
Полная версия:
Soğuk Rüya
“Haydi, gel! Seninle üst kata çıkıp pencereden bakalım, köyünüz ne tarafta göster bana.”
“Tamam.”
Dördüncü kata çıkıyoruz. Sol yanımızda, gövdesi koyu bir karanlıkta yitmiş, karlı zirvesi ay ışığında parlayan ve karanlığın içinden bir buz kütlesi gibi yükselen Ağrı Dağı… Ağrı’nın yan tarafında ak saçlarını gökyüzüne doğru uzatmış Zor Dağları… Dağların koynunda tek tük ışıklar yanıyor. Yakın köylerden gelen köpek sesleri karışıyor rüzgârın sesine. Cincavat Çayı, bütün sesleri köpüklü sularına katıyor, tüm sesleri sürükleyerek uzaklara doğru götürüyor. Gözlerimi, olanca heybetiyle gecenin göğsünü yarıp göğe doğru yükselen Ağrı Dağı’ndan ayıramıyorum. O heybet çarpıyor beni. Dalıp gidiyorum. Mir Seyit usulca seslenip uyarıyor:
“Bu tarafta değil öğretmenim, bizim köy şu tarafta!”
“Haa, öyle mi?”
Başımı çevirip Mir Seyit’in boy verip büyüdüğü dağlara bakıyorum. Eliyle sağ taraftaki dağları gösteriyor:
“Bizim köy işte ooorda öğretmenim. Tekelti’nin arkasında. Kışın kimse gidemez bizim köye, arabalar çıkamaz. Bir de kestirme yol var ama at ile gidilir. Babam olsa o yoldan gelirdi. Yaz olsa ben de giderim oradan, ben korkmam hiç, yolu da biliyorum.”
“Üzülme Mir Seyit, bahar gelince gidersin. Bak, sizin köyün arabaları şuradan kalkıyor, seni arabaya bindiririz, gidersin.”
“Bizim köyün arabası yok ki. Herkes göçtü köyden, dört-beş tane ev kaldı.”
“Olsun, sizin köye yakın, diğer köylerin arabasına biner gidersin.”
“Ben Gaziler’e kadar arabayla gitsem, oradan köye gidebilirim, yakın.”
“Ama şimdi gidilmez Mir Seyit, bahar gelince…”
“Ama bahara daha çoook var.”
“Olsun, sen okula alışınca çabucak gelir.”
“Yok, çabucak gelmez.”
“Gelir, gelir, şu karlar erisin, hemen gelir.”
“Babam olsa, kışın bile at ile gelebilirdi. Babam ölmeseydi…” Yutkunarak devam ediyor, zor tamamlıyor sözlerini: “Bana bisiklet alacaktı…”
Cevap veremiyorum. Lafı dolaştırıyorum.
“Mir Seyit, yazın çok güzel oluyordur sizin köy, öyle değil mi?”
“Evet, ama kışın da güzel. Bizim köye bir gelseniz, çok güzel…”
Daha şimdiden yaylanın karını ayazını, kışını baharını, kurdunu kuşunu, çiçeğini, böceğini, otunu dikenini özlemiş, anlatıyor Mir Seyit. Altın çiçeği, mor süsen, kız kirpiği, gelincik, göğbaş, hezeran… Derelerde, tepelerde, kuytularda, koyaklarda boy verip çiçek açıyor. Devetabanı, kekik, yavşan, çoban yastığı… Tüm otlarla birlikte toprağı yarıp çıkıyor. Kangal, şeker dikeni, keven, çöven, köygöçüren, deveçökerten… Hiçbir diken batmıyor ayağına, köye doğru yürüyor, koşuyor tozlu yollarda… Ve kuşlar, dağların, yaylaların kuşları: Yeşilbaş sunalarla, altın renkli angutlarla, allı turnalarla iniyor sulara Mir Seyit ve bir kınalı keklik sürüsüne koşulup süzülüyor dağlardan.
Ağlamıyor artık ama gözleri hâlâ nemli, gözleri pırıl pırıl yanıyor Mir Seyit’in. Artık uyumaya razı olur diye düşünüyorum:
“Haydi, Mir Seyit, koğuşa, yatağına gidelim! Biraz da orada anlat!”
“Tamam, ama yazın bizim köye geleceksin!”
“Olur, gelirim.”
Basamaklardan hızlı hızlı iniyorum. Arkamdan terliklerini şıpırdatarak geliyor. Derin bir uykuda çocuklar. Koğuşa giriyoruz. Gri demirlere tutunarak yatağına çıkıyor, battaniyesini üstüne çekiyor Mir Seyit. Birkaç soru daha sorsam uyuyacak.
“Demek çok keklik oluyor sizin köyün dağlarında?”
“Evet, kar çok yağınca babam keklikleri canlı canlı yakalıyordu.”
“Öyle mi?”
“Tabii.”
“Nasıl? Keklikler uçmuyorlar mı?”
“Kar çok olunca uçamazlar kiii.”
“Anlat o zaman, baban keklikleri nasıl yakalıyordu?”
“Kar çok yağınca keklikler yem bulamıyorlar ya?”
“Evet.”
“Yem bulamayınca köye geliyorlar. Kanatları da kardan ıslanıyor. Kanatları ıslanınca uçamıyorlar. Babam keklikleri kovalayıp keklikler yorulunca da yakalıyordu. Babam olsaydı, bana bisiklet alacaktı öğretmenim…”
Yazın köye gidersem, beni babasının atına bindirecek Mir Seyit. Söz veriyor. Babasının çok güzel bir atı var. Ben ata binip dörtnala koşturacağım, o da bisikletine binecek, yarışacağız.
Sabah yaklaşıyor sanki. Geceden beri korkunun diliyle konuşan rüzgâr, susmaya hazırlanıyor. Sözleri seyrekleşiyor birden, göz kapakları ağırlaşıyor Mir Seyit’in, kanatları yorgun. Bedeni soğuk yatakta kalıyor, ruhu düşüyor yollara, dağların eteğindeki o köye doğru süzülüyor. Belki kar yağıyordur yaylalara. Taze karda bir keklik gibi batıp kalıyor Mir Seyit. Pencerenin pervazında dönüp duran bir üveyik süzülüyor koğuşa, Mir Seyit’in ranzasına konacak. Kapıyı açık bırakıp yavaşça çıkıyorum.
Mir Seyit’in gözleri, uzun süre gitmiyor gözlerimin önünden. Sanki karşımda… Odama giderken Mir Seyit’le konuşuyorum:
Alışacaksın Mir Seyit! Önce soğuk yataklara girecek, anasız uykulara dalacak ve korkulu düşler göreceksin. Bazen altını ıslatacaksın, vücudunun sıcaklığıyla kurutacaksın çamaşırlarını. Derste ekşi ekşi kokacak bedenin. Nazan Öğretmen seni tecrit edecek sınıftan, koğuşa gönderecek. Kendin yıkayacaksın çamaşırlarını, yani soğuk suya daldırıp çıkaracak, sıkıp sereceksin ranzanın demirlerine ya da kalorifer peteklerine. Bazen sevdiğin bir yemeğin tadı kalacak damağında, doymayacaksın. Biraz daha yemek isteyeceksin, yemek bitmiş olacak, vermeyecekler. Bazen boğazına dizilecek, yutamayacaksın lokmaları. Bir parça kuru ekmeği geveleyerek çıkacaksın yemekhaneden. Hastalanacaksın. Doktorsuz, hemşiresiz, kapısında revir yazan odada yatacaksın. Hangi ilacı ne zaman alacağını bilmeden yutacaksın hapları. Ciğerlerin sökülecek, öksüreceksin. Uykuların bölünecek zil sesleriyle, ürpererek uyanacaksın alaca karanlıklarda. Telaşlı, tedirgin koşuşturacaksın. Kar kapatacak tüm yolları, hafta sonları görüşüne gelemeyecek annen, duvarların dibinde boynu bükülü kalacaksın. Baban olsa gelirdi. Baban hiç gelmeyecek Mir Seyit. Yetimliğe alışacaksın.
Unutacaksın Mir Seyit! Kulaklarında uğuldayan kurşunların sesini, okulunuzun duvarlarına sıçrayan kanı, seni köyden koparan ve bu soğuk duvarlar arasına süren canavar yüzlü adamları unutacaksın. Belki öğretmeninin yüzünü de unutacaksın; ama silinmeyecek hafızandan o mor dağlar, çiçekli yaylalar ve babanın yüzü. Her bahar, her bayram bekleyeceksin. Bekle Mir Seyit, baban sana bisiklet getirecek!
Kar yağıyor, rüzgâr suskun. Ranzaya atıyorum kendimi. Sessizlik. Her saniye, büyük bir çana vurulan tokmak sanki. “Çıt, çıt, çıt…” Kalkıp duvardaki saatin pilini çıkarıyorum. Susuyor saat. Sağa sola dönüp duruyorum yatakta. Uykular uzak, uykular kaçak. Ezik, yıkık, yorgunum. Gözlerimi kapatıyorum. O ihtiyar kadının elleri, o kerpiç ev, yer yatağı, Aşağı Civanlı Köyü, Mir Seyit’in babası, kurşunlanan öğretmen, duvarlarına kan sıçrayan okul, o okuldan sürgün olan çocuklar ve Mir Seyit…
O gece tanıyorum Mir Seyit’i. Nöbetçi olduğum geceler bir bahane bulup odama geliyor. Konuşuyoruz. O kestirme yoldan köye gidiyoruz. Kuzuları, köpekleri seviyor; tayları, kara batan keklikleri kovalıyor; çiçek toplayıp kuşları seyrediyoruz. Sonra o bisikletine biniyor, ben de babasının atına… O pedal çeviriyor telaşla, ben atı mahmuzluyorum. Aşağı Civanlı’dan dereye inen bir yol var, o tozlu yolda yarışıyoruz.
***Mart ayının başları… Hava ılık, bir cuma günü… Nöbetçiyim. Ovadaki badem ağaçları, kayısı ağaçları kırmızı tomurcuklarını yarıp bembeyaz çiçeğe durmuş. Esen yelde bir bahar kokusu var. Rüzgârın yönü değişmiş, artık salkım söğüt, akasyaya doğru eğiliyor.
Akşam etüdünden biraz sonra zil sesiyle koğuşlara çekiliyor çocuklar. Gelir diye bekliyorum ama o gece gelmiyor Mir Seyit. “O da alıştı” diyorum, gülümsüyorum.
Cumartesi sabahı erkenden kalkıyorum. Pansiyonun bahçesi her zamankinden daha kalabalık. Her on dakikada bir, pansiyon binasının bahçe kapısına bir köy dolmuşu duruyor. Dolmuştan inenler, yüzlerce çocuğun içinde kendi çocuklarını arayarak bahçeye doğru yürüyor, dolmuşlardan inenleri tanıyan çocuklar ise kapıya doğru sevinçle koşuşuyor. Her kadının, her adamın başında onlarca çocuk…
“Dağların karı sökmüş, yollar açılmış,” diye geçiriyorum içimden.
Pansiyon binasının kenarındaki lojmanda oturan öğretmenlerin çocukları da bahçede. Nazan Hanım’ın oğlu Tunç, bisiklet sürüyor, sekiz-on çocuk da bisikletin arkasından koşuşturuyor. Mir Seyit’i arıyor gözlerim. Az ileride, ziyaretçisinin gelmeyeceğini biliyor. Duvarın dibine çökmüş, elini yanağına dayamış, gözünü kırpmadan bisikleti izliyor.
Pansiyondaki çocuklardan bir bölümüne izin veriyorum, anneleri babaları ile birlikte, salıverilen birer mahkûm sevinciyle uzaklaşıyorlar. Kalan çocuklar, bahçede gezinip duruyor. Tunç, bisikletini bırakıp diğer çocuklarla birlikte koşup oynamaya başlıyor. Mir Seyit, oturduğu yerden kalkıp bisiklete doğru ilerliyor, bisikletin yanına çömelip oturuyor. Dokunmaya başlıyor bisiklete; direksiyonunu tutuyor, eliyle pervanesini döndürüyor, pedalını çeviriyor, seviyor, okşuyor bisikleti. Az sonra lojmanın penceresinden sarkan Nazan Hanım’ın sesi yükseliyor:
“Heeey! Çekil oradan geri zekâlı! Bırak o bisikleti! Tuuunç, Tuuunç! Bisikletini al ve çabuk eve gel, çabuk! Bir daha görmeyeceğim seni o çocukların içinde!”
Mir Seyit az önce oturduğu yere doğru yürüyor, Tunç direniyor, omuz silkiyor, gitmek istemiyor ama annesinin tehdit dolu sözlerine daha fazla dayanamıyor. Bisikletine binip lojmana doğru sürüyor. Mir Seyit duvarın dibine oturup Tunç’un arkasından uzun uzun bakıyor…
Akşamüstü, Cumartesi günü nöbetçi olan öğretmenler geliyorlar. Sıraya dizip sayıyorum çocukları, izin kâğıtlarını da… Eksik yok, nöbetçi öğretmenlere teslim ediyorum çocukları…
Pazartesi sabahı…
Öğretmenler odasında bir hengâme. Konuşulanlardan bir şeyler çıkarmaya çalışıyorum.
“Duydunuz mu?”
“Neyi?”
“Pazar günü, pansiyondan bir öğrenci kaçmış.”
“Çocuğu bulamamışlar!”
“Jandarma, köylerinin yakınlarına kadar gitmiş, her tarafı aramışlar, iz bile yokmuş.”
“Belki bulunur diye ailesine haber vermemişler.”
“O çocuğu tanıyorum, ziyaretine hiç kimse gelmezdi.”
Bu sözlerden sonra bir korku kaplıyor içimi, pencereden Tekelti Dağı’na doğru bakıyorum ve telaşlı bir soru dökülüyor dudaklarımdan:
“Hangi çocuk kaçmış, kim kaçmış?”
“Nazan Hanım’ın sınıfından…”
“Kim?”
“Herhâlde köyüne gitmek istemiş, adı da Mir Seyit imiş.”
“Mir Seyit mi?”
…
Pencerenin ağzında donup kalıyorum. Dilim tutuluyor, konuşamıyorum. Duyduklarım yalan olmalı ya da soğuk bir rüya…
Her kafadan bir ses geliyor ama artık konuşulanları duymuyorum. Okulun bahçesindeki yüzlerce çocuğu tek tek süzmeye başlıyorum. Hiçbiri Mir Seyit’e benzemiyor. İnanmıyorum. Sanki o öğrencilerin içinden çıkıp gelecek, sanki sınıfta adı okununca “Burada!” diyecek.
Okul müdürü geliyor. Yüzünde felaket habercisi bir ifade…
“Mir Seyit’i bulmuşlar.” diyor, “Donmuş.” Müdürün son söylediği kelimenin harfleri, birer bu kalıbı gibi tek tek dökülüyor ağzından.
…
Ben de donuyorum o an. Hiçbir baharın çözemeyeceği bir buz kütlesi oluyorum. Sanki binlerce insan var öğretmenler odasında. Sesler birbirine karışıyor. Kaçmak istiyorum odadan, kaçmak… Sınıfın duvarları üstüme üstüme geliyor. Ne kara tahta, tebeşir, kitap, defter, kalem ne de çocuklar… Sınıfta bir tek ben varım, bir de Mir Seyit’in hayali. Pencerenin önüne dikiliyorum, gözlerimi Tekelti’ye çevirip umutsuzca bakıyorum dağlara…
Tekelti’nin ak döşünde bir karartıya takılıyor gözlerim. Mir Seyit! Kestirme yoldan dağa doğru tırmanıyor. Güneş bulutların arasından sıyrılıp ölgün ışıklarıyla gülümsüyor ve hemen kayboluyor. Yukarı doğru çıktıkça, köye yaklaştıkça yüreği büyüyor Mir Seyit’in. Adımlarını sıklaştırıyor, daha hızlı yürümeye başlıyor.
Ak Toprak, Boğum Deresi, Tek Söğüt… Bir bir geçiyor Mir Seyit. Soğukbulak’a bir varsa, köy görünecek. Soğukbulak’ta, Kız Kayası’na çıkıp bağırsa, köye duyulur.
Hava kararmaya, rüzgâr ulumaya başlıyor aniden. Kar sepeliyor. Mir Seyit, bir karşısındaki dağa, bir de dönüp arkasına bakıyor. Ne şehir, ne okul, ne koğuşlar… Ellerini ağzına götürüp nefesiyle ısıtmaya çalışıyor ama nefesi de üşüyor Mir Seyit’in. Yüzüne kar taneleri savruluyor durmadan, yanakları acıyor.
Kız Kayası birkaç yüz metre önünde. Karlara bata çıka yürüyor ama dizlerinin dermanı kesiliyor o sıra. Ayaklarına tonlarca yük asılıyor sanki. Güçlükle Kız Kayası’nın dibine varıp kayanın duldasına sığınıyor. Ellerini, ayaklarını aramaya başlıyor. Elleri ayakları yok sanki. Hava iyice bulanıyor, kararıyor dört bir yan. Artık etrafındaki kayaları, ağaçları seçemiyor Mir Seyit. Uzaklardan köpek sesleri geliyor ve korkuyor, ağlamaya başlıyor. Yönünü köye doğru dönüp son bir umutla bağırıyor sonra:
“Anneee! Anneeeeee!”
Uğuldayan rüzgâr, Mir Seyit’in sesini de yutuyor. Mir Seyit’in boğuk sesi, tipiye karışıp kayboluyor. Korkuyla çıkıyor kayanın kovuğundan. Bir an önce köye varmak için karların içine atıyor kendini. Birden ayağı tökezliyor ve göğsüne kadar kara saplanıyor. Kanatları ıslanmış bir keklik gibi çırpınmaya, karın içinde debelenmeye başlıyor. Ayak parmaklarına, ellerine ılık bir su dökülüyor sonra, ısınıyor elleri ayakları. O sıcaklığı bütün vücudunu sarıyor sonra, hiç üşümüyor. Bir yaz günü, derenin kenarında çıplak ayaklarla koşuyor ve yorulup yemyeşil çimenlere uzanıyor. Ağır bir uyku basıyor gözlerini. Birden, çok uzaklardan gelen babasını fark ediyor Mir Seyit. Babası, elinde bir bisikletle ona doğru geliyor.
Kalkıyor yerinden Mir Seyit, babasına doğru koşuyor, koşuyor, koşuyor…
KARABAĞ KAÇKINLARI
Öğretmenevinin salonundan tar sesi geliyordu. Yürüsem, ana caddeye çıksam, uğultular içinde kaybolacaktı bu ses. Dalları, sokağa eğilmiş salkımsöğüdün altında durdum. Bu ses, bütün seslere hükmetti biraz sonra ve bütün sesleri tek tek sildi sokaktan. Önümde uçsuz bucaksız bir düzlük uzadı ve sisler, dumanlar içinde kayboldu şehir.
Kim bilir, hangi âşık yüreğinin yanık nağmelerini dökmüş bu tara, hangi yürek tutuşturmuştu bu nağmeleri. Bir yürek sızlaması bu ses ve binlerce feryat… Öylesine yanık, içli, ölgün öylesine bezgin, dertli… Dinledikçe, beni kendine çekti bu ses, dev bir dalga gibi yuttu beni ve ıssız bir sahile sürükledi. O sahilde bir tek ses vardı: Bu tarın sesi…
Dar sokaktan hızla geriye döndüm. O ahenkli ses, ılık bir rüzgâr gibi kuşattı tüm bedenimi, içimi delip geçti. Lodos değmiş kara döndüm, eridim. Sonra ateşler, alevler, korlar döküldü üstüme. Sesin geldiği yere doğru, bir yitiğini bulmuş gibi telaşlı adımlarla yürüdüm. Geç kalsam, çok ötelerden gelen bu ses bitecek, kaybolacak, eriyecekti. Dumanlar çekilecek, birbirine geçmiş şekilsiz, iğreti binalar, eğri büğrü yollar tekrar yığılacaktı önüme.
Basamakları ikişer ikişer çıktım, merdivenin başında durdum. Şah perdede titreyen, çırpınan bir mızrap, her makamda ayrı bir kedere batıyor, Şur, Segâh, Mugam makamında hüzünler, yürek zarında inleyen bir sese dönüyordu. Bu ses, yaylalardan ansızın inen bir sel gibi çağlayıp doldu içime. Sonra, tara eşlik eden, ince bir ses kolumdan tutup çekti. Salonun kapısına dayandım, içeri girmeye çekiniyordum.
Tar, ağır, hüzne batmış bir taksim yaptı ve bir mahnıya ses vermeye başladı. Tara eşlik eden o ince ses, tellerin yangınını, tellerde büyüyen, çoğalan hüznü söze dökmeye başladı. Tar, o sözlerin her bir hecesine eşlik ediyordu:
“Dost baaağıııııındaaa açılııııpdı güüüül, Güleee sarıııılıpdıı bülbül…”
Tar sustu. Salondan taşan yüksek ritimli bir nağara sesi, akordeonun ince, kıvrak sesine karıştı. O hüzünlü ses de coşkun bir aşk nağmesi oldu, bir çağrıya dönüştü:
“Mehribanım, Mehribaaaan gel oynaaa gül oynaaa. Gözeeel oğlan, göözel gıııız çal oyna…”
…Ve bütün sesler sustu. Bir anlık sükût kapladı salonu. Sonra, sitem dolu bir ses parçalayıp dağıttı o sükûtu:
“Olmur, e! Olmur! Olmuuuur!” Ay Özge! Bes, sen neynirsen? Oyuna hardan giripsen? Tamer! Hemişe sene demirem? Niye gızın gabağına varanda kollarını aşağı salırsan? Budu, bak, belece edeceksen.”
Kapıyı biraz daha aralayıp, ayaklarımın ucuna basarak içeri süzüldüm. Salondaki gençler pür dikkat, sitem eden sesin sahibini dinliyordu. Ufacık boylu bir adam… Sesi öyle buyurucu ki, birden “Sen ne geziyorsun burada, çık dışarı!” dese, hiç itiraz etmeden çıkıp savuşacağım. Salondaki o hüzün, o yangın, coşku, davet… Büyülü bir perdenin ardında kaldı. Salondakilerin hepsi, âdeta kendini parçalayan adamı dinliyordu. Bütün gözler ondaydı.
Sessizce çalgıcıların yanına iliştim. Akordeon çalan adam ayakta, akordeonu da boynundaydı. Nağaracı, nağarasını kucağına almış bekliyordu. Tar, onların yanındaki sandalyenin üstündeydi. Gövdesi sedef işlemeli bu tar, az önceki seslerin sahibi olmalıydı. Garip, melül, mahzun yatıyordu sandalyenin üstünde, bir uzak diyarda, gurbetteydi sanki. Galiba o ufak boylu adam çalıyordu bu tarı. Ya o hüzünle dolup sonra sokağa taşan yanık ses? Akordeoncu ve nağaracı da can kulağıyla, bu ufacık adamın söylediklerini, dinliyorlardı. Ufak boylu adam, gâh kızlara seslenip bin bir nazla, işveyle salınıyor; gâh erkeklere seslenip sert ve kıvrak hareketlerle alıcı kuşlar gibi dönüyor, kanatlanıyor, süzülüyordu. İlerlemiş yaşına rağmen işini samimiyetle, aşkla yapıyordu.
Başlarına siyah kalpaklar giymiş, deri çizmeleri diz kapaklarına kadar çıkan ve belleri hançerli delikanlılar, rengârenk ipekli şallar içinde, gözleri sürmeli, ceylan gibi genç kızlar… Hepsi bu adamın etrafında halka olmuştu.
Boylanıp bu adama baktım. Üzerinde uzunca bir ceket vardı. Ceket, adamın üstünde palto gibi duruyordu. Ceketinin kollarını, bileklerinden geriye doğru katlamıştı ama ceketin kolları hâlâ uzundu. Adam kollarını aşağı indirdiğinde birden elleri kayboluyor; bu uzun ceket, onun küçük kollarını yutuyordu. Sağ yanağında derince yara izleri vardı. Belki bu yüzden hafifçe uzattığı ve iyice ağarmış sakallarını kesmemişti. Sağ gözü, diğer gözünden epeyce iri gözüküyordu, sanki biraz dışarı doğru fırlamıştı. Beyaz saçları geriye doğru taranmıştı ve ikide bir kolunu çemreyip bir elini alnına götürüyor, saçlarını arkaya doğru sıvazlıyordu. Yüksek sesle bir şeyler anlatırken ağzının sol yanında altın bir diş parlıyordu. Bu altın diş, neredeyse siyahlaşmış, seyrek, dokunsan düşecekmiş gibi duran diğer dişlerinin arasında çok garip duruyordu. Yüzündeki ve alnındaki derin çizgiler, bu adamın dünyayı kaç yıldır adımladığından haber veriyordu.
Adam, herkesi uyarıp neler yapmaları gerektiğini bir bir anlattı:
“Yahşı? İndi baştan.” dedi yüksek sesle. Oturuşumu değiştirdim, toparlandım. Sanki bana da bir şeyler söylemişti bu adam. Sanki ben de bir şeyler yapacaktım.
Genç kızları, delikanlıları yeniden sahneye dizdi. Arkasına bakarak hızlı hızlı gelip tarı eline aldı ve oturdu. Sağa sola bir daha baktı, birden gözlerini bana dikti, bakışlarını üstümde gezdirdi bir süre. Yuvasından fırlamış iri gözünde, bir felaketin izleri vardı. İçim titredi. Sonra dönüp nağaracıya başıyla işaret etti ve tarı göğsüne bastırdı. Tara öyle bir sarıldı ki, bu adamla, bu tar arasında anlaşılmaz bir yakınlık, bir aşk, bir bağlılık vardı.
Herkes hazırdı, ben de… Nağara “düm tek, düm tek” bir ses verdi, adamın küçük elleri, tarın tellerinde dolaşmaya başladı. Akordeonun sesi çok derinden geliyordu. Yine o ağır hüzünlü parçayı terennüm etmeye başladılar.
Tar çalan adama daha yakından baktım. Dışarı doğru fırlayacakmış gibi duran gözü, boş anlamsız bakıyordu, o gözünün görmediğini fark ettim. Yakından bakınca, yüzündeki yara izlerinin çok derin olduğu anlaşılıyordu.
Sahnede ipekli giysiler içindeki kızlar, sahnenin ortasında, bir başka kızı daire içine almışlardı. Erkekler de onların çevresindeydi. Müzik başlar başlamaz kızlar, duru bir suda, kamışların arasında salınan sunalar gibi âdeta kayarak kenara çekildiler. Ortada ince, zarif, dal boylu bir kız kaldı. Birden, seri hareketlerle sahneye gelen delikanlı, o kızın etrafında dönmeye başladı. Yalvarırcasına hareketler yapan genç, bir şahin gibi kollarını iki yana salıp kızın etrafında kur yapıyordu. Kız, mavi ipekler içinde bir gök kumru, bir güvercindi. Öyle bir nazlanıyordu ki, erkek oyuncu, etrafına bakıp ellerini iki yana açıyor, bir çare arıyor, ara sıra ellerini yukarı kaldırıp Tanrıya yalvarıyordu. Kız, başından salınan tülün bir kenarı ile ağzını kapattı, eliyle oğlana “Git!” işareti yaptı. Oğlan kızdan uzaklaştı, hayalî bir aynaya bakıp süslendi, saçını başını düzeltti ve çevik hareketlerle yeniden kızın etrafında dönmeye başladı. Kız, duvağını açtı, güldü. O anda tarın hüzünlü sesi kayboldu, nağaranın ritmi hızlandı, akordeon coştu. O küçük adamın sesi de, coşkulu, davetkârdı:
“Mehribanım Mehribaaaan, gel oynaaaa, çal oyna. Gözeeel oğlan göözel kıııız çal oyna!”
Sahnede bir toy başladı. Delikanlı, nazlanan kızın elinden tuttu, diğer oyuncuların alkışları arasında sahnenin dört bir yanını dolaştılar. Sanki birlikte toya gelenleri selamlıyorlardı. Genç kızlar, delikanlılar, sahnenin dört yanından rengârenk bir sel olup aktılar, aktılar, aktılar…
Tarı bıraktı ufak boylu adam. Sahneye geldi.
“Besdi, yahşı!” dedi. “Yahşı, belece ey!”
Gençler, dışarı çıkarken uzun boylu, şık giyinmiş biri girdi içeri. Cebinden üç tane onluk çıkardı, çalgıcılara dağıttı. Tarcı boynunu eğip:
“Uşak hestedi.” dedi. “Derman alıp aparacağam, iki lira daha ver. Gelen hefte eksik verersen de.”
“Bana söylenen bu.” dedi adam. Başka para vermedi…
***Sabah erkenden kapı zili çaldı. Hanım, mutfaktan bağırdı.
“Kapıya baaak!”
Kalktım, aceleyle kapıyı açtım. Yaşlı bir kadın, yanında da on yaşlarında bir kız çocuğu… Kız, -anası mı, ninesi mi- kadının eteğinden sıkıca yapışmıştı. Ben kapıyı açtığımda küçük kız, yüzünü kadının eteğine iyice gömdü. Uzunca bir beliği, beliğinin ucunda da rengi belirsiz bir kurdele… Kadın, buğulanan gözlerini kaçırdı benden. Gözlerinde anlaşılmaz bir tedirginlik vardı. Yazmasının ucunu, eliyle gözlerine götürdü. İnce, esmer, zayıf elini uzattı, boğulan bir sesle:
“Oğul” dedi, “Oğul, Garabağ gaçgınıyık, bir kömek eyle!”
Bu sözler, bir bıçak gibi saplandı yüreğime. Kanım içime aktı.
“İçeri gelseydin teyze!” dedim. “Gel, soğuk, çocuk da ısınır biraz.”
“Yoh, balam!” dedi. “Çoh sağ ol, gedek!”
İnce, zayıf, esmer elini kapatıp, apartman boşluğunun yarım aydınlığında, bir gölge gibi geriye döndü kadın. Kız da eteğe bağlıymış gibi, kadının savrulan eteğiyle birlikte dönüverdi. Kızın yüzünü hiç göremedim. Bir bahaneyle bu kızın gözlerini göreyim istedim, kapıdan sarkıp, ardından umutsuzca çağırdım.
“Küçük kız, adın ne senin?”
Kız dönüp bakmadı bile, kadının eteğine iyice sokuldu. Kadın, birkaç basamak aşağıdan seslendi, sesi bana kadar zor ulaştı ve soğuk duvarlara çarpıp kayboldu:
“Pünhane, balam.” Dedi. “Pünhane.”
Günlerce, gecelerce kızı düşündüm, geceler boyu konuştum o kızla:
“Pünhane! Gözlerin ne renkti senin? Ya ellerin, ellerin? O küçücük ayaklarınla mı kaçtın kurşunların, bombaların önünden? O küçük adımlarınla mı aştın dağları? Üşümedin mi Pünhane? Üşümedin mi? Yüzün niye çocuk yüzü değil, niçin bu kadar yanmış? Bombaların, kurşunların sesini duydu mu kulakların? Ya gözlerin, gözlerin ne renkti Pünhane? Akan kanı gördü mü o gözlerin? Kanlar sıçradı mı evinizin duvarlarına? Kanlar? Duvarların dibinde ağlayıp kaldın mı hiç? Bir ceylan gibi korkulu gözlerle kan içen sırtlanlara baktın mı? O zaman kaç yaşındaydın Pünhane? Okula gidiyor muydun? Ya kalemin, defterin, boyaların? Çizgi oynarken mi, tek ayağının üstünde sekerken mi düştü bombalar? Arkadaşların, arkadaşların öldü mü hiç Pünhane? Kana battı mı oyuncakların?”
Hiçbir gece, hiçbir soruyu cevaplamadı o kız, hiç bakmadı yüzüme, hiç görmedim gözlerini…
Gece, sulu sepken bir kar yağıyordu. Pencereden dışarı baktım. Gök gürledi, şimşekler çaktı ardı ardına. Belki şimşek değildi, uzak şehirlere, köylere bombalar yağıyordu. Ortalık önce aydınlandı ve tekrar zifiri bir karanlığa gömüldü. O bir anlık aydınlıkta, ışıklarla birlikte bir kız gelip karşımda durdu. Uzun bir beliği vardı, beliğinin ucunda da bir kurdele. Cama yaklaştıkça kayboldu yüzü. O uzak şehirlerden kaçmıştı belli. Islanmıştı, perişan, yorgun, korkulu, ürkek. Uzansam kızın ellerini tutacaktım. Ellerimi uzattım ama ellerim boşlukta asılı kaldı. Elimi tutmadı, elleri yoktu kızın. Kaşları, gözleri, ağzı, burnu, yanakları yok. Bir belik ve bir kurdeleden ibaretti bu kız. Kurdelesi kana batmıştı, kıpkırmızıydı. Yüzünde bir ışık parladı, beyaz bir ışık. Ve o belik de, o kurdele de eridi, kayboldu bu ışığın içinde. Kızın ardından, esmer, zayıf, bir el uzandı cama. O el, uzadı, uzadı, camı delip gözlerimin önüne kadar geldi. O kadının eliydi. O esmer, zayıf elden kan akmaya başladı. Sonra bu elin arkasında bir kadın silüeti belirdi. Karanlığın içinde koyu bir gölge gibi duran kadının da yüzü yoktu ama sesini duydum. Sesi çığlıktı:
“Oğul!” dedi. “Oğul, Garabağ gaçgınıyık, bir kömek eyle!”
***Uyuyamadım, erkenden kalktım. İşe giderken apartmanın aksakalı Kelbayı kesti yolumu.