Читать книгу Sherlock Holmes’un Maceraları Bütün Maceraları 3 (Артур Конан Дойл) онлайн бесплатно на Bookz (4-ая страница книги)
bannerbanner
Sherlock Holmes’un Maceraları Bütün Maceraları 3
Sherlock Holmes’un Maceraları Bütün Maceraları 3
Оценить:
Sherlock Holmes’un Maceraları Bütün Maceraları 3

3

Полная версия:

Sherlock Holmes’un Maceraları Bütün Maceraları 3

“ ‘The Morning Chronicle’, 27 Nisan, 1890. İki ay öncesinin bu.”

“Pekâlâ. Şimdi Bay Wilson?”

“Size anlattığım gibi Bay Sherlock Holmes.” dedi Jabez Wilson alnını silerken. “Coburg Meydanı’nda şehre yakın küçük bir tefeci dükkânım var. Öyle büyük bir şey değil, hatta son yıllarda karın tokluğuna çalışıyorum bile diyebilirim. Eskiden iki yardımcım vardı ama artık bire düşürdüm. Hatta onun maaşını bile ödeyecek gücüm yok ama işi öğrenmek için yarı ücretle çalışmaya razı olduğunu söyledi.”

“Bu yardımsever gencin adı nedir?” diye sordu Holmes.

“Adı Vincent Spaulding ve o kadar da genç sayılmaz. Yaşını tahmin etmek biraz zor. Ondan daha akıllı bir adamla çalışmayı dileyemezdim, Bay Holmes. Kendisini geliştirirse benim verdiğim maaşın iki katını kazanabileceğini çok iyi biliyorum; ama o mutluysa kafasına böyle şeyleri neden sokayım ki?”

“Elbette. Niye sokasınız ki? Piyasadan daha düşük bir ücrete çalışacak birini bulduğunuz için kendinizi şanslı saymalısınız. Hele bu dönemde bu durum, işverenler için çok sık rastlanan bir şey değilse. Yardımcınızın bahsettiğiniz kadar olağanüstü olup olmadığını bilmiyorum.”

“Ah, tabii ki onun da kusurları var!” dedi Bay Wilson. “Fotoğrafçılığa bu kadar düşkün olan birini görmemiştim. Zekâsını geliştirmesi gerekirken gidip fotoğraf çekiyor, sonra da deliğine giren bir tavşan gibi doğruca bodruma koşturup fotoğraflarını banyo ediyor. Onun en büyük suçu bu ama genel olarak iyi çalışıyor. Ahlaksızlığını da hiç görmedim.”

“Sanıyorum hâlâ sizinle çalışıyor.”

“Evet efendim. O ve yemekle temizliğe bakan on dört yaşlarında bir kız.Evde başka kimsem yok çünkü ben dulum, ailem de yok. Üçümüz çok sakin bir yaşantı sürüyoruz. En azından başımızı sokacak bir evimiz ve borçlarımızı ödeyecek paramız var.

Bizi ilk rahatsız eden şey o ilandı. Tam sekiz hafta önce Spaulding elinde bu gazeteyle ofise geldi ve şöyle dedi:

‘Keşke kızıl saçlı olsaydım Bay Wilson!’

‘Neden?’ diye sordum.

‘Çünkü…’ dedi. ‘Kızıl Saçlılar Kulübü için bir iş ilanı var. Bu işe sahip olacak adam iyi para alacak ve anladığım kadarıyla erkekler için boş pozisyonlar var. Keşke saçım renk değiştirseydi. Ben de hemen bu ilana başvururdum.’

‘Mesele tam olarak nedir?’ diye sordum.

Görüyorsunuz ya Bay Holmes, ben evde kalmayı tercih eden biriyim ve iş benim ayağıma gelir, ben onun ayağına gitmem. Haftalarca adımımı dışarı atmadığım olur. Bu nedenle dışarıda olup bitenlerden haberdar değildim ama ara sıra biraz haber almaktan memnundum.

‘Hiç Kızıl Saçlılar Kulübünü duymadınız mı?’ diye sordu bana gözlerini iyice açarak.

‘Hayır.’

‘Ah, şaşmamak gerek. Bu pozisyona çok uygun nitelikleriniz var!’

‘Parası nasıl?’ diye sordum.

‘Ah, yılda yaklaşık iki yüz pound ama iş çok ağır değil ve insanın asıl mesleğine çok da engel olmuyor.’

Eh, böyle bir şeye kulak kabartacağımı düşünmüşsünüzdür çünkü birkaç yıldır işler pek iyi gitmiyordu ve ek olarak alacağım iki yüz pound da pek iyi olacaktı.

‘Anlat bakalım.’ dedim.

‘Bakın…’ dedi bana ilanı göstererek. ‘Kulübün ilanına kendi gözlerinizle bakın; detayları öğrenmek isteyenler için orada adres de yazıyor. Bildiğim kadarıyla kulüp, bir Amerikan milyoneri olan Ezekiah Hopkins tarafından kurulmuş. Çok tuhaf biriymiş. Kendisi de kızıl saçlıymış ve bütün kızıl saçlı erkeklere sempati duyarmış. Öldüğünde mutemetlerine çok yüklü miktarda miras kalmış ondan. Ayrıca onlara, saçları kıpkızıl olan erkeklere basit işler vermeleri için talimat bırakmış. Bildiğim kadarıyla çok az iş yapmana rağmen çok iyi para veriyorlar.’

‘Ama…’ dedim. ‘Başvuracak milyonlarca kızıl saçlı adam var.’

‘Sandığınız kadar çok değil.’ diye cevap verdi. ‘Yani ilan, Londralı ve yetişkin erkeklerle sınırlı. Bu Amerikalı, gençken Londra’da iş hayatına atılmış ve burası için bir iyilik yapmak istemiş. Ayrıca, eğer saçın açık kızıl ya da koyu kızılsa başvurmanın hiçbir anlamının olmadığını duydum. Pırıl pırıl alev kızılı olması gerekiyormuş. Başvurmak istiyorsanız Bay Wilson, tek yapmanız gereken oraya gitmek; ama belki birkaç yüz pound için kendinizi yormak istemiyor olabilirsiniz.’

Gerçek şu ki beyler, siz de görüyorsunuz, saçım çok koyu olmayan güzel bir tonda ve bu alanda herhangi bir yarış düzenlenirse benim şansımın çok yüksek olduğu apaçık ortada. Vincent Spaulding bu konuya o kadar hâkimdi ki bana faydalı olur diye düşündüm ve bir günlüğüne kepenkleri kapatıp benimle gelmesini istedim. Kısa bir mola için çok hevesli görünüyordu ve sonuç olarak kapımızı kapatıp gazete ilanında verilen adrese gitmek üzere yola koyulduk.

Böyle bir manzarayı bir daha hiç görmek istemem, Bay Holmes. Saçında bir parça kırmızılık olan her erkek, güneyden, kuzeyden, doğudan, batıdan ilana cevap vermek için şehre doluşmuştu. Fleet Caddesi, kızıl saçlı insanlarla doluydu ve Pope’s Court, portakal satan bir seyyar satıcının tezgâhına benziyordu. Tek bir ilanla bu kadar çok insanın gelebileceğini düşünememiştim. Her tondan saç vardı -saman, limon, portakal, kiremit, kil rengi tonlarında- ama Spaulding’in dediği canlı, alev tonu hiç kimsede yoktu. Bunca insanın beklediğini görünce vazgeçmeye karar verdim ama Spaulding bunu kesinlikle kabul etmedi. Nasıl yaptığını anlamadım bile ama itekledi, çekiştirdi, tosladı ve bir şekilde kalabalığı yardı. Beni de ofise götüren merdivenlerin başına getirdi. Orası inen ve çıkanların kalabalığı ile doluydu. Kimi ümitle içeri girerken kimi de karamsarlıkla dışarı çıkıyordu. Nihayet aralarına iyice sıkışarak kendimizi ofiste bulduk.”

“Çok eğlenceli bir deneyim yaşamışsınız.” dedi Holmes, müşterisi konuşmasına ara verip hafızasını tazelemek için bir tutam enfiye çekerken. “Lütfen ilginç hikâyenize devam edin.”

“Ofiste iki ahşap sandalye ve bir masadan başka eşya yoktu. İçeride saçları benimkinden de kızıl ufak tefek bir adam oturuyordu. Adaylara birkaç kısa söz söyledikten sonra onları eleyecek bir eksikliği mutlaka buluyordu. Bu işe girmek sandığımdan da zor görünüyordu. Her neyse, benim sıram geldiğinde bana karşı davranışı diğerlerinden daha olumlu oldu ve bizimle özel konuşabilmek için kapıyı hemen arkamızdan kapattı.

‘Bu, Bay Jabez Wilson.” dedi yardımcım. ‘Ve kulüpteki boş kadro için geldi.’

‘Belli ki çok uygun bir aday.’ dedi diğer adam. ‘Aradığımız özelliği görebiliyorum onda. Bundan daha iyisini gördüğümü hatırlamıyorum.’ Geriye doğru bir adım attı, kafasını yana eğdi ve ben rahatsızlık duyana kadar saçlarımı inceledi. Sonra birdenbire öne doğru atıldı, elime sarıldı ve beni tebrik etti.

‘Tereddüt etmek size haksızlık yapmak olur.’ dedi. ‘Ancak bir tedbir alacağım için kusura bakmayın.’ Bunun üzerine iki eliyle saçlarıma yapışıp ben çığlık atana kadar çekiştirdi. ‘Gözleriniz sulandı.’ dedi saçlarımı bırakarak. ‘Her şeyin yolunda gittiğini anlıyorum; ama dikkatli olmalıyız çünkü iki kez peruk ve bir kez de boya ile bizi kandırmaya çalıştılar. Size ayakkabı boyasıyla ilgili iğreneceğinize emin olduğum ne hikâyeler anlatabilirim bir bilseniz…’ Sonra da pencerenin kenarına gidip kadronun dolduğunu yüksek sesle ilan etti. Aşağıdan hayal kırıklıklarını ifade eden haykırışlar geldi ve insanlar değişik yönlere dağıldılar. Ben ve yöneticiden başka kızıl saçlı kalmamıştı ortalıkta.

‘Benim adım Duncan Ross.’ dedi. ‘Asil hayırseverimizin bıraktığı sermayeden yararlanan emeklilerden biriyim. Evli misiniz Bay Wilson? Aileniz var mı?’

Olmadığını söyledim.

Yüzü hemen düştü.

‘Çok fena!’ dedi ciddi bir şekilde. ‘Hem de çok fena! Buna çok üzüldüm. Bu fon, kızıl saçlıların hem devamını hem de çoğalmalarını sağlamak içindi. Bekâr olmanız çok büyük bir talihsizlik!’

Hâliyle benim de yüzüm düştü, Bay Holmes çünkü bu işi bana vermeyeceklerini anladım ama birkaç dakika düşündükten sonra bunun bir problem olmayacağını söyledi.

‘Başka biri söz konusu olsaydı…’ dedi. ‘İtiraz ederdik ama sizin gibi saçları olan bir beyefendi için kuralları biraz esnetmekte zarar görmüyorum. Yeni görevinize ne zaman başlayabilirsiniz?’

‘Aslında durum biraz tuhaf çünkü benim zaten bir işim var.’ dedim.

‘Oh, onu boş ver, Bay Wilson!’ dedi Vincent Spaulding. ‘Ben işin başında dururum.’

‘Çalışma saatleri nasıl?’ diye sordum.

‘Saat ondan ikiye kadar.’

Bir tefeci daha çok akşamları çalışır, Bay Holmes. Özellikle de perşembe ve cuma akşamları; çünkü bu günler ödeme zamanından hemen öncedir. Bu işte sabahları biraz para kazansam hiç fena olmayacaktı. Ayrıca yardımcımın iyi çalıştığını ve her türlü sorunla baş edeceğini çok iyi biliyordum.

‘Benim için uygun.’ dedim. ‘Peki, maaşı nasıl?’

‘Haftada dört pound.’

‘Ya iş?’

‘Önemsiz şeyler…’

‘Önemsiz dediğiniz şeyler nedir?’

‘Bu süre içinde ofisinizde, en azından binanın içinde bulunmalısınız. Eğer dışarı çıkarsanız işinizi sonsuza dek kaybedersiniz. Vasiyette bu husus çok önemli bir nokta olarak belirtiliyor. Bu sürede eğer ofisinizden kımıldarsanız o zaman koşullara razı olmadığınızı göstermiş olursunuz.’

‘Günde sadece dört saat olduktan sonra ofisten bir yere ayrılmayı düşünmem!’ dedim.

‘Burada hiçbir bahane affedilmez.’ dedi Bay Duncan Ross. ‘Ne hastalık ne de iş için. Binada kalmalısınız yoksa işinizden olursunuz.’

‘Peki, iş nedir?’

Britannica Ansiklopedisi’ni kopyalayacaksınız. Şuradaki baskıda ilk cildi var. Kendi mürekkep, kalem ve kurutma kâğıdınızı getireceksiniz, biz de size bu masa ile sandalyeyi vereceğiz. Yarın başlamaya ne dersiniz?’ ‘Memnuniyetle!’ dedim.

‘O zaman iyi günler, Bay Jabez Wilson. Bu görevi elde edecek kadar şanslı olduğunuz için sizi bir kez daha tebrik ediyorum.’ Başını eğdiğinde odadan çıkmam gerektiğini anladım ve yardımcımla beraber eve gittik. Ne söyleyeceğimi ya da ne yapacağımı bilemiyordum; ama şansımın iyi gitmesinden dolayı çok mutluydum.

Bütün gün bu olayı düşündüm, akşam olduğunda ise iyice kederlenmiştim. Çünkü bunun bir hile ya da sahtekârlık olduğu konusunda kendimi ikna etmiştim. Amaçlarının ne olduğunu tahmin edemiyordum. Böyle bir vasiyetin olması inanılacak gibi değildi ve ‘Britannica Ansiklopedisi’ni kopyalamak gibi basit bir işe bu kadar çok para vermeleri tuhaftı. Vincent Spaulding, beni neşelendirmek için elinden geleni yaptı ama ben gece yatmadan önce bu işten vazgeçmeye çoktan karar vermiştim. Fakat sabah olduğunda gidip bakmaya niyetlendim ve ufak bir şişe mürekkep, tüylü bir kalem ve yedi tane büyük kâğıt alarak Pope’s Court’a doğru yola koyuldum.

Şaşkınlığıma rağmen her şeyin yolunda gitmesine çok memnun oldum. Benim için bir masa hazırlanmıştı ve işe tam olarak hazır olmam için Bay Duncan Ross bana yardımcı olmuştu. A harfiyle başlamamı söyledikten sonra beni yalnız bıraktı ama ara sıra uğrayarak her şeyin yolunda gidip gitmediğine bakıyordu. Saat ikide bana iyi günler diledi, yazdıklarım için iltifatlar yağdırdı ve arkamdan kapıyı kilitledi.

Her gün böyle devam etti, Bay Holmes ve cumartesi günü yönetici gelip bir haftalık maaşım olan dört pound’u önüme koydu. Bu birkaç hafta daha sürdü. Her gün saat onda oradaydım ve ikide ayrılıyordum. Zaman geçtikçe Bay Duncan Ross sadece sabahları uğrar oldu ve bir süre sonra da hiç uğramamaya başladı. Ama yine de odamdan ayrılmaya hiç cesaret edemedim; çünkü ne zaman geleceği hiç belli olmazdı ve bu iş o kadar iyi, bana o kadar uygundu ki kaybetmeyi göze alamazdım.

Bu şekilde sekiz hafta geçti; başrahiplik, okçuluk, silahlar, mimarlık3 ve Attica hakkında yazmıştım ve bir an önce B harfine geçmeyi ümit ediyordum. Kâğıda bayağı bir para vermiştim ve yazılarım neredeyse bir rafı doldurmuştu. Derken birdenbire her şey sona erdi.”

“Sona mı erdi?”

“Evet efendim. Bu sabah sona erdi. Her zamanki gibi saat onda işe gittim ama kapı kapalı ve kilitliydi. Küçük kare bir kartonu panelin ortasına çiviyle asmışlardı. İşte buyurun kendiniz okuyun.”

Bir kâğıt sayfası büyüklüğünde beyaz bir kartonu havaya tuttu. Şöyle yazıyordu:

KIZIL SAÇLILAR KULÜBÜ FESHEDİLDİ

9 Ekim,1890

Sherlock Holmes ile ben bu kısa ilanı ve arkasındaki hüzünlü yüzü inceledik; ancak birdenbire olayın komik yönü üstün geldi ve ikimiz de kahkahalara boğulduk.

“Burada komik olan hiçbir şey göremiyorum!” diye bağırdı müşterimiz saç diplerine kadar kızararak. “Eğer gülmekten başka bir işe yaramayacaksanız başka yere giderim!”

“Hayır, hayır!” diye bağırdı Holmes onu oturduğu yere tekrar itekleyerek. “Sizin bu davanızı hayatta kaçırmam. Oldukça ilginç ama eğer söylememe izin verirseniz, biraz komik bir yanı var. Kartonu kapıda bulduğunuzda ne yaptığınızı anlatır mısınız lütfen?”

“Sersem gibi olmuştum, efendim. Ne yapacağımı bilemedim. Sonra civardaki ofislere sordum ama hiç kimse bir şey bilmiyor gibiydi. En sonunda giriş katında yaşayan ev sahibine gittim, kendisi bir muhasebecidir. Ondan Kızıl Saçlılar Kulübü hakkında bilgi istedim. Böyle bir kulübü hiç duymadığını söyledi. Sonra Duncan Ross’ın kim olduğunu sordum. Bu ismi de ilk defa duyduğunu söyledi.

‘Yani…’ dedim. ‘4 numarada oturan beyefendi.’ ‘Ne? O kızıl saçlı adam mı?’

‘Evet.’

‘Ah!’ dedi. ‘Onun adı William Morris. O bir avukat ve yeni ofisi hazır olana kadar benim odalarımın birini geçici olarak kullanıyordu. Dün taşındı.’

‘Onu nerede bulabilirim?’

‘Yeni ofisinde. Bana adresini verdi evet, King Edward Caddesi, No:17, St. Paul’e yakındır.’

Oraya gittim Bay Holmes ama bu adreste protez diz kapağı yapan bir atölye vardı ve hiç kimse, ne William Morris ne de Duncan Ross ismini duymuştu.”

“Bunun üzerine ne yaptınız?” diye sordu Holmes.

“Eve, Saxe-Coburg Meydanı’na gittim ve yardımcımın tavsiyelerini dinledim; ama onun da bana pek faydası dokunmadı. Tek söyleyebildiği, beklediğim takdirde bana posta yoluyla ulaşacaklarıydı. Bu benim için yeterli değildi, Bay Holmes. Böyle bir işi mücadele etmeden kaybetmek istemiyordum ve sizin zavallı insanlara tavsiyeler verecek kadar iyi niyetli olduğunuzu duyar duymaz hemen atlayıp geldim.”

“Çok akıllıca bir iş yaptınız.” dedi Holmes. “Anlattıklarınız aşırı derecede ilginç ve size yardım etmekten mutluluk duyarım. Anlattıklarınıza bakılırsa göründüğünden daha ciddi olayların olduğunu tahmin ediyorum.”

“Yeterince ciddi!” dedi Bay Jabez Wilson. “Haftada dört pound kaybediyorum.”

“Kişisel olarak endişeleniyorsunuz.” dedi Holmes. “Ama bu olağanüstü kulübe karşı pek de şikâyetiniz olmamalı. Aksine, anladığım kadarıyla otuz pound kazandınız ve ansiklopedide A harfinin altında bulunan bilgileri öğrenmiş bulunuyorsunuz. Yani fazla bir kaybınız yok.”

“Hayır efendim ama onlar hakkında bilgi edinmek istiyorum. Kim onlar? Böyle bir eşek şakasını -eğer eşek şakasıysa- neden yaptıklarını öğrenmek istiyorum. Onlara bayağı pahalıya patlayan bir şaka oldu; tam tamına otuz iki pound.”

“Bunları öğrenmek için gayret edeceğiz. Bir iki sorum daha olacak, Bay Wilson. Bu ilana ilk olarak dikkatinizi çeken yardımcınız ne zamandır sizin için çalışıyor?”

“O zamanlar, yaklaşık bir aydır benimle çalışıyordu.”

“Nasıl işe başladı?”

“İlan vasıtasıyla.”

“Tek başvuran o muydu?”

“Hayır, yaklaşık bir düzine aday vardı.”

“Onu neden seçtiniz?”

“Çünkü pratik zekâlı biri gibi görünüyordu ve aynı zamanda daha ucuza çalışacaktı.”

“Tam olarak yarım maaş kadar ucuz.”

“Evet.”

“Bu Vincent Spaulding nasıl biri?”

“Ufak tefek, güçlü yapılı, kendince hızlı, yüzünde hiç kıl yok ama otuz yaşından küçük değildir. Alnında beyaz bir asit lekesi var.”

Holmes heyecanlanarak sandalyesinde doğruldu. “Ben de öyle tahmin etmiştim.” dedi. “Kulaklarının delik olduğu hiç dikkatinizi çekti mi?”

“Evet efendim. Küçükken bir Çingene’nin deldiğini söylemişti.”

“Hımm…” dedi Holmes koltuğuna gömülüp derin düşüncelere dalarak. “Hâlâ sizinle çalışıyor mu?”

“Ah, tabii efendim. Biraz önce onun yanından ayrıldım.”

“Siz yokken işleri idare edebiliyor mu?”

“Evet, şikâyetim yok efendim. Zaten sabahları pek iş olmuyor.”

“Bu, yeterli Bay Wilson. Bir iki gün içinde sizi aydınlatmaktan mutluluk duyacağım. Bugün cumartesi, sanıyorum pazartesi gününe kadar bir sonuca varırız.”

“Ee, Watson…” dedi Holmes misafirimiz ayrıldıktan sonra. “Ne diyorsun bu işe?”

“Pek bir şey anlamadım.” dedim açık konuşarak. “Oldukça gizemli görünüyor.”

“Sana bir kural söyleyeyim.” dedi Holmes. “Bir şey ne kadar tuhaf ise gizemi o kadar azdır. Alelade, niteliksiz suçlar esasen daha anlaşılmaz olur, tıpkı alelade bir yüzü tasvir etmeye çalışmak gibi zordur. Yalnız bu meselede hemen harekete geçmeliyim.”

“Ne yapacaksın?” diye sordum.

“Pipo içeceğim.” diye cevap verdi. “Bu en az üç pipoluk bir sorun. Benimle elli dakika kadar konuşmamanı rica ediyorum.” Dizlerini atmaca gibi burnuna doğru çekerek koltuğuna kıvrıldı gözleri kapalı bir hâlde. Piposu tuhaf bir kuşun gagası gibi duruyordu ağzında. Uykuya daldığını düşündüm hatta ben de uyukluyordum ki aniden karar veren bir adam edasıyla koltuğundan fırladı ve piposunu şömine rafına koydu.

“Sarasate, St. James Salonu’nda çalacak bu öğleden sonra.” dedi. “Ne diyorsun, Watson? Hastaların seni birkaç saatliğine bana bağışlarlar mı?”

“Bugün yapacak bir işim yok. Benim mesleğim çok fazla merak uyandırmıyor.”

“O zaman şapkanı al ve benimle gel. Önce şehre uğramam gerekiyor. Yolda bir şeyler yeriz. Programda çok fazla Alman müziği olduğunu gördüm, İtalyan ya da Fransız müziğine tercih ederim. İçe bakışa dayalı bir müzik ve ben de biraz içe bakış yapmak istiyorum. Haydi gidelim!”

Metro ile Aldersgate’e kadar gittik. Kısa bir yürüyüş sonrasında sabah dinlediğimiz o tuhaf hikâyenin geçtiği yere, Saxe-Coburg Meydanı’na ulaştık. Avuç içi kadar, fakir ama temiz bir yerdi. Pis, iki katlı, kiremitli evler; parmaklıklarla çevrili küçük alanlara bakıyordu. Çimlerle kaplı yerler ve birkaç tane solmuş defne ağacı, sisli ortamla büyük bir savaş veriyor gibiydi. Üç yaldızlı top ile süslü, beyaz renkle yazılmış, kahverengi üzerinde “JABEZ WILSON” yazan tabela, köşedeki evde asılıydı. Kızıl saçlı müşterimiz işlerini burada yürütüyordu. Sherlock Holmes evin önünde durup kafasını hafifçe yana eğdi. Göz kapaklarını kısarak pırıl pırıl gözleriyle evi incelemeye başladı. Sonra sokağın bir ucundan diğer ucuna kadar evleri inceleyerek yürüdü. En sonunda tefecinin evine gelip bastonunu iki üç kez kaldırıma kuvvetlice bastırarak sapladı ve sonra kapıyı çaldı. Pırıl pırıl temiz yüzlü bir delikanlı kapıyı hemen açtı ve onu içeriye buyur etti.

“Teşekkür ederim.” dedi Holmes. “Buradan Strand’e nasıl gidebileceğimi soracaktım.”

“Sağdan üçüncü sokağa sapın, sonra oradan da dördüncü sokağa girin.” diye cevap verdi delikanlı ve kapıyı kapattı.

“Akıllı bir çocuk.” dedi Holmes uzaklaşırken. “Bence Londra’nın en akıllı dördüncü adamı, hatta üçüncüsü olduğunu bile iddia ederim. Onunla ilgili bir şeyler biliyorum.”

“Bu belli oluyor.” dedim. “Bay Wilson’ın yardımcısının, Kızıl Saçlılar Kulübü gizeminde bir parmağı olduğunu varsayabiliriz. Sırf onu görebilmek için adres sorduğuna eminim.”

“Onu değil.”

“O hâlde?”

“Pantolonunun diz kısmını.”

“Peki, ne buldun?”

“Görmek istediğimi.”

“Kaldırımı niye eşeledin?”

“Sevgili doktor, şimdi gözlem yapma zamanı, konuşmanın sırası değil. Biz, düşmanın ülkesindeki iki gizli ajanız. Saxe-Coburg Meydanı hakkında bir şeyler biliyoruz. Şimdi gizli kalan diğer şeyleri keşfedelim.”

Bir resmin önü ile arkası birbirine ne kadar zıt ise Saxe-Coburg Meydanı’ndan döndüğümüzde karşımıza çıkan yol da meydanla o kadar tezatlık arz ediyordu. Şehrin trafiğini kuzeyden batıya taşıyan ana caddelerden biriydi. Ticaret merkezleri bölgede yoğun olduğu için buranın geleni gideni çoktu. Patika yollar, akın akın yürüyen yayaların ayak izlerinden dolayı siyahlaşmıştı. Lüks dükkânlarla görkemli iş merkezlerinin biraz önce ayrıldığımız sönük ve durgun meydana bitişik olduğunu görmek çok ilginçti.

“Bakalım şimdi…” dedi Holmes köşede durup etrafına bakınarak. “Buradaki evleri sırasıyla hatırlamak istiyorum. Londra hakkında bilgi edinmek benim hobilerimden biri. Tütün dükkânı Mortimer’s, ufak gazete bayisi, City ve Suburban Bankasının Coburg Şubesi, Vejetaryen Lokantası, McFarlane’ın araba garajı… Bunun sonunda da öbür sokağa geçiliyor. Evet doktor, işimizi yaptık ve artık şov zamanı! Önce bir sandviç yiyip kahve içelim, sonra bizi muammalarıyla sinirlendirecek kızıl saçlı müşterilerin olmadığı; tatlılığın, inceliğin ve uyumun bulunduğu keman dinletisine gidelim.”

Arkadaşım çok istekli bir müzisyendi ve sadece yetenekli bir icracı değil, aynı zamanda çok hünerli bir besteciydi. Bütün öğleden sonra bölmesinde mutluluk içinde oturarak dalıp gitmişti ve uzun, ince parmaklarını müziğin ritmine göre sallıyordu. Hafifçe gülümseyen yüzü ve baygın, romantik gözleri ile kendisini müziğe vermişti. Keskin zekâlı dedektif Holmes’tan çok farklıydı. Olağanüstü karakterindeki çift mizacı sırasıyla kendini gösterdi. Uç noktalara varacak kadar dürüst ve kurnaz oluşunun, ara sıra içinde ağır basan romantik ve düşünceli hâli temsil ettiğini düşünmüşümdür hep. Doğasındaki büyük değişimler, onu durgun bir adamdan aşırı enerji dolu biri hâline getirirdi. Bazı zamanlar -daha önceleri de pek çok kez gördüğüm gibi- kemanını ve ciltli, Gotik harfli kitaplarını alıp koltuğundan günlerce kalkmazken bazen de oldukça çetin bir ruh hâline girerdi. Aniden kovalama arzusuyla dolup taşar ve muhteşem mantık gücü, sezgisel bir seviyeye yükselirdi. Onun yöntemlerine alışık olmayan biri, sanki diğer ölümlülerle aynı bilgi dağarcığına sahip değilmiş gibi onu beğenmez, ona aşağılayıcı bir gözle bakardı. O öğleden sonrasında Holmes’u, St. James Salonu’nda, kendini müziğe o denli vermiş hâlde gördüğümde yakalamayı kafasına koyduğu insanları çok şanssız zamanların beklediğini hissettim.

“Şüphesiz eve gitmek istiyorsundur doktor.” dedi salondan ayrılırken.

“Evet, çok iyi olur.”

“Benim de birkaç saat sürecek bir işim var. Coburg Meydanı’ndaki mesele oldukça ciddi.”

“Neden ciddi?”

“Büyük bir suç işlemeyi tasarlıyorlar. Onları zamanında durdurabilmek için elimde her türlü delil var; ancak bugünün cumartesi oluşu durumu zorlaştırıyor. Bu gece yardımlarına ihtiyacım olacak.”

“Saat kaçta?”

“Gece saat onda gelmen yeterli.”

“Onda Baker Caddesi’nde olacağım.”

“Pekâlâ, bu arada doktor, biraz tehlikeli olabilir. O yüzden tabancanı yanına alsan iyi olur.” El sallarken bir anda dönüp kalabalığa karıştı.

Komşularımdan daha kalın kafalı olmadığıma inanıyorum ama Sherlock Holmes ile münasebetlerimizdeki aptallığım canımı sıkmaya başlamıştı. Onun duyduklarını duyuyor, onun gördüklerini görüyordum. Ama her şey bana karmaşık ve garip gelirken o sadece olmuş olanları değil, aynı zamanda olacakları da görebiliyordu. Kensington’daki evime giderken her şeyi gözden geçirdim; ansiklopediyi kopyalayan kızıl saçlının hikâyesinden Saxe-Coburg’e olan gezimize ve benden ayrılırken söylediği o uğursuz sözlere kadar her şeyi… Bu geceki gezimiz neyin nesiydi ve neden silahlı gidecektim? Nereye gidiyorduk ve orada ne yapacaktık? Tefecinin bu düzgün yüzlü yardımcısının çok dehşet verici bir adam olduğunu, Holmes’un üstü kapalı sözlerinden anlamıştım ve bu adam kötü şeyler yapacaktı. Parçaları birleştirmeye çalıştım ama bir süre sonra bundan ümitsizce vazgeçtim. En iyisi ne olup bittiğini öğrenene kadar meseleyi bir kenara bırakmaktı.

***

Saat dokuzu çeyrek geçe evden çıktım, Park’tan geçtim ve Oxford Caddesi’nden geçerek Baker Caddesi’ne ulaştım. İki arabacı kapıda duruyordu ve koridora girerken yukarıdan sesler duydum. Odaya girdiğimde Holmes, iki adamla hararetli bir şekilde sohbet ediyordu. Polis memuru olan Peter Jones’u hemen tanıdım. Diğeri uzun boylu, zayıf, hüzünlü bir yüz ifadesi olan bir adamdı. Çok parlak bir şapkayla insana kasvet verecek kadar düzgün bir redingot giymişti.

“Ah! Artık herkes geldi!” dedi Holmes, çift düğmeli gemici ceketini ilikleyip raftan avcı kırbacını alırken. “Watson, sanıyorum Scotland Yard’dan Bay Jones’u tanıyorsun. Seni Bay Merryweather ile tanıştırayım. Bu geceki maceramızda bize eşlik edecek.”

“Yine çiftler hâlinde avcılığa çıkıyoruz doktor.” dedi kibirli tavrıyla. “Bu arkadaşımız avı başlatmak için mükemmel bir aday. Tek istediği bütün koşuşturmaları yapacak bir köpek.”

“Çılgın bir kaz kafalı bu koşuşturmaları sona erdirmez umarım.” dedi Bay Merryweather canı sıkılmış bir şekilde.

“Bay Holmes’a güvenebilirsiniz efendim.” dedi polis memuru mağrurca. “Kendine has yöntemleri var ve eğer kusura bakmazsa bu yöntemleri biraz fazla teorik ve gerçeklerden uzak bulduğumu söyleyeceğim. Yine de onda bir dedektif ruhu olduğunu kabul etmeliyim. Sholto cinayetinde ve Agra hazinesinde olduğu gibi, birkaç kez neredeyse polis memurlarından bile daha iyi sonuçlar elde etti.”

“Eğer öyle diyorsanız Bay Jones, doğrudur.” dedi yabancı kayıtsızca. “Yine de itiraf etmeliyim ki iskambil kâğıtlarımı özledim. Yirmi yedi yıldır ilk defa cumartesimi kâğıt oynamadan geçiriyorum.”

bannerbanner