Читать книгу Soğuk Rüya (Avşar İmdat) онлайн бесплатно на Bookz (3-ая страница книги)
bannerbanner
Soğuk Rüya
Soğuk Rüya
Оценить:
Soğuk Rüya

3

Полная версия:

Soğuk Rüya

“Hoca!” dedi. “Apartmanın gapıcısı çekip gedip, daha gelmir, ca-van bir uşak tapmışam, indice bura gelecek. Sen danış onunla, apartmanın idarecisi sensen de hoca. Heberin yokdu? Dünen men yandırmışam gazanı.”

“Tamam, gelsin Kelbayı.” dedim. “Gelsin bakalım!”

Apartmanı, güya Kelbayı ile birlikte yönetiyorduk. Ben hesap işlerine bakardım, o da odun, kömür, temizlik, tamirat. Her ay bir bağırtı çökerdi bizim apartmana. Asansör bozulur, sular kesilir, elektrik tesisatı yanar, yakıt donar, kanalizasyon tıkanır, kapıcı parası ödenmez.

“Temeli bozuk bu binanın?” dedi, Kelbayı, “Bu sakalımdan utanıram, yoksa bunların hamını vereceksen gılıcın gabağına.”

“Az kaldı, bu kışı da atlatsaydık.” Dedim. “ İlk işim, başka bir yere taşınmak olacak.”

Biz Kelbayı ile konuşurken, ince, kara kuru bir genç yaklaştı.

“Gününüz heyr!” dedi.

“Uşak geldi hocam, bu uşak…” dedi Kelbayı.

Gelen, on beş on altı yaşlarında bir delikanlıydı. Sabahın seherinde gelip dikilmişti kapıya. Gözlerinden uyku akıyordu. İkide bir esneyip gözümün içine bakıyordu. Ben şaşkın süzüyordum çocuğun gözlerini. Birden kömür torbaları bindi sırtıma. Koca kovalarla, kazan dairesinden kül çıkarırken dizlerimin dermanı kesildi. Yığıldım kaldım bodrumun karanlık basamaklarında. Kazanı yakarken boğuldum isten, dumandan, azarladılar beni, kızdılar, sövdüler.

Dünyanın her hâlini görmüş koca Salman Dayı, dayanamamıştı bu apartmanın kahrına. Şerul’a gitmiş olmalıydı. Hep Şerul’dan bahsederdi. Üstelik her iş gelirdi Salman Dayı’nın elinden. Elektriği, suyu, kazanı kendisi tamir ederdi. Bu çocuk, daha yeni yetme bir delikanlı. Nasıl yapacaktı? Daha ana kuzusu bu çocuk! Soğuk sabahlarda nasıl uyanacak erkenden, nasıl yakacak kazanı, o ağır kovaları nasıl kaldıracak? Nasıl?

Umutsuzca sordum:

“Sen… Sen, yapabilir misin? Zordur.”

Çocuktan önce Kelbayı cevap verdi.

“Beli, cavan uşakdı de hoca, nece yapamaz? Men bu uşak kimin cavan olsam, taşı sıkıp un eyliyerdim ahı.”

“Daha çok genç Kelbayı, daha çocuk…”

Sözümü tamamlayamadan atıldı çocuk:

“Men bacararam abi!” dedi. “Ahı, bundan gabak başka binalarda da işlemişem.”

Olmaz deyip geri döndüremedim çocuğu. Bodruma indik. Her taraf is pis, kömür kokusu, nem kokusu… Köşede kapıcıların kaldığı derme çatma bir kulübe… Çürümüş, su sızdıran borular, birbirine eklenmiş, nerden gelip nereye gittiği belli olmayan elektrik kabloları, bir köşeye yığılmış büyük kömür torbaları, iri odun kütükleri…

Kelbayı’nın “taşı sıksa un eder, cavan uşak.” dediği çocuğa sordum.

“Adın ne delikanlı?”

“Seyfettin.”

“Seyfettin, sabah saat altıda kazanı yakacaksın! Odun, kömür burada.”

“Beli.”

“Saat yedide sıcak suyu vereceksin, su vanaları işte orada.”

“Beli!”

“Aman, dikkat et, yapamayacağın bir iş olursa elini sürme sen!”

Yapacaklarını anlattım, yüzlerce emir sıraladım Seyfettin’e:

“Yapacaksın, edeceksin, gideceksin, geleceksin, tutacaksın, atacaksın, yatacaksın, kalkacaksın! Tamam mı?”

“Beli, beli!”

Seyfettin kalacağı kulübeye baktı. Salman Dayı’dan kalma eski bir yorgan, tahta bir sedir, bir küçük tüp, iki bardak, isli bir tencere… Bir köşede el feneri, tornavida, yanmış elektrik sigortaları, pense, çekiç…

Seyfettin kalacağı yeri düzenlemeye koyuldu. Ben, insanı boğan, ezen, acı acı kokan bodrum katından yukarı çıktım, derin bir nefes aldım, Kelbayı’ya “Allahaısmarladık, çocuğa yardımcı ol!” deyip işyerine doğru yürüdüm.

***

Akşama doğru, evden aradılar.

“Çok soğuk, kaloriferler yanmıyor, elektrikler de kesik, nerdesin?”

Hava kararıyordu, kaloriferler çoktan yanmış olmalıydı. Acaba Seyfettin, daha ilk günden çekip gitmiş miydi? Acaba Seyfettin? İçime bir tedirginlik çöktü. Hemen arabaya binip eve geldim. Apartmanın girişinde Hacı Sevim Nene karşıladı beni, şikâyetlerini sıraladı:

“Ay oğul, donmuşuk ahı? Niye yanmır bu viran olası kalofer?”

“Bakarız Sevim Nene, yakarız şimdi, kapıcıyı yeni işe aldık, daha çok genç, belki yakamamıştır. Sen merak etme, hallederiz. Ben aşağı inip bir bakayım…”

Bodruma doğru birkaç basamak indim, yoğun bir küf kokusu vurdu yüzüme. Kapıyı iteledim, gıcırdayarak açıldı. İçerisi zifiri karanlık. Bir iki basamak daha indim. Bağırdım:

“Seyfettin! Seyfettin!”

Ses yok. İçerde hiçbir şey çalışmıyor. Ne hidrofor sesi, ne su sesi… “Seyfettin çekip gitmiş, haklı çocuk.” dedim içimden. Burada kim kalır ki? Eve çıkıp el fenerini aldım, tekrar aşağı indim.

“Seyfettin! Seyfettin!”

Kalorifer kazanına doğru birkaç adım attım. Kazan yanmıyordu ama kazanın önüne odun ve kömür yığılmıştı. “Yakacakmış ama vazgeçmiş, çekip gitmiş.” dedim içimden. Kulübeye yöneldim, feneri içeri tuttum. Kimse yok. Fener ışığını sağa sola çevirip etrafıma bakarken birden yan tarafımdan can havliyle inleyen, yalvaran, boğuk bir ses geldi. Ürperdim, geri çekildim.

“Abiii!”

Elimdeki feneri sesin geldiği tarafa tuttum. Karanlıkta parlayan iki göz… Boylu boyunca serilmiş çocuk. Sol elini ileri uzatmış, yardım diliyor. Güçlükle “Abiii!” dedi tekrar. Yerde yatıyordu Seyfettin. Sürünerek kapıya doğru gelmek istemiş, takati bitince de öylece kalmıştı. Az önce oradan geçerken nasıl fark etmemiştim? Seyfettin’in az ilerisinde yılan gibi kıvrılmış bir elektrik kablosu duruyordu. Beynimden vurulmuşa döndüm. Seyfettin’i kucakladım, sağa sola çarparak dışarı doğru fırladım. Zavallının cılız bedeni, yarı canlı, iki büklüm sallandı omzumda. Eli yüzü, üstü başı kömür karasıydı. Sırtımdan düşmesin diye iki elinden sıkıca tuttum. Sağ elinde garip bir soğukluk vardı, yüzünün sağ tarafı büzülmüştü. Bir şeyler demek istiyor ama konuşamıyor, inliyordu:

“Abiiii!”

Sevim Nene: “Ay guzum buna ne olup, e?” diye dizlerine vurarak geldi. Arabanın kapısını açıp bindirdim çocuğu. Bir çuval gibi yığıldı arabaya, başını tutamıyordu, koltuğa devrildi Seyfettin. Sevim Teyze:

“Cavan uşakdı, ay Allah sene tafşırmışam!” diye dualar döktü arkamızdan. Sevim Teyze’nin bağırtısına toplanan komşuların arasından hızla sürdüm arabayı.

Nereliydi bu çocuk? Hangi tipi savurmuştu buralara? Nerden gelip nereye gidiyordu? Kimin nesiydi? Cavan mıydı, çocuk muydu? Anası, babası kimdi?

Sabah dipdiri olan çocuğun şimdi yarı canlı bedeni ve bir de adı vardı: Seyfettin. Arabanın arkasında can çekişen bu yeni yetme, Allah’ım! Yaşayacak mı? İkide bir dönüp arkaya bakıyordum. İki kilometrelik yol uzadıkça uzadı. Yanlış mı gidiyordum? Hastane ne yandaydı? Bu şehir niye bu kadar değişmiş?

Hastaneye ne zaman vardım? Seyfettin’i nasıl kucaklayıp sedyeye attım? Serumu kim taktı? Hastane niye karanlıktı, hâlâ bodrumda mıydım? Bilmiyorum.

Nefesi tıkanıyordu, biraz sonra solunum cihazına bağladılar. Gözlerini açtı bir ara, uzaklara daldı önce, sonra, usulca kapattı gözlerini. Uyumuş muydu?

Ayakkabılarının biri siyah, biri kahverengiydi, hastanede fark ettim. Boynunda, siyah iple bağlanmış bir muska vardı. Elleri, yüzü, üstü başı, kömür karası, Yüzü… Allah’ım bir yanağı niçin böyle küçülmüş? Sağ yanağı zayıflamış, kurumuştu sanki. Doktor, “Ceketini çıkarın!” dedi. Hemşireler ceketini çıkardılar. Ceketin iç cebinden bez bir cüzdan ve cüzdanın içinden de bir kaç kâğıt parçası ile bir fotoğraf düştü yere. Seyfettin’e benzeyen bir gencin hafifçe gülümseyen siyah beyaz fotoğrafı… Uzaklara bakıyordu fotoğraftaki genç. Uzaklara, çok uzaklara… Cüzdanı, resmi ve üstünde adresler, numaralar yazılı kâğıtları topladım.

“Sağ yanı felç olmuş.” dedi doktor. “Şokta, kendine gelebilir ama zor…”

Neden sonra kıpırdadı, gözlerini açtı Seyfettin. Sağ eline baktı, sağ ayağına… Gözleri yaşardı, sessizce ağladı. Sağ yanı tutmuyordu fark etti bunu.

“Düzelecekmiş, doktor öyle söyledi.” Dedim. “Korkma!”

“Abiii!” dedi. “Atam… Atama heber veresin!”

“Burada mı baban! Nerede kalıyor? Eviniz nerde?”

“Valilik yolunda… Mektebin gabağında… Yaşıl bina, zirzemi…”

“Seyfettin, Seyfettin…”

Duymadı. Ancak birkaç kelime konuştu, nefesi kesildi, gözleri kapandı yine. Odadan çıktım. Söylediği adresi düşünüyordum. Tarif ettiği yerde bir tane okul vardı zaten, o büyük bina olmalıydı. Arabaya doğru yürüdüm. Arkamdan bir ses:

“Beyefendi bunun masrafları? Kaydetmemiz gerekiyor, adı soyadı ne bunun?”

Sadece adı vardı bu çocuğun, adından başka hiçbir şeyi yok. Kendi adımı söyledim. Bir serum parasıydı hayat. Tutmayan kol, bacak, bir muayene pahası… Hemşireye kimliğimi uzattım, “Sen kaydet, ben geliyorum.” dedim.

Sırtımda kara haberin tonlarca ağır yüküyle Seyfettin’in tarif ettiği yere geldim. Karşıma çıkan adama ne diyecektim? “Seyfettin’i elektrik çarptı, felç oldu. Zor!” Nasıl diyecektim? Ben nesi oluyordum bu insanların? Az sonra kapısını çalacağım insanlar kimdi?

Binaya girdim, ışığı yaktım, bodruma doğru inen basamaklardan yavaş yavaş aşağı yürüdüm. Üstten sızan sular duvarlarda kireçlemiş, beton duvarlar yer yer beyazlamıştı. Aşağıda eski püskü eşyalar, karton kutular, kırık koltuklar, sandalyeler… Işık söndü, ayaklarım bir şeylere takıldı, elimi duvara sürerek ilerledim. Az ötede tahta kapının aralığından cılız bir ışık sızıyordu. Kapının önüne dikildim. Kapıyı çalmaya korkuyordum, birkaç kez elimi uzatıp vazgeçtim. Acaba geri mi dönseydim? Ya çocuk uyanmazsa? Sonra tüm cesaretimi toplayıp kapıyı çaldım.

İçerden ayak sesleri geldi, kapı açıldı. Küçük bir kız açtı kapıyı. Odanın kapısı da açıktı ve odanın karşı duvarı görünüyordu. Kız, şaşkın şaşkın gözlerime baktı. Birden kayboldu kızın gözleri. Eli, ayağı, yüzü, tüm bedeni kayboldu. Kapıda eriyip kaybolan kızın beliği ve kurdelesi kaldı gözlerimin önünde. O anda bir kadın çıkıp geldi odadan. Esmer, zayıf bir kadın… Elleri tanıdık kadının, elleri, yorgun, elleri muhtaç… Bana baktı ve esmer, zayıf elleri iki yanına düştü. Küçük kız geriye dönüp yüzünü korkuyla gömdü bu kadının eteğine. İki suçlu gibiydik. Kadın da konuşamadı ben de… Odanın karşı duvarına ilişti gözüm. Duvarda, gövdesi sedef işlemeli bir tar asılıydı. Tarın yanında, ortasında ay yıldız olan mavi, yeşil, kırmızı renkli bir bayrak ve siyah beyaz bir fotoğraf… Seyfettin’in cüzdanındaki fotoğraf! Bir adam sesi geldi karşı odadan, az sonra, o ufak boylu, yüzünün bir yanı yaralı, bir gözü kör, tar çalan o adam çıktı. Adam odadan çıktığında küçük bir çocuk ağladı arkasından.

Söyleyeceklerim boğazıma dizildi. Kekeledim, yutkundum, konuşamadım.

“Seyfettin.” dedim. “Seyfettin, basamaklardan düşmüş, yaralanmış, korkmayın, hastanede şimdi.”

Yüzümdeki endişeden bir felaket sezdi kadın, iki elini havaya açıp yalvardı:

“Seyfettin! Seyfettin! Düzünü de, ay oğul! Ne olup e?”

Adam söylediklerime inanmak ister gibiydi, kadına döndü:

“Bir şey olmayıp deyir, işitmedin? Tez ele, gıza heber ver, gelsin uşakların başında dursun!” dedi.

Kadın:

“Birini Garabağ’a bastırdım, ay Allah! Bunu mene bağışla!” dedi, sinesini döverek çıktı.

İçeri girdik. İçerdeki çocuk sürekli ağlıyordu. Herhâlde bu çocuğa ilaç alacaktı tar çalan adam. Kurdeleli kız, küçük kardeşini avutmaya çalışıyordu. Bir ateş kütlesi geçmişti kızın yüzünden, yanmıştı yüzü, yüzü yoktu. Adam çaresiz dolanıyordu odada.

“Gideceği yer uzak mıydı? Keşke arabayla götürseydim teyzeyi?” dedim.

“Irak değil, yakındı.” dedi. “Kızımı burada ere vermişem, indi geler.”

O soğuk, o perişan odanın duvarları üstüme üstüme geldi. Oda çöküyor, duvarlar üstüme yıkılıyordu. Duvarda, fotoğraftaki genç, uzaklara dikmişti gözlerini. O genç, birden o resim çerçevesinden ellerini çıkardı, ellerini görüyordum. Yanı başına asılmış tarı aldı, tar acı acı inlemeye başladı. Tarın sesi, ağlayan çocuğun sesi, yıkılan duvarların sesi… Duvardaki bayrağın renkleri, eridi, sarardı, soldu. O bayrak, tutsaktı, kıpırdayamıyordu, sanki bir rüzgâr bekliyordu. Tarın sesinde, çok uzaklardan gelen bir Karabağ Şikestesi vardı, duyuyordum.

Adam bana hiçbir şey sormuyor, ben hiçbir şey söyleyemiyordum. Zaman durdu, saatler dondu kaldı, her dakika bir yıl oldu.

Koridordan telaşı sesler geldi, kapı açıldı. Odaya kadın girdi önce, ardından iri gözleriyle dünyalar güzeli bir genç kız ve iri yarı, kırk-kırk beş yaşlarında bir adam… O iri yarı adam bu kızın ‘eri’ olmalıydı. Birden o genç kız, bir ormanda sırtlanların kovaladığı bir ceylan oldu, kayalardan koyaklardan sekerek can havliyle koştu, koştu. Kurtuldu sırtlanların elinden. Adım atacak takati kalmamıştı ki, bir kurt peyda oldu başucunda ve ceylan kurdun ayakları altına yuvarlandı, teslim oldu çaresiz.

Genç kız ağlayan çocuğu bağrına bastı. Diğer kız, ablasının eteğine sarıldı. Duvarlar hâlâ çatırdıyor, tar hâlâ çalıyordu. Bayrak ‘ne ise’ bir şeyleri bekliyordu.

Odadan çıktık.

Arabada kadın, ağlıyor, adam hiç konuşmuyordu. Ben o genç kızı düşünüyordum. Kim bilir, Karabağ’da ikrar verdiği bir genç vardı, o genç de kör bir kurşunla yıkılmış, bu kızın umutları, kavli, ikrarı kana bulanmıştı. Kaç kez ceylan gözlerini yatırıp ıraklara bakmış, yol gözlemişti…

Hastaneye geldik. Seyfettin hâlâ gözlerini açmamış. Solunum cihazını da çıkarmışlar. Ben giderken konuşuyordu, arada bir gözlerini açıyordu, şimdi nefes de almıyordu.

Hemşire bir kâğıt uzattı bana, hiçbir şey olmamış gibiydi sesi:

“Öldü.” dedi. “İmzalayın!”

Adam da kadın da o cılız bedenin üstüne kapandı. Hastanenin ilaç kokulu koridorlarında yürekleri dağlayan bir ses yankılandı:

“Seyfettin! Seyfettin!”

O ses, büyüdü, değişti, taştı hastaneden. Önce şehre dağıldı, şehrin bütün camlarına çarptı, sonra tekmil ufukları tuttu bu ses ve tüm dünyaya yayıldı:

“… Garabağ gaçgınıyık…!”

ŞEHNAZ HANIM KOLEJİ 2

Türkülerimizin gür sesi B.Bilge Tokel’e…

Benzi soluk bir eylül…

Öğretmenler odasındayız…

Kimler yok ki odada… Maarif davamızın yılmaz, yıkılmaz, sarsılmaz neferleri, fırtına önünde gazel gibi bir sürgünden bir sürgüne savrulmuş ülkü erleri, halk önderleri, Mayıs’ta ihtilaller, Eylül’de darbeler, Mart’ta muhtıralar, rüyalarında hep postallar görmüş ağabeylerimiz; dağlar kucağındaki yolsuz köylere katır sırtında heybe heybe kitap, elektriksiz köylere bilim aydınlığı taşımış, üç yılda bir rotasyona uğrayıp yedi bölge dört iklimi dolaşmış ablalarımız ve onların yürek dağlayan hatıraları ile büyüyen, idealden yoksun eylül çocukları, yani biz, genç öğretmenler…

Bir kenar mahallede bizim okul. Kavruk tenli, karayağız, zayıf, cılız, saçları kirpi dikeni gibi çocuklar okur. Dört bir yanındaki evler gibi yıkık, dökük, perişan. Giriş kapısının üstünde yıllar önce asılmış, mermere hak edilmiş iri harfleri bile okunamayan, kocaman bir tabela var. Tabeladaki yazılar zaman yağmurunda ıslanmış, sularla akıp gitmiş, okulun adı bile yok. Sıvaları çatlak, topraktan yeni sökülmüş bir ağacın köklerine benzer duvarlar. Duvarların boyası da çoktan renk vermiş, solmuş, bozarmış, ölüm döşeğinde bir hastanın yüzü gibi soluk, cansız. Sınıf kapıları, çoğu yuvasından çıkmış, eğilmiş menteşeleri ile bir ihtiyarın ağzında sallanan çürük dişler gibi. Camlar delik deşik, pencerelerin bir kısmı, boş çerçevelerden ibaret. Bel vermiş çatı, kiremitler ufalanmış, tüyleri yolunmuş bir cılız tavuğu andırır. Civcivler gelince şenlenir, palazlanır…

Bilgi yarışmaları, proje, resim, kompozisyon yarışmaları… Yerimiz önceden belli, hep sonuncu oluruz, sürünün en arkasından geliriz ama müzik yarışmalarında rakibimiz yok. Müzik öğretmenimiz de yok, olsun, tüm ‘abdal uşakları’ bizim okulda ya… Kavruk yüzlü, yağız tenli uşaklar saz, keman, davul, zurna… Evde ne varsa kapıp gelirler. Bozlak, kırık hava, halay… O yanık sesleriyle bir türküye başladılar mı, karşımızda Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası bile duramaz. ‘Cürü’yü sallar, sarsar bizim uşaklar! ‘Cürü’ üyeleri, sazın göğsünde, vurulmuş bir serçe gibi çırpınan, perdelerde keklik gibi seken çatlak derili elleri, kemanın tellerinde ahenkle dolaşan küçücük parmakları, davulların gergin derisine yek ahenk inen çomakları, çocukların ciğerinden kopan nefes ile yanık yanık öten zurnaları görünce donup kalırlar ve ne kadar puan varsa bize verirler…

***

Derslerin başlamasına hayli zaman var, ilk haftası Eylül’ün. Mücadeleci, direnişçi ağabeylerimiz, ablalarımız ve ‘Eylül’ün’ ürettiği ‘Sev-gençler’ tam kadro okuldayız. Öğretmenler odasında, aksak ayağının altında koca bir tuğla olan upuzun masada, kalın kitaplar, çarşaf çarşaf yıllık plan kâğıtları, kırmızı, mavi kalemler…

Bayram Ağabey ve Süleyman Ağabey, iki eski hasım… ‘Eylül öncesi’ hatıralarını anlatıyorlar. Onlar okulun aksakalları, onlar abi, onlar büyük; hatta Türk büyüğü sayılır ikisi de. Hangisinin yüz birinci, hangisinin yüz ikinci Türk büyüğü olduğu ise hâlâ tartışmalı, hâlâ belirsiz, muallâkta…

Bayram Ağabey çenesine doğru sarkıtır gür bıyıklarını, uçlarından iki eliyle kavrar, yukarı doğru kıvırır boş kaldığında. Kasap çengeli gibi durur bıyıkları. En son otuz yıl önce, devrimciliğe adım attığı yıl görmüşler Süleyman Ağabey’in üst dudağını. Bıyıklarını alt dudaklarıyla ıslatır, nemlendirir, kıvama getirir, sonra dişler, geveler bıyıklarını. Bir de su içtiğinde sağ elini üst dudağına bastırır, bıyıklarına takılıp kalan suyu, ağzının içine doğru birkaç kere sıvazlar…

Deprem yedi yüz kilometre ötede, Erzincan’da olsa da Müdürümüz, ‘afet bölgesi’ kapsamına aldırmaya çalışıyor okulu. Bayındırlık raporları, imar raporları, itfaiye, hıfzıssıhha, depreme mukavemet raporları… Sabah erkenden, koltuğuna iki klasör sıkıştırıp gitti, daha gelmez bu gün. Yarın sabah, “Bastım istifayı!” diye, ‘en son’ istifa dilekçesinin fotokopisini gösterir bize, hepimizi öper, vedalaşır, son kez okula döner: “Yıkıl ulan! Yıkıl!” der, çekip gider ama yüreği yufkadır, bizi boynu bükük bırakamaz, ertesi gün en erken o gelir ve söve söve yüklenir klasörleri.

Ablalarımız, akşamki diziyi bitirememişler. Kör olasıca ‘Eduardo’ya, hâkim tepeden top atışı yapıyorlar. Dört koldan hücum eden bataryalarının namlularından ateş püskürüyor. Kara bahtına üzülüyorlar ‘Mariana’nın ve analık elinde büyüyen ‘Betito’ya ağıtlar yakıp gıyabında yas tutuyorlar. Öğretmenler odasının bir köşesinde kafa kafaya vermiş ablalarımız, mesele ciddi ki, karganın ağı mı çok, karası mı çok! diye ha bire lak lak ediyorlar.

“Ayy! Mariana ağladıkça ben de ağladım kııız!”

“Ayy! Bizim mahallede elektrikler kesildi, yarısını izleyemedim, neler oldu, anlatın hele!”

“Zalim adam! Zavallı kadına bu bölümde de göstermedi oğlunu…”

“Öyle mi? Vay kör olasıca!“

“Beş bölüm kalmış, Mariana oğlunu bulamadan dizi bitecek!”

“Mariana, oğlunu bulsa bile, artık tanıyamaz, oğlan kocaman oldu.”

Biz genç öğretmenler, tabii ki, Türk büyüklerini(!) dinliyoruz. Ara sıra “Gâvurun topuna da maşallah, İslâm’ın topuna da maşallah!” deyip ortalığı harp meydanına çeviriyoruz. Eğitim öğretime müthiş hazırlanıyoruz, sıkı seminer çalışması(!) yürütüyoruz okulda. Ablalarımız Eduardo, Betito, Marianna yabancı dizi kahramanlarının hayat hikâyelerine kadar ezberliyorlar, biz de ağabeylerimizin rehberliğinde Fransız İhtilali, Bolşevik Devrimi, Mayıs Darbesi, Mart Muhtırası, Eylül Cuntası… Yakın çağ tarihi çalışıyoruz.

Genç öğretmenlerden biri sordu:

“Süleyman Abi, mücadelelerle, şanlı direnişlerle dolu bir hayat yaşamışsın, tamam, ama ben çok merak ediyorum, hiç pişman olmadın mı abi? En büyük pişmanlığın ne? Önce sen anlat, sonra da Bayram Abi…”

“Ehe, ehe… Öncü bir devrimcinin her zaman içsel yargılama yapması gerek gençler. Devrimci felsefe her zaman eylemi önceler ama özeleştiri ve çözümleme yapmadan, yeni bir eylem stratejisi olmaz. Diyalektik, sürekli ilerlemenin, tek işlevsel aracıdır. Devrimci anlayış halkta sınıf bilincini oluşturmak için…”

‘Devrim’ kelimesine karşı, ruh hekimlerinin bile çare bulamadığı bir alerjisi vardı Bayram Ağabey’in, bıyıklarını burarak araya girdi:

“Peh! Peh! Peh! Devrimci gelenek! İçsel yargılama! Diyalektik! Çözümleme… İçi boş laflar bunlar. Beri bakın gençler, Süleyman Ağabeyiniz sizi zehirlemesin bu süslü laflarla, ama ha dikkat edin. Biz, geçmişin muhasebesini yaparız, önce aklımızı vicdanımızın yüce divanında hesaba çeker, sonra da çileye gireriz.”

“Tamam, Bayram Abi sen muhasebe yap, aklını yüce divana gönder, sonra da çileye gir! Ama müsaade et de Süleyman Abi diyalize girip kendini özelleştirsin!”

“Haydi, Süleyman Abi sen devam et, anlat!”

“Ehe,ehe… Sevgili gençler! Ben, Arnavutluk’u model alan devrimci örgütlenmeden yanaydım, mitinglerde Enver Hoca posteri taşırdım, bana en çok o koydu! O posterleri taşıdığım için pişmanım.”

“Nee? Sen nasıl hacının, hocanın arkasına düştün Süleyman Abi! Hani onlar gericiydi? İlerici bir halk önderine yakışır mı bu? Yoksa muska mı yaptılar abi?”

“İroni yapmayın gençler, bildiğiniz hocalardan değildi Enver Hoca.”

“O zaman niye pişman oldun, Süleyman Abi?”

“Görmüyor musunuz gençler? El kadar Arnavutluk’tan, yüzyıllarca tarihin akışını değiştiren koskoca millete devrim modeli olur mu? Üfürsen yıkılır Arnavutluk, temelsiz duvar gibi duruyor, kâğıttan devlet…”

“Gençken bunları niye göremedin abi, demek Enver Hoca seni cin gibi çarpmış! Yoksa devrimin büyüsü mü efsunladı?”

“Sormayın gençler, akıl diye ot köküne sarılmışız bir zaman. Türk halkının iç dinamiklerinden haberimiz yoktu.”

“Okula orak çekiçli bayrak astığınızı da söylesene Süleyman, onun için pişman değil misin? Niye söylemiyorsun? Söyle de duysun gençler!”

“Öyle mi Süleyman Abi?”

“Bizi yıpratmak için yapılan kara propaganda bunlar, inanmayın.”

“Süleyman Abi, hani Türk Solu diyordun sen, bu orak çekiç? Ne iş?”

“Ben Enver Hoca’nın demokratik devriminden yanaydım, Bayram’ın söylediği, bizim diğer fraksiyonların işiydi. Biz, ezilen halk kitlelerinde sınıf bilincinin oluşması ve devrimin gerçekleşmesi için öncü aydınların emekçi halkı aydınlatmasından yanaydık.”

“Emekçi halkı aydınlatabildiniz mi Süleyman Abi?”

“Yok, Türk halkında sınıf bilinci yok gençler. Türkiye’de sınıf bilincinin üstünden silindir gibi geçmişler. Baş kaldıranı ezmiş devlet, o yüzden bu halk, devrimin temel dinamiklerinden yoksun, bu halk ile devrim yapılamaz. Devrim için, Çar Nikolay’ı tahttan indiren, sınıf bilincinin zirvesine ulaşmış bir halk, öncü bir lider gerek…”

“Sıra sende Bayram Abi, senin pişmanlığın ne? Haydi, anlat!”

“Evet, gençler! Ben şöyle geçmişe doğru bir gittim, bir muhasebe yaptım da…”

“Eee Bayram Abi?”

“Bizim bir marşımız vardı, o marşı bağıra bağıra söylediğime pişmanım.”

“Hangi marş Bayram Abi?”

“Anamız vatandır, babamız devlet…”

“Niye ki abi?”

“Mamak’ta, babamdan yediğim dayağı, bir ben bilirim, bir de bizim arkadaşlar…”

Süleyman Ağabey bıyıklarını ağzının içine doğru sıvazladı ve gülerek araya girdi:

“Gençler, bunlar var ya? Bunları Kürşat’ın narasıyla Tanrı Dağı’ndan indirip, Mamak’a tıktı devlet babaları.”

“Sen nerede yattın Süleyman Abi?”

“Ben mi, Metris…”

Bayram Ağabey, göğsünü gererek geriye yaslandı, elini bıyığına atıp bize döndü:

“Bunlar da ‘Jandarma Biz Sosyalistiz’ diye çok marş söylediler ama cunta, bunları, dipçikle vura vura, süngüyle dürte dürte Metris’e tıktı. Niye söylemiyorsun Süleyman?”

“Vaay! Öyle mi Süleyman Abi?”

Süleyman Ağabey cevap vermeyince gençler mevzuyu hemen değiştirdiler:

“Abi, içeride kendini kurtarmak için ötenler oldu diyordunuz, doğru mu? Kimler öttü abi?”

Süleyman Ağabey kendini devrime adamış bir halk önderi kimliği ile atıldı:

“Benim ağzımdan tek söz alamadılar, satmadım hiçbir devrimci yoldaşımı, işkenceler karşısında pasif direnişe geçtim, eyleme devam! Devrimci direnciyle, bana psikolojik baskı uygulayan adamın psikolojisini bozdum. Devrimci ahlakla yetiştik biz.”

“Helal Süleyman Abi! Sana da bu yakışırdı, baskılar, işkenceler yıldıramaz seni!”

“Tehooo! Devrimci ahlakmış! O da ne? Bunlar boş laf!” diye gürledi Bayram Ağabey. Gençler, Bayram Ağabey’e döndü:

“Bayram Abi, sen ne yaptın içeride?”

“Biz de töre var, töre! Ser verilir, sır verilmez gençler. Kırk beş gün kaldım içeride, anamdan emdiğim sütü burnumdan getirdiler. Akla gelmez işkenceler yaptılar ama yuttum dilimi, tık yok, hiç konuşmadım, devlet bile benden hiçbir şey anlayamadı.”

“Bunlar da anlayamaz Bayram Abi, sendedir bu girift bilmeceler, var ol!”

Gençler ağabeylerimizin fitilini ateşlerken, diğer yandan ablalarımızın sesi hafifçe yükseldi:

“Karganın ağı çok canım!”

“Vallahi karası çok!”

Gençler mayalı hamur gibi kıvama getirdi ağabeylerimizi, bir köşede ‘Faideli Bilgiler’ kitabın okuyan Beytullah Hoca usulca kitabını kapattı, sandalyesini masaya doğru sürüdü, yaklaştırdı. Çünkü biraz sonra Bayram Ağabey, önüne katacak Süleyman Ağabey ve devrimci yoldaşlarını, pazaryerinden aşırıp, Kılıçözü’ne dökecek. Sonra Süleyman Ağabey çıkacak er meydanına, on yoldaşı ile Bayram Ağabeygilin yüz kişilik grubunu önüne katıp kovalayarak, Cacabey Camisi’ne darın düşürecek hatta içinde az buçuk iman olmasa, Cacabey Camisi’ni tarumar edecek…

bannerbanner