
Полная версия:
Tom Amca’nın Kulübesi
“O zaman çok acımasız.”
“Tam olarak zalim değil de biraz sert biri, -sadece satış ve kâr için yaşayan biri- soğuk, duraksamayan ve merhametsiz, ölüm ve mezar gibi. İyi bir fiyata anasını bile satabilir, tabii ihtiyar kadına bir zarar gelsin istemez.”
“Bu adi adam bir de iyi, sadık Tom ve Eliza’nın çocuğunun sahibi!”
“Eh, sevgilim, bu da bana zor geliyor; düşünmekten nefret ettiğim bir şey. Haley işleri ayarlayıp yarın emanetleri alacak. Sabah erkenden atıma binip uzaklaşacağım. Şu bir gerçek ki Tom’u göremem ve sen de bir yerlere gitsen ve Eliza’yı alsan iyi olur. O burada ortalarda yokken işler olup bitsin.”
“Hayır, hayır.” dedi Bayan Shelby. “Bu zalim işe hiçbir şekilde suç ortağı ya da yardımcı olmayacağım. Gidip zavallı yaşlı Tom’u göreceğim, sıkıntıları için Tanrı ona yardım etsin! Ne olursa olsun, hanımlarının onların ne hissettiklerini anladıklarını ve onlarla olduğunu görsünler. Eliza’ya gelince düşünemiyorum bile. Tanrı bizi bağışlasın! Biz ne yaptık ki, bu zalim gereklilik bizi buldu?”
Bu konuşmanın Bay ve Bayan Shelby’nin hiç aklına gelmeyecek bir kulak misafiri vardı.
Dairelerinde dış koridora bir kapıyla açılan büyük bir dolap bulunuyordu. Bayan Shelby Eliza’ya o gece için izin verince, ateşli ve heyecanlı duyguları bu dolap fikrini aklına getirmişti ve kendini oraya saklamıştı. Kulağı kapının çatlağına yapışmış hâlde, konuşmanın bir kelimesini bile kaçırmamıştı.
Sesler kesilince ayağa kalkıp usulcacık uzaklaştı. Solgun, tir tir titreyen hâli, donmuş yüz çizgileri ve kasılmış dudaklarıyla, o zamana kadar olduğu yumuşak ve çekingen yaratıktan tamamen başkası gibi olmuştu. Holde dikkatlice ilerledi, hanımının kapısında bir anlığına durdu ve ellerini sessiz bir yakarışla göğe doğru kaldırdı, sonra da dönüp kendi odasına süzüldü. Odası hanımıyla aynı katta sessiz, düzenli bir daireydi. Dikiş dikerken sık sık oturduğu güneşli hoş bir penceresi vardı; küçük bir kitap dolabı ve birkaç güzel küçük süs eşyası, aralarına serpiştirilmiş Noel hediyeleri bulunuyordu. Dolabında ve çekmecelerinde basit giysileri vardı, burası kısacası onun eviydi, içinde mutlu olduğu yer. Ama orada, yatakta uyuklayan oğlu yatıyordu, uzun bukleleri kayıtsızca bilinçsiz yüzüne düşmüştü, gül gibi ağzı yarı açıktı, küçük şişman elleri çarşafın üzerindeydi ve bir gülümseme güneş ışığı gibi tüm yüzüne yayılmıştı.
“Zavallı çocuk! Zavallıcık!” dedi Eliza. “Seni sattılar! Ama annen seni kurtaracak!”
O yastığa hiçbir yaş damlamadı; bunun gibi üzüntülerde, yüreğin akıtacağı yaş yoktur, sadece kan damlatır, kendi kendine sessizce kanar. Bir parça kâğıt, kalem aldı ve aceleyle yazdı:
“Hanımım! Sevgili hanımım! Benim nankör olduğumu sanmayın, hakkımda hiçbir şekilde kötü düşünmeyin, bu gece sizin ve efendinin dediklerinin hepsini duydum. Oğlumu kurtarmaya çalışacağım, beni suçlamayın! Nezaketiniz için Tanrı sizi kutsasın ve ödüllendirsin!”
Aceleyle katlayıp üzerini yazdı, çekmeceye gidip oğlunun giysilerini küçük bir paket yaptı, bir mendille sıkıca beline bağladı; o dehşet dakikalarında bile şefkatli bir annenin hatırlayacağı gibi en sevdiği oyuncaklardan bir ikisini küçük pakete koymayı unutmadı, onu uyandırdığında eğlendirecek güzel boyanmış bir papağanı da ayırdı. Küçük uykucuyu uyandırmak biraz sorun olduysa da biraz uğraştıktan sonra yatakta oturup kuşuyla oynamaya başlamıştı, bu sırada annesi bonesini takıp şalını örtmüştü.
“Nereye gidiyorsun anne?” dedi çocuk, annesi yatağın kenarına küçük paltosu ve başlığıyla yaklaşırken.
Annesi yanına yaklaşıp gözlerine öylesine içten baktı ki o zaman çocuk olağandışı bir şeyler döndüğünü hemen anladı.
“Sus Harry.” dedi. “Yüksek sesle konuşmamalısın, yoksa bizi duyarlar. Kötü bir adam küçük Harry’i annesinden almaya gelecek ve karanlığın içine götürecek ama annesi buna izin vermeyecek. Küçük oğlanın şapkasını, paltosunu giydirecek ve çirkin adam onu yakalayamasın diye onunla kaçacak.”
Bunları söylerken, çocuğun basit kıyafetini bağlayıp düğmeledi ve onu kollarına alarak çok sakin durması gerektiğini fısıldadı; odasının dış verandaya açılan kapısını açarak sessizce dışarı süzüldü.
Işıl ışıl, dondurucu, yıldızların aydınlattığı bir geceydi ve annesi şalını çocuğuna sardı, belli belirsiz bir korkuyla tamamen sessiz çocuk boynuna sarıldı.
Verandanın diğer ucunda uyuyan büyük bir Newfoundland olan yaşlı Bruno, kadın yaklaştığı sırada hafif bir homurtuyla ayağa kalktı. Kadın hafifçe adını söyledi, kadının eski oyun arkadaşı olan hayvan hemen kuyruğunu sallayarak bu basit köpeğin kafasında belli ki pek anlam veremediği bu yersiz gece yarısı yürüyüşü ne anlama geliyorsa, onu takip etmeye hazırlandı. Kendi ölçülerine göre belli belirsiz, bazı akılsız veya yakışıksız fikirler onu oldukça utandırıyordu; zira ilerledikçe sık sık durdu, sonra özlemle önce ona, sonra eve baktı ve sanki düşüncelerinde güven tazeledikten sonra onun ardından peşi sıra gitti. Birkaç dakika sonra Tom Amca’nın kulübesine geldiler ve Eliza durarak yavaşça pervaza vurdu.
Tom Amcalarda süren dua toplantısı ilahi söylenmesi yüzünden geç saatlere kadar sürmüştü; sonrasında Tom Amca birkaç uzun soloya kendini kaptırmıştı, sonuç olarak da şu an saat on iki ile bir arasında olsa da o ve değerli yardımcıları daha uyumamışlardı.
“Aman Tanrı’m! Bu ne?” dedi Chloe Teyze, fırlayıp aceleyle perdeyi açtı. “Bu Lizy değilse ne olayım! Üstünü giy, yaşlı adam, çabuk! Yaşlı Bruno da burada, dolanıp duruyor; neler oluyor! Ben kapıyı açmaya gidiyorum.”
Sözlerine uyarak kapıyı ardına kadar açtı ve Tom’un aceleyle yaktığı mum ışığı kaçağın bitkin yüzüne ve koyu, yabani gözlerine düştü.
“Tanrı seni korusun! Sana bakmaya korkuyorum, Lizy! Hastalandın mı, ne oldu sana?”
“Kaçıyorum Tom Amca ve Chloe Teyze, çocuğumu kaçırıyorum. Efendi onu sattı!”

Eliza Tom Amca’ya satıldığını ve çocuğunu kurtarmak için kaçacağını söylemeye gelir
“Onu sattı mı?” ellerini umutsuzlukla havaya kaldırarak ikisi de tekrarladılar.
“Evet, onu sattı!” dedi Eliza kısaca. “Bu gece hanımımın kapısının oradaki dolapta saklandım ve efendinin hanımıma Harry’mi sattığını söylediğini duydum ve seni de Tom Amca, ikinizi, bir tüccara; bu sabah atına atlayıp gidecekmiş ve bugün adam sizi alacakmış.”
Konuşma boyunca sanki rüyada gibi Tom ellerini kaldırmış ve gözleri kocaman olmuş bir şekilde kalakalmıştı. Yavaşça ve ağır ağır olanlara mana verdikçe, oturmaktan ziyade kendini eski koltuğa bıraktı ve kafasını dizlerine gömdü.
“Tanrı bize acısın!” dedi Chloe Teyze. “Ah! Hiç gerçekmiş gibi gelmiyor! Ne yaptı ki, Efendi onu satıyor?”
“Bir şey yapmadı, bu yüzden değil. Efendi satmak istemiyor ve hanımım her zaman iyidir. Onun bizi savunduğunu ve yalvardığını duydum ama ona faydasının olmadığını söyledi; bu adama borçlu olduğunu ve ona gücü yettiğini ve borcunu temizlemezse evini ve adamlarını satıp taşınmasıyla son bulacağını söyledi. Evet, onun ikisini satmakla her şeyi satmak arasında kaldığını söylediğini duydum, adam çok bastırıyormuş. Efendi üzgün olduğunu söyledi ama ah, hanımım, konuşmasını duymalıydın! Hristiyan ve melek değilse nedir. Onu öyle bıraktığım için kötü bir kızım ama buna zorunluyum. Kendisi bir ruhun dünyaya bedel olduğunu söyledi ve bu çocuğun da ruhu var. Eğer onu bıraksam, ne olacağını kim bilir? Bu yaptığım doğru olmalı ama doğru değilse, Tanrı beni affetsin zira bunu yapmak zorundayım!”
“Eh, yaşlı adam!” dedi Chloe Teyze “Neden sen de gitmiyorsun? Zencileri ağır işten ve açlıktan öldürdükleri nehrin kıyısına götürmelerini mi bekleyeceksin? Oraya gitmektense ölmeyi yeğlerim! Hâlâ zamanın var, Lizy’le git, istediğin zaman gelir gidersin. Hadi, acele et, ben de senin eşyalarını toparlayayım.”
Tom yavaşça başını kaldırdı, üzgünce ama sessizce çevresine bakındı ve şöyle dedi:
“Hayır, hayır, ben gitmiyorum. Eliza gitsin, bu onun hakkı! Hayır diyen ben olamam, ondan kalması beklenemez ama ne söylediğini duydun! Eğer ben ya da buradaki herkes satılıp her şey mahvolacaksa o zaman ben satılayım. Ben de herkes kadar buna katlanabilirim sanırım.” diye ekledi. Bu sırada hıçkırık ya da iç geçirme gibi bir şey geniş, kaba göğsünü sarsıcı bir şekilde salladı. “Efendi hep beni yerimde buldu, hep de bulacak. Hiçbir zaman güvenini boşa çıkarmadım, söylediklerime ters düşmedim ve hiç de yapmam. Bu yerin mahvolup her şeyin satılmasındansa tek başına giderim daha iyi. Efendi suçlu değil, Chloe ve o, sana da yoksullara da bakar.”
Burada küçük yün gibi kafalarla dolu kaba tekerlekli yatağa döndü ve âdeta çöktü. Sandalyenin arkasına dayandı ve iri elleriyle yüzünü kapadı. Ağır, boğuk ve yüksek sesli hıçkırıklar sandalyeyi salladı, kocaman yaşlar parmaklarından yere aktı. Beyefendi siz böyle gözyaşlarını ilk doğan oğlunuzu tabuta koyduğunuzda; siz hanım, böyle gözyaşlarını ölen bebeğinizin ağlamalarını duyduğunuzda dökersiniz. Zira beyefendi o bir adamdı ve siz de başka bir adamsınız. Siz hanım, ipek ve mücevherlerle donanmış olsanız da bir kadınsınız ve hayatın büyük sıkıntıları ve zorlu acıları arasında bir tek üzüntü duyarsınız!
“Şimdi de.” dedi Eliza, kapıda dururken, “Kocamı yalnızca bu öğleden sonra gördüm ve o zaman ne olacağını bilmiyordum. Onu son derece zorladılar ve bugün bana kaçacağını söyledi. Eğer olabilirse ona olanları söylemeye çalışın. Ona nasıl ve neden gittiğimi söyleyin; ona Kanada’yı bulmaya çalışacağımı söyleyin. Ona onu sevdiğimi söyleyin ve deyin ki onu bir daha görmezsem…” arkasını döndü ve bir an onlara sırtı dönük boğuk bir sesle ekledi, “Olabildiği kadar iyi olsun ve cennetin krallığında beni bulsun.”
“Bruno’yu da oraya çağırın.” diye ekledi. “Ona kapıyı kapatın, zavallı hayvan! Benimle gelmesin!”
Birkaç son söz ve gözyaşı, birkaç basit veda ve hayır duası derken kollarındaki şaşkın ve korkmuş çocuğuna sarılarak, sessizce süzülerek gitti.
VI
Keşif
Bay ve Bayan Shelby bir gece önceki uzun süren tartışmalarından sonra uykuya hemen dalamadılar ve sonuç olarak ertesi sabah da her zamankinden daha geç saatlere kadar uyudular.
“Eliza nerede bilmem.” dedi Bayan Shelby, çanı birkaç kere boş yere çalınca.
Bay Shelby boy aynasının önünde durmuş usturasını bileyliyordu ve sonra kapı açıldı, tıraş suyuyla zenci bir çocuk içeri girdi.
“Andy.” dedi hanımı. “Eliza’nın kapısına gidip üçtür onu çağırdığımı söyle. Zavallı şey!” diye içini çekerek ekledi.
Andy çok geçmeden döndü, gözleri şaşkınlıktan yuvalarından fırlamıştı.
“Tanrı’m, hanımım! Lizy’nin çekmecelerinin hepsi açık ve eşyaları her yana dağılmış; inanıyorum ki gitmiş!”
Gerçek aynı anda Bay Shelby ve karısının kafasına dank etti. Adam bağırarak:
“O zaman şüphelendi ve kaçtı!”
“Tanrı’ya şükürler olsun!” dedi Bayan Shelby. “Eminim yapmıştır.”
“Karıcığım, budala gibi konuşuyorsun! Eğer öyleyse, benim için gerçekten tuhaf olacak. Haley bu çocuğu satmaktaki tereddütümü gördü ve onu kurtarmak için hoş gördüğümü düşünecek. Onuruma dokunuyor!” Bay Shelby aceleyle odadan çıktı.
Büyük bir koşuşturma ve haykırma başladı, kapıların açılıp kapanması, değişik yerlerde değişik renklerdeki yüzlerin görünmesi çeyrek saat kadar sürdü. Meseleyi aydınlatabilecek tek bir kişi tamamen sessizdi ve o da baş aşçı Chloe Teyze’ydi. Sessizce ve neşeli yüzüne ağır bir bulut yerleşmişçesine, çevresindeki heyecanı duymamış ve görmemiş gibi kahvaltı bisküvitlerini yapmaya koyulmuştu.
Çok geçmeden bir düzine kadar genç afacan karga sürüsü veranda parmaklıklarına tünemiş, her biri garip efendiye kötü kaderini ilk haber verecek kişinin kendi olduğuna karar vermişti.
“Gerçekten çok kızacak, buna eminim.” dedi Andy.
“Sövmez mi şimdi!” dedi küçük kara Jake.
“Evet, buna söver.” dedi yün saçlı Mandy. “Dün akşam yemeğinde onu duydum. O zaman her şeyi duydum. Çünkü Hanım’ın büyük kavanozları koyduğu dolaba saklanmıştım ve her kelimeyi duydum.” Hayatı boyunca bir kara kediden fazla duyduğu bir kelimenin anlamını düşünmemiş olan Mandy şimdi süper zekâlı havalarındaydı ve kasıla kasıla geziyordu, bu süre içinde aslında kavanozlar arasına kıvrıldığını ve derin derin uyuduğunu söylemeyi unutmuştu.
Sonunda çizmelerini çekmiş ve mahmuzlarını kuşanmış Haley göründüğünde, dört bir yandan kötü havadislerle selamlandı. Verandadaki genç afacanların onu “söverken” duyma umutları suya düşmedi, onları hayranlıktan ağzı açık bırakacak biçimde akıcı ve hararetle bunu yaptı. Bu arada adamın kamçısından kaçınmak için bir oraya, bir buraya kaçıp kurtuluyorlardı. Hepsi bir arada bağrışıyorlar, ölçüsüz kıkırdayışlarıyla solmuş çimenlerin üzerine devriliyorlardı, burada topuklarına vura vura avazları çıkıncaya kadar bağrıştılar.
“Küçük şeytanlar sizi bir ele geçirirsem!” diye dişlerinin arasından homurdandı.
“Ama ele geçiremedin!” dedi Andy, zaferle elini kolunu sallayarak ve duyamayacak kadar ileri gidince de talihsiz tüccarın arkasından tarifsiz maymunluklar yaparak.
“Diyorum ki Shelby, bu yılın en garip olayı bu!” dedi ansızın salona giren Haley. “Öyle görünüyor ki kız küçüğü de alıp kaçmış.”
“Bay Haley, Bayan Shelby yanımızda.” dedi Bay Shelby.
“Pardon, bayan.” dedi Haley, hâlâ çatık kaşlarıyla hafifçe eğilerek. “Ama daha önce de dediğim gibi, hâlâ söyleyeceğim, bu, bu yılın en tuhaf olayı. Doğru değil mi, beyefendi?”
“Beyefendi.” dedi Bay Shelby. “Eğer bana bir şey söylemek istiyorsanız, bir beyefendi tavrında yapın. Andy, Bay Haley’nin şapkasını ve binici kırbacını al. Oturun beyefendi. Evet, efendim; çok üzgünüm ama genç kız ya duyduklarından ya da bu işi birisinin ona anlatmasından çocuğu gece alarak kaçmış.”
“İtiraf etmeliyim ki bu işte dürüst bir anlaşma bekliyordum.” dedi Haley.
“Eh, efendim.” dedi Bay Shelby, sertçe ona dönerek. “Bu laftan ne çıkarmam gerekiyor? Eğer biri onurumu sorgularsa verecek bir tek cevabım var.”
Tüccar bu laftan korktu ve biraz daha yavaş bir tonda şöyle dedi: “Dürüst pazarlık yapmış bir adamın bu şekilde dolandırılması çok can sıkıcı bir şey.”
“Bay Haley.” dedi Bay Shelby. “Hayal kırıklığınız için bir nedeniniz olduğunu düşünmeseydim, bu sabah salonuma kaba saba ve laubali şekilde girişinize katlanamazdım. Şunu da söyleyeyim, öyle görünüyor ki bu meseledeki haksızlıklarda payım varmış gibi imalara izin vermeyeceğim. Üstelik malınızın tekrar ele geçirilmesinde atlar, hizmetçiler gibi her türlü yardımı vermeye zorunlu hissediyorum. Yani kısacası, Haley.” dedi birden o ağırbaşlı soyluluktan basit bir içtenlikli dürüstlük tonuna düşerek. “Sizin için en iyi yol sakin olup biraz kahvaltı etmeniz sonra ne yapabileceğimize bakarız.”
Bayan Shelby ayağa kalktı ve o sabah işlerinin kahvaltı masasında olmasını engellediğini söyledi; yan masada beylerin kahveleriyle ilgilenmesi için çok saygın bir melez kadını yerine bırakıp odayı terk etti.
“Yaşlı bayan naçiz kulunuzdan hiç hoşlanmıyor.” dedi Haley, tanıdık gelme çabasıyla teklifsizce konuşmuştu.
“Karım hakkında bu kadar serbestçe konuşulmasına alışkın değilim.” dedi Bay Shelby kuru bir şekilde.
“Çok pardon; elbette yalnızca şakaydı, biliyorsunuz.” dedi Haley, gülmeye çalışarak.
“Bazı şakalar diğerlerinden daha kabul edilebilir.” diye söze karıştı Shelby.
“Şu kâğıtları haddinden rahat imzaladım, lanet herif!” diye kendi kendine mırıldandı. “Dünden beri oldukça şey değişti!”
Etrafta hiçbir başkanın mahkemeye düşüşü arkadaşları arasında Tom’un kaderinin durumu kadar sansasyon yaratmamıştı. Herkesin ağzındaki konuydu, her yerde; evde ya da tarlada olası sonuçlarını tartışmaktan başka bir şey yapılmamıştı. Eliza’nın kaçışı -çevrede daha önce eşi görülmemiş bir olay oluşu- genel heyecanı uyarmak üzere büyük bir yardımcı unsurdu.
Çevredeki her siyah oğlandan üç kat daha kara olması dolayısıyla, bilinen adıyla Kara Sam, kapsamlı görüşleriyle ve kendi kişisel durumuna çok dikkat ederek Washington’daki her beyaz vatansevere itibar getirecek bir şekilde, meseleyi tüm yönleri ve etkileriyle derinlemesine irdeliyordu.
“Hiçbir yere esmeyen bir bela rüzgârı bu, olan budur.” dedi Sam veciz bir şekilde, pantolonunu biraz daha yukarı çekerek ve kayıp askı düğmesi yerine uzun bir çiviyi ustaca koyarak, bu mekanik dehasından dolayı son derece hoşnut görünüyordu.
“Evet, hiçbir yere esmeyen bir bela rüzgârı.” diye tekrar etti. “Şimdi burada Tom’un işi bittiğine göre, bir zencinin yükselmesi için yer açıldı ve neden o, bu zenci olmasın? Fikrim bu. Tom çiftlikte at biner, çizmeler parlatılmış, cebinde para, her şey kahve kadar yerinde. Ama o kim ki? Şimdi neden Sam olmasın? Benim bilmek istediğim bu.”
“Merhaba Sam, hey Sam! Efendi gidip Bill ile Jerry’i yakalamanı istiyor.” dedi Andy, Sam’in kendi kendine konuşmasını keserek.
“Selam! Neler dönüyor bakalım delikanlı?”
“Neden, biliyorsun sanırım, Lizy küçük oğluyla çekip gitti.”
“Sen büyükannene öğret!” dedi Sam, bayağı bir aşağılayarak. “Senin bildiğinden çok daha erken öğrendim; bu zenci artık o kadar toy değil!”
“Eh, her neyse, Efendi Bill ve Jerry’i hemen istiyor; senle ben Efendi Haley’le gidip onu arayacağız.”
“O zaman iyi! Gün bugün!” dedi Sam. “Bunca yıl sonra Sam’e iş düştü. O zenci benim. Şimdi onu yakalamazsan Efendi Sam’in ne yapabileceğini görecek!”
“Ah! Ama Sam.” dedi Andy. “Bir daha düşünsen iyi edersin; zira hanımım onun yakalanmasını istemiyor, saçını başını yolmasın.”
“Harika!” dedi Sam gözlerini açarak. “Sen bunu nereden biliyorsun?”
“Onu söylerken duydum, bu mübarek sabah, efendinin tıraş suyunu götürdüğümde. Lizy’nin neden onu giydirmek için gelmediğine bakmam için beni gönderdi ve ona kaçtığını söyleyince de sadece ayağa kalkıp, ‘Şükürler olsun.’ dedi ve efendi gerçekten çok kızmış gibiydi. ‘Karıcığım, budala gibi konuşuyorsun.’ dedi. Aman Tanrı’m! O onu yola getirecek! Bunun nasıl olacağını biliyorum, hanımımın tarafında durmak daha iyi, bak sana söylüyorum.”
Bunun üzerine Kara Sam, içinde engin bir zekâ taşımasa da hâlâ her türden ve ülkeden politikacının özel yeteneğini içeren ve kabaca “iş bilenin kılıç kuşananın” diye tabir edilebilen yünlü kafasını kaşıdı. Büyük bir ciddiyetle durarak kafa karışıklıklarında sıkça başvurduğu metoda başvurarak tekrar pantolonunu çekiştirdi.
“Bu sizin dünyanızda hiçbir şey için imkânsız yok.” dedi sonunda. Sam sanki bir filozof gibi konuşmuştu, bu sözcüğünü vurgulayarak, sanki değişik dünyalarda geniş deneyimleri olmuş da tavsiye olarak bu sonuca varmış gibi.
“Şimdi hanımımın Lizy’nin arkasından onu köşe bucak tüm dünyada araması lazımdı.” dedi Sam düşünceli bir şekilde.
“Öyle gerekirdi.” dedi Andy. “Ama gerçeği göremiyor musun, kara zenci? Hanımım, Efendi Haley’nin Lizy’nin oğlunu almasını istemiyor; durum bu!”
“Harika!” dedi Sam, sadece zencilerin içinde yaşayanların duyduğu şekilde anlatılmaz bir tonlamayla.
“Sana daha da fazlasını söyleyeyim.” dedi Andy. “Bence atları hazırlasan iyi olur, hem de hemen, zira hanımımın seni sorduğunu duydum, burada aptal aptal dikildiğin yeter.”
Bunun üzerine Sam samimiyetle harekete geçti ve bir süre sonra görünerek Bill ve Jerry’nin eşkin yürüyüşü eşliğinde eve doğru şerefle gitmeye başladı. Atlar durmayı düşünmeden önce beceriklilikle kendini önlerine atıyordu, onları at bağlama yerinin önüne kadar bir fırtına gibi getirdi. Ürkek genç bir tay olan Haley’nin atı ürktü ve yularını gerdi.
“Ho, ho!” dedi Sam. “Korktun mu?” Ve kara yüzü meraklı, yaramaz bir ışıltıyla parladı. “Şimdi seni yola getiririm!” dedi.
Eve yakın, gölgesi düşen, büyük bir kayın ağacı vardı ve küçük, keskin, üçgen kayın meyveleri yeri iyice örtmüştü. Parmaklarında bunlardan biri, Sam taya yaklaştı, vurup okşadı ve gerginliğini gidermekle meşgul göründü. Eyeri ayarlarmış gibi gözükerek ustaca altına keskin, küçük meyveyi kaydırdı. Öylesine yapmıştı ki seleye getirilecek en ufak ağırlık bile görülebilir bir sıyrık ya da yara bırakmadan hayvanın gergin sinirlerini attıracaktı.
“İşte!” dedi, kendini onaylayan bir sırıtışla gözlerini devirerek. “Bunu hallettim!”
O anda Bayan Shelby balkonda belirerek onu çağırdı. Sam St. James ya da Washington’da boş bir yer bulmuş bir talibin kur yapan kararlılığıyla yaklaştı.
“Neden böylesine oyalandın, Sam? Acele etmen için Andy’yi gönderdim.”
“Tanrı sizi korusun hanımım!” dedi Sam. “Atlar bir dakikada yakalanmıyor ki, ta güney çayırına kadar gitmişlerdir, Tanrı bilir neresi!”
“Sam, sana daha kaç kere söylemeliyim. ‘Tanrı sizi korusun ve Tanrı bilir’ gibi şeyler söylememelisin. Bu kötü bir şey.”
“Ah, Tanrı ruhumu korusun! Unutmuşum hanımım! Bir daha böyle şeyler söylemeyeceğim.”
“Sam, yine söyledin işte.”
“Dedim mi? Ah, Tanrı’m! Yani, bunu söylemek istememiştim.”
“Dikkatli olmalısın Sam.”
“Biraz nefes alayım, hanımım daha iyi çalışabilirim. Çok dikkatli olacağım.”
“Eh, Sam, Bay Haley ile birlikte ona yolu göstermek ve yardım etmek için gideceksin. Atlara dikkat et Sam; biliyorsun Jerry geçen hafta biraz topallıyordu, onları çok hızlı koşturma.”
Bayan Shelby son sözlerini alçak bir sesle ve üstüne basa basa söylemişti.
“Bu işi bu çocuğa bırakın!” dedi Sam, gözlerini içinde bir sürü anlamla devirdi. “Tanrı bilir! Harika! Buna böyle denmez mi!” dedi, komik görünüşüyle birden nefesini yakalayarak. Bu, hanımı da kendini tutmasına rağmen güldürdü. “Evet, hanımım, atlara dikkat ederim!”
“Şimdi, Andy.” dedi Sam, kayın ağaçlarının altındaki yerine dönerek. “Göreceksin ki şu beyefendinin yaratığı, atına binmeye gelince çok geçmeden onu fırlatmazsa çok şaşırmam. Biliyorsun, Andy, yaratıklar böyle şeyler yapabilir; sözün burasında Sam çok imalı bir şekilde Andy’yi yanından dürttü.
“Harika!” dedi Andy, hemen onaylar bir hareketle.
“Evet, görüyorsun ki Andy, hanımım zaman kazanmak istiyor. En sıradan adam bile bunu anlar. Ben onun için biraz zaman kazanırım. Şimdi sen gidip bütün bu atları sal, karmakarışık ormanda oynaşsınlar ve efendinin de o kadar acelesi yok nasılsa.”
Andy sırıttı.
“Görüyorsun.” dedi Sam. “Görüyorsun, Andy, eğer efendi Haley’nin atı aksilik etmeye başlar ve huysuzluk ederse sen ve ben atlarımızdan inip ona yardım edeceğiz ve ona yardım edeceğiz, ah evet!” Sam ve Andy bunun üzerine başlarını omuzlarına atıp yavaş, ölçüsüz bir kahkaha patlattılar, bir yandan da parmaklarını şıklatıp topuklarını büyük bir keyifle sallıyorlardı.
O anda Haley verandada göründü. Çok iyi birkaç fincan kahveyle biraz sakinleşmiş olarak çekilir nüktelerle, dışarı gülerek ve konuşarak çıktı. Sam ve Andy onları şapka gibi düşünme alışkanlığı içinde bölük pörçük palmiye yapraklarını çekip atların bağlı durduğu yere koşarak “efendiye yardıma” hazır olmak için gittiler.
Sam’in palmiye yaprağı saç örgüsü gibi örüldüğü tepe bölümlerinin kenarlarına doğru ustalıkla çözülmüştü; kıymıklar ayrılmaya başlamıştı ve havaya doğru kalkmıştı, ona herhangi bir Fejee şefine eşit, belirgin bir özgürlük ve meydan okuma havası veriyordu. Andy’ninkinin kenarları hepten ayrılmıştı, tacı başına hünerle pat diye oturttu ve oldukça memnun biçimde baktı, sanki “Kim demiş şapkam yok diye.” dermiş gibi.
“Eh, çocuklar.” dedi Haley. “Canlanın bakalım; zaman yitirmememiz lazım.”
“Bir dakika bile efendim!” dedi Sam, Andy de diğer iki atı çözerken. Haley’nin dizginini eline koydu ve üzengisini tuttu.
Haley eyere dokunur dokunmaz, atak yaratık ani bir sıçrayışla yerden hopladı, efendinin ayaklarını bir yerlere, yumuşak, kuru çimenlerin üzerine gelişigüzel attı. Sam çılgınca haykırışlarla dizginlere doğru atladı ama tek başarabildiği daha önce sözünü ettiğimiz keskin palmiye ağaçlarını atın gözlerine sürtmek oldu, bu da hiçbir şekilde sinirlerini yatıştırmadı. Bununla büyük bir öfkeyle Sam’i devirdikten sonra iki üç küçümseyici homurtu çıkardı, kuvvetle ayaklarını havaya kaldırdı ve çok geçmeden çayırlığın alt taraflarına doğru koşturarak gitti. Peşinden Andy’nin anlaşmaya göre çözmeyi unutmadığı, dehşetli haykırışlarla hızlandırdığı Bill ve Jerry gidiyordu. Artık herkesin başka bir şey yaptığı sahne meydana geldi. Sam ve Andy koştu, bağırdı, köpekler orada burada havladı. Mike, Mose, Mandy, Fanny ve hem erkek hem kız çevredeki küçükler aşırı bir işgüzarlık ve bitmek bilmeyen bir gayretle koşturdu, ellerini çırptı, bağrıştı ve haykırdı.
Haley’nin beyaz, çok hızlı ve canlı atı sahnenin en can alıcı noktasına büyük bir iştahla girdi; kendine yaklaşık bir kilometre uzunluğunda, her yanı hafif bir eğimle koca ormana giden bir çayırlığı rota belirledi. Onu takip edenlerin ne kadar yaklaşacağına izin verdiğini görmekten sonsuz bir mutluluk duyar gibiydi ve sonra bir kol boyu uzunluk kalmışken, yaramaz bir canavar gibi homurdanıp öne fırladı ve orman yolunda son hızla gitti. Hiçbir şey, yakışık alacak zaman gelmeden güruhtan birini yanına alacak kadar Sam’in aklına uzak değildi ve harcadığı çabalar gerçekten son derece kahramancaydı. Her zaman en önde ve savaşın en yoğun yerinde parlayan Aslan Yürekli Richard’ın kılıcı gibi, Sam’in palmiye yaprağı atın yakalanabileceği en tehlikesiz anlarda her yerden görülebiliyordu. Orada eğilerek bağırıyordu, “Hadi şimdi! Yakalayın onu! Yakalayın onu!” Bir anda her şeyi birbirine katıyordu.