Читать книгу Sherlock Holmes’un Maceraları Bütün Maceraları 3 (Артур Конан Дойл) онлайн бесплатно на Bookz (5-ая страница книги)
bannerbanner
Sherlock Holmes’un Maceraları Bütün Maceraları 3
Sherlock Holmes’un Maceraları Bütün Maceraları 3
Оценить:
Sherlock Holmes’un Maceraları Bütün Maceraları 3

3

Полная версия:

Sherlock Holmes’un Maceraları Bütün Maceraları 3

“Sanıyorum…” dedi Sherlock Holmes. “Hayatında oynamadığın kadar büyük bir miktarla oynayacaksın ve oyun da çok heyecanlı olacak bu gece. Bay Merryweather, ortaya konan para otuz bin pound ve sen de uzun zamandır yakalamak istediğin adamı yakalayacaksın Jones.”

“John Clay; katil, hırsız, şiddet yanlısı ve sahtekâr bir genç adamdır Bay Merryweather ama çok profesyoneldir ve Londra’da herhangi bir suçludan ziyade, kelepçeleri en çok onun bileklerine geçirmek istiyorum. Müthiş bir adamdır bu John Clay. Dedesi bir dük idi. Eton ve Oxford’da bulunmuş. Beyni, parmakları kadar hızlı çalışır. Her köşede onun izine rastlamamıza rağmen kendisini nerede yakalayacağımızı tespit edemiyoruz. Onu bir hafta İskoçya’da dolandırıcılık yaparken diğer hafta ise Cornwall’da yetimhane inşa etmek için para toplarken görebilirsiniz. Yıllardır izini sürüyorum ve bir kere bile onu göremedim.”

“Ümit ederim ki bu gece sizi tanıştırma fırsatına nail olurum. Benim de Bay John Clay ile yaşadığım birkaç olay var ve profesyonelliğin doruğunda olduğunu kabul ediyorum. Saat onu geçmiş, bir an önce işe koyulsak iyi olur. Siz ikiniz ilk arabaya binersiniz. Biz de Watson ile arkadakini alırız.”

Uzun yolculuğumuz boyunca Holmes pek konuşmadı, onun yerine arkasına yaslanıp öğleden sonra dinlediği parçaları mırıldandı. Farrington Caddesi’ne girene kadar, gaz lambaları yanan, dolambaçlı caddelerden geçtik at arabamızla.

“Yaklaştık.” dedi arkadaşım. “Merryweather denen adam bir banka müdürü ve bu olayla kişisel olarak ilgileniyor. Jones’un da bizimle gelmesinde bir sakınca görmedim. Mesleğinde tam bir aptal olmasına rağmen fena bir adam değil. Onun bir olumlu yanı var. Bir buldok köpeği kadar cesurdur ve âdeta bir yengeç gibi tuttuğunu bırakmaz. İşte geldik. Bizi bekliyorlar.”

O sabahki kalabalık yola yeni gelmiştik. Arabalarımızı gönderdik ve Bay Merryweather önderliğinde dar bir koridordan geçtik. Yan kapıya geldiğimizde bize kapıyı açtı. Sonunda çok büyük demir kapısı olan küçük bir koridora girdik. Bu kapı, sarmal merdivenlerin olduğu bir yere açıldı ve burası da çok büyük bir kapıyla sonlandı. Bay Merryweather feneri yakmak için duraksadıktan sonra bizi karanlık, toprak kokulu bir yere yönlendirdi. Üçüncü bir kapıyı açtıktan sonra da sandıklarla ve çok büyük kutularla dolu olan mahzen gibi bir yere soktu.

“Yukarıdan bir zarar gelecek gibi durmuyor.” dedi Holmes feneri kaldırıp etrafı süzerken.

“Aşağıdan da öyle…” dedi Bay Merryweather yerdeki kaldırım taşlarını bastonuyla itekleyerek. “Aman Tanrı’m, bunun içi boş gibi!” dedi sonra yukarıya şaşkınlıkla bakarak.

“Biraz daha sessiz olmanızı isteyeceğim!” dedi Holmes kızarak. “Görevimizin başarıyla sonuçlanması ihtimalini yeterince tehlikeye attınız. Lütfen o sandıklardan birinin üzerine oturun ve hiçbir şeye karışmayın!”

Bay Merryweather sandıklardan birine tünedi vakurca. Yüz ifadesinden çok incindiği anlaşılıyordu. Bu arada Holmes, fener ve büyüteciyle taşların arasındaki çatlakları titizlikle incelemeye başladı çömelmiş bir vaziyette. Birkaç saniye ona yeterli oldu ve tekrar ayağa fırlayarak merceği cebine yerleştirdi.

“En az bir saatimiz var.” dedi. “Çünkü iyi niyetli tefecimiz, güvenle yatağına girmeden önce hiçbir şey yapamazlar; ancak ondan sonra bir dakika bile kaybetmeyeceklerdir; çünkü işlerini ne kadar çabuk bitirirlerse kaçmak için o kadar çok zamanları olacak. Şu an, doktor -gerçi anladığından kuşkum yok- büyük bankaların birinin Londra’daki şubesinin kasasındayız. Bay Merryweather şubenin müdürü ve sana Londra’nın korkusuz suçlularının bu kasayla neden çok ilgilendiklerini anlatacak.”

“Fransız altınlarımız var.” diye fısıldadı müdür. “Bunları çalmak için birtakım girişimlerde bulunulacağı ihbarı geldi.”

“Fransız altını mı?”

“Evet. Birkaç ay önce kaynaklarımızı güçlendirme fırsatımız oldu ve bu imkândan yararlanarak Fransız Bankasından otuz bin Napolyon altını borç aldık. Bu altınları bankada istifleme olanağımızın olmadığını ve bu kasada tuttuğumuzu öğrendiler. Şu an üzerinde oturduğum sandığın içinde iki bin Napolyon altını var. Genelde tek bir şubede bulundurduğumuz külçe altın rezervinden çok daha fazlası var burada ve müdürlerimiz bu konuda kuşkulanmakta haklılar.”

“Ve çok doğru düşünüyorlar.” dedi Holmes. “Artık küçük planımızı hazırlama zamanı geldi. Bir saat içinde olayların başlayacağını sanıyorum. Bu arada, Bay Merryweather, o fenerin üzerini örtmeliyiz.”

“Karanlıkta mı oturacağız?”

“Maalesef öyle. Cebimde bir deste kâğıt var. Dörtlüyü oluşturduğumuza göre yine kâğıt oynama şansına sahip olacaksınız! Ancak anladığım kadarıyla düşmanın hazırlıkları o kadar ileri bir seviyeye ulaştı ki bir ışığın yanmasıyla her şeyi berbat edebiliriz. İlk olarak pozisyonlarımızı ayarlamalıyız. Bunlar korkunç insanlar ve zayıf bir anlarında onları yakalasak bile dikkatsiz davranmamız hâlinde bize zarar verebilirler. Ben bu sandığın arkasına gizleneceğim. Siz de aynısını yapın. Ben ışığı birdenbire onlara doğrultunca siz de üzerlerine atlayın. Eğer ateş ederlerse Watson, sen de ateş etmek için hiç tereddüt etme!”

Tabancamı ateş etmeye hazır bir hâlde, arkasına saklandığım tahta sandıklardan birinin üzerine yerleştirdim. Holmes fenerin üzerini örterek hepimizi zifirî karanlıkta bıraktı -daha önce hiç şahit olmadığım mutlak bir karanlık… Bize hâlâ fenerin orada olduğu güvencesini veren sıcak metal kokusunu duyabiliyorduk. Beklemekten sinirlerim iyice gerilmişti. Her yer aniden kararınca banka kasasının soğuk ve rutubetli havası çok kasvetli gelmeye başlamıştı.

“Tek çıkış yolları var.” diye fısıldadı Holmes. “Evin arkasından Saxe-Coburg Meydanı’na… Senden istediğimi yapmışsındır umarım, Jones?”

“Bir müfettiş ve iki memur ön kapıda bekliyorlar.”

“O zaman bütün delikleri kapadık. Şimdi sessiz olup beklemeliyiz.”

Zaman geçmek bilmedi! Notlarımızı karşılaştırdıktan sonra ancak bir saat on beş dakika gibi bir süre geçmiş olmasına rağmen sanki bütün gece bitmiş de hava aydınlanıyor sanmıştım. Pozisyonumu değiştirmeye korktuğumdan tüm uzuvlarım yorulmuş, kaskatı kesilmişti. Gerginliğim de had safhaya gelmişti. Fakat işitme duyum o kadar keskinleşmişti ki arkadaşlarımın hafif hafif nefes alışlarını bile duyabiliyordum. İri yarı Jones’un daha derin ve ağır nefesi ile banka müdürünün zayıf, iç çeker gibi aldığı nefesi farklıydı. Durduğum yerden zemine bakarken birdenbire gözüme bir ışık pırıltısı çarptı.

Başta kızıl alev renginde ufacık bir kıvılcımdı. Sonra uzayarak sarı bir çizgiye dönüştü. Hiçbir ikaz ya da ses duyulmadan aniden yerde bir boşluk oluştu ve bir el görüldü. Beyaz, bir kadınınkini andıran el, ışığın olduğu küçük alanda etrafı yokladı. Bir iki dakika içinde bu el, oynak parmaklarıyla yerden dışarı pırtladı. Görünmesiyle kaybolması bir oldu ve taşlar arasındaki o ufacık pırıltının dışında her yer kapkaranlık oldu.

Yok olması bir anlıktı. Sonra, beyaz taşlardan birinin yan tarafa doğru itilmesiyle kare şeklinde bir delik oluştu ve bir fenerin yoğun ışığı her tarafı aydınlattı. Temiz, çocuksu bir yüz içeriye, heyecanla etrafa baktı ve bu yüzün sahibi, elleriyle deliğin her iki tarafına tutunarak önce omuz hizasına, sonra beline kadar göründü. Bir dizini kenara dayayana kadar dışarı çıkmaya çabaladı. Bir dakika sonra deliğin kenarında duruyordu ve kendisi gibi ufak tefek kıvrak arkadaşına çıkması için yardım ediyordu. Arkadaşının soluk yüzü ve kıpkırmızı saçları vardı.

“Kimse yok.” diye fısıldadı. “Keski ve çantaları aldın mı? Aman Tanrı’m! Atla, Archie, atla, ben seni korurum!”

Sherlock Holmes öne doğru atlamış davetsiz misafiri yakasından yakalamıştı. Diğeri deliğe doğru atlarken Jones, onu paltosunun alt tarafından tuttu fakat yakalayamadı. Bu, paltosunun yırtılmasına neden oldu. Işık, tabanca namlusunun üzerinde parladı; ama Holmes avcı kırbacını adamın bileğine indirdi ve tabanca taş zemine düştü.

“İşe yaramaz, John Clay!” dedi Holmes yumuşak bir şekilde. “Hiç şansın yok!”

“Görüyorum.” dedi öteki serinkanlılıkla. “Ama sanıyorum arkadaşım iyi durumda, gerçi paltosunun etek kısmını yakalamışsınız ama…”

“Onu kapıda üç adamımız bekliyor.” dedi Holmes.

“Ah elbette! Her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünmüşsünüz. Sizi tebrik ederim!”

“Ben de sizi.” dedi Holmes. “Kırmızı saç fikri hiç görülmemiş, etkileyici bir fikirdi.”

“Yakında arkadaşınızı göreceksiniz.” dedi Jones. “Deliklere girmek konusunda benden daha hızlı. Kelepçeleri ayarlarken biraz bekleyin.”

“Yalvarıyorum o pis ellerinizle bana dokunmayın!” dedi kelepçeler bileklerine geçirilirken. “Damarlarımda asil bir kanın aktığının farkında mısınız acaba? Ayrıca bana bir iyilik yapın ve benimle konuşurken ‘efendim’ ve ‘lütfen’ sözcüklerini kullanın.”

“Peki!” dedi Jones alaylı alaylı. “Lütfen efendim merdivenlerden çıkar mısınız! Orada ekselanslarını karakola götürmek üzere bir araba bekliyor.”

“Bu daha iyi oldu.” dedi John Clay sakince. Eğilip üçümüze de selam verdikten sonra dedektifin nezaretinde merdivenlerden sessizce çıktı.

“Gerçekten Bay Holmes…” dedi Bay Merryweather onları takip ederken. “Bankanın sana nasıl teşekkür edeceğini ya da borcunu nasıl ödeyeceğini bilemiyorum. Daha önce hiç karşılaşmadığım bu olay, banka soygunlarının bu en kararlı girişimini, en mükemmel şekilde ortaya çıkardın ve suçluları bozguna uğrattın.”

“Bay John Clay ile benim de halletmem gereken bir iki mesele vardı.” dedi Holmes. “Bu olayı çözmek için biraz masraf ettim. Bankanın bunu karşılayacağından eminim ama bunun dışında bu ilginç deneyimi yaşayarak ve Kızıl Saçlılar Kulübü hikâyesini dinleyerek her şeyin karşılığını fazlasıyla aldım.”

***

“Görüyor musun Watson?” dedi Holmes, sabahın ilk ışıklarında Baker Caddesi’nde oturmuş viski sodasını yudumlarken. “Kulüp adına verilen ilan ile ansiklopediyi kopyalamanın amacı en başından beri belliydi. Bu çok zeki olmayan tefeciyi günde birkaç saatliğine ayak altından uzaklaştırmak gerekiyordu. İlginç bir yöntemdi ama daha iyisini bulamazlardı. Şüphesiz bu yöntemi kullanmayı Clay’in aklına getiren, suç ortağının ilginç saç rengi olmuştu. Haftada dört pound’la onun ilgisini çekti. Ayrıca kaz gelecek yerden tavuğu neden esirgesinler ki? Gazeteye ilan verdiler. Bir dolandırıcı, geçici olarak kullandıkları ofiste olacaktı. Diğer dolandırıcı ise başvuru yapması için onu teşvik edecekti ve böylece her sabah onu uzaklaştırarak durumu güvence altına almış olacaklardı. Yardımcının yarım maaşa çalıştığını duyduğum andan itibaren bir amacı güvenceye aldıklarını anlamıştım.”

“Amaçlarının ne olduğunu nasıl anladın?”

“Evde bir kadın olsaydı bunun sadece basit bir dalavere olduğunu düşünürdüm ama bu mümkün değildi. Adamın anca kendine yeten bir işi vardı ve evin içinde böyle büyük hazırlıklar gerektiren bir şey yoktu, üstelik yapılan harcamalar da az buz değildi. O zaman evin dışında bir şey olmalıydı. Ama ne? Yardımcının fotoğraf çekme merakını ve sonra da bodrumda kaybolmasını düşündüm. Bodrum! Karmaşık ipucunun sonu burasıydı. Sonra bu esrarengiz yardımcı hakkında biraz tahkikat yaptırdım ve öğrendim ki Londra’nın en serinkanlı ve cesur suçlularından biriyle karşı karşıyayım. Bodrum katında bir şeyler yapıyor olmalıydı -aylar boyunca ve her gün saatlerce süren bir şeydi. Tekrar ne olabileceğini düşündüm. Aklıma gelen tek şey başka bir binaya tünel kazıyor olmasıydı.

Olayın geçtiği yere gittiğimizde ancak bu kadarını düşünebilmiştim. Kaldırıma bastonumla vurduğumda seni şaşırtmıştım. Bodrum katının ön tarafa mı yoksa arka tarafa mı uzandığını anlamaya çalışıyordum. Sonra zile bastım ve tam ümit ettiğim gibi kapıyı yardımcısı açtı. Onunla aramızda birtakım çekişmeler yaşanmıştı ama daha önce birbirimizi hiç görmemiştik. Yüzüne doğru dürüst bakmadım bile. Asıl amacım dizlerini görmekti. Sende fark etmişsindir ne kadar eski, buruşuk ve lekeli olduklarını. Tünel kazdıklarının kanıtıydı bu. Geriye sadece neden tünel kazdıklarını bulmak kalmıştı. Köşeyi döndüğümde arkadaşımızın evinin hemen bitişiğinde City ve Suburban Bankasının olduğunu görür görmez problemi çözmüştüm. Sen konserden eve gittikten sonra Scotland Yard’ı ve banka müdürünü aradım. Geri kalanını biliyorsun zaten.”

“Peki, bu gece girişimde bulunacaklarını nereden anladın?” diye sordum.

“Kulüp ofislerini kapatarak artık Bay Jabez Wilson’a gerek kalmadığını gösterdiler; diğer bir deyişle tüneli tamamladılar. Ancak hemen işe başlamak zorundaydılar. Aksi hâlde tünel bulunabilirdi ya da altın külçeler nakledilebilirdi. Onlar için en uygun gün cumartesiydi; çünkü kaçmak için iki günleri olacaktı. Bütün bu nedenlerden dolayı bu gece geleceklerinden emindim.”

“Çok güzel mantık yürütmüşsün.” dedim memnuniyetimi gizlemeden. “Çok uzun bir zincir ama her halkası gerçek.”

“Beni can sıkıntısından kurtardı.” dedi esneyerek. “Yazık ki her şey üstüme üstüme geliyor yine! Hayatım, var olmanın monotonluğundan kaçma çabasıyla geçti. Bu küçük meseleler bana bu konuda yardımcı oluyor.”

“Sen ırkımızın velinimetisin!” dedim.

Omuzlarını silkti. “Eh, belki biraz faydam oluyordur…” dedi. “Gustave Flaubert’in George Sand’e yazdığı gibi, ‘L’homme c’est rien-l’oeuvre c’est tout.’4

Kimlik Davası

“Sevgili arkadaşım…” dedi Sherlock Holmes Baker Caddesi’ndeki odanın şöminesinin önünde karşılıklı otururken. “Hayat, insan aklının keşfedebileceğinden çok daha tuhaftır. Varoluşun sıradanlıklarını bile anlamaya cesaret edemeyiz. Eğer el ele şu pencereden dışarı uçup, bu muhteşem şehrin üzerinde dolaşabilseydik; çatıları hafifçe kaldırıp olan bitenlerin garipliklerine şöyle bir göz atabilseydik; şahit olacaklarımız: tuhaf rastlantılar, yapılan planlar, aykırı amaçlar, büyük olayların olağanüstü sıralanışı, en acayip sonuçlara yol açan nesiller boyunca yapılmış çalışmalar… Bunlar, alışkanlıklara bağlı tüm hayal gücünü ve onun öngörülen sonuçlarını sönük ve işe yaramaz hâle getirirler.”

“Ama ben bundan pek emin değilim.” diye cevap verdim. “Gazetelerde açıklığa kavuşturulmuş davalar genellikle sıradan ve kaba bir şekilde yer alıyorlar. Polis raporlarında en üst düzeyde realizm yer alıyor; ama itiraf etmek gerekirse olaylar ne ilginç ne de sanatsal.”

“Gerçekçi bir etki yaratmak için belirli bir seçme ve ayırt etme yapılmalıdır.” dedi Holmes. “Polis raporlarında bunlar gerekli; belki de bir gözlemciye göre, bütün meselenin asıl özünü içeren ayrıntılardan daha çok, yargıçların boş lafları stres yaratıyor. Bu bağlamda sıradanlık kadar olağanüstü bir şey yoktur.”

Gülümseyerek kafamı salladım. “Düşünce tarzını anlayabiliyorum.” dedim. “Resmî olmayan bir danışman ve herkese yardım eden birisisin. Üç kıtada sorunları olanlara yardım ederek tuhaf ve olağan dışı olaylarla karşılaştın ama…” diyerek sabahki gazeteyi yerden aldım. “Bunu pratik bir yolla test edelim. İlk gördüğüm başlığı okuyacağım: ‘Bir Kocanın Eşine Yaptığı Zalimlik’. Yarım sütunu dolduran bir yazı var ama ben daha okumadan nelerle karşılaşacağımı biliyorum. Tabii başka bir kadın var, alkol, itiş kakış, yaralanma, yardımsever abla ya da ev sahibi. En acemi yazar dahi bundan daha acemice yazamaz.”

“Hakikaten de tartışmamız için biraz talihsiz bir örnek seçtin.” dedi Holmes gazeteyi alıp göz atarak. “Bu Dundas’ların boşanma davası ve tesadüf bu ya davaya benim de ufak tefek yardımlarım dokundu. Bu olayda koca hiç içki içmiyor, başka kadın da yok; sadece adamın her yemekte takma dişlerini çıkarıp eşine fırlatmak gibi bir alışkanlığı var ve senin de kabul edeceğin gibi acemi bir gazetecinin bu kadar geniş bir hayal gücü olamaz. Biraz enfiye çek doktor, senin örneğinde bile ben puan kazandım.”

Altından imal edilmiş ve kapağın ortasında büyük bir ametist taşı olan enfiye kutusunu çıkardı. İhtişamı, sade hayatıyla öyle tezatlık yaratıyordu ki laf atmadan duramadım.

“Ah!” dedi. “Seni birkaç haftadır görmediğimi unutmuşum; Irene Adler davasında yardımlarıma karşılık Bohemya kralından ufak bir armağan.”

“Ya yüzük?” dedim parmağındaki pırıl pırıl parlayan muhteşem taşa bakarak.

“Hollanda kraliyet ailesinin hediyesi; ama onlara yardım ettiğim konu o kadar hassastı ki sana bile anlatamayacağım; üstelik bir iki ufak davamı yazıya geçirmiş olmana rağmen.”

“Şu anda elinde herhangi bir dava var mı?” diye sordum ilgiyle.

“Yaklaşık on on iki kadar dava var elimde ama pek ilgi uyandıran cinsten değiller. Tabii ki önemliler ama ilginç değiller. Aslına bakarsan önemsiz olaylarda da gözlem yapma fırsatı ve soruşturmaya çekicilik kazandıracak etki tepki analizleri olduğunu görüyorum. Büyük suçlar daha basit olma eğilimindedir; çünkü kural olarak, ne kadar büyük bir suç işlenirse amaç o kadar belli olur. Marsilya’dan gelen oldukça karışık olay dışında bu davalar bana hiç ilginç gelmiyorlar ama birkaç dakika içinde ilgimizi çekebilecek bir davayla karşılaşabiliriz. Yanılmıyorsam müşterilerimden biri geliyor.”

Sandalyesinden kalktı; kasvetli, renksiz Londra sokaklarına, aralanmış perdeden gözlerini dikerek baktı. Yanına gidip omzunun üzerinden baktığımda boynuna tüylü bir kürk dolamış, Devonshire düşesi tarzı, kulağının hemen üstünde yan yatırdığı kırmızı tüylü, geniş kenarlı bir şapka giyen oldukça iri yarı bir kadını karşı kaldırımda gördüm. Tam takım giyinmiş bu kadın heyecanla ve tereddütle penceremize bakıyordu. Bir taraftan ileri geri sallanıyor diğer taraftan da eldiveninin düğmeleriyle sinirli bir şekilde oynuyordu. Yarışmalarda yüzücülerin aniden suya dalışları gibi aceleyle karşıya geçip zilimize şiddetle bastı.

“Bu belirtileri çok iyi bilirim.” dedi Holmes sigarasını ateşe atarken. “Kaldırımda ileri geri sallanması gizli bir ilişki içinde olduğu anlamına gelir. Bizden tavsiye isteyecek ama bu mesele konuşmaya değer mi bilemiyorum. Şimdilik bir istisna yapabiliriz. Eğer bir kadın, bir erkekten büyük bir darbe yemişse artık ileri geri sallanma biter. Bunun belirtisi zilin şiddetle çalınmasıdır. Burada bir aşk hikâyesi var ama bu kadının zihni karışmış ya da ızdırap çekiyor gibi bir hâli yok. Her neyse şüphelerimizi doğrulamak için kendisi bizzat geliyor.”

Konuşurken kapı çalındı ve yardımcımız olan çocuk, Bayan Mary Sutherland’ı takdim etmek için içeri girdi. Minicik bir kayığın arkasında duran kocaman bir nakliye gemisi gibi bu kadın da ufak tefek, kara kuru çocuğun arkasında çok büyük ve ihtişamlı duruyordu. Sherlock Holmes her zamanki kibarlığı ile onu içeri buyur etti ve kapıyı kapatarak bir koltuğa oturması için yer gösterme nezaketini ihmal etmedi. Ona uymayan bir şekilde, âdeta dalgınmış gibi kadına yaklaşık bir dakika kadar baktı.

“Pek iyi göremediğiniz hâlde nasıl bu kadar çok daktilo kullanıyorsunuz?” dedi.

“Başlarda zorlanıyordum.” diye cevap verdi. “Ama artık harflerin yerlerini ezberledim.” Fakat söylenenleri idrak eder etmez geniş, iyi niyetli yüzünde korku ve şaşkınlık belirtileri görüldü. “Benim hakkımda bir şeyler duymuşsunuz, Bay Holmes!” diye bağırdı. “Yoksa bunları nereden bilebilirdiniz?”

“Boş verin…” dedi Holmes gülerek. “Benim işim bu. Başkalarının görmediğini görmek için eğittim kendimi. Böyle olmasaydı danışmak için bana gelmezdiniz değil mi?”

“Size, Bayan Etherege tavsiye ettiği için geldim efendim. Polisin ve herkesin öldüğünü sandığı kocasını siz çok kolay bir şekilde buldunuz. Ah, Bay Holmes, umarım bana da yardım edersiniz! Zengin değilim ama yılda yüz pound gelirim var ve bunun dışında daktiloyla yazarak kazandığım az bir miktar daha var. Bay Hosmer Angel’a ne olduğunu öğrenmek için hepsini vermeye hazırım.”

“Neden bu kadar telaşlı bir hâlde bana danışmak için geldiniz?” diye sordu Sherlock Holmes parmak uçlarını birleştirip gözlerini tavana dikerek.

Bayan Mary Sutherland’ın boş bakışları tekrar şaşkın birinin bakışlarına dönüştü. “Evet evden aceleyle çıktım.” dedi. “Ama Bay Windibank’ın rahat tavırları beni sinirlendirdi; kendisi babam olur. Polise gitmiyordu, size de gelmiyordu. Hiçbir şey yapmadığı ve ısrarla hiçbir sorunun olmadığını söylediği için en sonunda iyice sinirlendim, hazırlanıp doğruca size geldim.”

“Babanız…” dedi Sherlock Holmes. “Sanıyorum üvey babanız çünkü soyadlarınız farklı.”

“Evet, üvey babam. Ona baba diyorum ama biraz komik oluyor çünkü benden sadece beş yıl, iki ay büyük.”

“Anneniz hayatta mı?”

“Ah, evet, annem hayatta ve gayet iyi! Babamın ölümünden kısa bir süre sonra evlenmesi hiç hoşuma gitmedi Bay Holmes, üstelik kendisinden on beş yaş küçük biriyle. Babam Tottenham Court Yolu’nda tesisatçılık yapıyordu ve öldüğünde arkasında güzel bir iş bıraktı. Annem Başkalfa Bay Hardy ile işi sürdürüyordu; ama Bay Windibank aramıza katılınca annemi iş yerini satmaya zorladı. Onun durumu iyiydi; şarap satıyordu. Hisseler ve faiz için 4.700 pound aldılar. Yaşasaydı babam bu kadarını hayatta kazanamazdı.”

Kadının konudan konuya atlaması ve bu önemsiz hikâye karşısında Sherlock Holmes’un sabırsızlanacağını düşünmüştüm ama aksine onu pürdikkat dinliyordu.

“Siz gelirinizi çalışarak mı kazanıyorsunuz?” diye sordu.

“Ah, hayır efendim! O ayrı bir hikâye. Gelirimin kaynağı, Auckland’daki Ned amcamdan kalan hisseler. Hisseler yüzde dört buçuk faizle Yeni Zelanda borsasında. Miktar tam olarak 2.500 pound ama ben sadece faizini alabiliyorum.”

“Çok ilgimi çektiniz.” dedi Holmes. “Yüz pound oradan alıyorsunuz bir de kendi kazancınız var. Şüphesiz biraz seyahat edip kendinizi şımartıyorsunuzdur. Bence bekâr bir kız, altmış pound’luk bir gelirle çok rahat hayatını sürdürebilir.”

“Ben onun çok daha azıyla bile yetinebilirim Bay Holmes ama o evde yaşadığım sürece kimseye yük olmak istemiyorum. Bu nedenle onlarla kaldığım sürece bu parayı kullanıyorlar. Tabii bu, geçici bir süre için. Bay Windibank senede dört kez paramı çekip anneme veriyor, ben de daktilo yazarak pekâlâ geçimimi sağlayabiliyorum. Sayfasına iki peni alıyorum ve günde on beş yirmi sayfa yazıyorum.”

“Durumunuza tam bir açıklık getirdiniz.” dedi Holmes. “Bu benim arkadaşım Doktor Watson. Benim yanımda nasıl rahat konuşuyorsanız onun yanında da öyle konuşabilirsiniz. Bay Hosmer Angel ile aranızdaki ilişkiyi lütfen bize açıklar mısınız?”

Bayan Sutherland’ın yüzü pembeleşti ve heyecanla ceketinin kenarıyla oynamaya başladı. “Onunla tesisatçıların balosunda tanıştım.” dedi. “Babam hayattayken dernek ona bilet gönderiyordu ve o öldükten sonra da bizi yine hatırlayarak anneme göndermeye başladılar. Bay Windibank oraya gitmek istemiyordu. Zaten bizim hiçbir yere gitmemizi istemiyor. Bir pazar günü küçük bir eğlenceye gitmek istesem hemen kızardı. Bu defa kafama koymuştum ve gidecektim. Hangi hakla karşı gelebilirdi ki? Babamın bütün arkadaşları orada olacağı için huzursuz olduğunu söyledi. Ayrıca benim giyebileceğim doğru dürüst bir şeyin olmadığını da söyledi. Oysa çekmeceden pek çıkarmadığım mor bir pelüşüm vardı. Sonunda o, şirketinin bir işi için Fransa’ya gittiğinde annem, ben ve eskiden başkalfamız olan Bay Hardy oraya gittik. Bay Hosmer Angel ile orada tanıştım.”

“Herhâlde…” dedi Holmes. “Fransa’dan döndüğünde Bay Windibank’in sizin oraya gittiğinizi duyunca canı sıkılmıştır.”

“Ah, aslında hoş karşıladı! Hatırladığım kadarıyla gülüp omuz silkmiş ve bir kadını herhangi bir şeyden mahrum bırakmamak gerektiğini çünkü eninde sonunda istediğini elde ettiğini söylemişti.”

“Anlıyorum. O hâlde tesisatçılar balosunda Bay Hosmer Angel adında bir beyle tanıştınız.”

“Evet, efendim, o gece onunla tanıştım ve ertesi gün beni arayarak evimize sağ salim ulaşıp ulaşmadığımızı sordu. Ondan sonra buluştuk, daha doğrusu Bay Holmes, beraber iki kere yürüyüşe gittik ama babam başka bir iş gezisinden dönünce Bay Hosmer Angel bizim evimize bir daha gelemedi.”

“Gelemedi mi?”

“Biliyorsunuz babam öyle şeylerden hoşlanmıyordu. Ona kalsa hiç ziyaretçimiz olmamalıydı. ‘Bir kadın kendi ailesiyle mutlu olmayı bilmeli.’ derdi ama anneme de söylediğim gibi bir kadın, arkadaş çevresi edinmek ister ve benim hiç çevrem yoktu.”

“Peki ya Bay Hosmer Angel? Sizinle görüşebilmek için hiç girişimde bulunmadı mı?”

“Babam bir hafta sonra tekrar Fransa’ya gidecekti ve Hosmer Angel, bana, babam gidene kadar görüşmememizin daha iyi ve güvenli olacağını yazdı. Bu arada birbirimize yazıyorduk. Bana her gün yazıyordu. Sabahları mektupları içeriye ben getiriyordum. Böylece babamın görmesine fırsat vermiyordum.”

“Bu beye bağlanmış mıydınız?”

“Ah, evet, Bay Holmes! İlk yürüyüşümüzde birbirimizi beğenmiştik. Hosmer -Bay Angel- Leadenhall Caddesi’nde bir ofiste veznedarlık yapıyor ve…”

“Hangi ofiste?”

“En kötüsü bu Bay Holmes, hiçbir fikrim yok!”

“Peki o zaman, nerede yaşıyordu?”

“Çalıştığı yerde kalıyordu.”

“Ve siz adresini bilmiyor musunuz?”

“Hayır, sadece Leadenhall Caddesi’nde olduğunu biliyorum.”

“Mektuplarınızı nereye gönderiyordunuz o zaman?”

“Leadenhall Caddesi Postanesine bırakıyordum. O da oradan alıyordu. Eğer ofise gönderirsem bir bayandan mektup aldığı için memurlar tarafından kendisinin alaya alınacağını söyledi. Ben de onun gibi mektupları daktiloyla yazmayı önerdim ama bunu kesinlikle kabul etmedi; çünkü elle yazdığım zaman mektubun benden geldiğini anlıyordu ama daktiloyla yazdığım zaman sanki aramızda bir makine varmış gibi hissettiğini söylemişti. Bana ne kadar düşkün olduğunu görüyorsunuz, Bay Holmes ve küçük ayrıntılara ne kadar önem verdiğini de…”

bannerbanner