
Полная версия:
Tom Amca’nın Kulübesi
Bay ve Bayan Bird salona geri döndüler, garip gibi görünse de önceki konuşmalara ilişkin iki taraf da tek bir kelime etmedi; Bayan Bird örgü işleriyle meşgul oldu ve Bay Bird de gazete okuyormuş gibi yaptı.
“Kimin nesi olduğunu merak ediyorum!” dedi Bay Bird sonunda işini bırakırken.
“Uyanınca ve kendini dinlenmiş hissedince, göreceğiz.” dedi Bayan Bird.
“Diyorum ki hanım!” dedi Bay Bird, gazetelerin ardında sessizce düşüncelere daldıktan sonra.
“Evet, canım!”
“Eğer canını sıkmazsa senin elbiselerinden birini giyer mi acaba, ne dersin? Senden epeyce iri görünüyor ama.”
Cevap verdiği sırada, oldukça anlaşılır bir gülümseme Bayan Bird’ün yüzünü aydınlattı. “Bakarız.”
Yine bir duraklama oldu ve Bay Bird gene kendini tutamadı:
“Diyorum ki hanım!”
“Evet! Şimdi ne var?”
“Öğleden sonra uykularında üzerime örtmek için sakladığın eski ipek pelerin var ya, onu ona verebilirsin, giysilere ihtiyacı var.”
Bu sırada Dinah kadının uyandığını ve hanımı görmek istediğini söylemek için içeri baktı.
Bay ve Bayan Bird peşlerinde iki büyük oğluyla mutfağa gittiler, küçük olanı bu saate kadar sağ salim yatağa gönderilmişti.
Kadın şimdi ateşin yanında kanepede oturuyordu. Daha önceki telaşlı çılgınlığından farklı olarak sakin, kalbi kırık bir ifadeyle durmadan alevlere bakıyordu.
“Beni mi istediniz?” dedi Bayan Bird kibar bir ifadeyle. “Şimdi daha iyi hissettiğinizi umarım, zavallı kadın!”
Uzun, titrek bir iç çekiş tek yanıttı ve koyu renk gözlerini kaldırıp öylesine mahzun ve yalvaran bir ifadeyle kadının üzerine bakışlarını dikti ki küçük kadının gözleri yaşlarla doldu.
“Hiçbir şeyden korkmanıza gerek yok; burada hepimiz arkadaşız, zavallı kadın! Bana nereden geldiğinizi ve ne istediğinizi söyleyin.” dedi.
“Kentucky’den geldim.” dedi kadın.
“Ne zaman?” dedi Bay Bird soru sormayı üstlenerek.
“Bu gece.”
“Nasıl geldiniz?”
“Buzların üzerinden karşıya geçtim.”
“Buzların üzerinden karşıya geçmek!” dedi oradaki herkes.
“Evet.” dedi kadın yavaşça. “Öyle yaptım. Tanrı’nın yardımıyla buzların üzerinden geçtim; zira arkamdaydılar, tam arkamda ve başka yolu yoktu!”
“Tanrı’m, hanımım.” dedi Cudjoe. “Buzlar kırılmış kütlelerdi, suda sallanıyor, aşağı yukarı batıp çıkıyorlardı!”
“Biliyorum öyleydi, biliyorum!” dedi çılgın gibi. “Ama yaptım! Yapabilir miyim diye düşünmedim, başarabileceğimi düşünmedim ama umursamadım! Eğer yapamasaydım ölürdüm. Tanrı bana yardım etti; deneyene kadar kimse Tanrı’nın onlara ne kadar yardım edeceğini bilemez.” dedi kadın, ışıldayan gözleriyle.
“Köle miydiniz?” dedi Bay Bird.
“Evet, efendim; Kentucky’de bir adama aittim.”
“Size kötü mü davranıyordu?”
“Hayır, efendim; çok iyi bir efendiydi.”
“Peki hanımınız size kötü mü davranıyordu?”
“Hayır, efendim, hayır! Hanımım bana hep iyi davranırdı.”
“O zaman güzel evinizi terk edip kaçmanızın ve böyle tehlikelere atılmanızın sebebi ne?”
Kadın keskin, dikkatli bakışlarla Bayan Bird’e baktı ve derin bir matem içinde olduğu gözünden kaçmadı.
“Hanımefendi.” dedi birden. “Siz hiç çocuğunuzu kaybettiniz mi?”
Beklenmeyen bir soruydu ve yeni bir yaraya tuz basmıştı; zira ailenin sevgili çocuğunu mezara koyalı sadece bir ay olmuştu.
Bay Bird döndü ve pencereye yürüdü, Bayan Bird gözyaşlarına boğuldu ama sesini toparlayarak şöyle dedi:
“Bunu neden soruyorsunuz? Bebeğimi kaybettim.”
“O zaman beni anlarsınız. Birbiri ardına iki tane kaybettim, gelirken onları orada gömülü bıraktım ve sadece bu kaldı. Onsuz bir gece bile uyumadım; elimde olan tek şey oydu. Gece gündüz huzurum ve gururumdu; hanımefendi, onu benden alacaklardı, -satmak için- güneyde satacaklardı hanımefendi, tek başına, hayatında anasından hiç uzak kalmamış bir bebeği! Buna dayanamadım, hanımefendi. Eğer yapsalardı, hiçbir zaman iflah olmazdım; kâğıtların imzalandığını ve satıldığını öğrenince, onu alıp gece kaçtım ve beni takip ettiler, onu satın alan adam ve efendinin bazı adamları. Tam arkamdan geliyorlardı ve onları duydum. Direkt buzun üzerine atladım ve nasıl karşıya geçtim bilmiyorum ama ilk bildiğim şey, kıyının yukarısında bir adam bana yardım ediyordu.”
Kadın ne hıçkırdı ne de ağladı. Gözyaşlarının kuruduğu noktadaydı ama çevresindeki herkes kendi karakterine özgü biçimde samimi sempati işaretleri gösteriyordu.
İki küçük oğlan, annelerinin orada olmadığını bildikleri mendillerini bulmak için ceplerini ümitsizce araştırdıktan sonra kendilerini kederli bir şekilde annelerinin eteğine atıp orada gözlerini, burunlarını sile sile içten bir şekilde hıçkırdılar. Bayan Bird mendiliyle yüzünü bayağı bir saklamıştı ve kara, dürüst yüzünden yaşlar inen yaşlı Dinah bir zenci din toplantısının coşkusuyla “Tanrı bize acısın!” diye haykırıyordu. Bu sırada yaşlı Cudjoe elleriyle gözlerini sertçe oğuşturuyor, yüzünü şekilden şekle sokuyor, arada sırada büyük bir coşkuyla aynı perdeden bağırıyordu. Senatörümüz ise bir devlet adamıydı ve elbette ki diğer ölümlüler gibi ağlaması beklenemezdi, o da odadakilere sırtını döndü ve pencereden baktı, boğazını temizlemekle ve gözlüklerini silmekle meşgul görünüyordu, aralarında ciddi bir şekilde onu gözleyecek biri varsa, arada bir şüphe çekecek bir şekilde burnunu temizliyordu.
“Nasıl olur da bana iyi bir efendiniz olduğunu söylüyorsunuz?” diye birden bağırdı, boğazında yükselen bir şeyi metin bir şekilde yutarak, birdenbire kadına doğru dönmüştü.
“Çünkü iyi bir efendiydi, onun için bunu söyleyebilirim ve hanımım da iyiydi ama ellerinden bir şey gelmiyormuş. Borçları varmış, nasıl olduğunu bilmiyorum ama bir adamın bir üstünlüğü vardı ve onlar da istediğini vermek zorundaydı. Onları dinledim ve bunu hanımıma söylediğini duydum, hanımım benim için yalvardı ve beni savundu. O ise elinden bir şey gelmediğini, kâğıtların imzalandığını söyledi. O zaman ben oğlanı alıp evi terk ettim ve buraya geldim. Eğer başarsalardı yaşamaya çalışmanın gereksiz olduğunu biliyordum, zira bu çocuk sahip olduğum tek şey.”
“Kocanız yok mu?”
“Var ama o da başka bir adama ait. Efendisi ona gerçekten sert davranıyor ve beni görmeye gelmesine pek izin vermiyor; bize giderek daha kötü davranmaya başladı ve onu güneyde satmakla tehdit ediyor; sanki onu bir daha hiç görmeyecekmişim gibi!”
Kadının bu sözcükleri söylediği sakin ton yüzeysel bir gözlemciyi onun tamamen duygusuz olduğunu düşündürebilir ama kocaman, koyu renk gözlerinde daha derin manalar taşıyan sakin, sabit, içten gelen bir elem vardı.
“Peki nereye gitmeyi düşünüyorsun, zavallı kadıncağızım?” dedi Bayan Bird.
“Kanada’ya, bir de nerede olduğunu bilsem. Kanada çok uzak, değil mi?” dedi, Bayan Bird’ün yüzüne masum ve saf bir ifadeyle bakıyordu.
“Zavallı şey!” dedi Bayan Bird istemsizce.
“Çok uzaklarda olduğunu mu düşünüyorsunuz?” dedi kadın içtenlikle.
“Düşündüğünden daha uzakta, zavallı çocuk!” dedi Bayan Bird. “Ama senin için ne yapabileceğimizi düşüneceğiz. Dinah, kendi odanda mutfağa yakın bir yerde ona bir yatak yap ve sabah ona ne yapabileceğimizi düşüneceğim. Bu arada, hiç korkma, zavallı kadın; Tanrı’ya güven, o seni korur.”
Bayan Bird ve kocası salona geri döndüler. Kadın ateşin önündeki küçük sallanan sandalyesine oturup düşünceli bir şekilde öne arkaya sallanmaya başladı. Bay Bird ise odada uzun adımlarla gidip geldi, kendi kendine homurdandı. “Öf, pöf! Kahrolası garip bir iş!” Sonunda uzun adımlarla karısına gelerek şöyle dedi:
“Diyorum ki hanım o bu gece buradan gitmek zorunda. O adam kokuya yarın sabah erkenden gelmiş olur. Kadın tek başına olsa her şey bitene kadar sessizce yatardı ama eminim o küçük çocuk bir alay at ve askerle rahat durmayacaktır, kafasını bir pencere ya da kapıdan çıkartarak hepsini buraya toplar. Bu ikisiyle burada yakalanmak benim için de garip olur! Hayır, bu gece gitmek zorundalar.”
“Bu gece! Bu nasıl mümkün olur, nereye giderler?”
“Eh, ben nereye olacağını iyi biliyorum.” dedi senatör, dalgın bir tavırla çizmelerini giymeye başlayarak. Bacağının yarısını sokmuşken durup dizini iki eliyle kavradı ve derin düşüncelere daldı.
“Kahrolası garip, çirkin bir iş.” dedi sonunda, çizmelerini tekrar çekmeye başladı. “Ve bu gerçek!” Bir çizmesini giymiş gibiyken, senatör diğerini eline alıp halının şekillerini adamakıllı inceliyor gibi göründü. “Bunun yapılması gerekir, ne kadar istemesem de lanet olsun!” Ve kaygıyla diğer çizmesini çekerek pencereden bakmaya başladı.
Ufak tefek Bayan Bird sağduyulu bir kadındı, hayatı boyunca “Sana söylemiştim!” dememişti ve şimdiki durumda kocasının düşüncelerinin alacağı şeklin oldukça farkında olarak ihtiyatlı bir biçimde işe karışacağı zaman için sabrediyordu, sadece çok sessizce sandalyesinde oturdu. Beyinin uygun olduğu zamanda bahsedeceği planları duymak için oldukça hazır görünüyordu.
“Gördüğün gibi.” dedi adam. “Benim Kentucky’den gelen ve bütün kölelerini salan eski müşterim Van Trompe burada koydan on kilometre kadar ötede, ormanın içinde kimsenin bir amacı yoksa gitmediği bir yer almıştı, bu yer aceleyle bulunacak bir yer değil. Burada kadın yeterince güvende olur ama işin kötü yanı bu gece oraya benden başka kimsenin arabayı süremeyecek olması.”
“Niye? Cudjoe harika bir sürücüdür.”
“Evet ama olay şu. Koy iki kere geçilmek zorunda ve ikinci geçiş benim bildiğim kadar bilmiyorsan oldukça tehlikeli. At üstünde yüzlerce kez geçtim ve dönüşleri tam olarak bilirim. Gördüğün gibi, buna yardım gerekmiyor. Cudjoe saat on iki civarlarında mümkün olduğu kadar sessizce atları hazırlasın ve kadını götürürüm. Sonra işin rengini değiştirmek adına, oraya üç dört gibi gelen Columbus’un dikkatini çekmek için yakındaki hana götürsün, böylece arabayı bu iş için hazırlanmış sanarlar. Yarın sabah erkenden işe giderim. Ancak bütün olup bitenlerden sonra kendimi âciz hissedeceğim ama canı cehenneme, elimde değil!”
“Kalbin kafandan daha iyi bu durumda, John.” dedi karısı, küçük, beyaz elini onunkinin üzerine koymuştu. “Senin kendini tanıdığından daha iyi seni tanımasam, seni sever miydim?” Ufak tefek kadın gözlerinde yaşlar parlarken öylesine güzel görünüyordu ki senatör böylesine tatlı bir yaratığın onu tutkuyla sevmesine sebep olduğu için mutlaka akıllı bir adam olduğunu düşündü ve arabayla ilgilenmek üzere ağırbaşlı bir şekilde yürüdü. Ancak kapıda bir an durdu ve sonra geri gelerek tereddütle şöyle dedi:
“Mary, ne hissedersin bilmiyorum ama zavallı küçük Henry’nin eşyalarıyla dolu bir çekmece var.” Bunu söyleyerek çabucak topukları üzerinde döndü ve arkasından kapıyı kapattı.
Karısı odası yanındaki küçük bir yatak odasını açtı ve şamdanı alarak komodinin üzerine koydu, sonra küçük bir girintiden bir anahtar aldı ve düşünceli bir şekilde çekmecenin kilidine soktu, peşi sıra gelen iki oğlu sessiz, manalı bakışlarla annelerine bakarken ansızın durdu. Ah, bunu okuyan anne! Evinizde onu açmanın küçük bir mezarı tekrar açmak gibi hissettirdiği bir çekmece veya dolap hiç oldu mu? Ah! Eğer böyle değilse, ne mutlu bir annesiniz.
Bayan Bird yavaşça çekmeceyi açtı. Birçok çeşit ve desende paltolar, destelerle önlükler ve sıra sıra küçük çoraplar vardı, burnu sürtülerek yıpranmış küçük bir çift ayakkabı bile, kâğıt yığınının arasından görünüyorlardı. Oyuncak bir atla araba, bir topaç, bir top vardı, bir sürü gözyaşı ve kalp kırıklığıyla yüklü anılar da! Çekmecenin yanında oturdu ve başını ellerine dayayarak gözyaşları parmaklarından çekmeceye akıncaya kadar ağladı, sonra birden başını kaldırarak kaygılı bir ivedilikle en sade, en sağlam olanları seçti ve onları bir çıkın yaptı.
“Anne.” dedi oğlanlardan biri, yavaşça koluna dokunarak. “Bunları verecek misin?”
“Sevgili oğullarım.” dedi içtenlikle ve yumuşak bir sesle. “Eğer sevgili, canımız küçük Henry’miz cennetten bakıyorsa bunu yaptığımıza memnun olacaktır. Onları herhangi birine vermeye gönlüm razı olmadı, mutlu olan birine. Ancak onları benden daha kalbi kırık ve acılı bir anneye vereceğim ve umarım Tanrı onlarla bize rahmetini gönderir!”
Bu dünyada üzüntüleri diğerleri için neşeye dönen kutsanmış ruhlar vardır; mezarda bir sürü gözyaşıyla yatan dünyevi umutları, yalnızlar ve kederliler için baharın iyileştiren çiçekleri ve otlarından gelen tohumlardır. Bunların içinde lambanın yanında oturup yavaşça gözyaşı dökerken, bir yandan da toplumdan dışlanmış bir evsiz barksız için kendi kaybının anılarını hazırlayan narin bir kadın vardı.
Bir süre sonra Bayan Bird gardırobunu açtı ve oradan bir iki düz, işe yarar elbise seçerek çalışma masasına meşguliyet içinde oturdu, elinde iğnesi, makası ve yüksüğüyle sessizce kocasının önerdiği “canını sıkmama” işlemine başladı, işini yapmaya ta ki köşedeki eski saat on ikiyi vuruncaya kadar ve kapıda hafif bir tekerlek tıkırtısı duyuncaya kadar durmadan devam etti.
“Mary.” dedi kocası elinde paltosuyla içeri girerek. “Onu artık uyandırsan iyi olur, gitmemiz lazım.”
Bayan Bird topladığı çeşitli şeyleri küçük, sade bir sandığa aceleyle koydu ve kilitledi, kocasının arabada görmesini istedi ve sonra kadını çağırmaya gitti. Az sonra hayırsever kadına ait pelerin, şapka ve şalı giyinmiş olarak kollarında çocukla kapıda kadın göründü. Bay Bird onu aceleyle arabaya götürdü ve Bayan Bird arkasından arabanın basamaklarına geçti. Eliza arabadan dışarı sarktı ve ona uzatılan el kadar yumuşak ve güzel elini uzattı. İçten anlamlarla dolu, iri, koyu renkli gözlerini Bayan Bird’ün yüzüne dikti ve bir şey söyleyecek gibiydi. Dudakları kıpırdadı, bir iki kez denedi ama sesi çıkmadı, görüntüsü asla unutulmayacak bir biçimde yukarıyı işaret ederek koltuğa geri düştü ve yüzünü kapattı. Kapı kapandı ve araba hareket etti.
Eyaletinin millet meclisinde kaçaklar, sığınanlar ve onların suç ortaklarına karşı daha sıkı tedbirler geçirmek için bir hafta boyunca destek veren vatansever senatör için nasıl bir durumdu bu!
Bizim iyi senatörümüz eyaletinde, güzel söz söylemede onlara ölümsüz ün kazandıran Washington’daki din kardeşleri tarafından geçilememişti. Elleri ceplerinde asil bir şekilde oturmuş ve birkaç zavallı kaçağın refahını eyaletin büyük çıkarlarından önde tutanların duygusal zayıflıklarını reddetmişti.
Bu konuda aslanlar kadar gözü pekti ve sadece kendini değil, onu duyan herkesi “Tüm gücüyle ikna etmişti.” Ancak bildiği kaçak kavramı ona göre kelimeyi oluşturan harflerdi veya en fazla, elinde bohçasıyla küçük gazete resminde “kölelikten kaçış” yazısıydı. Gerçek üzüntünün büyüsünü -yalvaran insan gözlerini, çelimsiz, titreyen insan elini, umarsız acıların ümitsiz yakarışlarını- hiç tecrübe etmemişti. Kaçağın bahtsız bir ana, şimdi ölen oğlunun bildiği küçük şapkasını giyen çocuk gibi savunmasız bir çocuk olacağını hiç düşünmemişti, zavallı senatörümüz taştan veya çelikten değildi, bir erkekti ve hem de soylu yüreği olan biriydi, herkesin görmesi gerektiği gibi vatanseverlik açısından da üzücü bir durumdaydı. Güney eyaletlerinin iyi yürekli kardeşleri, onunla ilgili övünmenize gerek yok, zira benzer durumlarda pekçoğunuzun daha iyi şeyler yapamayacağınıza dair kuşkular var. Mississippi’deki gibi Kentucky’de de acı dolu hikâyelerin boşuna anlatılmadığı soylu ve cömert yüreklerin olduğunu bilme sebebimiz var. Ah, iyi yürekli kardeşler! Bizim yerimizde olsaydınız, kendi cesur, gururlu yüreğinizin mümkün kılmayacağı hizmetleri bizden beklemeniz adil mi olurdu?
Bizim iyi senatörümüz politik bir günahkârsa bu gecenin cezasını ödemek için iyi yoldaydı. Uzun süren yağmurlu bir havadan sonra herkesin bildiği gibi Ohio’nun yumuşak, zengin toprağı çamur üretmeye pek uygun olmuştu ve yol da eski zamanların Ohio demir yoluydu.
“Tanrı’m, bu nasıl yol?” derdi, düzgün olması ve hızı dışında demir yolu hakkında hiçbir fikri olmayan Doğulu seyyahlar.
Öğren o zaman masum Doğulu arkadaş, çamurun ölçüsüz ve olağanüstü derinlikte olduğu Batı’nın karanlıkta kalmış yörelerinde, yollar enine yan yana dizilerek yuvarlak, kaba kütüklerden yapılır ve saf tazeliğinde toprak, çimen ve ele ne geçerse onunla kaplanmış olur, sonra mutlu halk ona yol deyip dosdoğru üzerinden giderler. Zaman geçtikçe yağmurlar bütün o bahsedilen çayır çimeni yıkar, kütükleri oraya buraya, resim gibi pozisyonlarda, yukarı, aşağı, çapraz oynatır, çeşitli yarıklardan ve izlerden kara çamur içine dolar.
İşte böyle bir yolda senatörümüz tökezleyerek ilerliyor, durumdan beklenildiği gibi sürekli kınıyor, -araba aynen şöyle ilerliyordu, küt, küt, küt! Sulu çamur! Çamurun içine!– senatör, kadın ve çocuğun pozisyonları daha tam yerleşmeden öylesine hızla değişiyordu ki kendilerini aşağı pencereye yapışmış buluyorlardı. Araba hızla saplanıyor, bu arada Cudjoe’nin dışarıda atları büyük gayretle toplamaya çalıştığı duyuluyordu. Birkaç faydasız çekiştirme ve seğirmeden sonra senatör sabrını kaybederken, araba birden hoplayarak düzeldi, iki ön tekerleği diğer bir çukura daldı ve senatör, kadın ve çocuk, hepsi birden karmakarışık hâlde ön koltuğa yuvarlandılar, senatörün şapkası teklifsizce gözleriyle burnuna düşüyor ve o da kendini âdeta tükenmiş gibi görüyordu, çocuk ağlıyor, Cudjoe dışarıda kamçının yinelenen vuruşları altında tekme atan, çırpınan ve gerilen atlara canlandıracak bir şeyler söylüyordu. Araba yine hoplayıp zıplıyor, arka tekerlekler batıyor, senatör, kadın ve çocuk arka koltuğa uçuyor, adamın dirsekleri kadının şapkasına çarpıyor, kadının iki ayağı adamın sarsıntıda uçan şapkasına takılıyordu. Birkaç dakika sonra “batak” geçildi ve atlar soluyarak durdu; senatör şapkasını buldu, kadın başlığını düzeltip çocuğu susturdu ve kendilerini gelecek olana karşı hazırladılar.
Bir süre yalnızca çeşitli seslere sürekli güm, güm sesleri karıştı, yan tarafların batış çıkışı ve arabanın sarsılışı yanında; aslında o kadar da kötü olmadığına dair kendilerine ümit vermeye başladılar. Sonunda hızla hepsini ayağa dikip yerine tekrar çarpan nizamsız bir saplanışla araba durdu ve dışarıdaki gürültü patırtıdan sonra Cudjoe kapıda belirdi.
“Lütfen efendim, burası gerçekten berbat bir yer. Nasıl çıkacağız bilmem. Düşünüyorum da raylara çıkmalıyız.”
Senatör umutsuzca dışarı çıktı, temkinlice ayağını koyacak sert bir yer aradı, bir ayağı ölçüsüz derinliğe gömüldü, onu çıkarmaya çalıştı, dengesini kaybetti, çamurun içine yuvarlandı ve çok çaresiz bir durumdan Cudjoe tarafından çekilip çıkarıldı.
Ama biz anlayışımızdan ötürü okuyucuların anlamazlığından kaçınıyoruz. Arabalarını çamur deliklerinden çıkarmak için gece yarısı ray parmaklıkları sökmek gibi ilginç süreçlerle vakit geçiren Batılı gezginler şanssız kahramanımıza saygılı ve hüzünlü bir sempati duyacaklardır. Onlardan sessizce gözyaşı dökmeyi bırakıp yollarına devam etmelerini rica ediyoruz.
Araba sular damlayarak çamur içinde koydan çıktığında gecenin bir yarısıydı ve büyük bir çiftlik evinin kapısında durdu.
Evdekileri uyandırmak az bir çaba gerektirmedi ama sonunda saygın mal sahibi göründü ve kapıyı açtı. İri yarı, uzun, kıllı ayı gibi bir adamdı, çoraplarıyla beraber bir seksen metreden uzundu ve kırmızı pazen bezinden avcı gömleği giymişti. Kum rengi arapsaçı gibi saçları bilinçli olarak karmakarışık bırakılmış gibiydi ve birkaç günlük sakalı bu değerli zata özellikle hoş bir görünüş vermiyordu. Şamdanı havada tutarak birkaç dakika öylece durdu ve tam anlamıyla gülünç olan kasvetli ve şaşkın bir ifadeyle yolcularımıza gözlerini kırpıştırarak baktı. Senatörümüzün olayı tam olarak kavratması biraz çabasını gerektirdi ve o bunun için elinden geleni yaparken, biz okuyucularımıza biraz onu tanıtalım.
Dürüst yaşlı John Van Trompe, Kentucky eyaletinde oldukça büyük bir toprak sahibi ve köle sahibiydi. “Kürkünden başka bir şeyi olmayan ayı misali.” ve doğa tarafından devasa yapısına uygun şekilde kocaman, dürüst ve adil bir yürekle donanmıştı. Ezen ve ezilen için eşit şekilde kötü olan bir sistemin işleyişine yıllardır baskı altına aldığı bir tedirginlikle şahitlik yapıyordu. Sonunda bir gün John’un büyük yüreği artık bunu taşımayacak kadar öylesine şişti ki masasından çek defterini alıp Ohio’ya gitti ve orada güzel, zengin toprakları olan bir kasabanın çeyreğini alarak erkek, kadın, çocuk, bütün adamlarını bedavaya azat eden kâğıtları hazırladı, onları vagonlara doldurdu ve yerleşmeleri için gönderdi. Sonra dürüst John yüzünü koya döndü ve vicdanıyla düşüncelerinin keyfini çıkaracağı kuytu, ıssız çiftliğinde sessizce oturdu.
“Zavallı bir kadınla çocuğu köle avcılarından kaçıracak bir adam olduğunuz doğru mu?” diye açıkça sordu senatör.
“Öyle olduğumu düşünüyorum.” dedi dürüst John, açıkça bir vurgu yaparak.
“Öyle düşünmüştüm.” dedi senatör.
“Eğer birisi gelirse…” dedi iyi adam, uzun, kaslı vücudunu yukarı kaldırarak. “Onun için hazır bekliyorum: Yedi tane oğlum var, her biri bir seksen boyunda ve onlara karşı hazır bekleyecekler. Onlara saygımızı ilet.” dedi John. “Ne zaman geldiklerinin umurumuzda olmadığını söyleyin, bizim için fark etmez.” dedi John, kafasını sarmalayan gür saçlarında parmaklarını dolaştırarak ve koca bir kahkaha patlatarak.
Yorgun, bitkin ve cansız Eliza, kollarında derin bir şekilde uyuyan çocuğuyla kendisini kapıya doğru sürüdü. Kaba saba adam şamdanı yüzüne yaklaştırdı ve şefkatli bir şeyler homurdanarak durdukları büyük mutfağın yanındaki küçük yatak odasının kapısını açtı ve kadına içeri girmesini işaret etti. Bir mum alarak yaktı ve masanın üzerine koydu, sonra Eliza’ya bir şeyler söyledi.
“Şimdi kızım buraya kimin geleceği ile ilgili olarak en ufak bir korku duymanıza gerek yok. Böyle şeylere alışkınım.” dedi, şömine rafındaki iki üç büyük tüfeği işaret ederek. “Beni bilen pek çok insan ben istemeden evimden birini çıkarmanın pek sağlıklı bir şey olmadığını bilir. Şimdi siz sanki anneniz sizi sallarmış gibi sessizce uyuyun.” dedi, kapıyı kapattı.
“Bu eşine az rastlanır güzellikte.” dedi senatöre. “Ah, zaten güzeller bazen kaçmak için en haklı nedene sahiptir, iyi bir kadında olması gereken türden duyguları varsa. Bütün bunları iyi bilirim.”
Senatör birkaç kelimeyle Eliza’nın hikâyesini özetledi.
“Ah, ah! Korkunç! Bilmek istemezdim.” dedi iyi adam acır bir şekilde. “Aman, aman! Doğa böyledir, zavallı yaratık! Bir geyik gibi avlanmış, doğal duyguları yüzünden ve annenin elinden başka türlüsü gelmediği için! Bunlar yüzünden her şeye sövesim geliyor.” dedi dürüst John, büyük, çilli, sarı elinin tersiyle gözlerini silerken. “Size ne söyleyeceğim yabancı, ben kiliseye gitmeyeli yıllar olmuştu çünkü etraftaki papazlar İncil’den bazı şeylerin kesilmiş olduğunu vaaz ederlerdi, ben de Yunanca ve İbraniceleri yüzünden onlara gitmedim, İncil’i hepten boş verdim. Yunanca bilen bir papaza rastlayıncaya kadar da kiliseye gitmedim, o da tersini söyleyince asılmaya karar verip kiliseye gittim. Olay bu işte.” dedi John, bu süre boyunca da böylesine önemli bir anda sunmak üzere çok süslü bir şişe elma şarabını açmaya çalışmıştı.
“Gün ışıyıncaya kadar burada kalsanız iyi olur.” dedi içtenlikle. “Ben de yaşlı kadını çağırıp size hemen yatak hazırlattırayım.”
“Teşekkür ederim, sevgili dostum.” dedi senator. “Gidip bu gece Columbus’a görünsem iyi olur.”
“Ah! Peki o zaman, eğer gitmeniz gerekiyorsa ben de biraz sizinle gelirim ve sizi oraya götürecek geldiğiniz yoldan daha iyi bir kavşak gösteririm. O yol çok kötüdür.”
John giyindi ve az sonra elinde bir lambayla evinin arkasındaki boş yola doğru arabaya rehberlik etti. Ayrıldıkları sırada, senatör eline on dolarlık banknot bıraktı.
“Onun için.” dedi kısaca.
“Evet, tabii.” dedi John, aynı şekilde kısa bir cevapla.
El sıkışıp ayrıldılar.
X
Mal Taşınıyor
Şubat sabahı, Tom Amca’nın kulübesinden gri ve sisli görünüyordu. Üzgün yüzleri, kederli yüreklerin yansımalarını seyrediyordu. Ateşin önündeki küçük masa ütü beziyle örtülmüştü; temiz ama kaba, yeni ütülenmiş bir iki gömlek ateşin yanındaki sandalyenin arkasına asılmıştı ve Chloe Teyze önündeki masaya bir diğerini sermişti. Her katı, her kenarı büyük bir titizlikle iyice ovup ütüledi, arada bir elini kaldırıp yanaklarından süzülen yaşları silmek için yüzünü ovalıyordu.
Tom dizlerinde Ahit açık, başı ellerine dayanmış oturuyordu ama ikisi de konuşmuyordu. Hâlâ erkendi ve çocuklar birlikte küçük, kaba tekerlekli karyolada uyuyorlardı.
Tom’un iyilikle dolu, nazik, evine düşkün bir kalbi vardı, bu sebeple de üzüntü duyuyordu. Bu mutsuz ırkın tipik bir örneği olarak kalkıp sessizce çocuklarına baktı.
“Son kez.” dedi.
Chloe Teyze cevap vermedi, sadece kaba gömleği ovdu durdu, bir elin yapabileceği kadar düzgün hâle getirdi ve sonunda birden çaresizlikle ütüyü bastırdı, masanın başına oturdu ve “Yüksek sesle ağladı.”
“Diyelim ki oluruna bıraktık ama ah, Tanrı’m! Nasıl yapabilirim? Nereye gittiğini ya da sana nasıl davranacaklarını bilsem neyse! Hanımım seni bir iki sene içinde almaya çalışacaklarını söyledi ama Tanrı’m! Oraya giden kimse dönmez! Öldürürler! Tarlalarında nasıl çalıştırdıklarını duydum.”