendisinden evvel ve sonra hiçbir vali, Hasan Fehmi Paşa kadar Selaniklilerin hürmet ve muhabbetini kazanamamıştır, demekte tereddüt edilemez.

Paşa, Selanik’te nasıl samimi ve umumi bir sevgi, hakiki bir baba saygısı kazandığını bildiğinden; trenler Selanik’ten gece yarısı hareket ettirildiği için, sırf kendisini uğurlamak maksadıyla Selaniklilerin, öyle münasebetsiz bir saatte rahatsız olmalarını istemeyerek Serez’e kadar hususi bir trenle gelmiş ve ücretini kesesinden vermişti. İstanbul’a giden trene bir gün sonra binmişti.

Bizzat kendisinin bana anlattığına göre, İstanbul’a vardığından birkaç gün sonra padişahın ikinci kâtibi Arap İzzet Paşa tarafından Yıldız Sarayı’na çağırılmış. İzzet Paşa:

“Selanik’ten niçin umumi trenle hareket etmeyip de Serez’e kadar hususi bir trenle gelmiş olduğunuzu Şevketpenah Efendimiz soruyorlar.” demiş. Hasan Fehmi Paşa şaşırmış:

“O senelerde bütün büyük devletler hesabına Rusya ve Avusturya tarafından Rumeli’ye sivil memurlar göndererek memleketimizin iç işlerine karışmaları göz önünde olduğuna göre, Rumeli’den henüz gelen ihtiyar bir hukukçu olduğum için, bu ağır musibet hakkında fikrimi sormak üzere çağırtıldım, sanmıştım. Siz ise Serez’e niçin hususi trenle geldiğimi soruyorsunuz. Ne garip sual! Allah Allah… Allah Allah!”

bannerbanner